MUHAKEMAT DERSLERİ-4

Ders: Muhakemat(4. Ders) İzah: Prof. Dr. Şener Dilek İzah edilen kısım: “İslâmiyetin mağz ve lübbünü terk ederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık”(Muhakemat, s. 9) vd.


Serkan Çakır

serkancakir82@hotmail.com

2020-07-01 07:13:50

Ders: Muhakemat(4. Ders)

İzah: Prof. Dr. Şener Dilek

İzah edilen kısım: "İslâmiyetin mağz ve lübbünü terk ederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık"(Muhakemat, s. 9) vd. 

* Kışır ve kabuğa hasr-ı nazar ettik ve İslamiyet de bizden uzaklaştı. Bu nokta çok önemli! İş zevahirle, ahval-i zahiredeki güzellikle tartılıp biçilmiyor. İşin esası; özünü hakka çevirmek ve içini tekmil etmek. Bu, bir sünnetullah kanunudur. Bu kanun, hayatın bütün cephesi ve sahalarında geçerli bir kanundur. Futboldan anlamayan bir adama dokuz numaralı, on numaralı formayı giydir, dünyanın en güzel stadını yap, en antika ayakkabıyı da ver ve sahaya çıkar. Dışı süs.. Fakat önemli olan, formanın içini doldurmak! Mesele budur; formanın içini doldurursan, skoru değiştirirsin. Sadece forma ile sahaya çıkarsan, rezil ve rüsva olursun, bin tane de gol yersin.

Bugün âlem-i İslam'ın sıkıntısı budur. Herkesin dilinde tevhid var, ama bir çoğunun içi boş hatta boşun ötesinde, iç müşevveş. Daha ilerisi, iç karanlık. İçini doldurmak her müslümanın hassasiyetle üzerinde durması gereken bir meseledir. Üstadın Münazarat'ta bir sözü var; "Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir? Cevab: doğruluk."(bkz. Münazarat, s. 64)

Doğruluğun sahası geniştir; özü doğru, sözü doğru, kelamı doğru, ahvali, harekâtı doğru, gidişatı, muamelatı, ticareti doğru. Üstadımız, "İslamiyet'in esası sıdk, doğruluktur" buyuruyor.(bkz. İşarat-ül İ'caz, s.82, Hutbe-i Şamiye, s. 45) Sonra, yalan söylememek ve itikatta doğruluk, amelde doğruluk. Bugün İslam âlemi muamelatta harab, satıhta bir Müslümanlık var, derinlik yok… Hani Akif'in bir şiiri var ya;

Kaç hakîkî müslüman gördümse, hep makberdedir;

Müslümanlık, bilmem amma, gâlibâ göklerdedir!

Peygamberlerin (aleyhisselam) vasıf ve sıfatlarında beş sıfat öne çıkıyor. Bu beş sıfat ile peygamberler diğer insanlardan ayrılıyor. Bu mümeyyiz sıfatlardan birisi sıdk. Diğerleri; emniyet, tebliğ, ismet, tam fetanet; idrak ve intikal keskinliği, anlama dirayeti. Kelamdan anlamak, kelamın tabakatına vukufiyet ve rusuhiyet. Bu beş vasıf aslında bütün Müslümanların dünyasında da çok önemlidir. Bu beş vasıfta insan ne kadar terakki ederse, o kadar Rasulullah'a sallallahu aleyhi ve sellem yakınlaşır.

"Ve sû'-i fehm ve sû'-i edeb ile İslâmiyetin hakkını ve müstahak olduğu hürmeti îfa edemedik(Muhakemat, s. 9) İslamiyeti tutan değerler; ihlâs, uhuvvet, muhabbet ve adalet gibi kayyum değerlerdir. İnsaniyete medar, insaniyet-i Kübra olan İslamiyet'e medar değerlerin su-i fehim ve su-i edeb ile hakkını veremedik. Su-i fehim yanlış anlama demek. Hakikat-ı Kur'aniyenin tâlimi, bu çok önemlidir. Önce hakkı öğren, sonra insanları tanı. Önce insanları tanır, sonra hakkı öğrenirsen, hayatında sıkıntı yaşayabilirsin. Hakkı ve hakikatı, mizân-ı şeriatı, ölçüyü iyi tanıyacaksın!

Su-i edeb; İslamiyet'e layık edebi, ihtiramı hayatımızda fiilen gösteremedik. Ayet-i kerime var;

وَمَا قَدَرُوا اللَّهَ حَقَّ قَدْرِهِ

"Onlar Allah'ın kudret ve azametini hakkıyla bilemediler.(Zümer Sûresi, 39/67) Kâfirler hakkında nazil olan bu ayetin Müslümanlara da bakan cihet ve cephesi vardır. Biz de İslamiyetin kadrini bilemedik. En ekmel kitab Kuran-ı Kerim bizde, en ekmel peygamber Rasulullah aleyhissalatu vesselam bizde. Kur'an-ı Kerim bütün kitapların muhteviyatını kendi içinde derc etmiş mi? Rasulullah aleyhissalatu vesselam hem ism-i azam, hem de her ismin azam tecelliyatının mazharı değil mi? Fakat İslam âlemine bakın, al birini, öbürüne çal.

Akif'in "Umar mıydın" şiirinin başında, sözünü serlevha ettiği zatın sözünü hatırlayın; "Odama girdim; kapıyı kapadım; ağlamaya başladım: O gün akşama kadar İslam'ın garibliğine, müslümanların inhitâtına ağladım, ağladım... "(Sebîlürreşâd, Şimal Müslümanlarından Atâullah Behâeddin)

Bugün İslam âleminde perişaniyat var mı, sancı var mı, ciddi sıkıntılar var mı, var. Başımızı doğrultamıyoruz, sebebi ne? Sebebi, biz İslamiyet'i kemâl-i şâşâ ile yaşadıkta mı, neticesi böyle oldu? Hayır, biz İslam'dan koptuk, ahlaktan koptuk, Allah'ın ahkâmından koptuk ve belamızı bulduk. "El cezau min cins-il amel" "ceza amelin cinsindendir." Kur'an'dan ve peygamberin sünnetinden el çektik ve belamızı da bulduk. Urvetu'l Vuska(sağlam kulp, bkz. el-Bakara, 2/256 )İslamiyet'ti. Onu bıraktık.

"Öyle ise, ey ihvan-ı müslimîn! Geliniz, ona tarziye vereceğiz. El birliğiyle dest-i sadakatı uzatacağız, biat edeceğiz. Onun habl-ül metinine sarılacağız.(Muhakemat, s. 9 ) "el birliği ile tutmak" diyor üstadımız. Demek toptan, kalb-i küll, vicdan-i umumi ile dine toptan müheyya ve müteveccih olunması lazım. İrademizle hablu'l metine sımsıkı sarılmak gerek. Nasıl sarılacağız peki? Sadakatle, kalbi külli, vicdan-i umumi ile müteveccih olmak. Eğer böyle bir ahvalle dine teveccüh edersek, o zaman o bulutlar izâle olacak ve inşallah peygamberimiz aleyhissalatu vesselamın istikbalde tebşir ettiği o manalar zuhur ve tecelli edecek…

Burada mantık ve belagat noktasından bakınca şöyle bir cümle akla geliyor; Biz el birliği ile dine müheyya olur, içimizi Allah'a, Kur'an ve İslamiyet'e çevirirsek, mukabele sırrı ile ve sadakatle bu hablul metine tam temessük edersek, inşallah o İslamiyet'in güzelliği, iman güzelliği, hayat güzelliği, ahlak güzelliği, muamelat, insaniyet güzelliği zuhur eder. Peki etmiş mi? İşte asr-ı saadet..Nerelere gitmişler. Osmanlıda yaşanmış. Bakınız, fakirin izzetini korumak için, töhmet altına girmesin diye sadaka taşına sadakasını bırakıyor. Fakir de namaza geldiğinde, 'fırsat elime geçti' deyip, hepsini harmanlayıp cebine koymuyor. İhtiyacı ne kadarsa o kadar alıyor. Bu yaşanmış, cebir yok, idarenin tahakkümü yok, hiddet yok. Kalbden gelen iman, imandan nebean eden şefkat ve merhamet var. Tarihçilere göre, İstanbul'un %80 ini ecdat vakf etmiş. Ama çaldılar, kestiler, biçtiler, sattılar. Yine de İstanbul'da bitmiyor ve tükenmiyor ecdadımızın vakfiyeleri. Kıyamete kadar su vursun, çark dönsün.

İslamiyet insanın şahsi hayatına, imanına, ahlakına, faziletine ve kemalatına, beka ile cennetine kefil-i mutlak mıdır, kefil-i mutlaktır. Bir Müslüman İslamiyet'i yaşarsa, Kur'an'a tam temessük ederse, o İslam tezgâhından çıkan müslümanın sıfatı insan-ı kâmildir.

Öyle ise ona sadakatla sarılıp, vechimizi Allah'a çevirirsek, o bulutlar izale olacak. Burada kelam noktasında, belagat noktasında bir mana ortaya çıkıyor. Peki, bunun delili nedir? Bu kadar kesin konuşuyoruz ama bu iş tahakkuk eder mi, etmiş mi, ona cevap veriyor;

"Hak neşv ü nema bulacaktır, eğer çendan toprakta gizlense... Ve tarafdar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır, eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar...(Muhakemat, s. 9) Hak neşv ü nema bulacak. Bu bir kanun; hak ve hakikat çürümez, hakikat zayi olmaz, bozulmaz, tefessüh etmez. Ama hak, altına benziyor, altın toprağa düşebilir, içine girebilir, çamura, bataklığa düşebilir. Fakat altın keyfiyetini, mahiyetini, hakikatını kaybetmez. Altın, toprağın içinde olsa da, altındır, bu kanundur.

En büyük hak Allah'ın varlığıdır, en büyük hakikat Kur'an-ı Kerim'dir, onun hakikatı ve esasatlarıdır. Bunlar çürümez, zail olmaz, belki zaman içerisinden insanların gaflet ve gabaveti sebebiyle üstü örtülebilir, unutulabilir, ama neşv ü nema noktasında bu hak -ala külli hal- bir gün filizlenecek, açacak ve külliyetle tezahür ve tecelli edecek. Bakınız buna "yakinim var" diyor!

Altını düşünün; asırlar, ekonomiler, rejimler, siyasetler, devletler, yönetimler tebdil ve tağyir ne olursa olsun, gene o altın sarraflar çarşısında pahası itibari ile altındır. İşte hak altın gibidir. Taraftarları mağlup ve geride kalmış olsa bile, asır bu insanları dışlamış olsa bile, bu hakikatın rusuhiyeti ve kuvveti itibari ile hakkı tutanlar netice noktasında muzaffer olacaklardır.

Vad-i ilahi haktır ama sünnetullah kanunu noktasında ince bir hususiyet var. Vad-i ilahi haktır ama şarta tabidir. Demek hakikatı yaşayanlar, temsil ve tebliğ edenler sünnetullah kanununa göre faaliyet ve icraatlarını yerine getirirse, inşallah hak zayi olmaz. Ama hakikatın tahakkuku, sünnetullaha göre, şarta tabidir.

Üstad bir gün Marmara denizine karşı müteveccih, elini kaldırmış, demiş ki; "küfrün belini kırdım."(bkz. Necmeddin Şahiner, Aydınlar Konuşuyor, s. 119) Üstad bu cümleyi söylerken arkasına dönün bakın, arkasında bir avuç insan var. Şimdi insan şöyle düşünebilir; "Bu Bediüzzaman hazretleri bir avuç insanla nasıl küfrün belini kırdı? diye bir sual akla gelebilir. Bu, hakikatın kuvveti ve rusuhiyetidir. Bu neye benzer; İslam âleminde üç yüz beş, yüz sene geriye gidelim. Bir veba hastalığı gelmiş Bağdat'a ve içerisinde elli bin insan, Kahire'de yüz bin, Şam'da yüz bin ve hakeza birçok insan vebadan ölmüş. Şimdi tıp dünyası aciz, çare bulamıyor. Bir bilim adamı uzlete çekilip uğraşsa ve vebanın aşısını bulsa, bitti. Bugünkü manada gelse, basın toplantısı yapsa ve dese ve ilan etse ki; "ben vebanın belini kırdım." Bu cümle doğrudur ama bu cümle şarta tabidir. Kim o aşıyı alıp koluna şırınga ederse, o kurtulur.

Risale-i Nur da böyle. Kim şu hakikatları okursa, hayatına nakş ederse, yaşarsa ve yaşatırsa, Allah'ın izni ile hakiki bir Kur'an şakirdi olarak inşallah imanla kabre girer ve bu milletin ebedi saadetine cidden yardım etmiş olur. Ama kim de aşıyı vurmazsa, bu suç onundur.

Bakınız, "hem de itikadımdır ki: İstikbale hüküm sürecek ve her kıt'asında hâkim-i mutlak olacak yalnız hakikat-ı İslâmiyettir. (Muhakemat, s. 9) Bunu şöyle anlayabiliriz; İstikbalde hüküm sürecek, her bir kıtada hâkimi mutlak olacak yalnız hakikat-ı islamiyettir. Düşünsek ki mesela İstanbul dünyada bir numaralı deprem bölgesi olsun. Her gün sallanıyor, her gün yüz apartman yıkılıyor, devlet çare arıyor. Peki, çare nedir? İnşaat yapmanın hakikatını ele alacaksın. Demirden, çimentodan çalmayacaksın. Bir binanın sağlamlığının beka ve devamının arkasında yatan nedir? İnşaatın hakkını vereceksin. Şu kolonun statik hesapları var, şu temelde kaçlık demir kullanacaksın. Bakın aklın tedbir, tecrübe, muhakemesi ve insaf neyi gerektiriyor? Kardeşim şu projeyi masaya yatıralım. Kaçlık demir kullanacaksın, depremin şiddetine yıkımına çare ihkak-ı haktır. O projenin hakkını vereceksin, malzemeden çalmayacaksın. Demek ki deprem bölgesinde bir binanın devamı, saadeti ve sürurunun kaynağı nedir? Demirden, çimentodan malzemesi neyse hepsini ince bir şekilde hesap ederek, o işin hakikatına mutabık icraattır.

Şimdi temsilden temessüle geçersek, ahirzamanda deprem şiddetli ve dehşetli. Manen deprem, hatta daha da ötesi tsunami imanı, cemiyeti, aileyi, insaniyeti alıp götürüyor. Beşer tefessüh etmiş, yıkılıp gidiyor. İnsan, cemiyet, aile yıkılıyor. Peki, çare nedir? Çare kuvvetli demir, kuvvetli çimento, kuvvetli malzeme. İşte ortada hakikat-ı Kur'aniye. Bunun üzerine cemiyeti inşa edersen, o cemiyet yıkılmaz. Ama imandan çal, ibadetten çal, marifetten çal, İslamiyet'ten çal, görevden, vazifeden çal. Sonra da "biz niye ayakta duramıyoruz" de. Sünnetullah kanunu, ne verdik ki yani? Dinin i'lâsı için hangi fedakârlığı sergiledik? Din namına hayatımızı nasıl tahkim ettik? Tahkimde bizim sıkıntı ve sancılarımız var.

*Mazi kıt'asında, vahşetâbâd sahralarında hayme-nişin taassub ve taklid; veyahut cehlistan ülkesinde menzil-nişin müzahrefat ve istibdad olanlara, Şeriat-ı Garra'nın galebe-i mutlak ve istilâ-i tammına sed ve mani olan sekiz emir, üç hakikat ile zîr ü zeber olmuşlardır ve oluyorlar.(Muhakemat, s. 10) Eskiden cehalet ve vahşet ve dağ adamı gibi insanlar var. Nuh aleyhisselam 950 sene peygamberlik yapmış. Kavmi nasıl gabi bir kavim. 900 sene tebliğ etmiş, zalimler Nuh demiş, peygamber dememiş, İşte bu gabavet. Ve bir de taassup… Taassup salabet-i diniye değildir .Taassup körü körüne darlık.. Ayette geçiyor, "atalarımızın dini. "İslamiyet'e, Kur'an'a gel" deniyor, onlar ise "atalarımızın dini" diyorlar.(Mesela: Bakara: 2/170, Maide; 5/104) Hakikata karşı insan taassupla hakikatı perdelemiş.

Ve taklit.. Hâlbuki taklit değil, müslümanın ölçüsü tahkik olacak. Cehaletin neticesi pisliktir, cehaletin meyvesi pisliktir. Sure-i Yunus'ta buyruluyor ki;

وَيَجْعَلُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لاَ يَعْقِلُونَ

"Allah akıllarını kullanmayanları pislikler içinde bırakır."(Yunus: 10/100) Cehalette akıl kullanılmıyor. Akıl, fikir, tefekkür yok, bakış yok, derinlik yok. Arkasında müzahrefat var. Cemiyet kokuyor. Türkiye'nin ahvaline bakalım; şarkta problem var, garpta problem var. Tek bir kelime ile -fazla tahlile gerek yok- şarkın problemi cehalet. Bakınız yanıyor. Garbın problemi de sefahat, ahlaksızlık. Ahir zamanda şark da yanıyor, garp da yanıyor.

Bir de tarihi misyon içinde üstad sebepleri sayıyor. Problemler o günde de vardı, bugün de vardır. Bunlar izale ola ola, İslamiyet kalplerde ve hayatın geniş tabakalarında inşallah hükümferma olacak. Bunu rahmet-i ilahiyeden bekliyoruz, çünkü İslamiyetin istidatında bu güzellik ve hakikat var…

*"O maniler ise: Ecnebilerde taklid ve cehalet ve taassub ve kıssîslerin riyaseti..(Muhakemat, s. 10 ) O maniler ise ecnebiler de taklit, cehalet, taassup, kıssislerin yanlışları.. Ecnebilerde de durum budur. Hıristiyanlığın telkininde ne var, "aklını at, gel." Aklımızı nasıl atalım? Bir-üç, üç- bir. Bu nasıl olur? Baba, oğul, kutsal ruh ..hâşâ ve kellâ bu nasıl olabilir? İslamiyet ise "aklını al, gel" diyor. Ayetlere bakın; أَفَلاَ تَعْقِلُونَ (Akletmeyecek misiniz?) لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ (akıl erdiresiniz) yüzlerce ayette misal getiriliyor, akla tesbit ve tescil ettiriliyor.

Papazlar ne yapmışlar? Hz. İsa'nın vekili ya, insanın günahını af ediyor, otorite olmuşlar. Tarihte yaşanmış bir vakıa; bir papaz heyeti, başpapaz ve yanındakiler bir yerden bir yere gidiyorlar. Bir yan kesici, adamları ile önlerini kesmişler, "eller yukarı cepler dışarı." Papaz öne çıkmış demiş ki "nasıl önümüzü kesiyorsun, bizim elimizde makbuz var, sen bize para ver, biz senin geçmiş ve gelecek günahlarını af edelim, senin bize himmet etmen lazım, sen bizi nasıl soyuyorsun?" Eşkıya da çok zeki, "bana" demiş, "bir makbuz kes, geçmişteki günahlarımız af olsun, hem de gelecekte ki günahlar af olsun" Bu papazın hoşuna gitmiş ve hemen bir makbuz kesmiş, parayı da almış. Adam demiş, "şimdi benim günahlarım af oldu mu?" "evet, oldu" demişler. "peki, gelecektekiler de af oldu mu?" diye sormuş. "Evet" demişler. Adam demiş; "ben enayi değilim, boşaltın ceplerinizi, nasıl olsa af oldum."

Hıristiyan dünyası 1400 seneden beri İslamiyet'e karşı ciddi manada bakmamışlar. "İslam'ı taharri edelim, araştıralım, hak ise, hakikatsa, teslim olalım" dememişler. Bütün fitne ve fesadın arkasında kilisenin hıyaneti vardır ve kilise "Müslümanların zaaf noktaları nedir" diye, "İslamiyeti içeriden yıkmak ve tahrip etmek için neler yapabiliriz" diye bu şeytaniyeti dün de yaptı, bugün de yapıyor ve yarın da yapacaklar. İşte bu izale olduğu nispette batı dünyası İslamiyet'e yakınlaşabilir.

*"Ve bizdeki mani ise; istibdad-ı mütenevvi (Muhakemat, s.10)

Bizde de mütenevvi istibdatlar var. Mütenevvi istibdatlar var; yönetimden, siyasetten, ilimden gelen istibdatlar var.

Üstad diyor ki; "İslam dünyasındaki bir kısım fırka i dalle, batıl fikirlerin çıkmasının sebebi istibdad-ı ilmidir." (bkz; Âsâr-ı Bediiyye, s: 406)

Mesela "bu ibareyi illa böyle anlayacaksın, illa bu bu şekil tarzında olacak" diyerek kendini gösteriyor. Ama "masadak manasından biri bu dese" problemler, sancılar izale olur. Ama "illa bu" demek. Adam diyor ki; "Ben senin anladığın gibi anlamıyorum." O zaman, kapıları kapatınca, insanlar pencereden dışarı çıkmışlar.

Bu meslek ve meşrepte de önemli bir ölçüdür, illa böyle olacak tarzın, üslubun illa böyle olacak. Şablona koyduğun zaman, o şablon her fıtrata uygun değil, o şablonlara muvafık ve mutabık hareket etmeyen, kırar onu. Şimdi Japonya da en meşhur bir spor var; Sumo güreşi. Orada örf ve adet gibi meşhur olmuş bir spor. Adam diyor ki; "çocuğumu suma güreşçisi yapacağım." Fakat bu çocuk tüy sıklet, otuz sekiz kilo. Peki, buna yüz kilo yükleyeceksin, oğlunun kilosu belli. Al bunu, götür mindere çıkar, olur mu? Herkes güreşçi olabilir mi, herkes futbolcu olabilir mi, herkes disk atabilir mi, yüzücü olabilir mi? İstidatlar farklı. Japonya'da herkes sumo güreşçisi olacak, fakat benim istidadım o jimnastiği yapmaya uygun değil, bırak beni. Önünü kapattın mı, adam gider Amerika'ya, olimpiyata gider, dünya şampiyonu olur, fakat Japonya'da madalyadan mahrum olur.

Maneviyatta da öyle, ilimde de öyle, sanatta da öyle.. "illa böyle olacak" şeklindeki istibdad-ı ilmi, batıl mezheplerin çıkmasına vesile olmuş. Farklı meşreplerin ortaya çıkmasına sebep olmuş, ihtilafları netice vermiş.

*"ve ahlâksızlık ve müşevveşiyet-i ahval (Muhakemat, s.10) Ahlaksızlık, müşevveşiyet-i ahval, lakayt ve laubali bir Müslüman. Sanki ruh ölmüş, sanki tefessüh etmiş. Bugün İslam dünyasında müşevveşiyet var. Ne dünyayı ciddi manada inşa ediyoruz, ne de ahireti beka namına tekmil ediyoruz. Bir müslümanın gündeminden Allah Celle Cellaluhu, Rasulullah aleyhissalatu vesselam, Kur'an çıkarsa, o insan muallâkta kalır, müşevveş olur.

Bir yola çıkıyorsun arabalarda navigasyon var. Buradan çıkıp filan yere gideceksin, navigasyona basıyorsun, oraya götürüyor. Şimdi bir adam düşünelim, çölün ortasında atla gidiyor, navigasyonu yok, hedef belirlememiş. Hedefi olmayan, gayesi olmayan, ideali olmayan insan bir ömür boyu atını oradan oraya sürer, karşıda serap var, gider gider, bakar ki bir şey yok, geriye döner. Sonra başka bir yöne, sonra müşevveş kalır, ortada kalır.

Bir insan Allah'tan, Kur'an'dan, İslamiyet'ten hedefini keserse, gayesi olmazsa, hamiyeti olmazsa, davası olmazsa, o insanın âlemine müşevveşiyet girer. Bir yelkenliyi düşünelim, okyanusta motoru yok, rota da çizmemiş, rüzgâr nereye vurursa, o da oraya devrilir.

Bugün İslam âleminde müşevveşiyet var. Çünkü çocuklara İslami hakikatler talim edilmiyor. Müslüman genç İslami hakikatın rotasını öğrenemiyor, rotayı bulamıyor. Ne haktır, ne hakikattır, ne güzeldir, ne çirkindir, ne iyidir, ne fenadır, bunu temyiz ve tefrik edecek özelliği olmayınca, müşevveş oluyor. Ahval-i siyaset, ahval-i maddi, ahval-i süfliye, o gün çarşıda hangi rüzgâr esiyorsa, o rüzgârın rotasına giriyor, haktan, hakikattan- lakaytlığı nisbetinde- uzaklaşabiliyor.

"ve ataleti intac eden ye'stir ki, şems-i İslâmiyetin küsufa yüz tutmasına sebep olmuşlardır." (Muhakemat, s.10)

İslam âleminin en büyük düşmanlarından biri de yeistir. Üstadımız yeisi(ümitsizliği) seratan(kanser) hastalığına benzetiyor.(Hutbe-i Şamiye, s. 44) Cemiyetin manevi kanseri yeistir. Ne diyorlar; "yevm-i beter, din gitti, İslamiyet gitti." Yeis de insanı atalete atıyor. Bakınız üstad ne diyor; "bila perva ilan ediyorum, hak zayi olmayacak, hakikat zail olmayacak" diyor.

Diğer semavi kitaplarda var ki, Allahu Teâlâ buyuruyor; "dünyayı abidler, arifler, salih kullar için yarattım. Benim hakiki kullarım dünyanın vârisidir."Allah şu mülk-ü ilahiye bizi vâris kıldı. Ama şarta tabi. Hakiki İslamiyeti ve İslamiyet'e layık güzelliği yaşarsak, bu dünyaya Müslümanlar vâristir.

Bir köşk yaptığımızı düşünelim, çok güzel mükemmel bir saray yaptınız. Her cihette güzel ve tezyinatlı. Şimdi köşke bakıyoruz ki, bu köşk olsa olsa sultanların olur, onlara layık. Projesi, tezyinatı hep ona muvafık. Yapılma amacı da o, sultan köşkü. Köşkü tanzim et, tertip et, sonra köşkün kapısını aç, ne kadar yılan, çıyan ve haşerat varsa, içeriye doldur. Şimdi köşkün mahiyet ve hakikatına bak, bir de çakallara bak. Belli ki bu köşk çakallar ve yılanlar için değil, bu köşk, sultanlar için. Şimdi köşkü kaldır, yerine kainatı koy, şu dünyayı koy.. Bu dünyanın vârisi Allah'ın hakiki ve halis kullarıdır. Ama bu da vad-i ilahidir ve şarta tabidir. Biz layık olsak, Allah bu köşkü bize tekrardan ikram ve ihsan edecek inşallah.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki; "benim ümmetim yağmur gibidir, bilmiyorum bidayetindekiler mi daha hayırlıdır, yoksa nihayettekiler mi daha hayırlıdır." (İbnu Mace, Muhammed b. Yezid, Sunenü İbn-i Mace I-II, İstanbul, ty. II, 1319, no: 3987, Tirmizi, Emsâl; 6, hn. 2873, Ahmed Bin Hanbel, Müsned III, 130) Hadis-i şerifte teşvik var. Demek biz o aşkı, imanı, tebliği, o istikameti yaşarsak, inşallah istikbalde bize güzel günler gelecek, bunu inayet-i ilahiyeden bekliyoruz.

*"Sekizinci ve en birinci mani ve bela budur: Biz ile ecnebiler; bazı zevahir-i İslâmiyet ve bazı mesail-i fünun ortasında hayal-i bâtıl (!) ile tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münakazattır.(Muhakemat, s. 10 )

Batıl hayallerle, batı insanı ile Müslümanlar arasında sanki İslamiyetin ve Kur'an'ın bazı ifadeleriyle bazı fenni meseleler arasında sanki bir tenakuz, bir zıdlık varmış gibi bir batıl hayal gösterilmesi, batı insanının İslam hidayetine teslimine mani olmuş.

*"Âferin maarifin himmet-i feyyazanesine ve fünunun himmet-i merdanesine ki; meyl-i taharri-i hakikat ve muhabbet-i insaniyet ve meyl-i insaf olan hakaiki techiz ederek o manilere gönderip zîr ü zeber etmiş ve ediyor.(Muhakemat, s.10) Bu işi maarif çözecek eğitim. Aferin maarifin feyz ve himmetine. İlimler ve fennin eli ile Müslümanlarla Avrupalılar arasında bulutlar izale olacak. Nasıl izale olacak? Bunun da üstad gerekçesini sayıyor, üç tane gerekçesi var;

Birincisi taharri hakikat; hakikatı arama meyli. Hakikatı arama meyli ilimle, teknikle olur, hakikatı araya araya hakikatı ortaya çıkartıyorsun, işte neticesi bu.

Bundan kırk sene önceydi, bir dindar profesör vardı. Kur'an-ı Kerim'i açmış. Kur'an'da iki seneye kadar çocuğun emzirilmesini söylüyor.(bkz. Bakara Suresi, 2/233) Hadis-i şerifte de peygamberimiz aleyhissalatu vesselam "Bebek için annesinin sütünden daha hayırlı bir süt yoktur"(Müsnedü Zeyd, s. 481, Şiratü'l İslam, s. 84) diyor. Bundan kırk sene önceki tıp literatüründe "ana sütü zararlı" deniyordu. Bu profesör kendi sahası bakıyor ki, Kur'an böyle diyor, Rasulullah aleyhissalatu vesselam böyle diyor. Bakın burada bir ölçü; Müslümanın dünyasında mutlak referans Kur'an ve sünnettir. İlim halt etmiş, ilim kitap ve sünnete muvafık geliyorsa tamam, gelmiyorsa o ilim daha tufeylidir, daha yetişmemiş, daha raşit değil.

Sonra bu profesör araştırdı, anne sütünün faidelerini ortaya çıkardı ve bu literatürün hepsini yıktı. Şimdi araştırmalarda var ki, çocuk anne sütünden uzak kalırsa, o şefkatten de mahrum kalıyor. Anne ve babanın da şefkat hissi olmayınca, o çocuk büyüdüğü zaman, görmediği şefkatten dolayı cemiyetten intikam alıyor. Katiller ve canilerin arkasında yatan saiklerden birisi de budur, ilmi olarak isbat edildi.

Bakınız, Kur'an ve hadis böyle diyor, araştırdı ve meyl-i taharri ile literatürü yıktı. Sonra o tahkikin neticesinde çıktı ki, dünyada mama satan Yahudi firmaları, 'dünya nüfusu yedi milyar, bunu azaltmak gerekiyor' diye düşünüyorlar. O Yahudi firmaları bastırmışlar, rapor alıp anne sütünü yasak ettirmişler, bu sonradan ortaya çıktı.

Bir adam düşünün, ateist olabilir, İslam'dan da uzak olabilir. Ama araştıra araştıra sonunda hakikatı bulur. O hakikat, tam fıtrata mutabıktır. Kur'an'ın çizdiği, Rasulünün(aleyhissalatu vesselam) getirdiği ahkâma muvafıktır. İşte ecnebilerle bizim aramızda bu perdenin izalesi olması için meyli taharri-i hakikatın harekete geçmesi gerekiyor. Hakikatı araştıra araştıra, o hakikatın seyri sulukünun neticesi bizi hakikat-ı İslamiyet'e çıkarıyor. Bugün birçok Japon bilim adamları Kur'an-ı Kerim'i okuyorlar, izliyorlar ve meyl-i taharri neticesinde o buldukları hakikatları Kur'an'da da gördükleri zaman, adamlar Müslüman oluyor…

İlim ve teknolojiye medar inkişaflar ziyadeleştiği için meseleler, zihne, akla tescil ola ola İslamiyet'in getirdiği hakikatlar insanların dünyasında netleşiyor.

İkinci gerekçe; "muhabbet-i insaniyet" (Muhakemat, s.10) İnsaniyete medar muhabbet. Bakınız, Avrupa da insaniyete medar muamelat yok, âlemlerinde şefkat yok, zerre kadar merhamet yok. İşte sığınmacıları görüyoruz. Her gün yüzlerce insan ölüyor. Suriye den Avrupa'ya kaçıyorlar, içeriye almıyorlar. Kadın, kucağında emzikli çocuğu var, dışarıda kalıyor. Hava soğuk ve gıda yok, dünyaya bakınız, bu nasıl gâvurluk!

Türkiye şefkate medar yiğitliği gösterdi. Üç milyon insanın himayesi, işte insanlık budur. İnsanlık sevgisi budur. İşte bu bağnazlıktan insanlar kurtulduğu kadar insaniyete sevgi ve muhabbet ziyadeleştiği zaman, şu hakikatlara masadak olacak, zayi olmayacak.

Avrupa'da da bir kısım insanlar da "bu kadar olmaz" diyor. Şu filan kuzey denizinde bir balina buzlar arasına sıkışmış, BBC ve diğer televizyonlar hemen şu balığı kurtarmak için yayınlar yapıyor. Her canlı hayatı önemlidir ama insan hayatının yanında bir de bu insaniyetin zedelendiği vakitte, bir balina gitse ne olur, gitmese ne olur. Her gün masum yüz kişi suda boğuluyor, ölüyor, fakat onların kılları kıpırdamıyor. O suya girenler Hıristiyan olsaydı, hemen sahip çıkarlardı. Bu hadisatın tazyiki, hadisatın, musibetin neticesinde bu üç mesele süzüle süzüle, insaniyet ortaya çıkacak…

 Üçüncü gerekçe; "meyl-i insaf"(Muhakemat, s 10) Peygamberimiz (aleyhissalatu vesselam) "insaf dinin yarısıdır" buyurmuştur. (Bazı kaynaklarda hadis-i şerif diye zikredilse de, hâkim görüş bu sözün kelâm-ı kibar, yani âlim veya velîlere ait sözlerden olduğu yönündedir.) İnsanda insaf olmazsa canavar olur. Bu sıfatlar hadisatın tazyiki ile de, cemiyette İslamiyetin hakikatları, şefkat ne imiş, insaniyet ne imiş, cud, sehavet ne imiş, anlaşılacak.

Almanya'da mühendis İshak Bey kardeşimiz var. O diyor ki; "Çalıştığım iş yerinde bir Alman, öğle vakti benim yanıma geldi, elini şaklatıyor ve gülüyor, eğleniyor. " İshak kardeşimiz "niçin bu kadar mutlusun" diye sormuş. Demiş ki; "İshak, bugün çok karlıyım." Kardeşimiz niçin karlı olduğunu sormuş, o Alman şöyle demiş; " bugün kardeşim gelecekti, gelmediği için çok karlıyım." "Niye karlısın" diye soruyor kardeşimiz, cevabı çok düşündürücü; "eğer kardeşim gelseydi, yüz mark yemek parası verecektim!"

Bakınız İslamiyet'te katı sıla-ı rahim, kebairdir. Anne babadan irtibatı kesmek büyük günahtır. Rabıta-i dini, rabıta-i ahlaki, ailevi fevkalade önemlidir.

Bir zaman Fransa da bir otomotiv fabrikasının genel müdürü dünyadaki satış elemanlarını ve müdürlerini çağırmış. Bizden de biri oraya gitmiş. Bizden giden İslamiyeti yaşayan biri değil, taati, ibadeti yok, bizden birisi o kadar. Diyor ki; "genel müdür Fransa'da toplantı yaptı. "Akşam filan yerde meşhur bir lokanta var oraya davet ediyorum, orada yemek yiyeceğiz, muhakkak geleceksiniz" deyip çok ısrar etti. Toplantı bitti, beraber beş on kişilik bir grup ile gittik, orada rezervasyon yapılmış. Yemek yedik, sonra garson geldi, hesap getirdi. Genel müdür dedi ki; "herkesin hesabını kendine yaz."

Böyle deyince, bizim Türkiye'den gelen, "elli kere söyledin, bizi buraya çağırdın. Şimdi de hesabı ben mi vereceğim" deyip garsonu çağırıyor, "bütün hesaplar benden, hadi git bakalım" demiş. İşte batı bu.

*Evet, en büyük sebeb ki: Bizi dünya rahatından ve ecnebileri âhiret saadetinden mahrum eden, şems-i İslâmiyet'i münkesif ettiren, sû'-i tefehhüm ile tevehhüm-ü müsademet ve muhalefettir. Feya lil'aceb! Köle efendisine ve hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir?(Muhakemat, s 10) İlimde, fende, teknolojide insani değerler inkişaf ettikçe, bu maniler ortadan kalkacak. Yedi Japon bilim adamı incir ve zeytinin insana faydasını araştırıyor. Yedi zeytin, bir incir insan vücudundaki mukavemeti artırıyor. Sonra bir İslam âlimi ile görüştüklerinde o âlim onlara; "o sizin söylediğiniz, Kur'an'da var, Kur'an-ı Kerim'de de yedi defa zeytin, bir defa incir geçiyor" diyor. Onların da bulduğu bu aynı ölçü. Bunu duyunca, o Japon bilim adamı grubu Müslüman oluyor.(bkz. https://www.yeniakit.com.tr/haber/7-japon-bilim-adaminin-musluman-olma-hikayesi-sebebi-zeytin-ve-incir-548807.html)

Taassupla cerbezeyle bakarsan hakikatı göremezsin. Ama hakikata müşteri ise, İslamiyet'e medar güzellikler ilim ve teknoloji dili ile tezahür etse, hakperest insanlar din-i İslamiyet'i tercih eder.

*"Hâlbuki İslâmiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir."(Muhakemat, s.10) İslamiyet bütün fenlerin mürşididir seyyididir. Hakiki ilimlerde reis ve önderdir.

*"Fakat vâ esefâ bu sû'-i tefehhüm ve şu tevehhüm-ü bâtıl, şimdiye kadar hükmünü icra ederek vesvesesiyle ye'si ilka edip bâb-ı medeniyet ve maarifi Ekrad ve emsallerine kapattırdı. Zira bazı zevahir-i diniyeyi, fünunun bazı mesailine muarız tahayyül ederek ürktüler.(Muhakemat, a. 10) Mektebler de kâfir yetiştiriliyor mülahazası ile ilim, hakikat taharrisi kapandı ve kapatıldı, şarkın hali bu.. 

*"Ezcümle: Küreviyet-i arz ki, fünunun en birinci derecesi olan coğrafyanın en birinci basamağıdır. İleride gelecek altı mes'eleye münafî zannettiklerinden, bu bedihî mes'elede mükâbere etmekten çekinmediler.(Muhakemat, s. 11)

Osmanlının son döneminde dünya yuvarlak mı değil mi, münakaşa olmuş. Hâlbuki coğrafyanın en birinci meselesi diyor üstadımız. İslamiyetin zevahirine el attık, hakikatın mağzını, lübbünü unuttuk. Şimdi düşünün dünya yuvarlak olsa ne yazar, olmasa ne yazar, bunun ahiretle, ebediyetle, kemalatla, ahlakla ne ilişkisi var? Fenni bir hakikattır. Üstadımız diyor ki; Kur'an mücerret manada tarih ve fizik kitabı değil ki, Kur'an'da matlup olan; Allah'ı tanıtmaktır. Kur'an fizik ve matematikten bahs ediyor, fakat bizatihi değil, Allah'a delil getirmek itibari ile Kur'an bahs eder. Kur'an bir kitab-ı tevhid, kitab-ı muamelat, kitab-ı zikir ve şeriattır.(Üstadın bu meselede izahları için bkz. Sözler, 145, 265, BL; 347 gibi..)

Bizim çocukluğumuzda bir molla vardı. Allah selametlik versin, bu hakikatlardan da haberi yok. Cemaat ile iki hoca tartışmışlar, dünya yuvarlak mı düz mü diye. Biri demiş ki; "hem düzdür, hem yuvarlaktır" birisi "düz" diyor, "yuvarlak" diyense, bir tekme ile yuvarlanmış… Böyle bir adam gelse, coğrafyada ve fen bilimlerinde okuyan üniversitedeki bir gence dese ki "dünya yuvarlak değildir, düzdür, o fenci ne der; "-hâşâ- İslamiyet hurafat. Herkesin, bütün dünyanın kabul ettiği bir hakikatı, bu yobaz adam kabul etmiyor" deyip, onun zatında İslamiyet'i tezyif, tahkir ediyor maalesef…

*" Ey benim şu kitabıma im'an-ı nazar ile nazar eden zât, malûmun olsun! Bu kitabla istediğim hizmet budur: İslâmiyette olan tarîk-ı müstakimi göstermekle ehl-i tefrit olan a'da-yı dinin teşkikatını red ve yüzlerine vurmakla beraber; tarîk-ı müstakimin öteki canibini ve sadîk-ı ahmak ünvanına lâyık olan ehl-i ifrat ve zahirperestlerin tevehhümlerini tard ve asılsızlığını göstermek ve asıl rehber-i hakikat ve âlem-i İslâmiyetin ikbal ve istikbaline yol açan ve sırat-ı müstakimde kemal-i ümid-i zafer ile çalışan muhakkikîn-i İslâm ve âkıl sıddıklara yardım etmek ve kuvvet vermektir. (Muhakemat, s. 11)

Demek, Üstadın bu eseri ile yapmak istedikleri;

1-Din düşmanlarının dine müteveccih tenkitlerini izale etmek,

2-Ehl-i ifrat zahirperest ahmaklar ki, dünyanın düz olduğu gibi meseleleri iddia etmekle, güya İslamiyet'e hizmet ettiğini sanan sadık ahmakları tard ve onların fikirlerinin asılsızlığını göstermek,

Ve bir de; "asıl rehber-i hakikat ve âlem-i İslâmiyetin ikbal ve istikbaline yol açan ve sırat-ı müstakimde kemal-i ümid-i zafer ile çalışan muhakkikîn-i İslâm ve âkıl sıddıklara yardım etmek ve kuvvet vermektir. (Muhakemat, s. 11) Muhakkiklere yol göstermek ve âkil(akıllı) sıddıklara yardım etmek.

İslamiyetin inkişaf ve intişarında bize ne lazım? Âkil sıddık lazım, adam gibi adam lazım. Akıl olmazsa, tedbir olmaz. Akıldan büyük hüner yok, akıldan büyük terazi yok.

Akidede müşevveş oldu mu, onu taassup yakalıyor. Taklit yakalıyor, hissiyatın arkasına gidip mukallit oluyor. Tahkik, araştırma, tetkik yok, delil hüccet yok, mantık ve muhakeme yok. Güya o insan, İslam mülahazası içinde dine ve Kur'an'a dehşetli zarar veriyor.

Risale-i Nur'un meslek ve meşrebinde hakikat noktasında nur talebelerini tahkike çıkartmak ve onları âkil sıddık olarak hizmet-i Kur'aniye ve dava-yı imaniyeye tam temessük edecek sıddıkvari bir mana içerisinde, aklını da itidali ve hikmetini zayi etmeyecek bir kıvamda yetişmeleri için Muhakemat'ın defaetle müdakkikane okunması çok önemli. Bu hizmet düsturları ve bu ölçüler, dün lazım olduğu gibi, bugün de lazım, kıyamete kadar da lazım. Âkil sıddıklar için ehemmiyetli bir rehberdir.

*"Eğer sual edersen: Senin bu telaşın ve ulûm-u mütearife hükmüne geçen şeylere bürhan getirmeye ne lüzum vardır? Zira telahuk-u efkâr ve tecarübün keşfiyatıyla meydan-ı bedahete gelen mesaile bürhan getirmek, malûmu i'lam demektir?

Cevaben derim: Maatteessüf benim ile şu zamanın kıt'asında iştirak eden cümlesi; eğer çendan, sureten onüçüncü asrın evlâdıdırlar, fakat fikir ve terakki cihetiyle kurûn-u vustânın yadigârlarıdırlar. Güya muasırlarımız, üçüncü asrın nihayetinden onüçüncü asra kadar geçmiş olan asırların fihristesi veyahut enmuzeci veyahut melez bir kavimdirler. Hattâ bu zamanın çok bedihiyatı, onlarca mevhumat sayılır.(Muhakemat, s. 11)

Niye telaş ediyorsun, coğrafya zaten 'dünya yuvarlak' diyor, telaş ve endişen sebebi nedir sualine, diyor ki bu muhataplarımın birçoğu zahiren bakarsan, 19. yüzyıl insanları, ama fikirde orta asır çağın yadigârlarıdır. Sureti, şekli, kıyafeti tam bu asır, fakat kafa yapısı, istidatları gelişmemiş, sanki orta çağın mahsulâtı..

Üstadın ziyaretine birisi gelmiş. Çok gabi bir adam. Üstada ahireti sormuş, üstad da anlatmış. Beş dakika ifade etmiş, adamdan hiç kıpırdama yok. Yarım saat, bir saat üstad ona ahireti anlatmış. Denilir ya, "kaynatırım, kaynatırım, kaynamaz" Anlatırım anlatırım, anlamaz. Anlamak, süzmek nasıl bir nimet? Murakabe, muhasebe nasıl bir nimet? Bir saat üstad konuşmuş, sonra adam "beli Seyda, beli Seyda" deyip kalkmış gitmiş. Sonra üstad demiş ki "artık bütün dünya gelse bunu bu yoldan çeviremez. Ben ki buna bir saat anlatamadım."

Sureten medeni, ortaçağ skolâstik karanlılarında, aklı aydınlanmamış, kalbi nurlanmamış, letaifi uyanmamış, müteyakkız değil kaba, çok bedihi meseleler ona kapalı…

Bir zaman iki tane mal tüccarı Erzurum'da kombineye sığır vermişler. Sığır satıp para alıyorlar. İkisi de doksan tane sığır vermiş. Ondan sonra muhasebe müdürü çek yazmış. Birinci tüccar muhasebeden çıkmış, ikinci tüccar çeke bakmış ki, birinci tüccarın çeki daha fazla, bunun ki az. "Müdür bey, bu niye fazla aldı, ben az aldım" diye sormuş. Müdür de demiş ki; "onun etinin verimliliği sende yok, ikincisi sen avans çektin, o almadı. Onun için onunki yüksek, anladın mı" demiş. Adam bakmış, bakmış, Demiş ki, "müdür bey, anlamasına anladım ama bu arkadaşım benden niye fazla para aldı, bunu bir türlü anlayamadım" demiş. Müdür bir daha anlatmış, adam gene anlamamış, müdür anlatamamış. İşte, idrak kilitli olursa, çok zordur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

MUHAKEMAT DERSLERİ-17

MUHAKEMAT DERSLERİ-17

“Nasıl ki zaman-ı saadette ve selef-i sâlihîn zamanlarında hükümferma hak ve bürhan ve ak

MUHAKEMAT DERSLERİ-16

MUHAKEMAT DERSLERİ-16

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, 8. Mukaddime(devam) İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Hem de istibdad

MUHAKEMAT DERSLERİ-15

MUHAKEMAT DERSLERİ-15

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, 8. Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Bu Mukaddimenin çok h

MUHAKEMAT DERSLERİ-14

MUHAKEMAT DERSLERİ-14

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Yedinci Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Bu mukaddimede d

MUHAKEMAT DERSLERİ-13

MUHAKEMAT DERSLERİ-13

Ders: Muhakemat, 6. Mukaddime, İşaret’ten devam İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *“Bu mukaddeme

MUHAKEMAT DERSLERİ-12

MUHAKEMAT DERSLERİ-12

Ders: Muhakemat Birinci Makale, Altıncı Mukaddeme İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *“Tefsirde mez

MUHAKEMAT DERSLERİ-11

MUHAKEMAT DERSLERİ-11

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Beşinci Mukaddeme İzah: Prof. Dr. Şener Dilek “Mecaz, ilmi

MUHAKEMAT DERSLERİ-10

MUHAKEMAT DERSLERİ-10

Ders: Muhakemat Dersleri (10.Ders), Birinci Makale, Dördüncü Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener D

MUHAKEMAT DERSLERİ-9

MUHAKEMAT DERSLERİ-9

Ders: Muhakemat Dersleri (9.Ders), Birinci Makale, Üçüncü Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dil

MUHAKEMAT DERSLERİ-8

MUHAKEMAT DERSLERİ-8

Ders: Muhakemat Dersleri (8.Ders), Birinci Makale, İkinci Mukaddime’nin devamı İzah: Prof. Dr.

MUHAKEMAT DERSLERİ-7

MUHAKEMAT DERSLERİ-7

Ders: Muhakemat Dersleri (7.Ders), Birinci Makale, İkinci Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek

O gün Allah onların hepsini diriltecek ve yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Allah onları bir bir saymıştır. Onlar ise unutmuşlardır. Allah her şeye şahittir.

Mücadele,6

GÜNÜN HADİSİ

İşçinin alın teri kurumadan hakkını veriniz.

İbn-i Mace

TARİHTE BU HAFTA

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI