BATI’YA KARŞI İSLÂM-WILLIAM I. CLEVELAND- 6. BÖLÜM

GELENEĞİN BÖLÜNMEZLİĞİ (…) Ne orijinal ne de felsefî olarak teolojik düşünce sahibi yani ilahiyatçı olmayan Arslan, yine de İslâmî tefsirlerine büyük (s. 229) bir okuyucu kitlesi çekmeyi başarmıştır. Tırmalayıcı eseri, “Neden Müslümanlar Geri Kaldı, Ötekiler İleri Gitti?” önemini hâlâ muhafaza eden bir çalışmasıdır. Kendi sağlığında üç kere Arapça basılan bu eser, 1965 ve 1981’de yeniden yayımlanmıştır. (…) Şekip Arslan’ın tekniğinin Abduh’tan ziyade Afgani’ye yakın olduğunu söylemek adilane olacaktır. (s. 230)


Yusuf Çağlayan

y_caglayan@yahoo.com.tr

2019-09-29 12:19:51

ALTINCI BÖLÜM

GELENEĞİN BÖLÜNMEZLİĞİ

(…) Ne orijinal ne de felsefî olarak teolojik düşünce sahibi yani ilahiyatçı olmayan Arslan, yine de İslâmî tefsirlerine büyük (s. 229) bir okuyucu kitlesi çekmeyi başarmıştır. Tırmalayıcı eseri, "Neden Müslümanlar Geri Kaldı, Ötekiler İleri Gitti?" önemini hâlâ muhafaza eden bir çalışmasıdır. Kendi sağlığında üç kere Arapça basılan bu eser, 1965 ve 1981'de yeniden yayımlanmıştır. (…) Şekip Arslan'ın tekniğinin Abduh'tan ziyade Afgani'ye yakın olduğunu söylemek adilane olacaktır. (s. 230)

(…) Abduh ve Rıza'nın kalktığı noktadan kalkarak Şekip Arslan, günümüzde İslâm âleminin Batı Avrupa ve Japonya'ya nisbetle geri durumda olduğunu kabul ediyordu. Böylesi müessif bir halin mevcudiyeti dindeki bir kusurdan gelmiyordu, Müslümanların başarısızlıklarının bir sonucuydu. (s. 231)

(…) Onun için Müslümanların, hâlihazırdaki perişanlıklarının ana sorumluluğunu üstlenmeleri icap edecekti. Batılı güçlerin İslâm âlemini susturmadaki başarılarını mümkün kılan faktör, siyasî bünyeyi yiyip bitiren dâhilî marazlardı. Arslan için bu hastalıkları teşhiste hata olamazdı. Bunlar aşırı tutucu gelenekçilerle, laik düşünüşlü Batılılaşmacılardı. Birinci taife, İslâm'ı geleneğe bağlı düşünmekle hata etmişler, bilim ve felsefeyi kâfirlerin din dışı zihinsel faaliyetleri addederek bu faaliyetlere tepeden bakmışlardı. Bu yobazlar "İslâm'ın ta baştan beri, dejenere (yoz) geleneğe bir başkaldırı" olduğunu asla kavrayamamış, reddiyeci zihniyetleri ile, İslâm'ı tabiatına aykırı bir duraklamaya itmişlerdi.

Arslan kadercileri de cehaletle suçluyor, onların İslâm'ın iç dinamizmini anlayamadıklarını; onun mesajının elde edilen neticelerin sarf edilen cehd ile mütenasip olduğu faal bir hayata çağırdığını, bunun da anlaşılamamış olduğunu ileri sürüyordu. (s. 232)

(…) Muhammed Abduh'un; "Halka yararlı olan her şey ahlakîdir, (…) yeter ki hususiyetle vahyolunmuş emirlerle tezada düşmüş olmasın!" şeklindeki beyanına Arslan kendi çarpıcı görüşünü ekliyordu: "İslâm'ı gerçekten anlayan müminler, inanç ile çelişmeyen her yeni şeye kucak açarlar; yeniyi bir yozlaşma unsuru olarak kabul etmezler. Şahsen ben, insanlığın saadetini yükseltmeye dayalı bir dinin İslâm cemiyetine faydalı olan bir şeyle bağdaşmaz olacağına inanmıyorum. (s. 233)

(…) Beş emri yerine getirmekle tatmin olanlar, Kitab'ın öngördüğü yükümlülüklerin tümünü karşılamaktan acizdiler. (s. 234)

(…) Arslan, Müslüman ümmete her bir müminin kişisel sorumluluğunu vurgulayan bir eylem plânı sunuyordu ki buna bir çeşit modern cihat ahlâkı diyebiliriz : "Gelin çalışalım, sürekli disiplinle, iradeyle ve ileriye yürüme kararlılığıyla, Kur'an'ın öğrettiği imanın özünü doğru biçimde kavrayarak gayret edelim ve bu gayreti sürdürelim." (s. 235)

(…) Yanlış yorumlanmış geleneklere körü körüne bağlılık nasıl İslâm'ın iç hayatiyetini sömürüp tüketmiş idiyse, daha büyük bir tehlike kaynağı da "bütün gelenekleri bırakıp, gelişme ve başarı kervanının başına geçtiklerini düşünenler güruhu" idi. (s. 236)

(…) "Doğu'nun Doğulu kalması zarurettir" şeklindeki sözü, yeniliği yabancı adabın kopyası olarak algılayanların önüne set çekiyordu. (s. 237)

(…) Arslan için gelenek, hem ahlâkî yapıya güç veren hem de sosyal yapıya gerekli dayanışmayı kazandıran birikmiş kültürel miras demekti. Onun cihad ahlâkının çerçevesini oluşturan şey, İslâmî bir ahlâk nizamıdır. (s. 238)

(…) Bütün İslâmî kültür öğelerini olduğu gibi muhafaza etme seferberliğinde Arslan, laik zihniyetli liberallerle karşı karşıya geldi.

(…) Fakat daha büyük bir rakip vardı. Arslan'a göre laik Batılılaşmacılar arasında en tehlikelisi Kemalist Türkiye idi. Ankara'da yapılan hatalar yanında Kahire'deki liberal milliyetçilerin hataları hiç kalırdı. Hiçbir İslâmî mesele Arslan'ın kafasını Kemalist reform programı kadar yormadı. Emir Şekip Arslan, yirmili yılların sonlarında ve otuzlu yılların başlarında yazılarının çoğunluğunu (s. 240) bu konuya tahsis etti. Sanki Atatürk, Şekip Arslan'ın mazisini mezara sokuyor, o da kükreyen bir öfkeyle cevap veriyordu. (…) Kemalizme verdiği cevap Batılılaşmaya olan saldırısının tamamını içeriyordu.

Arslan, laik Kemalistlerin önerdiği her şeyi reddediyordu. Türk halkından ayrı göstermeye özen gösterdiği Ankara hükümeti, İslâm'a karşı doğrudan ve acımasız bir saldırı deruhte etmiş durumdaydı ve Emir'in yazıları, "Kemalistler, İslâm'ın temellerini tahrip ediyor!", "Ankara Türkiye'deki İslâmî ruhu katlediyor!" ve "Kemalistler dinin direklerini ortadan kaldırıyor!" gibi ifadelerle doluydu. Arslan için bu siyasetlerin teşkil ettiği tehdit o derecedeydi ki, bunları, "Ankara'nın Hilâfete, İslâm ilkelerine, Doğu geleneklerine, hatta Allah'a isyanı" olarak tanımlamak mümkündü.

(…) Arslan'a göre Ankara'daki general bazı korkakları sindirmişti, ama o, kavgaya doludizgin giriyordu : "Ben İslâm'ı savunmaktan ne utanır ne de korkarım!"

(…) Aşağıdaki örnekler Arslan'ın suçlamalarının doğasını açığa vuracaktır.

Latin alfabesinin kabulünün yegâne etkisi, milleti kendi diline yabancı kılmak ve insanları Kur'an okumaktan alıkoymaktı. Peçeden vazgeçilmesi kötülüğün iyilik pahasına satın alınmasıydı ve karşı cinsten gençlerin birbirleriyle (s. 240) dans etmesine müsaade olunması gibi ahlâksızlıkları beraberinde getiriyordu. Din öğretimine son verilmesi de, İslâm'ı başkalarının teamülü olan bir şey – örneğin Budizm gibi bir şey- gibi bilecek olan bir nesil yaratacaktı.

(…) Arslan'a göre, Kemalist yasalar din ile devletin idarî ayırımının ötesinde dine yönelik direkt bir saldırı mahiyeti taşıyordu. (…) "Türkiye, ah, Yunanlılara galip gelmeseydi peşinden gelen şu dinsizlik de hâsıl olmayacaktı!" diyordu. "Müttefiklerin işgali hâlâ sürüyor olacak, Mustafa Kemal de İslâm ittifakı ve Hilâfet'in gerekliliği konusunda konuşuyor olacaktı!" (s. 241)

(…) "Hükümetin dindışı siyasetine rağmen, Türk halkı dinin çözülmez karakterine olan inancını muhafaza etmekteydi." Bu görüşün te'kidi babında Arslan, hemen Atatürk'ü, Yunanlılarla yapılan İstiklâl Harbi'nin bazı niteliklerini hatırlamaya davet ediyordu: Kemalistler Ankara Meclisi'nin ilân edilen gayesinin 'Halife'yi gayrı Müslim devletlerin şerrinden azad etmek olduğu günleri acaba unutmuşlar mıydı? Acaba Mustafa Kemal, Seyyid Ahmed Şerif el-Sunusi'yi Ankara Garı'nda karşılayıp herkesin önünde elini öptüğü günleri (s. 243) unutmuş muydu? Yine İstiklâl Harbi günlerinde Gazi, sık sık camiye gitmemiş miydi? Eğer İslâm inancı öylesine bir engel idiyse, neden Kemalistler memleketlerini kurtarmak için o inanca sığınmışlardı? (s. 244)

(…) Arslan, kültürel meselelerde müdahaleye hiç taviz vermemekle birlikte, Müslüman dünyanın ileri derecede teknik hünerleri edinmeye olan ihtiyacını kabul etmiştir.

(…) Arslan (…) akültürasyon (başkasının kültürüyle kültürlenme) sürecine engel olmak bakımından, Arap öğrencilerin Avrupa'ya gitmeden önce dinî eğitim almaları gerektiğini söylüyordu. (s. 245)

Yusuf Çağlayan

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever.

AL-İ İMRAN,134.AYET

GÜNÜN HADİSİ

Allah ister ki,biriniz bir iş yaptığı zaman onu en güzel ve en sağlam bir şekilde yapsın.

Buhari

TARİHTE BU HAFTA

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI