BATI’YA KARŞI İSLÂM-WILLIAM I. CLEVELAND- GİRİŞ
Çağın en gözde simalarından olan Şekip Arslan, biyografistlere çok sayıda malzeme bırakmıştır. Muhayyilesi geniş ve tekrarı da seven bir yazar olan Arslan’ın külliyatında yirmi kitap, iki şiir derlemesi ve iki bin makale vardır. (…) Yayınlanmış kitaplarına ilaveten Arslan, fevkalade hacimli muhaberatta bulunmuştur. (s.8)
AÇIKLAMA
Çağın en gözde simalarından olan Şekip Arslan, biyografistlere çok sayıda malzeme bırakmıştır. Muhayyilesi geniş ve tekrarı da seven bir yazar olan Arslan'ın külliyatında yirmi kitap, iki şiir derlemesi ve iki bin makale vardır. (…) Yayınlanmış kitaplarına ilaveten Arslan, fevkalade hacimli muhaberatta bulunmuştur. (s.8)
GÄ°RÄ°Åž
Bu kitap 1914'ten önceki son Osmanlı-Arap nesli ile alâkalıdır. Doğum tarihleri 1870 ile 1890 arasında değişen bu nesil fertleri, son günlerini yaşayan Osmanlı İmparatorluğu'nda eğitim gördüler, mesleklerini kazandılar ve istikballerini plânladılar. 1919'dan sonra da kendi seçimleri olmayan bir dünyada hayatlarını yeniden inşa etmek zorunda kaldılar. (…) bu insanlar, siyasî organizasyona ve kültürel oluşuma Osmanlı gözlükleri (formasyonu) ile bakıyorlar, I. Dünya Savaşı'ndan sonra Arap Orta Doğusu'nda oluşan yerleşimi münasip görmedikleri gibi, kalıcı da mütalâa etmiyorlardı.
İşte bu eğilimlerin hepsini Lübnanlı Emir Şekip Arslan'ın hayatında (1869-1946) ve yazılarında görmek mümkündür. Bu kitabın ana konusu bu şahsiyettir ve bu kitap bu zatı Osmanlı İmparatorluğu'ndan kalkıp, yükselen ulusal devletler çağına evrensel İslâm İmparatorluğu'nun organizasyon ilkelerini getiren kişi olarak ele almaktadır. (s. 13)
(…) Şiirlerinin birinci cildini yayımladığı 17 yaşından (1886) ölümüne kadar Arslan, kesintisiz olarak kamuoyu önündeydi. (…) 1888'de Lübnan'da ilk idarî görevine tayin oldu. 1938'de Şam Arap Darülfünûn Reisliği'ne getirildi. 1913'de Osmanlı Meclis-i Mebusanı'na seçildi ve 1930'larda Fas bağımsızlık hareketinin taktisyeni olarak anılmaya başladı. 1890'larda El-Ahram gazetesinin muhabirliğini yapmaya başladı ve Fransızca yayımladığı La Nation Arabe (Millet-i Arabiyye) gazetesinin son sayısını da Cenevre'de 1938'de çıkardı. 1912'de Kahire'de II. Hidiv Abbas Hilmi'nin, 1934'te de Roma'da Mussolini'nin misafiri oldu. Yaptığı her şeyde Arslan, dikkatleri üzerinde topladı, tartışmaları başlattı ve nüfuz sergiledi. (s. 14)
(…) Gerçi Arslan'ın uluslararası etkisi iki dünya harbi arasında özellikle hissedilir, ancak daha 1914'te hayli tanınan bir şahsiyettir ve kendisine şöhret getiren fikirler Osmanlı ortamında şekillenmişti. (s. 15)
(..) Arslan, Batı Avrupa askeri tekniklerinin, siyasi organizasyonunun ve sosyal dayanışmasının üstünlüğünü kanıtlar gibi görünen şartlarda yetişti. Hayatının ilk kırk senesinde Avrupalılar sürekli olarak İslâm topraklarında ilerliyorlardı. Kendi ülkesi 1861'de Avrupa diplomasisi tarafından yeniden şekillendirilmişti. İngilizler 1882'de Mısır'ı işgal ettiler; 1830'da itibaren Cezayir'in yönetimini elinde bulunduran Fransa, 1881'de Tunus'u, 1912'de de Fas'ı himayesine aldı. İtalya 1911'de Trablusgarp'a saldırdı, Rusya ise gerek boğazlarda, gerekse bütün Doğu sınır boyunda sürekli tehdit oluşturmaktaydı. Buna ilaveten Osmanlı topraklarında yeni Balkan devletleri kuruluyor ve Avrupa'nın güçlü devletleri ile ittifak halinde, Osmanlı toprakları bölük pörçük ediliyordu. (s. 16)
(…) Arap kültürünün ayrı ve farklı olduğu şeklinde bilinç her inanışa bağlı Araplar tarafından kabul görüyordu ama Suriye'deki Hıristiyan cemiyet içinde özellikle belirgindi. 1840'lı yılların sonlarında Amerikalıların ve Avrupalı misyonerlerin sürdürdüğü bir eğitim gayreti, küçük fakat aktif bir grup Hıristiyan aydın sınıfı ile profesyonel sınıfın oluşumuna yaradı. (s. 17)
(…) Estetik ilgi alanlarına ilave olarak, Suriyeli Hıristiyan cemaatinin bazı mensupları, kendileri için giderek daha baskıcı olmaya başlayan İslam toplumunun baskısı altında sürekli kalmamak için, Fransa ile siyasî bir bağ içine girmeyi önerdiler. Bu ümitler, bazı Hıristiyan yazarları, İslamî müesseseleri arka plânda göstererek, İslam'ı Arap kültür mirasının bileşiklerinden sadece biri olarak ele alan bir tür Arap sekülarist doktrini formüle etmeye sevk etti. 1908 tarihli Jön Türk isyanından sonra iyice aktif olan bu görüş yanlıları, siyasî cemiyetler organize ettiler, Osmanlı İmparatorluğu'ndan siyasî olarak kopmanın muhtemel faydalarını münazara ettiler ve Müslüman Araplarla İttifak halinde İstanbul'dan kültürel bağımsızlık kazanmak için, taleplerde bulundular.
(…) Suriyeli Hıristiyan cemaatten bir takım şahsiyetlerin bakış açısına göre Avrupa bir tehdit değil, bir model ve potansiyel bir müttefikti denebilir, Müslümanlar da farklı sonuçlara varıyor değildiler. (s.17)
(…) Arslanlar sülâle olarak, kökleri Lübnan'ın Şuf bölgesinde olan Dürzî prenslerdi. (…) aile büyükleri onları Marunî Hıristiyan orta öğretim kurumlarına göndermeyi ihmal etmediler.
(…) Bir yandan yetenekli diğer yandan da tanınma iştihasına sahip olan Arslan, edebî uyanış çerçevesinde yüzyıl başının en mümtaz Arap şairlerinden biri oldu. (…) gazeteciliğe el attı, Kahire'de yayımlanan El-Ahram ve El-Müeyyed ile bazı Suriye gazetelerine yazı yazmaya başladı.
(…) Kısacası, hayatının ilk elli yılında Arslan, bir reform süreci yaşamakta olan dine dayalı İmparatorluk devletinin sadık bir mensubu olarak kendini kanıtlamıştır.
(…) II. Abdülhamid'in uzun süren yönetiminden müstefid olmakla birlikte, Jön Türk hareketini tasvip etmiş ve 1913'de onların içine girmiştir. (s. 19)
(…) Ancak Arslan çağın gereklerini gözetmeye çalışan bir politikacı yahut sivrilmiş bir şair olma açısından ileri konumdaydı. O her şeyden önce aktivist bir Müslümandı ve işte uyum sağlayamayacağı bir fikir var idiyse o da toplumun ulusçuluk mefkûresine göre tanzimiydi. (…) Daha yirmili yaşlarına girmeden, Mısırlı ıslahatçı Muhammed Abduh ile uzun ömürlü bir şahsî ilişkiye girmiştir. Çağın en önde gelen aktivist Müslüman'ı Cemaleddin Afganî ile de karşılaşmıştır. Abduh'un hocalığı, Afganî'nin şahsiyeti ve Arslan'ın kendi çevresine olan öz tepkisi, onu İslâmî dayanışmanın adanmış bir savunucusu ve sadakatin zirvesinde tavizsiz bir Osmanlıcı kılmıştır.
(…) Arslan'a göre dış tehditlere karşı koymanın yolu, taklide sapmak değildi; geçmişte İslâm imparatorluklarının elde ettiği başarıları ilham etmiş olan ahlakî değerlere, ümmet bağlarına ve cesaretli liderliğe dayalı direnişti. Arap ayrılıkçılığına gelince, bu siyasî bir alternatif olmaktan ziyade İslâm ümmetinin intiharına davetiye çıkarmaya benziyordu.
(…) Harp dönemi tercihleri yapmak icap ettiğinde, Arslan bütün benliğiyle mevcut Osmanlı nizamına bağlı (s.20) kalıyor ve davasına hizmet için elinden geleni ardına koymuyordu. 1914'te Süveyş Kanalı'nı ele geçirmeye yönelik Osmanlı seferine katıldı, 1914-1916 yıllarında hâlâ tam bilinmeyen bir biçimde meşhur Suriye Valisi Cemal Paşa'ya yardımcı oldu; 1917'de ve 1918'de Osmanlı hükümetinin özel Berlin temsilciliğini yaptı.
Osmanlı Ä°mparatorluÄŸu'nun I.Dünya Savaşı'ndan yenik ve bölünmüş olarak çıkması, Arslan için pek fena bir darbe idi. (…) Sadakatle hizmet ettiÄŸi devlet yok oldu, rütbe ve mevkii sahibi olduÄŸu cemiyet kökünden sarsıldı, geçimine dayanak teÅŸkil eden imkânlar kayboldu. (…) Muallâkta kaldı ve belli bir bakış açısından, hayatının son yirmi beÅŸ yılı yarım bırakılmış bir meÅŸgalenin, yalnız ve fevkalâde buruk bir sürgünün hikâyesidir. (…) SavaÅŸ sonrası dünyanın karşısına Pan-Ä°slâmik Osmanlıcı hüviyetinde çıkmakla, tavrını muhafazanın da ötesine gitmiÅŸ oluyordu. Â
(…) tedricen, Arslan, Osmanlı İmparatorluğu'nun bölünmüşlüğünün, Arap eyaletlerin İngiltere ve Fransa tarafından işgalinin ve hilafetin lağvedilişinin, değiştirilecek değil kabul edilecek şartlar olduğunu görmüştür. Arslan'ın tepkisi bu şartları kabul yerine bütün enerjisini (s. 21) şartların tersine döndürülmesi yönünde harcamaya kalkışmak olmuştur.
Reşit Rıza'nın yardımıyla 1925 yılında Arslan, Milletler Cemiyeti'ne Suriye-Filistin delegasyonunun başı olarak gider.
(…) İngilizlerin ve Fransızların önüne koydukları bütün engellere rağmen, Afganî misali, Tanca'dan San'a'ya, Belgrad'dan Kudüs'e bütün İslâm âlemini arşınladı ve her yerde üzerinde topladığı dikkati azamî surette değerlendirdi.
(…) 1917'den sonra hiçbir Arap ülkesinde daimî ikamet etmemekle birlikte, görüşleri ve kişiliği o kadar şayan-ı dikkatti ki, Fransa ile olan Suriye-Lübnan anlaşmazlığında önemli bir taraf oldu, Filistin sahnesinin vazgeçilmez aktörlerindendi ve Mısır'da ortaya çıkan ıslahat hareketi konusunda söz (s. 22) söyleyebilen yetkili bir dildi. (…) Bir gurup genç Faslı milliyetçinin mürşidi haline gelen Arslan 1930'daki Berber Dehir'ine karşı uluslar arası İslâmî protestoyu bir orkestra şefi gibi idare edince, birden dört bir yandaki Arap Müslümanların her biri için güvenilir bir ortak hüviyetini kazandı, tabiî bu aynı zamanda Avrupa'nın emperyalist yöneticilerinin karşısına da tehlikeli bir düşman hüviyetiyle çıkması demekti. ,(…) Cenevre'deki ikametgâhı , direniş stratejilerinin sınav salonu halindeydi, bir gün Kral Faysal'la (Irak), ertesi gün Messali Hac'la (Cezayir) fikir teatisinde bulunan Arslan bir de bakmışsınız David Ben-Gurion ile amansız bir münazara içindedir, ama her halükârda ikametgâhı uluslar arası İslâm hareketinin merkezidir.
(…) Herkesten ziyade Arslan, Cemaleddin Afganî'deki "İslâm dışında olana muhalefet" oryantasyonunun devamını şahsında temsil etmekteydi. Arslan için, Müslümanca dayanışma bağımsızlığa giden yegâne meşru yoldu; o İslâm milliyetçiliği denilen geniş yolda, Suriye milliyetçiliği, Arap milliyetçiliği gibi nosyonlardan kaçıyordu. Ne mahallî (bölgesel) direniş hareketlerine karşı çıkıyordu, ne de "tek İslâm Devleti" peşinde koşacak kadar safdildi. Fakat (s. 23) ısrarlı olduğu bir husus vardı : Emperyalist güçleri İslâm diyarlarından kovacak işbirliği ancak (bütün kültürel, siyasî ve ahlakî yüklemleriyle) İslamî bir "vazife" anlayışından neş'et edebilirdi. Onun iki dünya harbi arasındaki kahramanı İbn Suud'du. Düşmanları ise layık-ı veçhile Müslüman olan Osmanlı İmparatorluğu'na karşı Arap başkaldırı hareketini yöneten Şerif Hüseyin ile Türkiye'yi laikleştiren Kemal Atatürk'tü. Arslan, Atatürk'e özellikle kızgındı, çünkü siyasî bağımsızlık Batı kültürüne teslimiyeti değil, kültürel bağımsızlığı getirmeliydi. (s. 24)
(…) Afganî ile yakınlığı ve güçlü İslâmî liderlik yönündeki tercihi ile Şekip Arslan, belki de kendi çağının, Taha Hüseyin'den, Muhammed Hüseyin Heykel'den, hatta laik görüşlü Pan-Arabist ideolog Satı el-Husrî'den de daha başarılı bir temsilcisidir.
(…) Batılı bilim adamlarının Arslan'ı ve bazı mesaî arkadaşlarını göz ardı etmesinin bir nedeni de, bu gurubun Osmanlı idarî bütünlüğünü savunmaları olabilir. (s. 25)
(…) "Müslümanlar Neden Geri Kaldı?" başlıklı sert eleştirisi kendi sağlığında üç kez basılmış, 1981'de yeniden yayınlanmıştır. Lothrop Stoddard'ın "İslâm Dünyasına Yeniden Bakış" adlı eserinin Arapça tercümesine yazdığı dört ciltlik yorumun ise yeni (s. 26) baskıları yapılmaya devam etmektedir. Sözünü ettiğimiz kitaplar ile Fransızca yayınlanan La Nation Arabe (Arap Milleti) gazetesiyle, her yıl Arap basınında çıkan yüzü aşkın makalesiyle Arslan'ın iki harp arasında en çok okunan Arap müellifi olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Bir yandan İslâm âleminin meselelerini halle- yola koymaya çalışan Arslan, diğer yandan da Avrupa-Arap ittifaklarına tesir etmeye çalışıyordu. Bu konuda belki de biraz aşırı gitti. Axis (İttifak) ile Araplar arasında oynadığı arabuluculuk rolü ile Mussolini'nin Arap siyasetinin bir numaralı mazur göstericisi olarak, neticede bazılarının şüphelerine hedef olmaktan kurtulamadı ve neticede ismine hayli gölge düştü. (s. 27)
(…) gerçi evet Arslan kitleleri tesir altına alabilen bir yazardı, ama bir düşünür olarak oluşturduğu olgu kadar büyük değildi.
Benzerleri gibi o da, göründüğünden hem az hem fazlaydı. Fikirleri, mürşidleri Afganî ve Abduh'un bir karışımıydı ve meseleleri yönlendirme gücü Avrupalı muarızlarının korktuğu kadar değildi. Ne var ki Şekip Arslan'ın uluslar arası çerçevedeki nüfuzu sanıldığından daima fazlaydı, muhaliflerinin onu tanıdığından daha fazla namus taşıyordu ve destekleyenlerinin anladığından daha fazla fikrî inceliğe sahipti.
(…) Direniş hareketlerine, propaganda ve ajitasyona olan meyyaliyeti ile popüler oldu ve kendi iradesi ile Afganî'nin tahtına oturmuş olarak İslâmî aktivizm geleneğini sürdürmesi kabil oldu. Bu gelenek halen ölmemiştir. (s. 28)
Â
Yusuf Çağlayan
Bu yazıya yorum yazın
Bu yazıya gelen yorumlar.
DÄ°ÄžER YAZILAR
Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun.
Bakara, 185
GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°
Hiç bir vâli yoktur ki, o, müslüman ahâli üzerinde icrâ-yı velâyet ederken zulüm ederek ölür, muhakkak Allah Cennet kokusunu ona haram kılacaktır.
Ma'kıl İbn-i Yesâr (r.a)'dan rivayet olunur.
SON YORUMLAR
- Bütün beytlerin tercümesini gönderebilir misiniz? sitede sadece son birkaç...
- Fıtrat, namaz, tevafuk, sırlar ve tüm bunların sahibi zişanı İlahi kusur...
- Selamünaleyküm Ä°nternette mütalaalı risale i nur dersleri diye arama yaptÄ...
- bu kıymetli yazıdan dolayı ahmed izz kardeşimize teşekkür ederiz çok mani...
- selamün aleyküm Ahmed kardeşimizi tebrik ediyor ve bu faideli tercümelerin...
- Yanında okuyan diğer öğrencileri; Molla Muhammed Kasori Molla Muhammed Era...
- Benim merhum babam Molla İbrahim Azizi de onun yanında icazeti tamamlamıştı...
- Teşekkürler. Sanırım Envar neşriyat idi.Tam hatırlayamıyorum.....
- Çok güzel bir çalışma Rabbım ilminizi arttırsın bu çalışmalarınızı...
- Merhaba, Ben Foliant yayınlarından uğur. Sizinle iletişim kurmak istiyoruz ...
TARÄ°HTE BU HAFTA
ANKET
Sitemizle nasıl tanıştınız?
Yükleniyor...