DERS: 22, ONALTINCI SÖZ, BİRİNCİ ŞUA
İtminan-ı nefsime medar olacak, zulmeti dağıtacak şu âyetin nurundan dört şuaı göstermekle, kör nefsime bir basiret vermek için yazılmıştır.)
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ٭
فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Meali: (Cenab-ı Hak) Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, O'nun için sadece ''ol'' demektir. O da oluverir. Şanı ne yücedir ki O'nun. Ki, her şeyin hüküm ve tasarrufu
elindedir. Siz de O'na döneceksiniz. (Yasin, 82-83)
(İtminan-ı nefsime medar olacak, zulmeti dağıtacak şu âyetin nurundan dört şuaı göstermekle, kör nefsime bir basiret vermek için yazılmıştır.)
İtminan-ı nefsime medar olacak. Yani nefsimizi tatmin edecek. Zulmeti dağıtacak, zulmet dediği şunlardır: Allah'ın birliği, ama her işi bizzat yapması, yani yardımcısız, mübaşeretsiz, bütün işleri birden görmesi, hem de mekândan münezzeh olup, her yerde hazır ve nazır olması. Hem her şeyin ulvisi ve yükseğinde olması ve her şeyi bizzat bilmesi. Zahiren mantık açısından ters, birbirinden zıt şeylerdir bunlar. Evet, zulmeti dağıtacaktan maksat, bu ve bu gibi sorulardır.
İşte bu ve bu gibi zulmetlerin suallerini Üstad Hazretleri bu derste izah edecektir.
"BİRİNCİ ŞUA: Ey nefs-i nâdan! Diyorsun ki: "Ehadiyet-i Zât-ı İlahiye ile külliyet-i ef'ali"
Allah'ın Zatı birdir, ama işleri sonsuzdur. Şimdi bir zat tek başına sonsuz bir işi yapabilir mi? Bir adam üç işi, beş işi, on işi tek başına yapsın, çelişkili değil mi,sonsuz bir işi yapamaz ki..
Hem Allah bir, işleri sonsuz. Öyle değil mi? Peki bu nasıl olacak?
"…… ve vahdet-i şahsiyesiyle muinsiz umumiyet-i rububiyeti….."
Bir hasta bile ameliyat olurken, on doktorla beraber bu işin üstesinden geliyorlar. Eğer bir kalp ameliyatı ise 15 tane personel hastanın başında oluyor. Ama Cenab-ı Hak şahsının birliği ile muinsiz, yardımcısız ve yardıma ihtiyaç duymadan, bütün mahlûkatı her yerde terbiye etmesi, toprağı insan yapması, bir damla sudan hayvanatı halk etmesi ve küçücük bir çekirdekten koca ağaçlar yaratmasıyla asarını bizlere göstermiş. Öyle ameliyat yapmaya falan benzemez. İşte bütün bunları yardımcısız yapması. Soru bu. Başka?
"….. ve ferdaniyeti ile şeriksiz şümul-ü tasarrufatı….."
Yine şahsının birliğiyle, şeriki olmadan her yerde tek başına her şeyde tasarruf etmesidir. Başbakan ülkeyi idare ederken, kaymakamdan tutun, nahiye müdürlerinden geçip, ta valilere, bakanlara... vs varıncaya kadar yardımcıları var. Tabii bu sıradan küçük bir devlet, Ya bu koca saltanat, Kâinat dediğimiz koca saltanatı, Cenab-ı Hak ferdaniyetiyle yalnız nasıl idare ediyor? Açıklanması gereken bir soru da bu.
"…..ve mekândan münezzehiyetiyle her yerde hazır bulunması ve nihayetsiz ulviyetiyle herşeye yakın olması ve birliği ile her işi bizzât elinde tutması; hakaik-i Kur'aniyedendir…."
Allah mekândan münezzehtir. Yani Allah'ın(CC) yeri yurdu mekânı yoktur, ama hem de nerede ararsan oradadır. Sorunun zorluğu bu. Bütün bu ve bunun gibi soruları...
"….. Kur'an ise hakîmdir. Hakîm ise, akıl kabul etmeyen şeyleri akla tahmil etmez. Akıl ise, zahirî bir münafatı görüyor. Aklı teslime sevkedecek bir izah isterim."
Cenab-ı Hak, Esma ve sıfatıyla her yerde ve her şeyde. Her yerde nihayetsiz ulviyeti de var, hem her şeye her şeyden daha yakınlığı da var. Bunlar izah edilecek. Ayrıca birliği ile her işi bizzat elinde tutması, Hakaık-ı Kur'aniyedendir. İmani hakikatlardandır. Bunları Kur'an anlatıyor. İşte bu ve bu gibi hususlar ilgili ayetler ve hadisler de vardır. Akıl ise, Kur'an'daki bu muhtemel çelişkinin izahını nasıl yapacak? Sorular bunlar..
Bazı soruların cevabı, içinde gözüküyor. Nasıl mı?
Bir şeyin mekânı varsa yeri de vardır. Mekânı yoksa her yerde olabilir değil mi? Öyle ise her yerde olabilmesi için mekânı olmaması gerekir, ama insan dikkatlice düşünüp bu mantık inceliğini kavrayamıyor(!) Ruh örneğini verelim. Sende ruh var mı? Var. Peki, ruh senin gözbebeğine mi yoksa ayak parmağına mı daha yakındır? Her tarafa yakınlığı aynı değil midir? Neden peki? Çünkü ruhun yeri (mekanı) belli değil de ondan. Ayrıca O zat (CC) yüceliğiyle beraber her şeye yakın olması, bila teşbih güneşin ulviyeti ve dünyamızdan binlerce km uzakta olmasına rağmen hem yerde tecellisiyle hem yere yakın ve hem de her yerde olması gibi.
"Elcevab: Madem öyledir, itminan için istersen, biz de Kur'an'ın feyzine istinaden diyoruz: İsm-i Nur, çok müşkilâtımızı halletmiş; inşâallah bunu da halleder. Akla vâzıh, kalbe nuranî olacak temsil yolunu ihtiyar ile İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi deriz:
نَه شَبَمْ نَه شَبْ پَرَسْتَمْ مَنْ ٭ غُلاَمِ شَمْسَمْ اَزْ شَمْسْ مِى گُويَمْ خَبَرْ
"Ben ne geceyim, ne de geceye kulluk ederim. Ben bir hakikat güneşinin hadimiyim ki, size ondan haber getiriyorum." (İ. Rabbani, el Mektubat 1,124) Geceyi karanlık ve zulümat olarak düşünürsek yani ben ne tabiatçıyım ve ne de o felsefeciler gibi düşünüyorum. Ben her şeye gözü açık bakarım, onlar gibi gözü kapalı değilim, demektir. Tıpkı dalgıçlar gibi gözünü açmalısın. Yani bizler olaylara tabiatçılar gibi gözü kapalı bakamayız. Yoksa muvazeneyi bulamayız.
''Evet sünnet-i seniye ile muvazene yapılmazdan evvel, hemen meşhudatına itimad eden İşrakiyyun ile mutasavvifenin eserlerini teemmül eden zâtlar, şu söylediğime hak verir. Bilâtereddüd kabul ederler.
Arkadaş! Kur'an da o defineyi keşfetmek için o denize dalmıştır. Fakat Kur'anın gözü açık olduğundan, defineyi tamamıyla ihata ile görmüştür. Ve hakikata uygun bir tarzda tenasüb ve müvazeneye riayet ederek kemal-i intizam ve ıttırad ile hakikatı izhar etmiştir.''(Mesnevi, Zeyl-ül Habbe 132 )
İşte biz de bu dersi, Kur'an nuruyla keşfederek açıklamaya çalışacağız.
"Temsil, i'caz-ı Kur'an'ın en parlak bir âyinesi olduğundan, biz dahi bir temsil ile şu sırra bakacağız.
Şöyle ki:Bir tek zât, muhtelif meraya vasıtasıyla külliyet kesbeder. Cüz'î-yi hakikî iken, umumî şuunata malik bir küllî hükmüne geçer. Meselâ: Şems bir cüz'î-yi müşahhas iken, eşya-yı şeffafe vasıtasıyla öyle bir küllî hükmüne geçer ki, rûy-i zemini timsalleriyle, akisleriyle dolduruyor."
Nasıl ki, bir tek zat muhtelif meraya yani aynalar vasıtasıyla külliyet kesbeder. Yani aynalardaki görüntülerin artması ile çok olur demektir.
Nasıl ki, Güneş doğduğunda dünyanın tüm yüzü faraza küçük küçük cam parçalarından ibaret olsa, çok çok güneşcikler oluşuyorsa kaç tane güneş olur? Sayamayacağımız kadar öyle değil mi? Peki bir güneşin bir ayineye girmesi ile bütün aynalara girmesi arasında fark olur mu? Elbette ki olmaz… Ayineler çoğaldıkça güneşte müşkülat olur mu? Olmaz… Peki, hepsi bizzat görünür mü? Hiç şüphesiz evet görünür diyeceğiz.
İşte Allah'ın yarattığı güneşte böyle bir hususiyet oluyorsa, niçin Rabbimizin her şeyde bizzat tecellisini uzak görelim!
"Hattâ katarat ve parlak zerrat adedince cilveleri bulunuyor. Güneşin harareti ve ziyası ve ziyanın içinde olan yedi renkli elvan-ı seb'ası, herbirisi mukabilindeki eşyaya muhit, âmm ve şamil oldukları halde; herbir şeffaf şey dahi güneşin timsaliyle beraber harareti, hem ziyayı, hem elvan-ı seb'ayı göz bebeğinde saklıyor. Ve safi kalbini ona bir taht yapıyor."
Nasıl ki Güneş ışığıyla bütün kâinatı ihata ettiği gibi, parlak şeylerin içinde de güneş çok esması ile beraber görülüyor. İşte peygamberlerde ve büyük vasıflı insanlarda Cenab-ı Hakk'ın çok esması tecelli ettiğinden dolayı, onlara baktık mı, Allah'ın varlığına ve marifetine daha müthiş, daha parlak bir pencere açılıyor. Ama diğerleri onlar gibi olmayabilir. Mahiyetine göre tecelliyatta farklı oluyor. Bunlara ilerde temas edeceğiz.
Parçada umumi tecellide Güneşin varlığının görünmesi Vahidiyeti ve hususi tecellilerde ise Güneşin Ehadiyeti belirtilmiştir. Bu parçada Güneşin umumi tecelliyatının her yeri kaplaması ''eşyaya muhit amm ve şamil olduğu halde'' buraya kadar Vahidiyet vurgulanıyor. Her bir şeffaf şey ile başlayıp taht yapıyor'a kadar ise Ehadiyet bildiriliyor.
"Demek Şems, vâhidiyet haysiyetiyle ona mukabil umum eşyaya muhit olduğu gibi, ehadiyet cihetiyle herbir şeyde Güneş çok vasıflarıyla beraber bir nevi cilve-i zâtıyla bulunur."
Üstadımız Mektubat'ta şöyle buyuruyor: ''Vâhidiyet ise, bütün o mevcudat Birinindir ve Birine bakar ve Birinin icadıdır demektir. Ehadiyet ise, her bir şeyde, Hâlık-ı Külli Şey'in ekser esmâsı tecellî ediyor demektir. Meselâ, güneşin ziyası bütün zeminin yüzünü ihata ettiği haysiyetiyle, vâhidiyet misalini gösterir. Ve herbir şeffaf cüzde ve su katrelerinde, güneşin ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması, ehadiyet misalini gösterir. Ve herbir şeyde, hususan zîhayatta ve bilhassa herbir insanda, o Sâniin ekser esmâsı onda tecellî ettiği cihetle, ehadiyeti gösterir.(Mek, 20.Mektup 2.Makam 6.Fıkra251)''
Demek oluyor ki, bir kâtibin yazdığı sayfadaki veya kitaptaki bütün harflerdeki tecellisi Vahidiyet'e, o sayfalardaki her bir harfin katibini göstermesi ise Ehadiyet'e örnek oluyor. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarının tecellisi Vahidiyet, Zat'ının tecellisi ise Ehadiyettir.
"Madem temsilden temessül bahsine geçtik. Temessülün çok enva'ından şu mes'eleye medar olacak üç nev'ine işaret ederiz:"
Madem temsilden temessüle, yani hakikata geçtik. Üstadımız Lemaatta dört kısım temessüllerden bahseder. Bunlar: İnsan, şems, melek ve kelimedir. Bunları orada adeta bu konun açılımını çekirdek olarak açıklar."Ayinede temessül, münkasım dört surete;
1-Ya yalnız hüviyet; maddesi olan cisimler aynaya sadece görüntülerinin suretlerini hüviyetlerini taşırlar. İnsan,dağ,taş...gibi.
2-Ya hüviyet beraber hasiyet; maddesinin yanında nuraniyeti olanlar gibi. Güneşin aynadaki ısı ve ışığının gitmesi gibi.
3-Ya hüviyet, hem şu'le-i mahiyet; Meleklerin yapısının özelliğini götürmesi gibi.
4-Ya hüviyet hem mahiyet; kelime gibi. Kelime melekten daha latiftir". (Lemaat, Sözler,760)
"Birincisi: Kesif, maddî şeylerin akisleridir….
O akisler hem gayrdır, ayn değil. Hem mevattır, ölüdür. Hüviyet-i suriyesinden başka hiçbir hasiyete mâlik değil. Meselâ sen âyineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur. Fakat zîhayat yalnız sensin, ötekiler ölüdürler. Hayat hâssaları onlarda yoktur."
Yani maddi olan cisimlerin akisleri ve görüntüleri, esas kendileri değildir. Eğer bu, insanın görüntüsü ise, kendisi canlı, ama görüntüsü cansızdır. Cenab-ı Hakkın bir kanunu var. Bir madde aynalar mahzenine girdi mi, o madde canlı-cansız olsun fark etmez, milyon madde olur. Ama onun görüntüleri ölüdür. Hayatta olan tek bir şey, o da merkezdekidir. Demek aynalar mahzeninde bir şey, bin şey oluyor. Üstadın tabiriyle ''bir Said bin Said olur. Fakat zihayat yalnız sensin, ötekiler ölüdürler," deniyor.
"İkincisi: Maddî nuraninin akisleridir."
Hem maddesi olup, hem de ışığı nuraniyetleri olan şeylerin görüntüleri demektir. Güneş gibi. Demek ki güneşin maddesiyle beraber nuraniyeti de var. Mesela elinde mum ile mahzene girsen ışığı ne olur? Yansır. Nuraniyet arttıkça aynadaki görüntüsünü tesiri de artar. İş de yapar. Yani, eşya maddeden manaya doğru yaklaştıkça, görüntülerin müessiriyeti artıyor. Şümulleri genişliyor. Oradaki tesirleri maddeye göre daha şiddetli ve daha tesirli oluyor. Üstad Hazretleri bu konuyu özetler mahiyette, Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde şu açıklamayı yapar:
''Hangi bir şey latif, nurani ise sebep ve fail olmaya kesb-i liyakat kazanır". (Mesnevi, Zeylü'z Zeyl,141)
Yani Allah'ın yarattığı güneş bir olmakla beraber, aynalar mahzenine girer, milyonlar güneş olur ve hepsi ayrı ayrı iş yapar, bir iş bir işe de mani olmaz. Güneş, yarı nurani olduğu için ''tenvir'' fiilini eşya ile, temas etmeksizin icra ettiği gibi, cazibesiyle de bütün gezegenleri yine dokunmaksızın çekip çevirir.
Demek oluyor ki bir varlık maddeden uzaklaştığı nisbette, mübaşeretsiz iş görme sahasında ilerleme kaydeder.
Rabbimizin tasarrufuna ve icraatlarına bir nebze bakabilmek amacıyla, Üstadımızın verdiği güneş örneğinin ışığı altında mübaşeretsiz tasarruf yani dokunmaksızın iş görmeyi biraz açmak isterim:
"İ'lem Eyyühel-Aziz! Maddiyattan olmayan, bilhâssa mahiyetleri mütebayin olan bir çoklukta tasarruf eden bir zâtın, o çokluğun her birisiyle bizzât mübaşeret ve mualecesi lâzım değildir....Binaenaleyh Cenab-ı Hakk'ın mahlukatındaki tasarrufu, yalnız bir emir ve irade ile olur. Bizzât mübaşereti yoktur. Şemsin kâinatı tenvir ettiği gibi"(Mesnevi,Zeylü'l Hubab,107)
Mübaşeret, ancak iki maddi şey arasında söz konusudur. Maddeden uzaklaştıkça, mübaşeretsiz iş yapmaya doğru yaklaşılır.
Mesela, elimiz maddidir, kitab da. Onun için kitabı tutmamız için ona dokunmamız gerekir. Ama göz nuru maddi olmadığı için temas gerekmez. Göz burada mübaşeretsiz iş görür.
Mıknatısın da çekim gücü maddi değildir. O da çivileri dokunmaksızın çeker.
Keza ampulün maddesine dokunuruz, ama ampul, ışığını odada bulunanların yanına gitmeden aydınlatır.
Aynı şekilde Güneşin cazibesi de maddi değildir, gezegenlerini dokunmadan çevirir.
Ya ruhumuz, organlarımızı birbirine yardım ettirirken, dokunmadan iş görür. Organlarımız kesif ve maddi ise de, ruhumuz latiftir ve nuranidir.
Ruhun beden içindeki tasarrufu anlayamayan, Cenab-ı Hakk'ın şuunat ve tasarrufunun mahiyetini elbette anlayamaz!
Dünyamızın cazibe kanunuyla güneşe takılı olduğunu idrak edemeyen ilmimizle, umum kainatın Halikı ve bütün kanunların hâkimi olan Allah'ın(c.c)şuunatını elbette anlayamaz.
Zaten bizim vazifemiz, sadece bu tasarrufatın mübaşeretsiz olduğunu anlamak ve iman etmektir.(Mehmed Kırkıncı Hocamın Hikmet Pırıltıları adlı eserinden)
"Şu akis ayn değil, fakat gayr da değil. Mahiyeti tutmuyor, fakat o nuraninin ekser hasiyetlerine mâliktir. Onun gibi hayy sayılıyor. Meselâ: Şems dünyaya girdi. Herbir âyinede aksini gösterdi. O akislerin herbirinde, Güneş'in hâssaları hükmünde olan ziya ve ziyadaki elvan-ı seb'a bulunuyor. "
Bunun görüntüleri (yani maddi-nurani olan şeylerin) ne aynıdır, ne de gayrıdır. Yani o şeyin görüntüsünü görünce, onun bazı özelliklerini bilmediğimiz için, o şey için o hem kendisidir hem de kendisi değildir, demek gibi bir şey oluyor.
Mesela: güneşin ayinedeki görüntüsü orada mı değil mi? Evet orada deriz. Peki, hakikaten orada mı güneş? İşte o zaman yok deriz. Işığı ve ısısı var, ama zatıyla ondan uzak. Güneş ayinede hem var hem yoktur gibi.
Bir insan yemin etse ki, güneş benim ayinemdedir, yani aynamın içindedir dese, bu yemini doğru mu? Evet, öbürü de kalkıp senin ayinende güneş yoktur dese, o da doğru söylemiş olmaz mı? Tabiî ki evet, yani hem var, hem yok.
"Eğer faraza Güneş zîşuur olsa idi, harareti ayn-ı kudreti, ziyası ayn-ı ilmi, elvan-ı seb'ası sıfât-ı seb'ası olsa idi; o vakit o tek ve yekta bir güneş, bir anda her bir âyinede bulunur, her birisini kendine bir arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mani olmazdı. Her birimizle âyinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu."
Güneş maddi olduğu halde, ışığının, hararetinin, kuvvetinin nurani olması dolayısıyla yeryüzünde sayısız denecek kadar eşyada birlikte iş görür, bütün eşyayı birlikte aydınlatır, bütün gözlere beraber ışık verir. Daha evvelde söylediğimiz gibi güneş bütün bu icraatlarını mübaşeretsiz (dokunmaksızın),mualecesiz(çaba göstermeden) yapar.
Faraza güneşin şuuru olsaydı,görüntülerinin gittiği yerleri bilmez miydi?..
Güneş bizden bir milyon küsur kilometre uzak. Maddesiyle bizden uzak, ama ışığı, ısısı...vs. ile çok yakın.
Peki, temsilden temessüle yani hakikata geçelim.
Şimdi güneşin, ışığıyla ısısıyla aynada olup da, zatıyla olmaması güneş için bir örnektir..Cenab-ı Hakk'ın hiç maddesi yok. Maddeden ve zamandan münezzeh. Şimdi güneşin misalini Cenab-ı Hak için tatbik etsek. Malum güneş, ışığı ile bize bizden yakın. Güneş zatıyla bizden uzak, niçin peki? Güneşin maddesi olduğu için bizden uzaktır. Güneşin zatının özelliği ışığı gibi nurani olsaydı. Güneş ışığıyla bize bizden yakın olmakla beraber, zatıyla da yakın olurdu öyle değil mi?
Şimdi Güneşle bizim aramızda ışık mesafesi yoktur, ama zatıyla var. Neden? Çünkü, Zat'ı maddi olduğundan dolayı mesafe vardır.
Bu derin meseleyi bir başka örnekle de açayım:
Peki, Ruhumuzun parmağımıza olan mesafesi ne kadardır? Hiç mesafe yoktur. Ne içinde ve dışında ve ne de her yerindedir. Ama neyi ile?.. Her şeyi ile diye cevabını veririz. Ruh şurada var, ama mekânı da şurada diyemiyoruz. Bunun sebebi ise ruhun maddesinin olmaması, her yeri ve her şeyimizle hazır ve nazır olmasıdır. Güneş, nim- nurani olduğundan dolayı ışığı bize bizden yakın, zatı ise bize uzaktır diyoruz.
Bu misali bila teşbih Allah'a olduğu gibi tatbik edersek. Cenab-ı Hakk'ın sıfat ve esmasına nuraniyet, zatına maddiyet vermiş oluruz! Allah'ın zatı da nuranidir, esması da.. O halde Cenab-ı Hak her şeye, her şeyden her şeyi ile daha yakındır. Sıfatıyla, esmasıyla, zatıyla yakındır.
"Üçüncüsü: Nurani ruhların aksidir."
Kademe kademe; yani evvela maddi cisimlerin aksi, sonra maddi-nuranilerin akislerine ve şimdi ise sırf nurani olan şeylerin akislerine geldik. Yani nuraniyet arttıkça ve madde geriliyor ve müessiriyet artıyor, görüntüler daha şiddetli daha müessir oluyor. Nasıl mı?
Bu hususta Üstadımız Mesnevi'de şöyle diyor:
"Kevn ve vücud sahasında durup, ahval-i âleme dikkat eden adam, hadsî bir sür'atle anlar ki: Tesir ve fâiliyet; latif, nuranî, mücerred olan şeylerin şe'ni olduğu gibi; infial, kabiliyet, teessür de maddî, kesif, cismanî şeylerin hâssasıdır. Evet misal olarak semadaki nur ile yerdeki şu kocaman dağa bak. O nur semada iken ziyasıyla yerde iş görür, faaliyettedir. O dağ ise, azametiyle beraber faaliyetsiz yerinde oturuyor. Ne bir tesiri var ve ne de bir fiili var.Ve keza eşya arasında vukua gelen fiillerden anlaşılıyor ki, hangi bir şey latif, nuranî ise, sebeb ve fâil olmaya kesb-i liyakat eder." (Mesnevi Zeylü'l-z Zeyl,141)
Demek nuraniyet arttıkça aynasındaki görüntüsünün de tesiri artıyor, iş yapıyor. Hele melek oldu mu, daha da farklı oluyor.
"Şu akis, hem hayydır hem ayndır.Fakat âyinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefs-ül emriyesini tamamen tutmuyor."
Meleklerin görüntüleri hem diridir, sırf hüviyetlik iş yapıyor orada. Hem haydır diridir, hem de ayn dır.Demek ki melek olunca güneşten öte iş yapıyor,ruhları kabz ediyor.
Hadisat aynalarında Cebrail (as), veya Azrail(as) esas olarak Allah'ın takdir ettiği makamda hakiki vücudu ile oturur. Güneşten daha latif olduğundan dolayı mahiyetiyle beraber bütün mahlûkatta iş yapar. Sadece cismaniyet olarak olsalar, olduğu yerde olurlardı. Başka yerde görüntüleri iş yapamazdı. Nuraniyet sırrı, hayali bir vücud değildir. Biz, bunu ''maddi olmakla beraber nuraniyetin özelliklerini taşıyan'' şeklinde anlamalıyız.
Mesela Cam kâğıttan daha kalın ve daha ağır olduğu halde şeffaf olup bir nevi nuraniyet taşır. Bazı mermerler vardır ki, taş olmakla beraber ışığın görülmesine mani değildir. Ama bu tezahür aynaların kabiliyetine göredir. Bir insan düşünün ki, boyu 180 cm olsun. Bu insan irili-ufaklı kendini gösteren aynalı odalara girse elbette ki aynaların kabiliyetine göre farklı şekiller alır, ama onun esas boyu bellidir. İşte Hazret-i Cebrail(as) nefsül emirde keyfiyeti nasılsa onu bilemiyoruz, yani tasvir edemeyiz. O'nu 19.Mektub'da belirtildiği gibi Dıhye isminde bir sahabeye benzeyen suretinde Peygamberimiz(asm) huzurunda bulunduğunu veya başka yerlerde de bulunduğunu biliyoruz.(19. Mektup, 15.İşaret 2. Şube,165)
"Meselâ: Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, Dıhye suretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir anda, huzur-u İlahîde haşmetli kanatlarıyla Arş-ı A'zam'ın önünde secdeye gider. Hem o anda hesabsız yerlerde bulunur, evamir-i İlahiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş bir işe mani olmazdı. İşte şu sırdandır ki; mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salâvatlarını birden işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. Birbirisine mani olmaz."
''Meselâ, Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm bin yıldızda bir anda hem Arş'ta, hem huzur-u Nebevîde, hem huzur-u İlahîde bir vakitte bulunması; hem Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın haşirde bir anda ekser etkıya-ı ümmetiyle görüşmesi ve dünyada hadsiz makamlarda bir anda tezahür etmesi ve evliyanın bir nevi garibi olan ebdalların bir vakitte çok yerlerde görünmesi ve avamın rü'yada bazan bir dakikada bir sene kadar işler görmesi ve müşahede etmesi ve herkesin kalb, ruh, hayal cihetiyle bir anda pek çok yerlerle temas edip alâkadarane bulunması, malûm ve meşhud olduğundan.. Elbette nuranî, kayıdsız, geniş ve ebedî olan Cennet'te, cisimleri ruh kuvvetinde ve hıffetinde ve hayal sür'atinde olan ehl-i Cennet, bir vakitte yüz bin yerlerde bulunup yüz bin hurilerle sohbet ederek yüz bin tarzda zevk almak; o ebedî Cennet'e, o nihayetsiz rahmete lâyıktır ve Muhbir-i Sadık'ın (A.S.M.) haber verdiği gibi hak ve hakikattır.'' (Sözler, 28.Söz 545)
İşte Peygamber Efendimizin(ASM)'de, bir güneş gibi ahirette bütün ümmet ile bir anda konuşacak, bir konuşması diğer konuşmasına mani olmayacak. Yani orada kuyruk bekleme derdi olmayacak vs..
Fani olan kainatın lambası olan güneş bu kadar maharetli olursa,ya manevi güneşimiz kim bilir daha ne kadar hünerli olur kıyas edebilir misiniz(!)
''Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak, şemsin hararetini hayat, ziyasını şuur, ziyadaki renkleri duygu gibi yapmış olsaydı, senin elindeki ayinede temessül eden şemsin timsali seninle konuşacaktı. Çünkü, o, timsalinde oldukça harareti, ziyası, renkleri olurdu. Hararetiyle hayat bulurdu. Ziyasıyla şuurlu olurdu. Renkleriyle de duygulu olurdu. Böyle olduktan sonra, seninle konuşabilirdi. Bu sırra binaendir ki, Resul-i Ekrem (a.s.m.), kendisine okunan bütün salâvat-ı şerifeye bir anda vakıf olur. (Mesnevi, Habbe,121)
"Hattâ evliyadan, ziyade nuraniyet kesbeden ve ebdal denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zât, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş."
Abdal, bedelin cem'isi yani çoğulu demektir. Manası, ziyade nuraniyet kesbeden zat demektir. Yani kendine bedel birçok yerde bulunabilirmiş. Rivayet edilir ki, Abdulkadir-i Geylani Hazretleri bir gün müridleriyle gezerken bir ramazan günü O'nu gören dostları iftar'a davet ederler. Belki 40 kişiye söz verdiğini ve akşam olunca da iftarını dergâhta müridlerle beraber yaptıkları söylenir. Ertesi gün o dostlar, birbirlerine " dün akşam, Hazretle beraber iftar yaptık, elhamdülillah derler." Halbuki Abdülkadir-i Geylani Hazretleri dergahta veya tekkede, yani bir yere gitmemiş, ama çok yerlerde bulunmuş. Nitekim Üstad Hazretleri ile ilgili "Tarihçe-i Hayatta" buna benzer bir olay anlatılır.
Şöyle ki: Bedîüzzaman hapiste iken bir gün, o zamanın Eskişehir müddeiumumîsi Üstad'ı çarşıda görür. Hayret ve taaccüble ve vazifesine son vereceği ihtarıyla, hapishane müdürüne:
-Ne için Bedîüzzaman'ı çarşıya çıkardınız? Şimdi çarşıda gördüm, der.
Müdür de:
-Hâyır efendim, Bedîüzzaman hapishanede, hattâ tecriddedir; bakınız,
diye cevab verir.
Bakarlar ki, Üstad yerindedir. Bu hârika vakıa adliyede şayi' olur. Hâkimler, "Bu hale akıl erdiremiyoruz" diye birbirlerine naklederler.
{(Haşiye): Aynen bunun gibi bir vakıa da, Bediüzzaman Denizli hapsinde iken olmuştur. Üstadı, halk iki-üç defa muhtelif câmilerde sabah namazında görür. Savcı işitir. Hapishane müdürüne pürhiddet "Bediüzzaman'ı sabah namazında dışarıya, câmiye çıkarmışsınız" der. Tahkikat yapar ki, Üstad hapishaneden dışarı kat'iyyen çıkarılmamış. Eskişehir hapishanesinde iken de bir Cuma günü, hapishane müdürü, kâtib ile otururken bir ses duyuyor: "Müdür bey! Müdür bey!" Müdür bakıyor. Bediüzzaman yüksek bir sesle: "Benim mutlaka bugün Ak Câmi'de bulunmam lâzım." Müdür: "Peki Efendi Hazretleri" diye cevab veriyor. Kendi kendine: "Herhalde, Hoca Efendi kendisinin hapiste olduğunu ve dışarıya çıkamayacağını bilemiyor" diye söylenir ve odasına çekilir.
Öğle vakti; Bediüzzaman'ın gönlünü alayım, Ak Câmi'ye gidemeyeceğini izah edeyim düşüncesiyle Üstad'ın koğuşuna gider. Koğuş penceresinden bakar ki, Bediüzzaman içeride yok! Hemen jandarmaya sorar, "İçeride idi, hem kapı kilitli" cevabını alır. Derhal câmiye koşar. Bediüzzaman'ın ileride, birinci safta, sağ tarafta namaz kıldığını görür. Namazın sonlarında Bediüzzaman'ı yerinde göremeyip, hemen hapishaneye döner; Hazret-i Üstad'ın "Allahü ekber" diyerek secdeye kapandığını hayretler içerisinde görür. (Tarihçe-i Hayat, Eskişehir Hayatı,213)
"Evet, nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler âyine olur. Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mevcudatı âyine hükmünde ve berk ve hayal sür'atinde bir vasıta-i seyr ü seyahat suretine geçerler ve o ruhanîler hayal sür'atiyle o meraya-yı nazifede, o menazil-i latifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler."
Yani maddi cisimlerin görüntülerine su ve cam makes olur ve bunu biliyorsak bunun gibi manevi ve ruhani varlıkların da görüntülerine hava, esir ve âlem-i misal ayine olur demektir. Ve peygamberlerin ve evliyaların vücudları nuraniyet kesbettiklerinden dolayı onlar bizler gibi değil. Onlar elini kaldırdı mı, o kişiyi idare eder. Biz de cismaniyet hâkim olduğu için, aynalar mahzeninde bir insan bir insandır. Diğerleri surettir. Maneviyatı ruhuna ve maddesine galip olan evliyalarda ise bu durum farklı şekilde çoklukla görülür.
"Madem Güneş gibi âciz ve müsahhar mahlûklar ve ruhanî gibi madde ile mukayyed nim-nurani masnu'lar, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken pekçok yerlerde bulunabilirler. Mukayyed bir cüz'î iken, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Bir anda cüz'î bir ihtiyar ile pek çok işleri yapabilirler."
''Hem o Güneş, her şeffaf zerreye, hattâ ziyası nereye girmiş ise orada hazır ve nâzır gibi olduğu, o zerrenin kabiliyet ve rengine göre Güneşin aksi ve bir nevi timsali görünmesiyle anlaşılır. Hem Güneşin azamet-i nuraniyeti derecesinde ihatası, nüfuzu ziyadeleşir. Nuraniyet azametindendir ki, en küçük ufak şeyler, ondan gizlenip kaçamazlar... Zerre ile seyyare, emrine karşı müsavidirler. Deniz yüzüne verdiği feyzi, zerreye de kabiliyetine göre kemal-i intizam ile verir. ''(Sözler 14. Söz 4.sü,180)
Evet, bir olan güneş bütün ayinelere giriyor, bir mahzuru yok, aynaların çoğalması onlara bir zarar vermiyor. Onu gücünden takatından düşürmüyor. Allah'ın yarattığı güneşte bu özellikte olur da, bir olan Cenab-ı Hakk'da niye olmasın? Ve niye bütün mahlûkatla birden ilgilenmesin? Niye O'nda acziyet olsun. Ayna güneşe karşı nettir. Peki, herkesin aynasında güneş var şimdi güneşin ısısı, aynadan geldiğine göre güneşin ısısını konuşmak kabul etsek, herkesin aynasına göre güneş, herkesi ısıttığı gibi herkesle konuşur öyle değil mi? Hem de ayrı ayrı konuşur. Bir konuşması diğer konuşmasına mani olur mu?
Maddi nurani bir varlık olan güneşe bu kabiliyetin ihsan edilmesi açıkça gösterir ki, bir ismi Nur, bütün esması ve sıfatı nurani olan Cenab-ı Hak, bütün icraatlarını sırf bir emir ve irade ile yapar.
"Acaba, maddeden mücerred ve muallâ ve tahdid-i kayd ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberra ve şu umum envâr ve bütün nuraniyat onun envâr-ı kudsiye-i esmasının bir kesif zılali ve umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i misal nim-şeffaf bir âyine-i cemali ve sıfâtı muhita ve şuunatı külliye olan bir Zât-ı Akdes'in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef'ali içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi ferd uzak kalabilir, hangi şahsiyet külliyet kesbetmeden ona yanaşabilir?"
''Maddî olan bir şey, kesafeti ne kadar fazla olursa o nisbette ince ve gizli şeyleri göremez ve onları idraktan kasırdır. Fakat nur ve nuranî şeyler, ne kadar nuraniyette terakki ederse, o nisbette ince ve gizli şeylere nüfuzu tam ve keskin olur. Ve keza ne kadar latif olursa, o derece maddiyatın içlerini keşfeder (Röntgen şuaı gibi). Mümkinatta mes'ele bu merkezde ise; Vâcib, Vâhid olan Nur-ul Envâr ne derece نَافِذُ الْخَفَايَا عَالِمٌ بِاْلاَسْرَارِ olacağı, bir derece anlaşıldı. Öyle ise azameti, tam manasıyla ihata, nüfuz, şümulü iktiza ve istilzam eder.'' (Mesnevi Şemme 187 )
Evet, Allah'ın ilmi, muhittir. İlm-i muhit olan Rabbimizden hangi iş gizlenebilir ve hangi şahsiyet ona yanaşabilir?
Bu yanaşabilme ve külliyeti şu anlamda anlayabiliriz. Mesela ayna gösterir, peki aynanın aslı nedir? Kumdur. Kumu terbiye ettin mi, külliyet ve letafet kesbeder. Kum, terbiye edile edile öyle bir vaziyete gelir ki ayna gibi gösterir. Ama kuma baksan gölgeden başka bir şey yok.
Kum terbiye edilip gözlük olarak istifademize sunuluyor. Evet terbiye edilen kum, eğer gözlük ise eline aldın mı gözü görür hale getirir, eğer teleskop ise yıldızı gösteriyor, mikroskop ise küçücük şeyleri gösterir. İnsan da terbiye edilip manen yükseldi mi, Allahın esmasına öyle güzel bir ayine olur ki, birçok işleri o insan yapabiliyor. İşte peygamber ve evliyalar.. vs gibi.
Cenab-ı Hakk'ın da bütün sıfatları umum eşyayı muhittir. Ne kudreti, ne ilmi ve ne de diğer sıfatları için eşyanın tümüyle bir ferdini, azı ile çoğunu, uzağı ile yakını arasında fark düşünülemez. Düşünülürse, buna düşünme denmez vehim denir. Vehimle ile amel edilmez. Burada uzaklık, yakınlık, mesafe ilişkilerine-hataya düşmemek için-bir misal verelim.
Temsilde güneş ile bizim aramızdaki mesafe, Allah ile kul arasındaki mesafe uzaklığı olarak değerlendiriyor. Burada hâşâ, Allah'a mekân vermiş oluruz. Bu bakımdan bunu mahiyet uzaklığı olarak algılamalıyız.. Yani güneş bize bizden yakın, biz onun zatına hiç ulaşamayız. Aramızda çok mesafe var. Allah zatıyla sıfatıyla her şeye her şeyden yakındır. Ama Allah ile bizim aramızdaki uzaklık, mesafe uzaklığı değil, mahiyet uzaklığıdır. Güneşteki mesafe uzaklığını da mahiyet uzaklığı olarak anlayacağız. Demek ki, mesafe uzaklığı ile mahiyet uzaklığı farklı farklı şeylerdir.
Yani, şunu diyeceğiz; O Halıktır, biz mahlûk. Bu mesafe kapatılmaz. O Sani'i dir, biz masnu. Bu mesafeyi kapatamayız.O Şâfi'i'dir, biz şifaya muhtacız. Bu mesafe kapatılamaz.
"Evet, nasıl güneş kayıtsız nuru, maddesiz aksi vasıtasıyla sana senin gözbebeğinden daha yakın olduğu halde, sen mukayyet olduğun için ondan gayet uzaksın. Ona yanaşmak için çok kayıtlardan tecerrüd etmek, çok merâtib-i külliyeden geçmek lâzım gelir. Adeta, mânen yer kadar büyüyüp, kamer kadar yükselip, sonra doğrudan doğruya güneşin mertebe-i asliyesine bir derece yanaşabilir ve perdesiz görüşebilirsin. Öyle de, Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülkemâl sana gayet yakındır; sen Ondan gayet uzaksın. Kalbin kuvveti, aklın ulviyeti varsa, temsildeki noktaları hakikate tatbike çalış."
Netice olarak ; ''Güneşin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten toprak gibi kesif hükmünde olan, "Nur-un Nur, Münevvir-un Nur, Mukaddir-un Nur" olan Zât-ı Zülcelâl, her şeye, ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakın ve hazır ve nâzır ve eşya ondan gayet uzak olduğuna, hem o derece külfetsiz, mualecesiz, sühuletle işleri yapar ki, yalnız mahz-ı emrin sür'at ve sühuletiyle icad eder gibi anlaşıldığına; hem hiçbir şey, cüz'î-küllî, küçük-büyük, daire-i kudretinden harice çıkmadığına ve kibriyası ihata ettiğine şuhud derecesinde bir yakîn-i imanî ile iman ederiz ve iman etmek gerektir.'' (Sözler, 14. Söz 4.sü, 181 ) Cenab-ı Hak bu ihsan şuurunu yaşamayı nasip etsin.
Bu yazıya yorum yazın
Bu yazıya gelen yorumlar.
nursena, 2017-09-15 00:01:42
Allah razi olsun ebeden
Bu yoruma katılıyor musunuz ?
DİĞER YAZILAR
DERS: 33 SÖZLER, LEMAAT MADDE RİKKAT PEYDA ETTİKÇE, HAYAT ŞİDDET PEYDA EDER
Allah madde ve manayı beraber yaratmış, biri birisiz olamaz. Tıpkı ruh ve beden gibi. Mesela ru
DERS: 32 OTUZ ÜÇÜNCÜ SÖZ BİRİNCİ PENCERE
Üstad, ‘’Haşir Risalesin’’deki hakikatlara ’’bab ’’ diyor, burada da ‘’pencere
DERS: 31 ÂYETÜ’L-KÜBRA RİSALESİ İKİNCİ BAB İKİNCİ HAKİKAT
Ayetü’l-Kübra baştan sona Allah’ı anlatıyor. Kur’an-ı Kerimde de ‘’Ayetü’l-Kübra
DERS: 30 KASTAMONU LAHİKASI -RİYA HAKKINDADIR-
Bu konuyu Üstadımız, Kastamonu Lahikasında üç nokta halinde sunmuştur. Riya hakkında genel b
DERS : 29 Kastamonu LAHİKASI TAKVA VE AMEL–İ SALİH
Konumuz takva ve salih amel olup, bu terimleri anlamaya ve hayatımızda tatbik etmek için azim gay
DERS: 28 ONALTINCI SÖZ, ÜÇÜNCÜ ŞUA
‘‘Ey haddini aşarak insana sürekli vesvese veren nefis’ deniliyor. Neden haddinden tecavüz
DERS: 27 On dördüncü Lem'anın İkinci Makamı
Besmele Kur’an’da da yüz on dört kere nazil olmuş. Besmele çok sırlı bir ayettir. Kur’an
DERS: 25 YİRMİ ALTINCI MEKTUP DÖRDÜNCÜ MESELE
Sual: Mütekellimîn üleması; âlemi, imkân ve hudûsun ünvan-ı icmalîsi içinde sarıp zihnen
DERS: 24 ONİKİNCİ LEM'A
Bu günkü dersimizin konusu Re’fet Ağabey’in, Üstad’a sorduğu iki sualinin cevabı hakkın
DERS: 23 10.SÖZ 7.HAKİKAT (HAŞİR BAHSİ)
Kuran-ı Kerim’in dört esası vardır. Bunlar; Tevhid-Nübüvvet-Haşir, Adalet ve İbadet’tir.
- DERS: 22, ONALTINCI SÖZ, BİRİNCİ ŞUA
- DERS: 21 ON ÜÇÜNCÜ SÖZ
- DERS: 20 ONSEKİZİNCİ PENCERE
- DERS: 19 ONSEKİZİNCİ SÖZ İKİNCİ NOKTA
- DERS: 18 ONDÖRDÜNCÜ SÖZÜN ZEYLİ
- DERS: 17 YİRMİ İKİNCİ MEKTUP İKİNCİ MEBHAS
- DERS: 16 YİRMİ ALTINCI MEKTUB DÖRDÜNCÜ MEBHAS DÖRDÜNCÜ MES’ELE
- DERS: 15 İKİNCİ LEM'A
- DERS :14 ON ALTINCI MEKTUP BEŞİNCİ MES’ELE
- DERS: 13 MÜNAZARAT’tan
- DERS: 12, 14. SÖZ “HÂTİME”
- DERS: 11 MESNEVİ-İ NURİYE 10. RİSALE
- DERS: 10 SÖZLER, LEMAAT’tan "EL-HAKKU YA'LÛ" BİZZÂT, HEM AKİBET MURADDIR
- DERS :9 2.ŞUA 1.MAKAM ÜÇÜNCÜ MEYVE
- DERS : 8, 13.SÖZ HÜVE NÜKTESİ
- DERS : 7 YİRMİ DÖRDÜNCÜ MEKTUB
- DERS: 6 ONDOKUZUNCU LEM’A 5. VE 6. NÜKTE
- DERS: 5 YİRMİBİRİNCİ MEKTUB
- DERS: 4 11. ŞUA. DÖRDÜNCÜ MESELE
- DERS : 3 YİRMİ İKİNCİ MEKTUB HÂTİME (Gıybet hakkındadır)
- DERS: 2 MESNEVİ-İ NURİYE, KATRE HATİME
- DERS: 1 19.MEKTUB 13.İŞARET
- ÖNSÖZ
Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.
3, Kadir
GÜNÜN HADİSİ
"Şekavet sahibi Allah'a yakındır, insanlara yakındır, cennete yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri ise Allah'tan uzaktır, insanlardan uzaktır, cennetten uzaktır, cehenneme yakındır. Cahil şekavet sahibini Allah, cimri ibadet düşkününden daha çok sever."
Tirmizi, Birr 40, (1962)
SON YORUMLAR
- Bütün beytlerin tercümesini gönderebilir misiniz? sitede sadece son birkaç...
- Fıtrat, namaz, tevafuk, sırlar ve tüm bunların sahibi zişanı İlahi kusur...
- Selamünaleyküm İnternette mütalaalı risale i nur dersleri diye arama yapt...
- bu kıymetli yazıdan dolayı ahmed izz kardeşimize teşekkür ederiz çok mani...
- selamün aleyküm Ahmed kardeşimizi tebrik ediyor ve bu faideli tercümelerin...
- Yanında okuyan diğer öğrencileri; Molla Muhammed Kasori Molla Muhammed Era...
- Benim merhum babam Molla İbrahim Azizi de onun yanında icazeti tamamlamıştı...
- Teşekkürler. Sanırım Envar neşriyat idi.Tam hatırlayamıyorum.....
- Çok güzel bir çalışma Rabbım ilminizi arttırsın bu çalışmalarınızı...
- Merhaba, Ben Foliant yayınlarından uğur. Sizinle iletişim kurmak istiyoruz ...
TARİHTE BU HAFTA
*Nizamü'l-Mülk'ün Şehadeti(14 Ekim 1092) *II.Kosova Zaferi(17 Ekim 1448) *Gedik Ahmed Paşa'nın Vefatı(18 Ekim 1482)
ANKET
Sitemizle nasıl tanıştınız?
Yükleniyor...