MUHAKEMAT DERSLERİ-9
Ders: Muhakemat Dersleri (9.Ders), Birinci Makale, Üçüncü Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *“İsrailiyatın bir taifesi ve hikmet-i Yunaniyenin bir kısmı, daire-i İslâmiyet'e duhûl etmeleriyle, din süsüyle görünerek, efkârı ihtilâle verdiler.” (Muhakemat, s. 18)
Ders: Muhakemat Dersleri (9.Ders), Birinci Makale, Üçüncü Mukaddime
İzah: Prof. Dr. Şener Dilek
*"İsrailiyatın bir taifesi ve hikmet-i Yunaniyenin bir kısmı, daire-i İslâmiyet'e duhûl etmeleriyle, din süsüyle görünerek, efkârı ihtilâle verdiler." (Muhakemat, s. 18)
İslamiyet'in intişarında ben-i İsrail'den bir kısım insanlar özellikle âlimler ve kâmil insanlar İslam'ı seçtiler. Öte yandan bir de Yunan hikmetinin, felsefesinin bir kısmı halife Memun döneminde tercüme edildi. Onların Arapçaya kazandırılmasıyla o felsefi düşünceler Müslümanların fikri içine girince, fikirleri karıştırdılar.
"O necib kavm-i Arab, zaman-ı cahiliyette bir ümmet-i ümmiye idi. Vaktaki içlerinden hak tecelli edip istidad-ı hissiyatları uyandı da meydanda yol açan din-i mübini gördüklerinden umum rağabat ve meyilleri, yalnız dinin marifetine inhisar ettiler "(Muhakemat, s.18)
Arap kavmi çölde, fıtratları safi, bozulmamış bir vaziyette idi. İslamiyet'in zuhuruyla bütün rağbetleri ve meyilleri Kur'an'a döndü. Fikirlerini yalnızca dinin öğrenilmesine inhisar eylediler. Zifiri karanlıkta birden güneş doğsa o güneşin nuraniyeti nasıl insanın üzerinde tesiri yaparsa, Araplarda da aynı şekilde İslam güneşi tesir etti.
Kur'an-ı Kerim semadan nüzul edince, müminler Kur'an nuraniyetinden dolayı, bütün zihinlerini, kalplerini, gönüllerini Kur'an'a çevirdiler.
Şimdi bazıları diyor ki "İslamiyet tarihinde feylesof yetişmemiş.." İslam tarihinde feylesofa ihtiyaç yok. Çünkü Kur'an gelmiş, Kur'an-ı Azimüşşan'ın nur ve hakikatleri kalbleri açmış, gönülleri fethetmiş, akılları ikna ve hisleri işba etmiş. Ama batı dünyası karanlık. Dinden, maneviyattan ırak. Avrupa'da fikir adamları, hakikati aramaya çalışmışlar. Zifiri karanlıkta ellerinde bir yanda mum ışığı, bir yanda gece lambası var, arıyorlar. Dolayısıyla bazı feylesoflar hakikat aramaya çalışmışlar. İnsan nedir, niçin yaratılmıştır, kâinatın sır ve esrarları nedir diye düşünmüşler. Ama düşünceleri mum ışığı gibi kalmış, hakikat âlemi ve marifet sırları onlara açılmamış. Güya fikir üretmişler, felsefe yapmaya çalışmışlar. Ama düşünceleri karanlık, felsefeleri çürük ve içi boş.. İnsaniyete medar kemalat, fazilet, ahlak ve fedakârlıkta çok gerilerde kalmışlar.
İslamiyet'te neden Avrupa'nın anladığı tarzda feylesof gelmemiş? Çünkü İslam âlimleri bütün istidat ve kabiliyetleriyle bitamamiha nazarlarını Kur'an'ın hakikatlerine çevirmişler. Kur'an varken başka mesele mi olur, Kur'an varken başka kapı mı çalınır?
Onun için İslam âleminde batılı manada feylesoftan ziyade müçtehidler, müceddidler, âlimler, fakihler, allameler, asfiyalar, evliya, kâmil insanlar bütün istidatlarıyla dinin ilâ ve ibkası için istidatlarını açmışlar ve ümmete vesile-i rahmet olmuşlar.
*"Fakat kâinata olan nazarları teşrihat-ı hikemîye nazarıyla değil, belki istitraden yalnız istidlal için idi. Onların o hassas zevk-i tabiîlerine ilham eden, yalnız onların fıtratlarına münasib olan geniş ve ulvî muhitleri ve safi ve müstaid olan fıtrat-ı asliyeleri talim ve terbiye eden yalnız Kur'an idi. (Muhakemat, s. 19)
İslam âlimleri kâinata felsefi nazar gözlüğü ile bakmadılar. Kâinat, evvel baştanbaşa Tevhid delillerdir. Sani-i Alem'ın sanatı, eseri ve rububiyetin tezahür ve tecellisine makes ve aynadır. Onlar kâinata Allah'ın vahdaniyetine, tevhide delil olması itibari ile baktılar.
"Geniş ve ulvi muhitleri" diyor. Çünkü, çölde yaşayan insanların ufku, bakışı, intikali, şehirdeki yaşayan insanlara göre daha derin daha mükemmeldir.
Bu asırda bakıyorsunuz gençlere, çocuklara… Çocuk daha henüz 10-15 yaşında hafıza kaybı var. Niye? Çünkü, sabah kalkıyor, arabalara bakıyor, eşyalara ve mobilyalara bakıyor. Sokağa bakıyor, ona buna bakıyor. Sabahtan akşama kadar ekran göz kamera gibi çalışıyor, bin tane, belki on bin tane şeyi görüyor. Hepsini idrak etmeye anlamaya ve yorumlamaya çalışıyor. Gözler okuyor, hafızaya kayd ediyor. Beyin sürekli meşgul oluyor. Akşama kadar gitmesi ve dönmesiyle beraber belki bin tane, yüz bin tane çekim yapıyor. O çekimler idrakini, hafızasını dolduruyor. Ama köyde, dağda yaşayan insan neye bakacak, evinden okula gidiyor, günah yok, meşguliyet yok.
Ama o devirde Arapların dünyası sâfi, fıtri ve bir de geniş. Mesela iki tane Arap devenin üstünde gidiyorlar. Devenin üstünde önlerinde satranç tahtası yok, hayallerinden satranç oynuyorlar, yol boyunca yerleri kaybetmeden satranç oynuyorlar.
Hem o asırda bütün dikkatleri nazarları fikirleri hep Kur'an'a müteveccihti. Kur'an'ın talimi ile yetiştiler. Yani manevi olarak fıtri besleniyorlardı. Fıtri beslenme maddi manevi çok önemli. Şimdi bu asırda fıtri beslenme tamamen kalktı ve insanlar da hormonlaştı. Niye anlayamıyorsun? Fıtratlar bozuk, ruhunu kirlettin, idrakini dağıttın, hayalini parçaladın, fıtri zevkini öldürdün, günahlara girdin, sefahatte tiryaki oldun. Bütün bunlar maneviyatın önündeki engeller…
*"Bundan sonra kavm-i Arab sair akvamı bel'ettiği gibi, milel-i sairenin malûmatları dahi müslüman olmaya başladığından, muharrefe olan İsrailiyat ise Vehb, Kâ'b gibi ülema-i ehl-i kitabın İslâmiyetlerinin cihetiyle Arabların hazain-i hayalâtına bir mecra ve menfez bularak o efkâr-ı safiyeye karıştılar. Hem sonra da ihtiram dahi gördüler. Zira ülema-i ehl-i kitabdan İslâmiyet'e gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet celalet ve tekemmül ettiklerinden, malûmat-ı müzahrefe-i sâbıkaları makbule ve müselleme gibi oldular, reddedilmedi. Çünki İslâmiyet'in usûlüne müsadim olmadığından, hikâyat gibi rivayet olunur iken, ehemmiyetsizliği için tenkidsiz dinlenirler idi. Fakat hayfâ! Sonra hak olarak kabul edildiler, çok şübeh ve şükûkata sebebiyet verdiler.(Muhakemat, s. 19)
Arap milleti büyüdü diğerlerini yuttu ve İslamiyet'le inkişaf etti, ekser ülkeleri içine aldı. İslam coğrafyası büyüdü ve o kavimlerin ekser örfleri, adetleri, hikâyeleri, masalları onlarla beraber Müslüman oldular. Dolayısıyla mesela ben-i İsrail'in iki tane âlimi Ka'bu'l Ahbar ve Vehb bin Münebbih, bunlar itibarlı insanlardı. Gelip İslamiyet'le de şereflenince, onlara da insanlar itibar gösterdiler. Onlar da "ben-i İsrail'de böyle olmuş, Hz. Musa aleyhisselam zamanında, Hz. İsa as. zamanında böyle…" diyerek anlatmaya başladılar. Ve o muharref olan dinin bazı hikâyeleri, onlarla beraber o gün Arapların zihnine, fikrine, sohbetine girdi. Onlar İslamiyet'le şereflenince onları dinlediler ve onların sözlerinden de yeni bir şey duydukları için onlara da bir derece itibar ettiler. Geçmişteki o bulanık kirli malumatları makbul göründü ve red edilmedi, Onların anlattıkları meseleler İslam'ın temel esasları içerisinde değil namaz, oruç, hac, zekât gibi asli esas ve görevler noktasından değil, hikayet tarzında gelişti. Avamın(bilgisiz halk kitlelerinin) dünyasında da hikâyelerin yeri vardır. Avam mücerret hakikatı anlayamaz. Çocuk mücerret manayı anlayabilir mi, anlayamaz. Büyükleri ona hakikatları masal dili ile hikâye dili ile okur. Avam da o ben-i İsrail'in bazı hikâyelerini tenkitsiz dinlediler.
Çünkü İslamiyet'in esasına taalluk eden bir mesele değil hikâye tarzı idi. Maalesef onlar avamın dünyasında hakikat gibi telakki edildi, onlar da bir kısım şüpheleri ve sıkıntıları doğurdu.
*"Hem de vaktaki şu İsrailiyat, Kitab ve Sünnet'in bazı îmaatlarına merci ve bazı mefahimlerine bir münasebetle me'haz olabilirler idi. Fakat âyât ve hadîsin manaları değil. Belki faraza doğru olsalar idi, mâsadak ve efradından olmaları mümkün olduğundan; sû'-i ihtiyarlarıyla başka bir me'hazı bulmayan veya atf-ı nazar etmeyen zahirperestler, bazı âyât ve ehadîsi o hikâyat-ı İsrailiyeye tatbik ederek tefsir eylediler."(Muhakemat, s. 19)
İma, işaret, remiz noktasından, bu hadisenin hakikat noktasından ben-i İsrailin zamanında böyle bir şey yaşanmış diye işareten ifade edilebilir. Onlar ayet ve hadisin manaları değil yani o anlatılan mesele nefsü'l emirde gerçekten doğru olsa bile masadak(uygun gelen bir misal) manası olabilir. Bazen bir kelamın ondan, yüzden ziyade masadak mana tabakatı olabilir. O mananın tabakalarından bir fert olabilir. Zahirperestler ayetin mana tabakasına inememişler, zahirde kalmış, o hikâyeyi münasebettar görüp, ayeti o hikâyeye tatbik etmişler.
*"Hâlbuki Kur'an'ı tefsir edecek, yine Kur'an ve hadîs-i sahihtir." (Muhakemat, s. 19)
Kur'an'ı tefsir edecek gene Kur'an'dır ve sahih hadistir. Mesela Kur'an'da bir ayet kapalı, müphem, anlaşılması çetin. Tefsir tekniğinde ölçü şudur: bu manaya delalet eden başka ayet var mı? Bu ayeti başka bir ayet şerh ediyor mu? Bunu araştırmışlar. Sonra, bu mevzuda beyan edilen hadislere bakmışlar.
Demek işin esası şudur: Birinci derecede Kur'an, ikinci derecede Kur'an'ın hakiki müfessiri Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam'dır. Acaba Rasulullah aleyhissalatu vesselam bu ayet hakkında ne söylemiştir, beyan-ı Rasulullah aleyhissalatu vesselam nedir onu almışlar, öyle yorumlamışlar. İbn-i Kesir beş cilt öyle tefsir yazmış, tamamen hadislere dayanarak o tefsiri yazmış.
*"Yoksa ahkâmı mensuh olduğu gibi, kısası dahi muharrefe olan İncil ve Tevrat değildir."(Muhakemat, s.19) Ahkâmı nesh edilmiş şimdiki İncil'in ve Tevrat'ın ahkâmı ne olmuş, nesh edilmiş. Kur'an geldi, onların hepsini kaldırdı ve hükmiyeti yok. Ahkâmı kaldırıldığı gibi kıssaları dahi tahrif edilmiş. Ahkâmı tamamen kaldırılmış, hikâyeleri de tamamen muharref olan İncil ve Tevrat'la sen Kur'an'ı şerh ve izah edemezsin.
*"Evet, mâsadak ile mana ayrıdırlar. Hâlbuki mâsadak olmaya mümkün olan şey, mana yerine ikame olundu. Çok da imkânat vukuata karıştırıldı."(Muhakemat, s.19) Masadak ve mana ayrıdırlar. İmkanat vukuata karıştırıldı, tagyir ve tebdil edildi. Hak ve hakikatlar o nisbetle uzaklaştı…
Kuran-ı Kerim'de bir kısım müteşabih ayetler var. Kapalı ve örtülü ayetler var. Usul âlimleri demişler ki, "ayet-i kerimede Allah ne murad etmişse o haktır. Bu, Allah'ın kelamıdır." Bu birinci kaziye. İkinci kaziye ise "Allah bundan ne murad etmişse haktır." Üçüncüsü ise masadak manası. Bir ayetin bir kelimenin onlarca, yüzlerce masadak manası olabilir ama o manalardan sadece birisini alıp "budur" dersek, böyle yaparsak, o zaman hem kelamı hem de kelam içindeki masadak manaları kapatmış oluruz. Mesela "biz sana Kevser'i verdik"(Kevser: 108/1) diyor. Kevser nedir? Şimdi Kevser'le ilgili Kur'an'da bir başka yer varsa evvela ona bakılır. Kur'an'ı şerh edecek yine Kur'andır. Sonra Kevser hakkında peygamberimiz aleyhissalatu vesselam ne buyurmuştur? Ona bakarız. Zira Kur'an'ın manevi müfessiri kimdir, peygamberimiz aleyhissalatu vesselam'dır.
Bu şekilde ondan sonra müçtehidler, masadak manasını aramışlar. Kevser nedir, Kevser bir kavle göre cennetteki Kevser havuzudur. Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam buyurdu ki; "Aranızda Kevser havuzuna ilk ulaşan ben olacağım ve sizin Allah yolundaki hizmetlerinize şahitlik edeceğim." (Buhari, Cenaiz, 71)buyurmuştur. Allah bizi de buluşanlardan eylesin. Kevser; peygamberlik, Kur'an, İslâm, hayır, saâdet, şefaât, ilim, ehl-i beyt, namaz ve Peygamber (s.a.s)'in mûcizeleri olarak tefsir edilmiştir. Araplar sayısı çok, miktarı yüksek, kıymeti yüce olan her şeye Kevser derler. Bu bakımdan Kevser kelimesi yukarıda sayıları manâları ihtiva ettiği gibi genel anlamda hayırlı olan her şeyi de içine alır. Bunların hepsi masadak(uygun gelen) manadır. Şimdi bu masadak manadan tek birini alıp, ayetin manasını sadece ona tahsis edip, o mana ile diğer manaları kapatmış ve ketmetmiş oluyorsun.
Ayetlerin işari, remzi, sarihi manası var. İşari ve remzi mananın da her asra bakar cihet ve cephesi var. Çünkü kelam-ı ilahinin ilk muhatabı peygamberimizdir (sallallahu aleyhi ve sellem). Birinci derecede muhatap Asr-ı Saadetteki Müslümanlardır. Ama Allah'ın ahkâmı olduğu için, o ahkâmın ta ezelden ebede kadar masadak boyutları var mı var. O manaya bugün Türk kavmi mazhar olur, yarın belki başka biri olabilir mi, olur. İlla bir manaya tahsis etmek, hakikat bu demek, onda ısrar etmek hakikatı setr etmek manasını taşır.
"Hem de vakta hikmet-i Yunaniyeyi müslüman etmek için Me'mun'un asrında tercüme olundu. Fakat pekçok esatîr ve hurafatın menbaından çıkan o hikmet, bir derece müteaffine olduğundan safiye olan efkâr-ı Arabın içlerine tedahül ettiğinden, bir derece efkârları karıştırdığı gibi tahkikten taklide bir yol açtı."(Muhakemat, s. 20)
Me'mun döneminde Yunan felsefesindeki fikir ve düşünceler Arapçaya çevrildi. O çeviride de Kuran ve sünnetin dışında bazı eksik zararlı fikir ve düşünceler insanların üzerinde bir kısım olumsuz tesirler icra etti.
Esasatı hikâye, mitoloji. Yunan felsefesinin arkasında mitoloji var. Yunanlıların Tanrıları var; zeus şudur budur vs. Sanemleri, herkülleri… Bunlar insanların âlemlerini katıp karıştırdılar. Bazı kimseler o tercümeleri okudular, süzmeden, rafine etmediler, aldılar. Tahkik gitti, yerine taklit geldi. Cenab-ı Hak bizi bu taklit afatından muhafaza etsin. Üstad hazretleri diyor ya; "Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mehenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.(Münazarat, s. 14) Ne kadar ehemmiyetli bir ölçü.
*"Hem de âb-ı hayat olan İslâmiyetten kariha-i fıtriyeleriyle istinbat etmeye kabil iken, o hikmetin telemmüzüne tenezzül ettiler."(Muhakemat, s.20) Fikri istihraç kabiliyetleri Kur'an'dan, hadisten istinbat edecek güçte iken bunu bıraktılar. Yunan felsefesine talebe oldular. İşte İbn-i Sina, Farabi gibi zatlar o manaya gitmişler. İşte İmam-ı Gazali gibi zatlar da onlara şiddetle karşı çıkmış, basit bir mümin derecesini dahi vermemişler. Kur'ana şakirt olmak, envar ve esrarında derinleşmesi lazım gelirken, onu bırakmışlar, Yunan Felsefesine talebe olmuşlar.
*"Evet, nasıl ki ihtilat-ı a'cam ile kelâm-ı Mudarî'nin melekesi fesada yüz tutmakla, muhakkikîn-i ülema o melekeyi muhafaza etmek için, ulûm-u Arabiyenin kavaidini tedvin ettiler."(Muhakemat, s.20)
Adnân ve Kahtân'dan sonra Araplar'ın kendilerine nisbet edildikleri dört ana koldan biri olan Mudar (diğerleri Rebîa, Kudâa ve Yemen), İslâmiyet'ten önce Hındif ve Kays Aylân adında iki kola ayrıldı. Sayı ve güç itibariyle çok defa bütün Mudar kabilelerini temsil eden Kays Aylân'ın en meşhur kolları Süleym, Hevâzin, Mâzin, Gatafân, Muhârib, Advân, Fehm ve Enmâr; Hındif'in kolları ise Kureyş, Eşrâf, Kinâne, Hüzeyl, Temîm, Huzâa ve Müzeyne'dir. Mudarilerin içinde Ben-i Saad(Hevazin)kabilesi) Arapçayı en güzel konuşan kabile idi. Yani İstanbul Türkçesi gibi. Hikmet-i ezeli peygamber efendimizim sütannesi Hevazin kabilesinden idi. Hevâzin kabilesi fesahat ve belagatta (=dil kurallarına ve edebiyata uygun olarak konuşmakta) ünlüdür. Ibn Sa'd Tabakât'mda Hz. Peygamber'in ara sıra: "Ben hepinizden en düzgün konuşanım. Çünkü Kureyş soyundanım ve dilim Benî Sa'd'ın dilidir" (İbn-i Sa'd, Tabakât, c. 1, s. 71.) buyurduğunu nakleder.
Acemler(Arap olmayan milletler) İslam'dan istifade etmek için Arapçayı öğrendiler. Acemler, acemiler bir dili ne kadar mükemmel bilse de ana dili bilenler kadar bilemezler. Dolayısıyla acemler bu işin içine girince o kelam-ı Mudari'nin lehçesini fesada yüz tutturdular. O yüzden ulema nahiv kaideleri, sarf gramer kaideleri yazmışlar ki, bu esasat, bu ölçü bozulmasın. Dil bilgisi kaidelerini koydular.
*"Öyle de şu hikmet ve İsrailiyat dahi daire-i İslâmiyete duhûlleriyle beraber, bazı nekkad-ı muhakkikîn-i İslâm temyiz ve tasfiyelerine teşebbüs ettiler. Fakat hayfa!. Tamamıyla muvaffak olamadılar. (Muhakemat, s.20)
Kuyumcuların ehillerine 'nakkad' diyorlar. Osmanlı döneminde öyle kuyucu varmış ki, adam parayı eline alıyor, parmağını ucu ile kaç ayar olduğu anlıyor; "bu 18, bu 22, bu 24 ayar vs. Altını masaya bırakıyor, sesinden altının kaç ayar olduğunu anlıyor. "Şu altındır, şu bakırdır, sesinden kaç ayar olduğunu, sahte olup olmadığını anlıyor. Nakkad-ı ulema da "bu hadistir," "bu Kur'an'dır" "bu da felsefeden gelen yabani, boş lüzumsuz fikirlerdir," "bu Yunan'dan, bu İsrailiyat'tan" diyor. Bu gibi sıkıntıları izale etmek için nakkad-ı ulema çok uğraşmışlar ama va esafa ki tam da muvaffak olamamışlar.
"Hem de hakikî olan akliyatlarıyla mevhum ve mümevveh olan şu hikmet arasında bir müşabehet ve muvafakat tevehhüm eylediklerinden, şu mutabakat ve müşabeheti kitab ve sünnetin manalarına tefsir ve maksadlarına beyan zannedip hükmeylediler."(Muhakemat, s. 20)
Müvemmeh olan mana; aslında hakikat değil ama zahirde hakikat gibi görünen yanlışlar bu bir terminolojidir.
"Kellâ.. sümme kellâ!.. Zira Kitab-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın misdakı i'cazıdır. Müfessiri eczasıdır. Manası içindedir."(Muhakemat, s.20)
Misdak doğrulayıcı delil kriteri. Kuran-ı azimüşşanın kriterleri i'cazıdır. Yani Kur'an nedir, mu'cizdir, takat-i beşerin fevkındedir. Bir kısım insanlar Me'mun döneminde Yunan felsefesini tercüme ettiler ve zihinler karıştı. Ben-i İsrailiyattan gelen bir kısım rivayetler, onlar da süzülmedi, hikayat kabilinden olduğu için âlimler fazla itibar etmediler. Esas değil, hakikat değil, dilden dile dolaşan hikâyeler. Daha sonra zaman içerisinde asıl manalar bir derece örtülü kaldı. Ami insanlar bu hikâyelere, israiliyata daha fazla önem verince de, bir kısım hakikatler mesture ve örtülü kaldı.
Kur'an'ın hak olduğu, kelam-ı İlahi olduğunun vasıf ve sıfatını nerede arayacaksın? Kur'an'ın i'cazında arayacaksın. Kur'an baştan sona mu'cizdir, takat-i beşerin fevkındedir. Kur'an'ın tefsiri eczasındadır. Kur'an'ın tefsiri içinde var mı var. Manası içindedir.
Sadefinde dürrdür, meder değildir."(Muhakemat, s.20)
Sadef mücevherat kutusuna denir. Sadefi incidir, çakıl taşı değildir. Allah'ın kelamı, beyanı, lisanı Kur'an mu'cizdir. La teşbih, Kur'an'ın sandukçasını açtığınız zaman sadefi dürdür, incidir. İçinde çakıl taşı yoktur, ondan müberradır. Kur'an-ı Kerim tezkiyeye muhtaç değil. Kur'an-ı Kerim Allah'ın beyanı, kelamı ve lisanıdır. Kelam-ı İlahi ne İsrailiyat'a ne de Yunan felsefesinin çakıl taşı manasındaki hikayatına ve kıssalara da muhtaç değildir. Kur'an'ın kendini i'cazı ile müdafaa eder. Bunlara muhtaç değildir. Dolayısıyla Kur'an'ı tezkiye etmek manasıyla, bu itibarla yanılıştır, abestir.
*"Zira Kur'an-ı Mübin, ona mekalid-i inkıyadı teslim eden öyle akıl ve naklin tezkiyelerinden pek yüksek ve ganidir. Çünki o, onları tezkiye etmezse; şehadetleri mesmu' olamaz." (Muhakemat, s.21)
Yani akıl ve nakil Kuran hakikatlarını ortaya koysun. Ondan sonra biz onu alalım manası yanlıştır. Burada Müslümanın hassasiyetle üzerinde durması lazım gelen şey; bizim dünyamızda mutlak referans kitap ve sünnettir. Kur'an o fikirleri, düşünceleri mihenge vurursa, doğru derse, o düşünce doğrudur. Eğer Kur'an'ın nazarına göre o fikir ve düşünceler, o hikayatlar Kur'an'ın hikmet ve hakikatına muhalif ise, Kur'an onları tezkiye etmezse, hakikat noktasında onların hiçbir ehemmiyeti yoktur. Onlar inci değil çakıl taşı, hatta belki pislik sineklerinin kazuratı gibidir o düşünceler, o fikirler, o hissiyatlar, o hayaller…
*"Evet, Süreyya'yı serada değil, semada aramak gerektir. Kur'an'ın maânîsini de esdafında ara. Yoksa karmakarışık olan senin cebinden arama; zira bulamıyorsun. Bulsan da sikke-i belâgat olmadığından Kur'an kabul etmez."(Muhakemat, s.21)
Süreyya yıldızını yerde arama. Süreyya yıldızı yere düşmez. Süreyya'yı yerde arama semada ara. Yani Kur'an ilahidir, semadan inmiştir. Beşerin kazurat-ı fikriyesinin neticesi değildir. Mücerret bir felsefi kitap da değildir. Kur'an'ın manasını sadefinde ara. La teşbih Kur'an'ı bir sandukçaya teşbih edersek, o sandukçayı aç, onun içinde ara.
"Karmakarışık cep" diyor. Yani insanın fikir cebi felsefeyle bulanmış, batıl hikâyelerle müşevveşleşmiş, günahlarla kirlenmiş, ruh düşünce safvetini bozmuş, İsrailiyatla doldurmuş, hikâyelerle tahkim edilmiş bir akıl, böyle bir cep karanlıktır, kirlidir. Sen Kur'an'ın hakikatlarını o cebinde arayamazsın, bulamazsın.
*"Bulsan da sikke-i belâgat olmadığından Kur'an kabul etmez."(Muhakemat, s.21) Kur'an'ın bütün ayetlerinde belagata medar sikkeler var. Asr-ı Saadet'te Kur'an'ın icazının tarihi bir geçmişi var. Kur'an gelmeden önce Arap kavminde belagat zirvedeydi. İşte yedi tane şairinin şiirleri Kâbe'nin duvarına asılıydı. Kur'an geldi, o sözleri söndürdü, tarumar etti.
Ayet-i Kerimede açık; "eğer Kur'an'ın bir benzerini yapmak istiyorsanız hadi tutun bütün feylosofları, bilim adamlarını, bütün ediplerinizi getirin" hatta Kur'an ne diyor "ilahlarınızda çağırın, sizin arkanızda kim varsa onları da getirin Kur'an'ın bir mislini yapın onu yapamazsınız" (bkz. (Tur: 52/34), (Isra: 17/88), Hud: 11/13 Bakara:2/23) "hadi bir suresini bir benzerini getirin" dedi, onu da yapamadılar. Onların damarına dokundu. Acze düştükleri için kalemle mübarezeyi bırakıp kılıçla mübarezeye başladılar.
*"Zira mukarrerdir: Asıl mana odur ki: Elfaz onu sımahta boşalttığı gibi zihne nüfuz ederek vicdan dahi teşerrüb etmekle, ezahir-i efkârı feyizyab eden şeydir." (Muhakemat, s. 21)
Asıl mana nedir? Şimdi bir hakikat bir mana ağızdan çıktığı zaman kulağa girdi. Kulağa boşalttık. Arkasından o mana zihne nüfuz edecek. Mana hayattar ise, mana kıymettar ise zihinde nüfuz eder. Mana silikse vurur, geçer. Zihin ona itibar ve iltifat etmez. Vicdan da o manayı içecek.
İnsanın vicdanı murakıp ve müsahib manasındadır. Hakikatı süzer, rafine eder. Kulağa dökülen manada birinci kademe zihine nüfuz. Sonra eğer o mana vicdanda teşerrüb ederse, vicdan da onu massettiği zaman senin idrakinde, âleminde fikir çiçekleri açılacak. Demek bir hakikatın tebliğinde, tamiminde kulaktan giren bir mana senin idrak dünyanda çiçekler tezyinat, nuraniyet, hayat, intibah, letafet, intibah, teneffüs, telezzüz, tekeyyüf gibi manaların açılımına hizmet ederse, o mana hakiki ve hakikattardır. Yoksa o mana siliktir. İşte bütün ders-i Kurani'de o mana var. Risale-i Nur'un ders halkası, marifet sofrasında da bu sır var. Hakikat-ı Kur'aniyeyi Risale-i Nur terennüm ediyor. Kulağına girdikten sonra önce zihin laboratuvarında o manayı tezekkür ve tefekkür et. Sonra vicdan da onu massetsin, emsin. Sonra da tefekkür derinliği içerisinde senin âleminde marifet ve hakikat çiçekleri tecelli etsin.
Kışta ne var, burudet ve soğuk var. Soğukta, bora ve tipide tezyinat olur mu, olmaz. Ama bahar geldiği zaman, baharda bir intibah var. O intibahla bağlar bahçeler çiçekleniyor, müzeyyen oluyor. Fıtratı insaniye de öyle, hakikat-ı Kur'aniyenin tefeyyüzü idrakte ve vicdanda intibaha medar bir açılımla zihne yer etse, o açılım inanın fikir çiçeklerinin feyizdar olmasına vesile olur.
Bakınız fikren açılım nedir? Tefekkürdür. Tefekkürde derinliktir. Bu esmaya medar güzellikleri kendi mahiyet aynanda görmek ve göstermek manasındadır. Demek okuduğumuz manalar, düşündüğümüz hakikatler muhatap olduğumuz keyfiyetler hem vicdanda massedilirse, hem idrak tarlasında fikir çiçeklerinin açılmasını netice verirse o manada bizim nasibimiz ziyadedir. Eğer fikir çiçekleri açılmıyor ise demek ki hem idrak hem vicdanda hem de intikalde bizim nakıs ve noksanlığımız vardır denilir mi, evet denilir.
*"Yoksa başka şeyin kesret-i tevaggulünden senin hayaline tedahül eden bazı ihtimalât.."(Muhakemat, s. 21) Kur'an-ı Kerim'in kudsi kelamı, ilahi olduğu için zihne o kelam nüfuz ediyor, vicdan teşerrüb ediyor ve insan aleminde fikir çiçekleri açıyor. Bakınız derin düşünce ve tefekkürle hikmete medar güzellikler açılımlar oluyor. Yani fıtrat-ı insaniye manen inbisat ediyor, açılıyor. Eğer böyle bir şey olmazsa, mesela bir insan hakaik-i Kur'aniyeye medar bir hakikatı okuduğu zaman, hassasiyeti nisbetinde bir şeyler alır mı, alır. Ama bakınız başka bir şeyin kesreti tevaggülünden, mesela bir adam işi gücü siyaset, siyasetle meşgul. İşi gücü ekonomi, işi gücü dünya, rahat, lezzet, tam ehli dünya. Şimdi bir insan neyle tevaggul ediyorsa tevaggul ettiği şey hayalinde açılır. Meşguliyete medar hususiyetler hayalde şekli giyer bu bir.
"veyahut hikmetin ebatîlinden" Muhakemat (s. 21)
İkincisi hikmetin batıl şeyleri yani hakiki ve kudsi hikmet değil yani terbiye-yi Kur'aniyeden uzak olan hikmet yani bugünkü batıl felsefe…
*"hikâyatın esatîrinden sirkat edip cepte doldurarak sonra âyât ve ehadîsin telâfifinde gizletmek, çıkartmak, elde tutmak, çağırmak ki: "Budur mana, geliniz, alınız" dediğin vakit alacağın cevab şudur: "Yahu!. İşte senin manan siliktir. Sikkesi takliddir, nekkad-ı hakikat reddeder. Sultan-ı i'caz dahi onu darb edeni tardeder. Sen âyet ve hadîsin nizamlarına taarruz ettiğinden âyet şikâyet edip hâkim-i belâgat senin hülyanı, senin hayalinde hapsedecektir. Ve müşteri-i hakikat dahi senin bu metaını almayacaktır..(Muhakemat, s. 21)
Üçüncüsü bu da hikâyelerin hurafelerinden, hakikatı olmayan hikâyelerden sirkat edip yani onlardan çalınmış. Burda bu üç mana çok önemli.
Şimdi bir adam konuşuyor. Peki, konuşmanın alt yapısı ne? Bakınız eğer o insan konuşmasının alt yapısında Kur'an, hadis, hakikat-ı Kuraniye varsa o kalpte, ruhta inkişafat ve inbasata ve idrakta hakikat çiçeklerinin açılmasına vesile olur. Ama bir adam konuşuyor. Şimdi bakın konuştuğunu nereden hırsızlamış; ya afaki adam, maddi, siyasi, sağdan soldan duydukları gürültü patırtılı şeyler, havadis, işte bugünkü sosyal medya. Kulağına, gönlüne sosyal medyadan, afaktan doldurdu. Batıl felsefeden beslenmiş iki.
Üçüncüsü eski İsrailiyattan gelen, hakikatı olmayan, mitoloji efsanelerle kendini doldurmuş. Bunlardan hırsızlamış. Böyle bir adamın konuştuğu ile ne kalp tefeyyüz eder, ne fıtratı insaniye terbiye alır, ne ruhun açılımına hizmet eder, ne de fikir çiçekleri açılır. Belki fırtına gibi insanların iç dünyasını alabora eder, paralar ve parçalar.
Şimdi bakıyorsunuz; adam televizyona çıkmış konuşuyor. Zulmani maddiyattır, boş şeylerdir, abestir, batıl felsefeden gelen ateist düşünceler veyahut İsrailiyattan doldurulan bilgilerdir. Bunlardan hırsızlayan bir adamın sohbet ifadesinin ve beyanının kalplerde, ruhlarda, gönüllerde masadak bulması mümkün değildir. Hani diyorlar ya; ağzı olan konuşuyor.
Buradan hırsızlamış, gelmiş cebe yani aklına, idrakine doldurmuş. Sonra bunu getirip ayetin mana tabakaları içerisine sokmaya çalışıyor. Ama onların o çalışmalarını, o dessasane planlarını nakkad-ı hakikat anlar. Sesinden, simasından, konuşmasından, beyanından, kelamın siyak ve sibakından mesaj verdiği hakikatın hakikat olmadığını, bilakis çürük ve tefessüh etmiş olduğunu ehl-i hakikat hisseder, bilir ve tanır.
Kuran hakikatlarını neye göre ölçeceğiz? Kur'an'ın hakikatlarının birinci derecede müfessiri kimdir? Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam ve sünnettir. Sünnet Kur'an'ın bir cihette tefsiridir. Kur'an hakikatlarının hayata yansımasıdır. Hakikat-ı Kur'aniyenin i'cazı içerisinde yani kelamı anlamakta bir kısım altyapı Arabi kaideler var mı var. Belagat esasları var mı var. Cümleyi mesela belagat ilmi, beyan ilmi, açsından nasıl anlayacağız, kelamın sarahati, işareti, remzi, nedir? Mananın tabakatı nedir? Ayetin sibak ve siyakı nedir? Bütün bunları bilmeyen bir insanın çıkartıp batıl meseleleri gündeme getirip şerh ve izah yapması da hakikati incitir..
Bazı insanlar geliyor, faraza televizyona çıkıyor. İlk çırpıda gayet beliğ gibi konuşuyor, çok da güzel gibi konuşuyor. Ama aradan bir müddet geçiyor, adamın niyetini, fikrini kader faş ediyor. Yanlış yapıyor. Batıl noktalara gidiyor, rezil rüsva oluyor. Perişan oluyor. Hakikate müşteri olanlar da bakıyor, bu adam bu manayı temsil edecek bir dirayet ve liyakatte değil. Hakikata müşteri olan görüyor ki; o söylenen sözlerin esasının arkasında ya batıl bir felsefe var ya Yunan'ın edebiyatı var ya İsrailiyat'ın hurafesi var, ya da dini tağyir etmek, saf zihinleri bulandırmak, esasata ilişmek, Müslümanları incitmek, ülemaya buğzetmek var. Ya da bir enaniyet, bir gurur, kibir var, ondan dolayı hakikate müşteri olanlar onu almıyor.
Şimdi bunu biraz daha pratik hayata yansıtarak konuşalım. Şurada bir alışveriş merkezi açılmış. Reklam güzel. Radyoda bir hafta reklam yaptı, açılış yaptı. Şimdi reyona gidiyorsun, en güzel sebzeler ve meyveler. Bir de et reyonuna gidiyorsun, bak etler güzel. Sonra hakikata müşteri olan "bu etleri nereden alıyor" diye tahkik ediyor. İşte at eti, merkebin etini gelmiş, reyona koymuş. Şimdi onun o beyanı, o belagatı, o tanzim ve tertibatı orayı, o mağazayı altınlarla, yakutlarla süslese, ehl-i tahkik derse; "bu adam ne kadar merkep varsa, kesti ve orada satıyor." Sen oraya girer misin, girmezsin. Bakıyorsun sebzenin çürüğü, meyvenin çürüğü. Üstüne güzeli koyuyor, altına çürükleri koyuyor. Bir, iki, üç beş kere gidersin, ondan sonra o hatayı, o eksikliği o noksanlığı gördün mü, "arkadaş, ben bu iş yerine girmem, alışveriş yapmam." Dersin.
Fikirler ve düşünceler de öyledir. Bir kısım insanlar vardır ki, müfsittir. Üstad diyor ya; "kimse demez ayranım ekşidir ama siz mihenge vurmadan almayınız hatta benim sözümü dahi mihenge vurunuz eğer bakır çıktı ise iade ediniz" Şimdi bugün piyasada adam güya İslamiyet'i müdafaa ediyor. Ama öyle hatalar, öyle kusurlar var ki itikada medar öyle pot kırıyor ki, insanlar akl-ı selim, ehl-i tahkik ve hakikata müşteri olanlar onu tanıyor ki bu adam müfsid.
Bugün Türkiye'de, âlem-i İslam'da bir kısım batıl düşünceler var; "bize Kur'an yeter." Bu cümle hakikat noktasından doğru ama adam "bize Kur'an yeter" derken Kur'an'ın kudsiyetini nazara vermekten ziyade bakınız arkasından neyi yutturuyor; sünnete ihtiyaç yok hâşâ. Rasulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) sünnetini devre dışı bırakmak için "bize Kur'an yeter" diyor. Bu adamın zihninde, bu adamın kalbinde, bu adamın itikat dünyasında yanlış var.
Peygamberi hâşâ dışlayan bir din olur mu? Böyle İslamiyet olur mu? Adam yanlışa götürmek için önce doğruyu gösteriyor sonra yanlışa çekmek için sünneti devre dışı bırakacak. Peki, Kur'an'da Cenab-ı Hak namazı emrediyor. Ama namaz nasıl kılınacak, onun uygulamasını peygamberimizden öğreneceğiz. Kur'an zekâtı emrediyor mu, evet. Peki, nasıl zekât vereceğiz? Arpadan, buğdaydan, hayvandan, bağdan, bahçeden bunun uygulamasının tatbikatı kimde? Peygamberimiz aleyhissalatu vesselamdadır.
Şimdi bakınız bu tip insanlara… Uzun vadede onların ömrü de uzun olmuyor. İnsanları belki ifsat ediyorlar, itikatlarına leke atıyorlar ama uzun vadede içerisinde akl-ı selim muhakkikler, ehl-i tahkik ve hakikata müşteri olanlar en sonunda onların yanlış ve hata yaptıklarını anlamış oluyor.
"Zira diyecek: Âyetin manası dürrdür. Bu ise mederdir. Hadîsin mefhumu mühec, bu hemecdir.(Muhakemat, s. 21)
Ayetin manası incidir senin elindeki çakıl taşıdır. Hadisin mefhumu özdür, esastır, kıymettardır. Onlarınki at sineğinin pisliği gibidir. Sinek pisliği…
Bakın! Hz. Üstad ne kadar açık ve net olarak ifade ediyor.
*"Tenvir için bir darb-ı mesel: Kürdlerin emsal-i edebiyesindendir: Bir adamın ismi Alo imiş. Bal hırsızlıyordu. Ona denildi; hırsızlığın tebeyyün edecektir. O da aldatmak için bir boş petekte yabancı arıları doldurup balı başka yerden hırsızlar, küvarda saklıyor idi. Biri sual etse idi, derdi: "Bu, bal mühendisi olan arılarımın san'atıdır." Sonra da arıları ile konuştuğu vakit müşterek bir lisan ile فِظْ فِظْ ژِوَه هِنْگِڤِينْ ژِمِنْ derdi. Yani: "Tanin sizden, bal benden..."
Ey teşehhi ve heves ile tevil edici efendi! Bu teşbih ile teselli etme. Zira bu teşbih temsildir. Senin manan bal değil, zehirdir. O elfaz arılar değil, belki kalb ve vicdana ervah-ı hakaiki vahyeden o kitab-ı kâmilin kelimatı melaike gibidirler. (Muhakemat, s. 22)
Adam kovanı koymuş, ama içinde yabani eşek arıları var. Eşek arısı bal yapar mı yapmaz. Adam hırsızlığını ne ile gizliyor "vız vız senden, bal benden" diyor, balı hırsızlıyor ama nerde gösteriyor, kovanda gösteriyor. Eşek arılarının yaptığı iddiasıyla insanları kandırıyor. Bakın diyor ki üstad bu misalin arkasında, hakikat noktasında bakılınca bal hırsızlığı değil senin hırsızladığın ve ümmete sunduğun zehirdir, zukkumdur. Sen milletin itikadının, imanının istikametine medar fikriyatını zehirliyor ve bombardıman ediyorsun. Niye? Kur'an hakikatlarını Kur'an'ın içerisinde, elfaz-ı Kuraniye içerisinde aramak lazım gelirken sen ya İsrailiyat ya Yunan hikayatından ya da batıl felsefeden çalıyorsun, getiriyorsun millete yutturuyorsun. Ne diyor? Senin manan bal değil zehirdir. Kuran'ın kelimatları kutsidir, nurani ve latif olduğu için melaike gibidir.
*"Hadîs, maden-i hayat ve mülhim-i hakikattır" (Muhakemat, s.22) Bu cümle de çok ehemmiyetlidir. Maddi ve manevi hayatımızın madeni hadis-i şeriflerdir. Hadis ilmini, peygamberimizin aleyhissalatu vesselam beyanlarını bu manada düşünürsek, hayatın madenini, esasını, ruhunu, hayatımızın tanzim ve teşkilini peygamberimizden (sallallahu aleyhi ve sellem) alacağız. Peygamberimizin hayatı, ifadeleri, ahlakı, muamelatı, yaşantısı, ef'ali, etvarı, akvali, beyanı. Bunlar hayatın madenidir. Hakikatin de ilhamıdır.
Kur'an ayetlerinin mana tabakalarını Cenab-ı Hak Peygamberimize aleyhissalatu vesselam ilham etmiştir. Demek buradan bileceğiz ki, hayatımızı hadis-i şerifin üzerine inşa edersek o hayat hakiki ve hakikattar bir hayat olur. O hayat hakikatten mülhemdir. Allah'ı en iyi bilen, Kur'an'ı en güzel temsil eden, İslam'ın ahlakını en güzel, fıtri olarak hayatında resmeden zat-ı Muhammediyedir.(a.s.v) Hadisten ve Kur'an'dan uzaklaşmanın faturası İslam âlemine çok ağır düşmüştür.
*"Elhasıl: İfrat gibi tefrit de muzırdır, belki daha ziyade. Fakat ifrat, tefrite sebeb olduğundan daha kabahatlidir."(Muhakemat, s.22)
Şimdi burada çok önemli bir ölçü var. İfrat ve tefrit ikisi de zararlıdır. İfrat bir şeyi mübalağa ile yükseltmek, tefrit o şeyin hakikatını tezyif ve tahkir etmek. İfrat da zarar, tefrit de zarar. Ama ifrat tefrite sebep olduğu için daha kabahatlidir. Mesela yemek yapıyorsun, çorba pişiriyorsun, çorbanın içine avuç dolusu tuz attın, çorba değil tuz gölü, yenilmez, yutulmaz, ifrat oldu. Tefriti hiç atmadın, çorba tuzsuz. Bakın ifratı itidale çekmek getirmek zordur. Tuzlu çorbayı normale çekemezsin. Ama tefriti itidale getirmek daha kolaydır, içine biraz tuz atarsın, itidale getirirsin.
Fikirde, düşüncede ve aksiyonda ifrat noktalar, öyle bir noktaya geldiği zaman tefriti doğuruyor. Bir şeyi olduğundan fazla abarta abarta öyle bir noktaya çıkartıyor. Mesela İslam'la, dinle, mukaddesatla ilgili meseleyi öyle ifrat bir noktaya çıkartıyor ki muhatabı bir adam İslamiyet'e karşı az müstağni ise, biraz da mütecessis ise, biraz da tahkik manası varsa, "bu mübalağa ediyor" diyor. "Bunlar abartıyorlar, bunlar habbeyi kubbe yapıyorlar!" diyor ve kendi muhalefetini haklı görüyor.
İfrat da, tefrit de muzır, fakat ifrat daha kabahatlidir. Bir define içerisinde bir tane silik para bulunsa birisi sahte parayı definenin içerisine atmış. Ama milyarlık bir define. O definenin içinde bir sahte para bulunsa hemen hükmiyetle bu paranın hepsi sahte demek hakikata, insafa, mantık ve muhakemeye uygun değildir. Bir adamın bahçesi var. Dünyanın en güzel elmasını yetiştiriyor. Isparta'nın Eğridir elması gibi antika bir elma yetiştiriyor. Birisi bir çürük elmayı bahçeye atsa; ya da bahçenin içinde yere düşmüş birkaç çürük elma görse… " bu bahçe çürük!" "Elmaların hepsi çürüktür." Böyle bir iddia hakikata aykırıdır, hakikatı örtmek ve kapamak manasındadır. Bir Müslümanın ifratkarane bir ifadesi, ifratkarane bir ameli, hikmete, Kur'an'a, hadise muhalif olan bir ahvalini görüp o ahvalden dolayı bütün Müslümanları aynı şekilde mühürleyip damgalamak zülumdür, haddi aşmaktır ve hakikate dehşetli bir haksızlıktır.
Bu asırda din ve mukaddesat düşmanları bir Müslümanın hatasını alıyor, abartıyor. Ondan sonra da onu tamim ve teşmil ediyor. Tabii bu eskiden daha çok oluyor, gündeme getiriliyordu. Mesela hocanın keçisi çalınmış, olay bu. Gazetede "hoca keçi çalmış" diye çıkıyor. Bakın nasıl tebdil ve tağyir ediyorlar… Adam evlenir, sonra da boşanabilir. Boşandıktan sonra eşler arasındaki ilişki kesilir. Bir kadın kocasından boşandı, gitti memleketine. Kadının hataları var. Nakıs ve noksanlığından dolayı boşanmış. Kocasına boşandıktan sonra bir izafet ve nisbet gelir mi gelmez. Nikâh kopmuş, gitmiş. Türkiye'de bu yaşandı; imamın boşanmış hanımı. Ee, peki ne olmuş, gitmiş çalgıcı olmuş vs. Veryansın; "H0calar böyle." Bir Müslümanın bir yanlışını alıyor sonra onu bütün Müslümanlara tamim ediyor, bu dehşetli bir cürümdür, dehşetli bir cinayet. Maalesef bu asırda bu yapılıyor mu, dehşetli bir şeklide yapılıyor.
"Evet, ifrat ile müsamahanın kapısı açıldı. Çürük şeyler o hakaik-i âliyeye karıştığından; ehl-i tefrit ile insafsız olan ehl-i tenkid, gayet haksızlık olarak şu çürük şeylerin yüzer misline olan hakaik-i âliye içinde gördüklerinden ürktüler, nefret ettiler. Hâşâ.. lekedar ve kıymetsiz zannettiler. Acaba defineye hariçten girmiş bir silik para bulunsa veyahut bir bostanda başka yerden düşmüş olan çürük ve acı bir elma görünse, hak ve insaf mıdır ki; umum defineyi kalp ve umum elmaları acı zannedip vazgeçmekle lekedar edilsin...(Muhakemat, s. 22)
Hakikat başka güç ve kuvvete muhtaç değildir hakikat hakikattir. İslamiyet hakkında Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam hakkında, Kur'an hakkında adam mübalağa ile şişiriyor, ifrat bu… Mesela Kur'an-ı Kerim ne diyor;
"Yaklaştı Saat, yarıldı Kamer"(Kamer: 54/1)
ve o günkü müşrikler Kamer'in ikiye bölündüğünü inkar edemediler. Ama tevil etiler. "Yetim-i Ebu Talib'in sihri, semaya da tesir etti." dediler.(Mektubat, s. 208) Yani tarih kitaplarında arşivlerde öyle bir olay yoktur denmiyor. Olay yaşandı. Peygamberimiz ayı ikiye parçaladı tamam.. Şimdi bu böyle.. Peki, ifrat nedir? "Peygamberimiz kameri ikiye böldü, sonra elini attı. Kameri aldı, cebine koydu" ifadeleri. Güya peygamberi yükseltecek. Peygamberi yükseltirken fıtratı ve fıtrat kanunlarını tezyif ve tahrip ediyor.
Hakikat mübalağaya muhtaç değil ki. Bir şeyi olduğundan fazla tavsif etmek, mübalağa ile büyütmek o hakikatı hakikat noktasından tezyif ve tahkir etmektir. Misal verirsek, Mesela Ahmed kardeşimiz nereden geldi Avustralya'dan. Peki "oralarda ne var, ne yok" diye soruyoruz. O da diyor ki; "benim bir yeğenim var. 11 yaşında." "İyi, peki nasıl kabiliyetli mi?" "Abi sorma! süper." Olur, bir çocuk süper de olabilir. Peki nasıl süper? "Abi İngilizceyi ana dili gibi konuşuyor." Akıl, mantık ve muhakeme ile biliyoruz ki bu çocuk Avustralya da yaşıyor, orada doğmuş, büyümüş İngilizceyi bilir. Başka? "Fransızcası da mükemmel" Oda olabilir. "Abi hiç bildiğin gibi değil. Arapçası, Farsçası, Almancası, İspanyolcası Felemenkçesi, Çincesi… Bunlar da mükemmel!"
Böyle bir durumda dayanamıyorsun artık, "atma Recep atma, o kadar da yalan olmaz" diyorsun Zira fıtrat kabul etmiyor bu mübalağayı. Çocuk kaç yaşında? 11 yaşında. Yüz on bir yaşında olsa, Nuh(a.s) kadar ömrü olsa diyebiliriz ki bu kadar dil bilebilir. On bir yaşında 11 tane dil biliyor, bakınız bu mübalağayı fıtrat kabullenmiyor.
Her şeyi olduğu gibi tarif ve tavsif etmek lazımdır. Bu her yerde geçerli. "Benim şeyhim kutbu'l arifin, gavsü'l vâsılin… Kerametin zahiret keşfiyatın bahiret yeryüzünde başka yok" "benim şeyhim kutup, gavs" Bakıyorsun ki Türkiye'de 1000 tane kutup, 3000 tane gavs var. Bakın bunlarda da mübalağa var.
*"Hâtime; Bu mukaddemeden maksadım, efkâr-ı umumiye bir tefsir-i Kur'an istiyor. Evet her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vukuat ise, bir keşşaftır. Efkâr-ı âmmeye hocalık edecek yine efkâr-ı âmme-i ilmiyedir. Bu sırra binaen ve istinaden isterim ki: Müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı riyasetinde, herbiri bir fende mütehassıs muhakkikîn-ı ülemadan müntehab bir meclis-i meb'usan-ı ilmiye teşkili ile meşveret ile bir tefsiri te'lif etmekle, sair tefasirdeki münkasım olan mehasin ve kemalâtı mühezzebe ve müzehhebe olarak cem' etmelidirler. Evet meşrutiyettir, herşeyde meşveret hükümfermadır. Efkâr-ı umumiye dahi didebandır. İcma-i ümmetin hücciyeti, buna hüccettir." Muhakemat ( 23 )
Bu makaleden maksat ne? İsrailiyat var, batıl hikayeler var, Yunan felsefesinden gelen düşünceler var, felsefenin bulanıklığı var ve insanların hakikat ve marifete karşı istiğnası var. Bu ahval içerisinde Kur'an'ın asıl hakikatlarını, manalarını şerh ve izah etme noktasında bir tefsir yazmak lazım ki, böyle bir tefsire bir zaruret var mı, var.
Müdebbir bir Müslüman bu iki ölçü, bu iki nokta üzerinde durması lazım;
Birincisi; "her zamanın bir hükmü var." Bakınız; bir mürşit diyelim, irşat postunda oturuyor. Öyle kabul edelim. Bu mürşitin hakimane irşat vazifesini ifâ ve icra etmesi için o mürşidin zamanın ilacaatını çok iyi bilmesi gerekli. İlcaat-ı zamandan haberdar olmayan bir mürşit gerçek manada kamil bir mürşit olamaz. Niye? Çünkü her asrın bir hükmü var. Demek asrın mizacı, asrın niteliğini insanların o asır içerisindeki konumlarını, ahvallerini, fıtratlarını, temayüllerini, eğilimlerini bilemezsek irşat ve tebliğ manası çoğu zaman muallakta kalır, ortada kalır. Birçok mana zamana mütevakkıftır. Birçok şeyi zaman tefsir eder. Zaman müfessirdir. Zaman kaydını da unutmayacağız.
Biz üniversitede asistan olduğumuz zaman, tez yazacağız. Tezi nerede yazıyorduk? Daktiloda yazıyorduk. Şimdi bilgisayarda yazılıyor. Matbaa gibi basılıyor. Hatta basıyorsun printera sana istediğin kadar veriyor. Daktiloda yaz, bir daha düzelt, matbaaya gideceksin, orada para istiyorlar. İmkân da kısıtlı ve noksan. Şu an daktilo bakın hiçbir yerde kullanılmıyor. Ama bilgisayarda bu iş gayet kolay. Eskiden biz asistanlık döneminde bir hocaya yazdığımız bir makaleyi, hazırladığımız bir kitabı ulaştırmak için çok zorluklara katlanıyorduk. Ta atlıyorsun İstanbul'dan hocanın yanına gidiyorsun. Hoca yerinde yok! Hoca fakülteye haftada bir gün, iki gün ya uğruyor ya uğramıyor. Bir hafta hocayı bekliyorsun, kitabı veriyorsun. İnsafına kalmış, ya iki ay ya üç ay sonra ya geri dönüyor ya dönmüyor. Doğru dürüst tashih te yapmıyor. Ama şimdi elektronik posta ile bir tuşla gönderiyorsun. Adam hemen okuyor, bilgisayarda altını çiziyor, tashih yapıyor, raporunu gönderiyor. Bakınız, zamanın hükmü hayatı her cihet ve cephesinden şerh ediyor.
Bundan yüz sene önce hacca gidenleri düşünelim. Yollar tehlikeli, adam çoluğu çocuğu ile helalleşiyor yani ölesiye yola çıkıyor. Parası alınabilir, yolu kesilir, altı ay gidiş, altı ay geliş. Şimdi üç saatte gidiyorsun, bir hafta sonra işini bitiriyor, haccını ifa ediyorsun. Zamanın hükmü bu. Giyimde, kuşamda, mülkiyette, işlerde, icraatlarda, teknolojide, sanatta, hayatın bütün dallarında zamanın müfessiriyetini dikkate almak zaruriyeti vardır.
Ahirzamanda çok ciddi tebeddülat var. Farkı fark ettiren farklılıklar arkası arkasına geliyor. Dolayısıyla zamanın hükmünü anlamayan, ilcaat-ı zamanı bilmeyen bir insan irşat ve tebliğde metod eksikliği noktasından geri kalır. Sen bilgisayarla kitap yazıyorsun, elektronik posta ile fikrini bütün dünyaya tamim ediyorsun. Bir başkası da daktilonun başında tak tuk, lank lunk çalışıyor.
Zaman bir müfessirdir, kaydını izhar etse ona itiraz olunmaz. Bundan üç yüz sene önceki insanların yaşantısı ile şimdiki insanların yaşantısı birmi? Yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz, refah noktasından baktığımız zaman çok fark var mı çok fark var.
Halkın ihtiyaçları, zaruretler ve vaki olan şeyler keşşaftır. Şu andaki efkâr-ı ammeye hocalık edecek kimdir? Yani bu asırdaki ehl-i ilim bugünkü insanların fikriyatına nasıl pişdarlık ve rehberlik yapabilir. Bu da çok önemlidir. Üç yüzsene önceki hayatı şartları, o günkü cemiyet-i İslamiye'nin ihtiyaçları ile bugünkü ihtiyaçlar, zaruretler hikmetle mukayese edildiğinde farklar açık bir şekilde ortaya çıkacaktır. Demek bu asırda yaşayan, hikmet, Kur'an ve sünnete mutabakat noktasından Ehl-i Sünnetin çizgisini muhafaza etmeli ve bu güzellikleri hayatında fiilen tatbik ve temsil eden alimlerin ve yüksek ehl-i hakikatın sünnete mutabakat çizgisine riayet etmelidir.
Müfessir-i azim kimdir zamandır. Birçok hakikatları zaman şerh ediyor. Üstad hazretleri Münacaat'ta çok ehemmiyetli bir ölçü veriyor; birçok şeyin mebdesinde o şeyin hakikatını açık ve net olarak göremezsin. Semeresini, faydasını, niteliğini, hata ve kusurunu teşhis etmek çok zordur. Bu bir sünnetullah kanunudur. Mesela bende bir tane çekirdek var. Bu çekirdek limon çekirdeği mi, portakal çekirdeği mi, mandalina mı, turunç mu? Bağ ve bahçe ile meşgul olmayan birisi bu çekirdeklere bakıp net olarak ayırabilir mi, ayıramaz. Şimdi şu elimdeki tohum arpa mı, yulaf mı, çavdar mı, bakınız temyizi zor. Fikirler, düşünceler hayata yansıyan hakikatler de öyledir. Mesela bir dava, bir ideoloji, bir faaliyet ve bir gayretin bidayeti insanı yanıltabilir. Neye bakacaksın? Nihayete bakacaksın. Şu portakal mı, şu mandalina mı? Bunu bilmenin yolu nedir? Toprağa atıyorsun, sünnetullah kanunlarına göre beş-on sene sonra meyveye bakacaksın. Fikir ve düşünceler de öyledir. Bidayetine bakma. Bu bir enteresan bir sır… Nihayetine bak, itaat ve inkıyat varsa, o fikir güzeldir. İtaat ve inkiyat ta istikamet, itdal ve muvazene varsa güzel…
Kul olmanın da ölçüsü var: kulsun ve kulluğun çizgisi ve kulvarı içerisinde yaşamaya mecbursun, mükellefsin. Fikirleri, ideolojileri, meslekleri, meşrepleri din namına sergilenen faaliyetleri tahkik noktasından bidayete bakma, bidayet seni yanıltabilir. Nihayete bak. Neredeydiler, nereden başladılar, nereye girdiler. Dün ne idi, bugün nasıldırlar? Dün neredeydiler? Bugün nereye düştüler?
Allah akıbetimizi muhafaza buyursun. Üstad ölçü veriyor, nihayetinde itaat ve inkiyat varsa o fikir ve düşünce güzeldir. Ama nihayetinde hiddet, ihtilal, vurma kırma tahrip varsa, anarşi varsa o fikir zulmanidir. Onun belası ziyade olur. Bu fikri ölçü fevkalade önemlidir.
Bazı fikirler düşünceler faaliyetler var ki, sen onu zamana bırak. Zaman onu çok güzel şerh eder. Her şeyin nitelik ve özelliğini oraya koyar, gözlere gösterir.
Amme(Toplumun geneli) bir tefsir istiyor. Şimdi cevap veriyor; efkâr-ı ammenin istediği tefsirin çerçevesini nasıl olması lazım yani bu asırda İşaratü'l İ'caz'ın başında da diyor ya, "eğer ben bu tefsiri devam ettirmiş olsaydım, 60 cilt olacaktı." Ama bir numune olarak İşaratü'l İ'cazı yazdı Üstad. Allah Risale-i Nur'u muhtasar olarak ihsan etmiş.
Şimdi böyle bir tefsiri efkâr-ı amme istiyor, bunu çerçevesini altyapısını şartlarını söylüyor.
1-Her biri bir fende mütehassıs muhakkikin-i ulemadan âlimler toplanmalı. Mesela Kur'an'da tıpla ilgili ayetler var. Kur'an'da biyoloji ile ilgili ayetler var. Kur'an kitab-ı marifettir, şeriattır, hikmettir. Yüzlerce kitabı tazammun eden câmi bir kitab-ı mukaddestir. Şimdi dolayısıyla bu asırda ihtiyaç olacak bir Kur'an tefsiri için her ilimden sahasında uzman, liyakatli ve dirayetli muhakkik ulemadan müteşekkil bir heyet olması lazım.
2-Bir kişinin dirayeti ile değil. Mesela adam Arapça biliyor, ama psikolojiden haberi yok. Adam insan ruhu hakkında ihtisas sahibi ama Arabi bilgilerden haberi yok. Demek meclis-i ilmiye olmalı ki böyle bir tefsiri yazabilir.
3-Bir de diğer tefsirlerde kısım kısım.. Her tefsir her ayeti detayı ile izah edememiş. Belagat tefsirleri var, nakli dirayet tefsirleri var. Dirayette çok ileri gitmiş, rivayette geri kalmış tefsirler var. Her birinde ayrı güzellikler var. Bir kısım kevni, kâinatla ilgili açıklamasında o günkü ilmin çerçevesinde bir şeyler yazılmış. Bugün bu bilgiler yeterli değil. Diğer tefsirlerde çok güzel misaller var, bütün bunları bir araya getirip hem parlatacak, hem rafine edecek, süzecek bir şekilde bir araya getirilmeli. Eksik ve noksan bilgileri tarayacak, rafine edecek hem de yeni bilgilerle tezyin edecek bir tefsir yapılmalıdır ki, daha nafi olabilsin. Yazıldığı dönem Meşrutiyet dönemi olduğu için "her şeyde meşveret hüküm fermadır" diyor. Kuran tefsiri yazarken meşveret olur mu, olur. Efkâr-ı amme de bunu gözlüyor, bekliyor yani tefsiri. Psikolojiden, çocuk terbiyesinden, ta içtimai ve siyasi noktalara kadar çok geniş bir yelpaze noktasından o sahanın uzmanı ulemadan müteşekkil bir meclis-i mebusan-ı ilmiyenin kaleminden çıkan bir tefsir kalb-i külliyi, vicdan-i umumiyi tedavi etmekte daha müessir olur inşallah.
Bu yazıya yorum yazın
Bu yazıya gelen yorumlar.
DİĞER YAZILAR
MUHAKEMAT DERSLERİ-17
“Nasıl ki zaman-ı saadette ve selef-i sâlihîn zamanlarında hükümferma hak ve bürhan ve ak
MUHAKEMAT DERSLERİ-16
Ders: Muhakemat, Birinci Makale, 8. Mukaddime(devam) İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Hem de istibdad
MUHAKEMAT DERSLERİ-15
Ders: Muhakemat, Birinci Makale, 8. Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Bu Mukaddimenin çok h
MUHAKEMAT DERSLERİ-14
Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Yedinci Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Bu mukaddimede d
MUHAKEMAT DERSLERİ-13
Ders: Muhakemat, 6. Mukaddime, İşaret’ten devam İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *“Bu mukaddeme
MUHAKEMAT DERSLERİ-12
Ders: Muhakemat Birinci Makale, Altıncı Mukaddeme İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *“Tefsirde mez
MUHAKEMAT DERSLERİ-11
Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Beşinci Mukaddeme İzah: Prof. Dr. Şener Dilek “Mecaz, ilmi
MUHAKEMAT DERSLERİ-10
Ders: Muhakemat Dersleri (10.Ders), Birinci Makale, Dördüncü Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener D
MUHAKEMAT DERSLERİ-9
Ders: Muhakemat Dersleri (9.Ders), Birinci Makale, Üçüncü Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dil
MUHAKEMAT DERSLERİ-8
Ders: Muhakemat Dersleri (8.Ders), Birinci Makale, İkinci Mukaddime’nin devamı İzah: Prof. Dr.
MUHAKEMAT DERSLERİ-7
Ders: Muhakemat Dersleri (7.Ders), Birinci Makale, İkinci Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek
Kim Allah'a ve Rasûlü'ne îman etmezse, (bilsin ki) biz inkâr edenlere alevi çılgın bir ateş hazırladık.
(Fetih, 13)
GÜNÜN HADİSİ
"Kişi, dostunun dini üzeredir. Bu nedenle, kiminle dost olacağına dikkat etsin!"
Ebû Dâvud
SON YORUMLAR
- Bütün beytlerin tercümesini gönderebilir misiniz? sitede sadece son birkaç...
- Fıtrat, namaz, tevafuk, sırlar ve tüm bunların sahibi zişanı İlahi kusur...
- Selamünaleyküm İnternette mütalaalı risale i nur dersleri diye arama yapt...
- bu kıymetli yazıdan dolayı ahmed izz kardeşimize teşekkür ederiz çok mani...
- selamün aleyküm Ahmed kardeşimizi tebrik ediyor ve bu faideli tercümelerin...
- Yanında okuyan diğer öğrencileri; Molla Muhammed Kasori Molla Muhammed Era...
- Benim merhum babam Molla İbrahim Azizi de onun yanında icazeti tamamlamıştı...
- Teşekkürler. Sanırım Envar neşriyat idi.Tam hatırlayamıyorum.....
- Çok güzel bir çalışma Rabbım ilminizi arttırsın bu çalışmalarınızı...
- Merhaba, Ben Foliant yayınlarından uğur. Sizinle iletişim kurmak istiyoruz ...
TARİHTE BU HAFTA
*Nizamü'l-Mülk'ün Şehadeti(14 Ekim 1092) *II.Kosova Zaferi(17 Ekim 1448) *Gedik Ahmed Paşa'nın Vefatı(18 Ekim 1482)
ANKET
Sitemizle nasıl tanıştınız?
Yükleniyor...