BİR İNHİRAF HAREKETİ OLARAK MUTEZİLE

Modern Mutezili görüşlerin ekranları istila ettiği şu modern zamanlarda Cadde-i Kübra olan Ehl-i Sünnet itikadından inhirafın bir boyutu olan Mutezili akımın doğuş sebebleri hakkında merhum hocamız Prof. Dr. Talat Koçyiğit(1927-2011) beyin 1978’de bir esere takdim olarak kaleme aldığı aşağıdaki yazıyı takdirlerinize


2016-02-08 14:10:49

Açıklama

Modern Mutezili görüşlerin ekranları istila ettiği şu modern zamanlarda Cadde-i Kübra olan Ehl-i Sünnet itikadından inhirafın bir boyutu olan Mutezili akımın doğuş sebebleri hakkında merhum hocamız Prof. Dr. Talat Koçyiğit(1927-2011) beyin 1978'de bir esere takdim olarak kaleme aldığı aşağıdaki yazıyı takdirlerinize sunmayı arzu ettik. Saygılarımızla. Cevaplar.org

Hicrî birinci asrın sonlarına doğru "Mutezile" adı ile tanınan itikadi bir mezhebin doğuşu, İslâm düşünce hayatına değişik bir canlılık getirmiştir. Aslında, bu canlılığı "değişik" kelimesi ile nitelendirmemiz, düşünce hayatının, Mutezilenin doğuşundan önce donmuş olduğu zannını uyandırmamak içindir. Zira ilk asır tamamlanmadan önce, Hazreti Peygamberi küçük yaşlarda da olsa gören bir kaç sahabî henüz hayatta bulunuyordu. O sıralarda yaşayan nesil ise, kâmilen, ashab ile birlikte yaşamış, fakihi ile muhaddisi ile ve müfessiri ile bütün âlimleri ashabın dizi dibinde yetişmiş, iman ve itikadda, amel ve ahlakta onların düşünce ve davranışlarını görüp öğrenmiş ve bu düşünce ve davranışların geniş ölçüde tesiri altında kalmış kimselerden müteşekkil idi.

 Tam bir inanç ve kusursuz bir teslimiyetle Hazreti Peygamberi aralarında barındırmış olan ashabı devrinde İslam düşüncesi dinin gereklerine uygun bir ihtişam içinde canlılığını sürdürürken, aynı ashab ile içice yaşamış olan tabiileri arasında bu canlılığın yok olabileceğini ileri sürmek elbette mümkin değildir.

Bununla beraber, birinci Hicrî asrın sonlarına doğru Mutezile'nin doğuşu İslâm düşüncesine yön veren, daha doğrusu onu mecrasından saptıran geniş tesirli bir olay olmuştur.

Mutezile nasıl ortaya çıkmıştır? Onun ortaya çıkışını hazırlayan sebepler nelerdir? Bu sorulara verilecek cevapların ayrıntılarına ve münakaşasına girişmeksizin, İslâmî kaynakların ittifaka yakın görüşlerine istinaden şunu belirtelim ki, Mutezile Irak'ın Basra şehrinde, o sıralarda yaygınlaşma istidadı gösteren iman-küfür ikilisi ile ilgili bir meselenin münakaşasında getirdiği değişik bir görüşle kendisini hissettirmiştir. Bu münakaşanın esası, üçüncü halîfe Osman İbn Affan'ın şehid edilmesinden sonra müslümanlar arasında patlak veren derin ihtilâf ve kavgalara ve halîfe olarak bey'at edilmiş olmasına rağmen hilâfetin Mu'aviye'ye geçişine istinad ediyordu. Daha doğrusu, başlangıçta iç savaşlara, sonra da izleri zamanımıza kadar süren görüş ayrılıklarına sebep olan kimseler münakaşa konusu ediliyor, sonra da yargılanıyorlardı.

Hazreti Peygamber tarafından kurulan ve ashabının yardımları ile tahkim edilen İslâm binasını sarsanlar ve onarılmaz çatlakların meydana gelmesine sebep olanlar kimlerdi? Hazreti Osman mı ve o olduğu için mi şehid edilmişti? Hz. Ali mi ve o olduğu için mi hilafet elinden alınmıştı? Yoksa Hazreti Mu'aviye mi ve o olduğu için mi bu kadar kötüleniyordu? Belki bunlardan biri, belki de üçü; fakat hepsi de Hazreti Peygamberin yakınları idiler ve imanlarından ve İslâmlarından hiç kimsenin şüphe etmeye hakkı yoktu. Bununla beraber şüphe edenler çıktı ve hattâ şüpheden de öte, her biri muhalifleri tarafından kâfir olmakla itham edildi.

İthamcıların bu görüşleri müslümanlar arasında büyük tepkilere sebep olmakla beraber, büyük günah sahibi (murtekibu'l-kebire)nin kâfir sayılıp sayılamayacağı konusunu münakaşa sahasına çıkarmaktan da geri kalmadı.

Aslında büyük günah sahibi hakkında İslâm'ın görüşü açık ve kesin idi: Mü'min, Allah'a şirk koşmak dışında, işlediği günahtan dolayı imanını yitirmiş olmaz. Allah dilerse, dilediği kimse için günahını afveder. Bu açık ve kesin hükme rağmen, konunun münakaşası yaygınlaştı. Müslümanlar günah sahibinin, mü'min, ithamcılar ise kâfir olduğu görüşünü müdâfaa ederlerken, Basra camiinde Hasan Basri'nin Vâsıl îbn Atâ ismindeki bir talebesi yeni bir görüş ortaya attı ve büyük günah sahibinin mü'min de kâfir de sayılamayacağını, belki iman ile küfür arasındaki bir mertebe (menzile beyne menzileteyn) de bulunduğunu ileri sürdü. İşte, Vâsıl'ın bu görüşle ortaya çıkması ve hocasının görüşüne muhalif cephe alması, etrafına toplananlarla yeni bir mezhebin çıkışına sebep oldu. Bu mezheb Mutezile mezhebi idi.

Mutezile kısa bir zaman içinde geniş taraftar toplayarak büyüdü, gelişti Vâsıl'dan sonra Amr İbn Ubeyd (Ö. 143), daha sonraları Bişr el-Merîsi (Ö. 219), en-Nazzâm (Ö. 221), el-Câhız (Ö. 255), Ebu'l-Huzeyl el-Allâf(Ö. 235) ve daha bir çok imamları ile büyük bir mezheb oldu.

Mezhebin meşgul olduğu konular, genellikle, akaide taalluk eden konulardı. Bunların en önemlilerini de kulların fiilleri ile Allah'ın sıfatları teşkil ediyordu. Diğer akaid meselelerinde olduğu gibi bu iki meselede de Mutezile, Kur'ân ve sünnete bağlı Müslümanlara muhalefet ediyorlar ve o zamana kadar hâkim olan akaide cephe alıyorlardı.

Mutezileye göre kulların fiilleri Allah tarafından değil kendileri tarafından yaratılır. Sevab ve ıkaba müstehak olmaları da bu sebeptendir. Sünnet ehlinin görüşlerinde ise, kulların fiilleri Allah tarafından yaratılır. Onların bu yaratmada, kendi kesb ve ihtiyarlarından başka hiçbir rolleri yoktur.

Mutezilenin sıfatlar meselesindeki görüşleri de sünnet ehlinin görüşlerine aykırı idi. Onlara göre Allah, sem basar, hayat, kudret, kelam gibi zatı ile kaim subut sıfatlarından münezzehtir; çünkü bunların kadim olduğunu ileri sürmek kudemânın teaddüdünü(ezeli olanların fazlalaşmasını) gerektirir. Sünnet ehli ise, bu sıfatların, Allah'ın zâtı ile kaim kadîm sıfatlar olduğunu, bunların zâtın aynı da gayrı da olmadığını kabul ediyorlardı.

Mutezilenin sıfatlar hakkındaki bu görüşü, başka fer'î görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur: Kelâm sıfatı, mademki kadîm değil, hadistir, yani sonradan yaratılmıştır. O halde Allah'ın kelâmı olan Kur'ân-ı Kerîm de mahlûktur sonradan yaratılmıştır. İşte bu görüş, mutezile mezhebinin, Abbasî halifesi Me'mun eliyle devletin resmî mezhebi olarak ilan edilmesinden sonra müslümanlara zorla kabul ettirilmek istenen bir akide olmuş; başta Ahmed İbn Hanbel olmak üzere birçok imam ve fakîh, Kur'ân'ın mahlûk olduğunu ikrar etmeleri için işkenceye tâbi tutulmuşlardır. Fakat bu işkencelere ve sünnet ehlinden bazı imamların öldürülmesine rağmen, gerek Me'mûn'dan sonra yerine geçen kardeşi Mu'tasım (0.227) ve gerekse Mu'tasım'ın oğlu halîfe Vâsık (Ö.232) zamanında, bu mutezilî hareket tam bir başarısızlığa uğramış; Halife Mütevekkil zamanında ise, bu hareketin faydasızlığı anlaşılarak ısrardan vazgeçilmiştir. Ne var ki İslâm tarihinde "mihne" tabir edilen bu hâdiseler, kelâm ehlini temsil eden Mutezile ile sünnet ehlini temsil eden Hadîsçiler arasında derin uçurumlar açmış ve birbirlerine yönelttikleri ithamlar giderek yoğunlaşmıştır.

Mutezile, akaide taalluk eden görüşlerinin müdafaasında Kur'ân ve hadîsten çok akıllarına dayanıyorlar, aklı her şeyin üstünde görüyorlardı. Halife Mansûr, Raşîd ve Me'mun devirlerinde İran ve bilhassa Yunan dillerinden tercüme edilen felsefe kitaplarının bunda büyük tesiri olduğunu inkâr etmek mümkin değildir. Nitekim başlangıçta İslâm akaidinin müdafaası için felsefeden faydalanan Mutezilenin, daha sonraları felsefeyi İslâm akaidi içine sokmaları bunun en açık delilini teşkil eder.

Keza akla bu derece ağırlık vermenin bir neticesi olarak da Mutezile, "akıl ve nakil tearuz ettiği (çatıştığı) zaman akıl tercih edilir" prensibini vazetmiş ve bu prensibe istinaden, akıllarına aykırı düşen Kur'ân âyetlerine ve hadîs metinlerine akıllarının kabul edeceği manâlar vermekten geri kalmamışlardır.

Fakat şunu itiraf etmek gerekir ki, zamanın aristokrat zümresini teşkil eden ve dinî meselelerde umursamaz bir ilerici görünümü arz eden Mutezile, akıllarını yalnız Kur'ân âyetleri söz konusu olduğunu zaman yormak lüzumunu hissetmişler ve onları kendi felsefi doğrultularında manalandırmaya çalışmışlardır. Hazreti Peygamberden rivayet edilmiş hadîsler karşısında ise, bu külfete katlanmamışlar, onları "sahîh değildir, itibar edilmez" kaydı ve ellerinin tersi ile reddetmişlerdir.

Kanaatimizce bunun tek bir sebebi vardır; o da hadîslerin Kur'ân'ın tefsiri oluşu, dolayısıyla daha açık ve daha şümullü manâları ihtiva etmeleridir. Nitekim bu sebepledir ki " sünnetin Kur'ân üzerine kâdî olduğu fakat bunun aksi olmadığı" bazı hadîsçilerin sözü olarak nakledilmiştir ki bununla, bizim işaret etmek istediğimiz husus belirtilmiş olmaktadır. Bunu bir iki misalle de açıklamak mümkündür:

Mutezile, Kur' ân'da yer alan "ru'yet" (Allah Teâlâ'nın cennette mü'minler tarafından görülmesi) ile ilgili bazı âyetleri tevîl ederek, kendi görüşlerine uygun manâlar vermeğe çalışmışlar ve "ru'yet" 'i reddetmişlerdir; çünkü onların felsefesinde ru'yet mümkin değildir. Eğer bu tevillerinde bir derece başarılı görülebilirlerse -başarılı olduklarını ileri sürebilmek için kendileri kadar mutezilî olmak gerekir - bu başarıları, o âyetlerin tevile müsait olmaları dolayısıyladır. Fakat ru'yetle ilgili hadîsler o kadar açık ve Buhârî, Müslim ve diğer sahîh hadîs kitaplarında yer almaları dolayısıyla o kadar kesindir ki, Mutezilenin bunları tevîl değil reddetmekten başka yapabilecek bir şeyleri yoktur. Reddetmeleri de, tabiatiyle, bu hadîslerin ru'yeti isbat etmeleri dolayısıyladır.

Keza Mutezile kaderi reddetmiş ve bu yüzden kendilerine " kaderiyye " denilmiştir. Kaderi reddederlerken, Kur'ân-ı Kerim'de kaderi isbat eden âyetleri de tevîl etmişlerdir. İnsan iradesinin hür olduğunu belirten âyetler göz önünde bulundurulursa, kaderle ilgili âyetlerin de tevîle müsait oldukları söylenebilir.

Fakat sahih hadîs kitaplarında kaderin reddi ile ilgili tek bir hadisin bulunmamasına rağmen, kaderi isbat eden hadislerin açık ve kesin bir şekilde yer almaları Mutezileyi yine çaresiz bırakmış; yegâne çareyi de onların reddinde bulmuşlardır.

Bu iki örneğin başka örneklerini Mutezilenin akaide taalluk eden bütün çarpık görüşleri için bulmak mümkindir. Bu sebepten denebilir ki mutezili inancın karşısında dikilen en büyük tehlike Kur'an değil hadislerdir ve onları nakleden hadisçilerdir. O halde bunların bertaraf edilmelerinden başka çıkar yol yoktur. İşte Me'mûn devrinde, İslâmi hiç bir değeri bulunmayan Halku'l-Kur'ân inancını hadîs imamlarına zorla kabul ettirmek için başlatılan işkence olaylarının sebebi budur, onları bertaraf etmeye matuftur. Eğer bu inanç hadîsçiler tarafından kabul edilmiş olsaydı, bunu diğer mutezili inançların teklifi takip edecek ve böylece aksi inançların kaynağını teşkil eden hadîsler artık değerini yitirmiş olacaktı.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Mutezilenin baskısı hadîsçilerin direnişi karşısında başarısızlığa uğradı; fakat Mutezile tarafından hadîsçilere yöneltilen ithamlar ve kötülemeler onların iktidarları süresince devam edip gitti.

Fakat Mutezilenin hadîsçilere yönelttikleri ithamların en ağır ve en şiddetlisi, Kuran'a, akla ve birbirine zıt hadîslerin rivayetidir. Bu itham, bilhassa: mütenakız (manâ yönünden birbirini nakzeder) gibi görünen hadîslerin çokluğu itibariyle daha da ileri gitmiştir. Ancak şuna işaret etmek gerekir ki, bazı hadîslerin manâları arasında görülen tenakuz, basit bir itham ile geçiştirilebilecek bir mesele değildir. Eğer zıt manâlarda gelen iki hadîsin her ikisi de sahih ise, hadîsçilere yöneltilmiş olan ithamın Hazreti Peygambere rücû etmesi kaçınılmaz haldir; çünkü hadîsçiler bu sözleri sadece nakletmişlerdir. Hazreti Peygamber ise birbirini tutmayan sözler söylemekten beridir.

O halde meseleye başka yönden yaklaşmak gerekir. Hadîs ilmi bu yaklaşımın bütün usûl ve kaidelerini ortaya koymuştur: Eğer manâları birbirine zıt gibi görünen iki sahih hadîs varsa, ya bu hadîslerden birinin diğerini neshettiğine, yani birisi ile getirilen hükmün diğeri ile getirilen hüküm vasıtasıyla ibtal olunduğuna hükmedilir; bu takdirde iki hadisin manâları arasında gerçek bir zıtlığın bulunması gayet tabiidir. Nitekim Hazreti Peygamber bir hadîsinde bazı mahzurları göz önünde bulundurarak kabir ziyaretini menetmiş; bir başka hadîsinde ise, bu mahzurların ortadan kalktığına hükmederek ziyaret yasağını kaldırmıştır. Gerçeği bu şekli ile bilen hiç kimsenin, artık hadîsçileri bu iki hadîsi rivayet ettikleri için kötülemeye hakkı yoktur.

Yahutta iki hadîs arasında nesh keyfiyeti yoktur; fakat her iki hadîsin de değişik zaman ve zeminlerde, değişik meselelere çözüm getirmek maksadıyla söylendiğine hükmolunur ve hadîslerin telifi cihetine gidilir. Nitekim Hazreti Peygamber bir hadîsinde cüzzam denilen hastalığa yakalanmış kimseden arslandan kaçar gibi kaçmayı emretmiş; bir başka hadîsinde ise, hastalıklarda sirayet olmadığını belirtmiştir. Bu iki hadîsin nerede, ne zaman ve ne maksatla söylendiğini bilmeyen bir kimse aralarında tenakuz bu­lunduğunu zannedebilir ve "eğer sirayet yoksa cüzzamlıdan kaçmak niye?" diyebilir. Oysa iki hadîsin manâları arasında tenakuz yoktur. Önemli olan, İslâm akaidine vâkıf olarak, bu akaidin özüne uygun bir şekilde aralarını cem ve telif edebilmektir:

İslâm'a göre her şey Allah'ın takdiri ile olur. İnsan, bu takdirin gerçekleşmesinde kesb ve ihtiyar sahibidir. Hastalıkların sirayeti bu yönden incelenecek olursa şöyle denebilir: İnsan sâri bir hastalığa yakalanmamak için, her şeyden önce, o hastalığa yakalanmış olan kimseden uzak durmak zorundadır; bu, onun ihtiyarında yahut elinde olan bir şeydir. Bununla beraber yine de o hastalığa yakalanacak olursa, artık burada söz konusu edilecek şey sirayet değil takdir-i ilâhinin tecellisidir. Bu manâda sirayet yoktur; fakat bazı hallerde de sirayet, hastalığın bir kimsede belirmesi ve dolayısıyla takdir-î ilâhinin tecellisi için sebep olabilir. Eski bir Arap Şâiri bu gerçeği şöyle dile getirmiştir: "Tabib, tıbbı ve devası ile kaderi bozmaya muktedir olamaz ve daha önce tedavi ettiği hastalık­tan kendisi ölür." 

Sahih oldukları halde manâları arasında zıtlık bulunduğu sanılan hadîslerin cem ve telifi hadîs ilmi­nin önemli konularından birini teşkil eder. Bu konu ile ilgili olarak kitap telif edenlerin başında İmam Şâfi'î (Ö. 204) ile İbn Kuteybe (Ö. 276) gelir.

Ankara, 30 Ekim 1978

Prof. Dr. Talât Koçyiğit

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

EŞREF EDİP’TEN; “SİZ Mİ DİNE KARŞI DEĞİLDİNİZ?”

EŞREF EDİP’TEN; “SİZ Mİ DİNE KARŞI DEĞİLDİNİZ?”

1950 seçiminden az sonra, eski başbakanlardan, medrese kökenli Şemseddin Günaltay, İzmit CHP

Şüphesiz o, korunmuş bir kitapta (yazılı) olan pek şerefli/değerli Kur'an'dır ki O'na temiz olanlardan başkası dokunamaz.

(Vakıa, 77-78-79)

GÜNÜN HADİSİ

Zalim sultanın yanında gerçeği söylemek en büyük cihaddandır.

Tirmizi 13, (2175)

TARİHTE BU HAFTA

*Nizamü'l-Mülk'ün Şehadeti(14 Ekim 1092) *II.Kosova Zaferi(17 Ekim 1448) *Gedik Ahmed Paşa'nın Vefatı(18 Ekim 1482)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI