Cevaplar.Org

DERS: 33 SÖZLER, LEMAAT MADDE RİKKAT PEYDA ETTİKÇE, HAYAT ŞİDDET PEYDA EDER

Allah madde ve manayı beraber yaratmış, biri birisiz olamaz. Tıpkı ruh ve beden gibi. Mesela ruh bu bedenden çıksa beden ölür, çürür ve gider. Ama ruh bu bedenin içinde olmazsa keyfini, lezzetini ideal manada takip edemez, lezzetlenemez


M. Ragıp Öncel

İsminur1940@gmail.com

2016-06-07 14:36:44

 "Hayat asıl, esastır; madde ona tâbi'dir, hem de onunla kaimdir. Bir hurdebînî huveyn(mikroskopik hayvancık) havass-ı hamsesiyle(5duygusu), insanın havassını

Müvazene edersen(karşılaştırdığında), görürsün; insan ondan(o küçük mikroptan) ne derece büyükse, havassı(duyguları da) o derece onunkinden aşağı. O huveyne(mikrop) işitir kardeşinin sesini.

Hem de görür rızkını. Ger(eğer mikrobu) insan kadar büyüse(büyütecek olsan), havassı(o mikrobun duyguları) hayret-feza; hayatı şu'le-feşan(insanı hayrette bırakır); rü'yeti de berk-âsâ bir nur-u âsumanî(o mikrobun görmesi ise şimşek süratinde her tarafında görür). 

İnsan, bir kitle-i mevattan(ölü ve cansız) bir zîhayat değildir. Belki de milyarlarla zîhayat hüceyratından mürekkeb ve zîhayat bir hücre-i insanî(milyarlarla hücrelerden oluşan bir hücre-i kübra).

اِنَّ اْلاِنْسَانَ كَصُورَةِ (يس) كُتِبَتْ فِيهَا سُورَةُ (يس) فَتَبَارَكَ اللّهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ

Muhakkak ki insan , içinde Yasin Suresi yazılmış bir Yasin kelimesinin çizimi gibidir.

Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde bulunan Allah`ın şanı ne yücedir."

Allah madde ve manayı beraber yaratmış, biri birisiz olamaz. Tıpkı ruh ve beden gibi. Mesela ruh bu bedenden çıksa beden ölür, çürür ve gider. Ama ruh bu bedenin içinde olmazsa keyfini, lezzetini ideal manada takip edemez, lezzetlenemez. Lezzetleri alan ruhtur, fakat Allah madde ile manayı birbirine arkadaş etmiş, beraber yaratmış, beraber vazife vermiş. Evet lezzetleri alan ruhtur, ama nezle olan bir adamın dili tatları alamadığından dolayı ruhun istifadesi eksik kalır. Yani adam kebap yese saman gibi gelir.

Keza, kulağı arızalı olan bir adam sağlıklı işitemez. Gören ruhtur, ama gözde bir arıza olsa dünya zindan olur.Şu halde güzel gören bir ruh, ama göz yok , çok güzel işiten bir ruh, ama kulak arızalı , çok güzel yürüyen bir ruh, ama ayaklar romatizma..v.s. işte bu bedendeki cihazat ve aletlerin varlığı ve sıhhati , ruhun bir nevi açılımına, yani eşyadaki hakikatın ve sırların hissedilmesine ve anlaşılmasına sebebiyet veriyor.

İşte biz de bu derste madde ve mana inceliğini anlamaya çalışacağız. Evet başlıktan başlayalım.

''Madde rikkat peyda ettikçe, hayat şiddet peyda eder.''

Yani; maddenin rikkat peyda etmesi demek, maddenin maddiyatından sıyrılıp şeffafiyet kazanması demektir. Yoksa maddenin incelip zayıflayıp iplik gibi olması anlamına gelmiyor. Burada rikkat peyda etmesi demek tasaffi etmesi, kusurlardan ayrılması bir nevi maddiyatıyla beraber nakıslardan sıyrılarak şeffafiyet kesp etmesi anlamına geliyor. Nuraniyet kesb etmek demek, maddiyattan çıkmak anlamından değildir; madde ile beraber maddenin kusurlarından kurtulmak, maddeyi terbiye etmek demektir.

Şu halde suret inceleştikçe, hayat o nispette kuvvet bulur. Yaratılan kışır ve suret ise, zamanla eskileşir ve parçalanır. Yani katı ve cansız olan madenler ve maddeler hayat makinesine atılmakla hayat makinesinin işlemesiyle terbiyeden geçen o kesif madenler ve maddeler, nur-u hayat ile eriyor, şeffaflaşıyor, hakikatını kuvvetleştiriyor demektir."Mesela; Nasıl ki su, kendi zararına olarak incimat eder. Buz, buzun zararına temeyyü eder.

Lüb, kışın zararına kuvvetleşir. Lafız, mana zararına kalınlaşır. Öyle de: Ruh, cesed hesabına zaifleşir. Ceset ruhun hesabına inceleştiği gibi" (Sözler, 29. Söz, 2.Maksad, 575) 

Mesela: cam'ın aslı kumdur. Şimdi kum terbiyeden geçti mi cam oluyor, az daha terbiyeden geçti mi, gözlük oluyor ve gösteriyor. Yani, kum kendi derece-i hayatından çıkıp merceğin derece-i hayatına girdi mi, onsuz yaşayamıyor artık. Evet, terbiye edilen kum; eğer gözlük ise eline aldın mı, gözü görür hale getirir, eğer teleskop ise, yıldızı gösteriyor, mikroskop ise, küçücük şeyleri gösteriyor.
Bunlar nasıl oluyor? Terbiyeden geçen kumda oluyor. Şu halde kum'a, kumluğun derece-i hayatından çık, kristal ve merceğin derece-i hayatına gir, demek gibi oluyor.(!)

Yeri gelmişken çok sık sorulan bir sorunun cevabına da ışık tutmuş olalım;

"Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir alem-i nur bulursun" (Lemalar, 17 Lema, 14. Nota, 153)

Madde terbiyeden geçerse hayatlanır ve hayat ona hâkim olur. Artık mekân, sadece bulunduğu mekan değildir, gördüğü duvar değildir. Hayat eğer cismaniyete hakim olursa, kalp ve ruhun derece-i hayatına girer ve onun koordinatları genişler herkesin bulunduğu mekanla bağlı olması, onu ilgilendirmez, mazi ve müstakbelle irtibata açılır, inkişaf meydana gelir.

Yani, madde terbiyeden geçtikçe manalardaki enerji ve nur, maddeye hâkim olmaya başlar. Mananın hâkimiyeti oldu mu, hayat cismaniyete hâkim olur ve standartları genişler; Bizim maddemiz, zamana ve mekâna bağlıdır. Ama bizdeki hayat nuru, zaman ve mekândaki hapse razı olmadığı gibi, kayda da giremez. Hayat nuru, Eğer zaman ve mekânda hapsedilse, sönmese de gizlenir. Bizdeki hayat nuru kayıtlardan kurtulmakla zaman ve mekânı aşar. Ruh ve kalbin daire-i hayatına girer, O zaman onun hayatı cisim gibi hazır zamanın esiri olmaktan çıkar, pek çok seneler maziye, pek çok senelerde istikbale nüfuz edip daire-i hayatı genişler ve Hz. Hızır (a.s.) gibi bir hayata mazhar olabilir.

Peki, rikkat peyda etmek nedir? Yani; maddiyatın sınırlarını zorlayarak onu terbiyeden geçirip kumun gözlük veya cam olması gibidir. Yani en bedevi insanlardan, en medeni insan haline getirmek demektir.

Medeni insan nurlu adamdır. İlim sahibi insan nurlu adamdır, abid adam nurlu adamdır, yani; ibadetle, İtaatle, faziletle maddi hayat ve cismani yaşayışımızı terbiyeden geçirmek ve nurlandırmak demektir. Ve öyle bir dereceye gelir ki cismi ve bedeni sadece ruhundaki nuru ve güzelliği gösteren lambanın camı gibi olur.

Demek ki kumun, kumluğu zayi olmuyor. Fakat terbiyeden geçerek şeffaflaşıyor. İşte maddenin incelmesi bu. Çünkü maddesi var; gözlüğe dokunuyorsunuz. Eğer bu zayıflık olsa -yukarda bahsi geçtiği gibi- maddenin rikkat peyda etmesi, bir deri bir kemik kalmış diye bu adamın maneviyatı ne kadar sağlam, derseniz yanılırsınız bu ölçü değil, sadece bu ölçü olamaz. Çünkü otuz kilo ağırlığında, bir deri bir kemik kalmış olan kâfir, Yahudi ve Hıristiyan çoktur. Öyle ise başka bir mana var. Çünkü yüz yaşında yüz kilo ağırlığında Müslümanlar da var. O halde buradaki mana, maddeten zayıflamak veya kilo vermek anlamında değildir. Sadece onunla mukayese ettik mi, yanlış manalar veririz.

İşte bu şekilde düşünmekle ''derece-i hayat'' sırrının cevabının açılımını yakalamış oluruz.

''Hayat asıl esastır. Madde ona tabidir. Hem de onunla kaimdir.''

Evet, esas olan hayattır ve ruhtur. Allah âlemde maddeyi, ona tabi kılmıştır. Yani; bütün mahlûkatın mekanizması hayat muhassalasına göre çalıştırılıyor. Bu mahlûkatta netice olarak meydana gelen öz ve hulasa, hayat ve ruhtur.

Bütün yemeler, içmeler, bütün faaliyetler, bütün hastaneler, bütün ekonomik düzenler hayata hizmet eder, hayatı netice veriyor ve hayatı gaye edinmiş ve insanın bedenini ayakta tutmak için dizayn edilmiştir.

Şu kulak insanın ruhuna göre halk edilmiştir. Hayvanın kulağını insana taktık mı, insan bundan rahatsız olur. Algılama cihazları farklıdır. Ceylanın gözünü insana taktık mı, yine ruh bundan rahatsız olur. Demek ki, insandan mükevvenata kadar Cenab-ı Hakkın hizmet ettirdiği mahiyet hayattır. Ruh, hayatın cevheridir " Evet nasıl ki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır.. ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır.. akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır.. Ve ruh dahi, hayatın hâlis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır." (Lemalar, 30.Lema, 5.Nükte, 379)

Hayat, genel olarak bütün canlıları kapsar. Ruh ise, onun öz ve özetidir. Bitkiler, ruhu olanlara hizmet ediyorlar. Ruhu olanlar da, şuuru olanlara hizmet ederler. Eğer ruhu sıksan, şuur damlar. Aklı ve şuuru sıksan, iman damlar.

Hem, madde asıl değil ki, vücud ona musahhar kalsın ve tabi olsun. Belki madde, bir mana ile kaimdir. İşte o mana, hayattır ruhtur. Evet, elbise beden ile kaim olduğu gibi, ceset ruh ile kaimdir. Ruh çok özel bir mahlûktur. Ruhu çektik mi, cesette elbise gibi yere yığılır.

Evet, bize verilen ruhun donanımına bakın. Yüz yıldızı varsa, sadece bir yıldızı cismani yaşayış ve hayvanı hayattır. İşte hayvanlar bir yıldızla bütün mahlûkatın bütün envaiyle beraber hayattan lezzetini alıyor ve saadetle yaşıyor. Ama bize binlerce yıldız ancak yetiyor. Affedersiniz; inek, hayatı boyunca bütün duygularını ve isteklerini bir heceyle yani "MÖ" ile dile getirir ve ona fazlası israfı kelam olur. İnsan ise 29 harf ve hece ile değil, hatta 2500 dil ile ancak meramını dile getirebiliyor. İşte Allah, ruhu beden ile bu kadar mükemmel donatmış. Çünkü ineğin dili daha büyük olmasına rağmen sadece bir hece çıkartabiliyor. İşte ruhun bu keyfiyetine bakarak düşünmek lazımdır. Kendi mahiyetini idrak edemeyen insanlara diyecek bir şeyimiz yoktur. Üstadımızın dediği gibi deriz."Madem dünyada hayat var, elbet insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını su-i istimal etmeyenler dar-ı bekada ve Cennet-i Bakiyede hayat-ı bakiyeye mazhar olacaklardır" (Sözler, 10.Söz. 2.Zeyl, 119)(Lemalar, 30.Lema, 5. Nükte, 377)

''Bir hurdebînî huveyn havass-ı hamsesiyle, insanın havassını Müvazene edersen,

Görürsün; insan ondan ne derece büyükse, havassı o derece onunkinden aşağı.''

Yani; mikroskopla ancak görülebilen bir mikrop ile bir insan mukayesesi yapılıyor. Şu halde mikrop bizden ne kadar küçükse, hissiyatı da o kadar şiddetlidir. Demek ki; madde maddiyatından vazgeçtikçe veya uzaklaştıkça hayat mertebesi kademe, kademe merhale, merhale gelişiyor. Onda öyle bir hâkimiyet oluyor ki, sanki hayatlaşıyor ve her tarafından hayat suyu fışkırıyor. 

Mesela Fil de mikrop gibi bir hayvan, belki hissiyat noktasında daha ileridir. Şu halde filin üstüne sinek konsa sizce bir şey hisseder mi? hissetmez. Kedi konsa bana mısın demez; Ancak bir kaç adam binecek ki benim üstümde bir şeyler var diyebilsin. Yani madde büyüdükçe, hissiyatlar küçülüyor.

''Sivrisineğin başında mızrak gibi bir hortum vardır. Filin başına konar, hortumunu filin hortumuna batırır, fil kaçmaya başlar, hiçbir suretle elinden kurtulamaz. Demek Cenab-ı Hak, sivrisineği file galip ve hâkim kılmıştır. Binaenaleyh hilkatçe dûn ise de, cesaret hususunda faiktir.'' (İ.İcaz,176)

Evet, madde ne kadar küçülse, ondaki duygular o nisbette artar. Yani inceldikçe çok zayıf düştükçe sanki gelişir anlamı çıkıyor. Şimdi örnekteki zayıflığı insana uygularken, yemek ve içmekten kesilip bir deri bir kemik kalmakla manevi âlemlerde terakki etmek için esastır denilmez. Evet, yemenin içmenin tesiri var, ama sadece ona bağlamak yanlış olur. Ehl-i tarik süluklarında esas aldıkları az yemekle beraber az uyumak ve az konuşmayı da esas tutmaları gösteriyor ki, insan sadece az yemek ve az içmekle beşeriyetin kötü hallerinden arınıp şeffaflaşmaz. Çünkü Müslüman pehlivan olduğu gibi, bir deri bir kemik kalmış kâfirler de var. Sırf yeme, içme tek sebeb olsa bu örnek, olduğu gibi uygulanabilirdi. Evet terbiyeden geçerken yemenin ve içmenin de tesiri vardır. Amma olmazsa olmaz değildir.

Şimdi bir başka bir örnekle izah edelim. Mesela huysuz bir atı dize getirmenin iki yolu vardır: Birincisi, atın arpasını kes biraz daha rahat edesin, suyunu kes az daha rahat edesin, samanını da kestin mi takati kesilir, sonra o ata binsen ne kadar gidersin? Siz takdir edin.

İkincisi, yoksa atın arpasını suyunu ve takatini kesmeden atı eğitip ona binebilecek iyi bir er yetiştirmek mi? Şimdi hayvanın arpasını, suyunu kısarak takatından düşürüp bir deri bir kemik bıraktın mı, ona herkes biner, iki adım sonra dizlerin bağı çözülür ve bir adım bile atamaz.

İnsanı eğitmek huysuz atı eğitmekten daha meşakkatlidir. Çünkü her insanın huyu farklıdır. Nabza göre şerbet verebilmek çok marifet ister.Her konuda olduğu gibi eğitimde de en huysuz,en vahşi ve en bedevi insanları eğitmekte bize en iyi örnek olan Efendimiz Hz. Muhammed(a.s.m)dır. Çünkü Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vessalam, fıtri olduğundan adetullah ve hilkat ve fıtrat kanunları ile kibrit çakar gibi hemen aşinalık peyda eder ve kısa zamanda her şey ile dost olurdu. Evet, O Zat (a.s.m) risaletle geldiği vakit, o çölllerde her taraftan onu tehdit ve tazyik eden o vahşi insanlar her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Ve tek başına kısa bir zamanda âlemin şeklini değiştirdi.

Mesela Halit b.Velid, İslam'a girmeden evvel de komutandı. Müslüman olduktan sonra da komutandı. Efendimiz (a.s.m) komutanlığı ''terk et'' demedi. Çünkü asıl hüner onu, komutanlık makamında terbiye etmektir ve islamiyetten sonra da Seyfullah ünvanını aldı. Sahabenin terbiyesi farklıdır, çünkü 1400 yıl geçmesine rağmen, telahuk-u efkârla beraber şu kültür ve eğitim seviyesi yüksek insanlardan Hz. Ömer gibisini yetiştiremiyoruz(!)

''Evet, asr-ı saadetten evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde baliğ olmuştu ki, kocaya vermekten âr ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Asr-ı saadette İslâmiyet'in doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını '' gömerlerken müteessir olmayanlar, İslâmiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular. Acaba böyle ruhî, kalbî, vicdanî bir inkılab hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi''? (İ.İcaz, Nübüvvet, 121)

Metinde mikropla – insanının duyguları karşılaştırılır; yani muvazene edersen, deniliyor.

İnsanın da zahir beş duygusu var, mikrobun da var. Mikrop, insana göre elbette çok zayıf ve çok çok küçük olduğundan duygularının keskinliği nazara alınmamalıdır. Bu mukayeseli bir örnektir. Bu örneği olduğu gibi kıyaslayacak olursak; O zaman zayıflamayı anlarız. İşte burada Risale-i Nur'u anlamada bir ölçü vereceğiz şöyle ki; Üstadımızın burada nazara verdiği örneği aynen tatbik ettik mi, yanlış bir mana çıkar. Yani, bir mikropla bir insanın kıyas edilmesi, zayıflık noktasındandır. Bu zayıflık noktasındaki örneği olduğu gibi kaldırıp; insanın kemale ermesi için düstur ve esası meslek ve meşrep olarak kişinin bir deri, bir kemik kalması gerekiyor deyip tatbik etsek yanlıştır. Tatbikatı elbette farklı olacaktır.

''O huveyne işitir kardeşinin sesini. Hem de görür rızkını.''

Yani; şu sanata bakın ki biz hayvanı göremiyoruz. Ama o, hayvan rızkını görüyor. Bak, işte koloni oluşturmuş, yavrusunun sesini işitiyor ve cevap veriyor, onun sesi nedir ki anlaşılıyor. Biz bir çocuğa mama vermekten aciziz. Az fazla verince çocuğun boğazına takılıyor ve biraz daha küçüğünü ver deriz. Biz mikrobu göremiyoruz, Allah bizim göremediğimiz mikrobun ağzına göre rızık paketleyip veriyor.

'Gözle görülmeyen hurdebînî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır.

Şu hal gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor, nur-u ruh teşeddüd ediyor.

Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi harareti ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor'.(Sözler, 29.Söz 1.Maksat, 552 )

Peki, bu misale, bir de tevhid nazarı ile bakalım; ''Göz ile görünmeyen bir mikrop, bir hayvancık, küçüklüğüyle beraber pek ince ve garib bir makine-i İlahiyeyi hâvidir. O makine mümkinattan olduğundan, vücud ve ademi mütesavidir. İlletsiz vücuda gelmesi muhaldir. O makinenin bir illetten vücuda geldiği zarurîdir. O illet ise, esbab-ı tabiiye değildir. Çünki o makinedeki ince nizam, bir ilim ve şuurun eseridir. Esbab-ı tabiiye ise ilimsiz, şuursuz, camid şeylerdir. Akılları hayrette bırakan o ince makinenin esbab-ı tabiiyeden neş'et ettiğini iddia eden adam, esbabın herbir zerresine Eflatun'un şuurunu, Calinos'un hikmetini i'ta etmekle beraber; o zerrat arasında bir muhaberenin de mevcud olmasını itikad etmelidir.'' (İ.İcaz, Tevhidin İsbatı, 96)

Üstadımız, parçada görme ve işitme üzerinde durur. Bakınız el, nasıl ki dokunmak şartıyla görüyor, yani; ıslak mı, kurumu, sıcak mı, soğuk mu, yumuşak mı, sert mi? Göz de görür, ama dokunmadan görür; Gözün görmesi için, ta el gibi gidip, adamın anlına, gözüne, yüzüne konmana lüzum yoktur. Dokunmadan uzaktan görür. Akıl gözden, iman da akıldan daha ileri maksatları gösterebilir.

Mesela; şu göz ve akıl, rasathanede yıldızları görebilir, ama Kur'an, imanın dürbünüyle kişinin, akılına ve gözüne yıldızların ötesindeki yüksek maksatlar ve bâki meyveleri gösterir. Demek görmekte mertebeler var, işte şeffafiyetteki sırlar(!)…

Mesela; röntgen şuaıda görüyor, ama görmesi gözden daha farklı, tomografi cihazı kalbinin içerisindeki damarlarına kadar fotoğrafını çeker; Bu işi yaparken hiç seni rahatsız etmiyor ve dokunmadan yapıyor. Misalleri Çoğaltabiliriz...

''Ger insan kadar büyüse havassı hayret feza rü'yeti de berk-asa bir nur-u asumani.''

Hissiyatı da büyümek şartıyla. Eğer küçücük mikrop bu hisleriyle bu hevesleriyle, bu iştahıyla, bu keskin hissiyatıyla eğer insan kadar olursa, yani hisleri hayret verecek tarzda olur. Ve her tarafıyla görecek şekilde hissiyatı ve duyguları inkişaf eder ve hayatı şimşeğin veya kibritin ateş alması gibi birde fosforlu barut gibi durmadan etrafına kıvılcımlar saçar. Evet, madde şeffafiyetiyle şu'le-i hayat ondan telemmu edip gelişir, inbisat eder ve bizim görmediklerimizi temaşa edip müşahede edebilir. 

Üstad bu benzetmesini Mektubat'taki ''Hakikat Çekirdekleri''nde şöyle belirtiyor: ''Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küremiz kadar büyüse, ona benzemeyecek midir? Hayatı varsa, ruhu da vardır. Âlem, insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i ferdiye hükmüne geçse; o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?'' (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, 105.sf, 519)

Madem o öyle, bu böyledir, öyle ise,

''İnsan bir kitleyi mevattan bir zihayat değildir.''

Yani; insan ölü mahlûklardan meydana gelmiş bir kitle yapısı değildir. Yani küçücük canlı hücrelerden oluşmuş büyük bir hüceyre-i kübradır. '' Ve buna benzer bir tanımda Mesnevi-i Nuriye'de şöyle geçer: ''Binaenaleyh ey bu küçük hüceyrelerden mürekkeb ve "ene" ile tabir edilen hüceyre-i kübra''! (Mesnevi, Katre, 66)

''Belki de milyarlarla zihayat hüceyrattan mürekkep ve zihayat bir hüceyre-i insan''

Yani bizim vücudumuz, küçücük mikroplardan daha ileri ve daha donanımlı olan hücrelerden mevcuttur. Çünkü bir hücre arkadaşı ile görüşür ve rızkını alır hatta bedenin bütün hücrelerine ve bütün hücrelere bağlı ve pek ince münasebetleri vardır

Şöyle ki, tüccarlar gibi beden hücrelerine erzak dağıtan alyuvarlardan tut, ta atar ve toplardamarlarına ve hissedip harekete getiren sinirlere ve vücuttaki dengeyi muhafaza etmek için çekme ve itme kanunlarına ve gelir gider dengesinin muhafazası için hücrenin ölümlerine doğmalarına kadar, hatta musavvire ve kuvvelere duygulara karşı derin ve mükemmel vazifeleri olan böyle canlı ve zihayat hücrelerden mürekkep olan bir insan niye önünü göremez? Niye ruhun ve kalbin gösterdiğini idrak edemez? Vücut müsait, yapı müsait, ama gaflet, ama isyan, ama küfür, ama enaniyet, ama gurur bu canlı topluluğa ve cihazlara hususi ibadetlerini onlara unutturur, kendisi ile meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de, o manevi fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanları ile müşevveş eder.

İnsanının değeri; Allah'a intisabı ve O'nunla münasebetlerini içten devam ettirmesi ile doğru orantılıdır. O'ndan kopuk ve cismani arzularla kirlenmiş insan şeklindeki bir bedeni, altınla, gümüşle ve atlasla bezeseler dahi kıymeti yine çamur, yine çamur, yine çamurdur.

Ve maalesef yaradılış gayesini bilmeyen bu insan, hissiyatlarını doğru kullanamadığından dünyevi ve süfli meseleler ve menfaate taalluk eden meseleler onları çamurlandırmış, paslandırmış, adeta camın önüne film çekmiş gibi engel olmuş ve gösteren camı artık gösteremiyor. Yoksa tabiatında var, yapısında var, ama gösteremiyor.

Eğer bir hücreyi veya bir mikrobu insan kadar büyütsen hissiyatı da büyütmek şartıyla hissiyatı ve havassı her tarafı görecek şekilde inkişaf ederse o büyümüş hücre, çok şeylere mazhar olmaz mı? Zaten senin her bir hücren bir mikrop gibi canlıdır. Çünkü o da yavrusunu görüyor yavru meydana getiriyor, çoğalıyor ve rızkını görüp alıyor, Sen de bunlardan müteşekkilsin. O halde bunlardan müteşekkil bir insan, kitle-i mevat gibi olur mu?

Bir et parçası gibi cansız olur mu? Yazıklar olsun demek istiyor bize. Bir insanın içine Cenab-ı Hak, bir kâinat dercetmiştir. Bir insana da o dediğimiz mikropların kendi kardeşini kendi yavrusunu gören, rızkını gören iğrenç mikroplardan daha ideal boyutta canlılardan müteşekkil olan bu insan maalesef maddi bir kütle gibi oluyor ve toprak parçası gibi yeme içme yatmadan başka hiç bir şey düşünmeyen bu gibi insanlara yazıklar olsun(!).

Bu hayat mertebesini,bu hayat ateşini bu hissiyatı, bu dünya böyle perişan ediyor.Yoksa maneviyat noktasında mertebe kat etmek o kadar kolay ki.. Alt yapısı hazır ama sistem yok, çalıştıracak mekanizma yok, terbiye yok.

İşte Risale-i Nur bu noktada çığır meydana getiriyor ve hissiyatlarımızı keskinleştiriyor. Ruhun önündeki bu engelleri kaldırıyor. Ruhun vücuttan istifadesini azami derecede arttırıyor. Bunu yaparken tarikat-vari gibi sadece kalp ile veya kelamdaki gibi sadece aklıyla hareket edip ayrı ayrı gitmiyor. Bunu kalp ve kafa bütünlüğü içinde yapıyor. Yani 'kalp bir kumandan gibi letaif askerleriyle aradığımız imanı ve islami, akli ve fikri ve ruhi birçok ihtiyaçların temin edilmesi için kahramanane maksada yürüsün diye terbiye, sistem mekanizması ve hayati düsturları Risale-i Nur bize, Kur'an'dan alıp vermekte olduğunu görüyoruz' .(Sözler, 20. Söz'ün Zeyli, 537) Elhamdülillah haza min fadli Rabbi

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

DERS: 33 SÖZLER, LEMAAT MADDE RİKKAT PEYDA ETTİKÇE, HAYAT ŞİDDET PEYDA EDER

DERS: 33 SÖZLER, LEMAAT MADDE RİKKAT PEYDA ETTİKÇE, HAYAT ŞİDDET PEYDA EDER

Allah madde ve manayı beraber yaratmış, biri birisiz olamaz. Tıpkı ruh ve beden gibi. Mesela ru

DERS: 32 OTUZ ÜÇÜNCÜ SÖZ BİRİNCİ PENCERE

DERS: 32 OTUZ ÜÇÜNCÜ SÖZ BİRİNCİ PENCERE

Üstad, ‘’Haşir Risalesin’’deki hakikatlara ’’bab ’’ diyor, burada da ‘’pencere

DERS: 31 ÂYETÜ’L-KÜBRA RİSALESİ İKİNCİ BAB İKİNCİ HAKİKAT

DERS: 31 ÂYETÜ’L-KÜBRA RİSALESİ İKİNCİ BAB İKİNCİ HAKİKAT

Ayetü’l-Kübra baştan sona Allah’ı anlatıyor. Kur’an-ı Kerimde de ‘’Ayetü’l-Kübra

DERS: 30 KASTAMONU LAHİKASI -RİYA HAKKINDADIR-

DERS: 30 KASTAMONU LAHİKASI -RİYA HAKKINDADIR-

Bu konuyu Üstadımız, Kastamonu Lahikasında üç nokta halinde sunmuştur. Riya hakkında genel b

DERS : 29 Kastamonu LAHİKASI TAKVA VE AMEL–İ SALİH

DERS : 29 Kastamonu LAHİKASI TAKVA VE  AMEL–İ  SALİH

Konumuz takva ve salih amel olup, bu terimleri anlamaya ve hayatımızda tatbik etmek için azim gay

DERS: 28 ONALTINCI SÖZ, ÜÇÜNCÜ ŞUA

DERS: 28 ONALTINCI SÖZ, ÜÇÜNCÜ ŞUA

‘‘Ey haddini aşarak insana sürekli vesvese veren nefis’ deniliyor. Neden haddinden tecavüz

DERS: 27 On dördüncü Lem'anın İkinci Makamı

DERS: 27 On dördüncü Lem'anın İkinci Makamı

Besmele Kur’an’da da yüz on dört kere nazil olmuş. Besmele çok sırlı bir ayettir. Kur’an

DERS: 26 10. SÖZ Zeylin Üçüncü Parçası

DERS: 26 10. SÖZ Zeylin Üçüncü Parçası

Haşir münasebetiyle bir sual: Kur'anda mükerreren

DERS: 25 YİRMİ ALTINCI MEKTUP DÖRDÜNCÜ MESELE

DERS: 25 YİRMİ ALTINCI MEKTUP DÖRDÜNCÜ MESELE

Sual: Mütekellimîn üleması; âlemi, imkân ve hudûsun ünvan-ı icmalîsi içinde sarıp zihnen

DERS: 24 ONİKİNCİ LEM'A

DERS: 24 ONİKİNCİ LEM'A

Bu günkü dersimizin konusu Re’fet Ağabey’in, Üstad’a sorduğu iki sualinin cevabı hakkın

DERS: 23 10.SÖZ 7.HAKİKAT (HAŞİR BAHSİ)

DERS: 23 10.SÖZ 7.HAKİKAT (HAŞİR BAHSİ)

Kuran-ı Kerim’in dört esası vardır. Bunlar; Tevhid-Nübüvvet-Haşir, Adalet ve İbadet’tir.

Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir.

Şûra, 43

GÜNÜN HADİSİ

"Tutumlu kişi asla fakir olmaz."

Taberani

TARİHTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI