DERS: 15 İKİNCİ LEM'A

Meali: Eyyub’u hatırla ki, Rabbine şöyle niyaz etmişti: “Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin’’.(Enbiya; 83) Kur’an’da kıssaların anlatılmasındaki maksatlarından birisi de; onların maruz kaldığı imtihanlara bizim Peygamberimizin ümmeti olarak onların benzerlerine maruz kalacağımız hususudur. Cenab-ı Hak bunları kıssalarla anlatıyor. Bizim de onlardan ibret almamız gerekir.


M. Ragıp Öncel

İsminur1940@gmail.com

2016-01-22 11:04:43

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِذْ نَادَى رَبَّهُ اَنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ

Meali: Eyyub'u hatırla ki, Rabbine şöyle niyaz etmişti: "Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin''.(Enbiya; 83)

Kur'an'da kıssaların anlatılmasındaki maksatlarından birisi de; onların maruz kaldığı imtihanlara bizim Peygamberimizin ümmeti olarak onların benzerlerine maruz kalacağımız hususudur. Cenab-ı Hak bunları kıssalarla anlatıyor. Bizim de onlardan ibret almamız gerekir.

"Sabır kahramanı Hazret-i Eyüb Aleyhisselâm'ın şu münacatı, hem mücerreb, hem tesirlidir. Fakat âyetten iktibas suretinde bizler münacatımızda

رَبِّ اَِنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ demeliyiz. Hazret-i Eyüb Aleyhisselâm'ın meşhur kıssasının hülâsası şudur ki: Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın azîm mükâfatını düşünerek kemal-i sabırla tahammül edip kalmış."

Hastalık demek herkes için bir musibet, bir bela değildir. Bazen hastalık kulun manevi terakkiyatlarının basamaklarıdır. Veren Allah (c.c)'tır. Kul ibadetle, itaatle veya muamelatla terakki etmiyorsa, Allah(c.c) ona başka bir musibet verir, musibetle, sabırla onu geliştirir.

Mesela bir adam askerlik yapa yapa en fazla Türkiye şartlarında orgeneral olur. Askerlik ibadetiyle çalışan bir adamın dairelik makamı vardır. En yüksek makam orgeneraldir. Fakat askerlikte bir makam var ki ona "mareşallik" denir. O, askerlik yapmak değil, musibetle cephede ve sebatla durmakla kazanılır. Üç meydan muharebesi kazanan komutan mareşaldir. Allah(c.c) katında öyle yüksek makamlar vardır ki, ibadetle girilmez. Allah'ın vermiş olduğu imtihana sabırla çıkılır.

Bir gün Musa(a.s) giderken bir zatın, ibadetle meşgul olduğunu görüyor. O zat, Musa(a.s)'a diyor ki ; " Ya Musa, sen Mevla'ya gidiyorsun. Tur-i Sina'ya gidiyorsun. Benim senden bir isteğim var, sen de vesile ol da, duam yerine gelsin. Musa (a.s) adama isteğinin ne olduğunu soruyor. Adam; "Rabbimle kendi aramda" diyor. Musa(a.s) "Allah'ım falan kulun senden bir talebi varmış" diyor. Allahu Teâlâ : "Ey Musa! Sen git, o adama müjdeyi ver. Ben onun duasını kabul ettim'' diyor. Musa(a.s) sevinerek geliyor ki, adamı kurtlar, canavarlar perişan etmiş. Musa(a.s) şaşkınlıkla " Ya Rabbi bu nasıl müjde? Ne istedi ki bu adam bu hale geldi." Cenab-ı Hak lisan-ı hikmetiyle; "Ya Musa bu benden öyle bir makam istedi ki ona ibadetle çıkacağına zannediyordu, ibadetle meşguldü. Ama o makama imtihanlar ve sabırla çıkılırdı. Verdim, sabretti, o makama kavuştu. Bu akıbet ona bedel oldu" buyuruyor.

Hazret-i Eyüp Aleyhisselam, Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'ın torunlarındandır. Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'ın iki oğlu vardır; Hazret-i İsmail ve Hazret-i İshak Aleyhisselâm. İsmail Aleyhisselâm Mekke'de ikamet ediyor, Peygamberliğini orada ifa ediyor. İshak Aleyhisselâm da Kenan'da, şimdi ki Ürdün, Filistin, Medyen şehrinde vazife ifa ediyor. Ve İshak Aleyhisselâm'ın da iki oğlu var; biri Ays, diğeri Yakup. Yusuf Aleyhisselâm'ın babası Yakub Aleyhisselâm, Eyyüb Aleyhisselâm'ın babası da Ays. Dolayısıyla Yusuf Aleyhisselâm'la Eyyüb Aleyhisselâm amcaoğlu olmuş oluyor.

Eyyüb Aleyhisselâm'a Cenab-ı Hak, çok mal ve servet ihsan etmiş. O zamanın en zengini diyebiliriz. Bu kadar varlık için de ubudiyetini, kulluğunu hiç aksatmadan yerine getiriyor. Onu da hakkıyla eda ediyor. Hatta bu manada şeytanın bir vesvesesi vardır. Yani şeytan demiştir ki; 'tabii ki Eyüb böyle ibadet eder. Çünkü her şeyi olan bir adam neden Sana ibadet etmesin ki?'

Cenab-ı Hak da Eyyüb Aleyhisselâm'a verdiği musibetlerle hem şeytanın o vesvesesini boşa çıkarıyor, hem de insanlık âlemine rehber ittihaz edip, onlara ders veriyor. Yani 'benim öyle kullarım var ki, zenginlikte olsun, fakirlikte olsun, hastalıkta olsun, musibette olsun her vakit bana ibadet halindedirler' diyerek, şeytanın o sözlerini boşa çıkarıyor. Bu çok önemli bir şey. O'nun için Cenab- ı Hak Eyyüb Aleyhisselâm'ı müthiş nimetlere giriftar ediyor, ihsan ve ikramını bolca veriyor. Daha sonra da onları elinden tek tek alıyor. Malını da, mülkünü, zenginliğini, çoluğunu, çocuğunu da elinden alıyor, sadece yanında hanımı Rahime anamız kalıyor. O da O'na hizmet ediyor. Ve Eyyüb Aleyhisselâm'ın bu rahatsızlığı, bu sıkıntısı kısa bir müddet değil, bir rivayete göre on üç sene, diğer bir rivayete göre on sekiz sene devam ediyor. İşte burada anlatıldığı gibi, hastalığı şiddetlendiğinde, olayın şekli değişiyor.

'Sonra yaralarından tevellüd eden kurtlar, kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i İlahiyenin mahalleri olan kalb ve lisanına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle kendi istirahatı için değil, belki ubudiyet-i İlahiye için demiş: "Ya Rab! Zarar bana dokundu, lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor." diye münacat edip, Cenab-ı Hak o hâlis ve sâfi, garazsız, lillah için o münacatı gayet hârika bir surette kabul etmiş.'

Şimdi burada iki nokta var, onları açmak gerekiyor. Birisi, yarasından, yaralarından tevellüd eden kurtlar; bunlar bazı tarih kitaplarında yanış ifade ediliyor, yani vücudu dıştan bakıldığında yara bere içinde ve kurtlanmış, affedersiniz hayvanların yaraları kurtlandığı gibi işte kurtlar düşüyor, alıyor geri koyuyor gibi ifadeler var. Bunlar bir Peygamberin şekline, şemaline yakışan şeyler değil. Çünkü bizim inanç esaslarımızın içerisinde bu Peygamberlere iman rüknünün altında bir mana var. Peygamberlerin her halini, her ifadesini, her hareketini, her ne olursa olsun biz, inancımız gereği olarak güzel karşılamakla mükellefiz. Asla ve asla bir eksiklik veya noksanlık ifade edemiyoruz. Zahirde bir şey mi var, eğer varsa, muhakkak onun altında bir hikmet vardır.

Hatta Üstad Hazretleri Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın 63 yaşındaki vefatını bu şekilde ifade ediyor. Çünkü 63 yaşından sonra beşeriyetin eksikleri, noksanları yani ona arız olan haller daha çok vuku buluyor. Nitekim Üstadımız bu hususu 23.Mektub' ta şöyle açıklar: "Amma ömr-ü saadetinin altmış üç olması ise, çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Şer'an ehl-i iman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı gayet derecede sevmek ve hürmet etmek ve hiç bir şey'inden nefret etmemek ve her halini güzel görmekle mükellef olduğundan; altmıştan sonraki meşakkatli ve musibetli olan ihtiyarlık zamanında, Habib-i Ekremini bırakmıyor; belki imam olduğu ümmetin ömr-ü galibi olan altmışüçte mele-i a'lâya gönderiyor, yanına alıyor; her cihette imam olduğunu gösteriyor." (Mektubat,23.Mek,6.Sual,300)

Düşünün ki ihtiyacını gideremiyor, İşte ümmetin bakış açısı değişecektir, farklı bir manaya girecektir. Cenab-ı Hak imanında zerre kadar sarsıntıya meydan vermemek noktasında, Peygamberini dahi tutup mele-i alaya alıyor. Yaşlılığın verdiği arızaları O'nun üzerinde göstermeden, en güzel şekliyle alıyor ve bizim düşünce dünyamızda böyle perü pak kalıyor.

Eyyüb Aleyhisselâm da bir Peygamber. Eyyüb Aleyhisselâm'ın vücudunu böyle tarif edecek olursak, bu hal Peygamberlik manası içine girmiyor. Çünkü ümmetini nefretkarane uzaklaştırmak olmaması gerekiyor. Tabiri diğerle, tebliğe mani olmaması gerekiyor. Peygamber olduğu müddetçe tebliği de ifa etmesi gerekiyor. Peki, nedir o zaman bu?

İkinci nokta şu olsa gerek, kurt ifadesi geçmiş zamanlar da izah ve ifade edilemediğinden dolayı bu şekilde kitaplara girmiş. Ama şimdilerde biz buna virüs diyoruz. Virüs ise göz ile görünmez. İnsanın illa şu dış dünyasında olması gerekmiyor. Nice hastalar vardır ki, gidip gezin görün. Kimimizin evindedir, dışarıdan baktığımız zaman sanırsınız ki sapasağlam insan. Fakat içte öyle yaralar vardır ki, öyle virüsler vardır ki, onun acısıyla onun ızdırabıyla kasıp kavuruyordur. Böyle hastalıklar var bu gün. Kanser hastalığı bunlardan bir tanesi. İçeriden bütün organlarımızı bitiriyor, ama dışarıdan baktığınızda bir şey yok. Hatta kanser belli bir aşamadan sonra kendisini gösteriyor. Veya böbrek hastalığı belli bir dönemden sonra kendisini gösteriyor. Adamın böbreği bitiyor, ondan sonra kendisini gösteriyor. Dolayısıyla içeride yara ile ifade edilen virüs denilmesi niye mümkün olmasın(!) Eyyüb Aleyhisselâm'a baktıkları zaman hiçbir şey yok gözüküyor, ama ızdırap içerisin de. Bunu şimdiki teknoloji çok net bir şekilde ifade ediyor.

Bundan sonra ne oluyor? O virüsler gittikçe ilerliyor, artık bitkisel hayat dediğimiz şuurun kaybolması noktasına geliyor; "artık dilim keçelendi dilimi çeviremiyorum, zikrimi yapamıyorum, Ey Rabbim ben Seni artık hatırlayamıyorum, ama ben, Seni hatırlamak istiyorum, ben Sana zikir yapmak istiyorum –yani şimdiye kadar bir problem yoktu - ama şimdiden sonra zarar bana dokundu diyor. Bu çok önemli, zarar bana dokundu" ifadesi çok önemlidir.

O halde bu vücutta ben dediğimiz şey nedir? Bunu tarif edelim. Ben dediğimiz şey, el midir? Hayır, el benimdir. Ben dediğimiz şey, göz müdür? Hayır, göz benimdir. Yani vücudumuzda ki hangi azamızı sayarsak sayalım, bunların hiç birisi ben kavramının içerisine girmiyor. Onların hepsi için benim deriz. Benim ayağım, benim gözüm, benim kulağım. Onun için Yunus öyle ifade etmiş, "bir ben vardır ben de, benden içeri." Bütün bu her şeye sahiplenen bir ben var. Nedir o? Bütün bu vücudu çalıştıran hareketlendiren, yürüten, konuşan, gören, zevk alan veya ızdırap duyan, ibadeti ifade eden, şu vücut elbisesi içinde olan, vücut dünyasına oturan ruhtur.

Öyle bir sultan ki, ruhumuz ve bütün her şey onunla tarif ediliyor. Dolayısıyla ben dediğimiz şey, o Eyyüb Aleyhisselâm' ın 'zarar bana dokundu' dediği şey de bu ruhtur. Yoksa o maddi virüsün, o maddi hastalığın ruha her hangi bir zararı yok. İbadet yapamadığın zaman ruha zarar dokunuyor. Kulluğunu eda edemediğin zaman ruha zarar dokunuyor. Ruhun gıdası, kut ve kuvveti, yani ab-ı hayatı, nefes alacağı şey, onun yapmış olduğu ibadetidir, tefekkürüdür, fikridir, şükrüdür.

İşte bu gelişmeler sonucu Eyyüb Aleyhisselâm, Rabbi'ne münacat ediyor. Hatta şunu da ifade edelim; hanımı Eyyüb Aleyhisselâm' a diyor ki; ''sen Allah' ın Peygamberisin, dua et de, Allah bu hastalığı alsa''. Eyyüb Aleyhisselâm diyor ki; "ben Allah'a dua etmekten hayâ ederim. Çünkü Cenab-ı Hak 70 sene beni sağlık ve afiyette beni yaşattı, en az 70 sene daha ızdırap duymalıyım ki ancak belki bir nebze dua etme haletine gireyim. Ben bu şekilde Allah'a dua etmekten hayâ ederim" diyor.

Bu manada vücudu için, kendi için, nefsi için herhangi bir duayı sarf etmiyor, ne zamanki ubudiyetine zarar veriyor? O zaman iltica ediyor, dua ediyor ve Cenab-ı Hak bu duayı kabul ediyor. Eyyüb Aleyhisselâm'a diyor ki; 'Ya Eyyüb! Ayağını toprağa vur.' Zira ancak Eyyüb Aleyhisselâm'ın ayağını kaldırabilecek güç ve kuvveti kalmıştır. Ayağını yere vuruyor ve Cenab-ı Hak orada su halk ediyor. Şifalı sular, bu günkü kaynak suları gibi bir şey. Eyyüb Aleyhisselâm'a 'o suda yıkan' deniyor ve bütün o hastalıklardan kurtulduğu gibi, eski sıhhatinden daha öte bir sıhhatine kavuşuyor daha sonra Cenab-ı Hak ondan önceki zenginliği ve çocukları da kat kat daha fazla veriyor.

Çünkü imtihan kazanıldı. Burada Eyyüb (a.s)'ın hastalığı sırasında vefadar eşi Rahime anamızın fedakârlığına da bir nebze temas edeyim: Rahime validemizin çalıştığı yetmeyince saçını kesmiş. Saçını satmış, Eyyüb(a.s) diyor ki "Rahime sen bu paraları bana nereden getiriyorsun? " Rahime validemiz cevaben: " Ya Eyyüb ben çalışıyorum' diyor. Eyyüb(a.s) : "Bak yarın farklı bir şey görürsem sana yüz dayak vururum" diyor. Rahime : "Tamam vur ey Eyyüb" diyor. Rahime validemiz, onun (a.s) sağlığına kavuşacağını tahmin etmiyor.

Sonra Cenab-ı Hak bulunduğu yerden su çıkarıyor. O sudan yıkanınca birden gençleşiyor, sağlığına kavuşuyor. Rahime validemiz geliyor. Delikanlı birini suyun başında görünce şöyle diyor; "Kardeşim sen kimsin? Burada bir ihtiyar vardı. Ne oldu ona?" Genç delikanlı: "Rahime o benim. Allah (c.c) bana sağlık, sıhhat verdi" diyor. Bir de bakıyor, saçları kesik "Bu ne hal ya Rahime?" diyor. Rahime : "Ne yapayım ya Eyyüb, mecbur kaldım" deyince Eyyüb(a.s): "Ben sana söz vermiştim, yüz değnek vuracağım" diyor. Vuracak, çünkü Peygamber söz vermiş. Hatta bunun hakkında ayet var. "Rahime onu samimiyetinden dolayı yapmıştır. Bir suçu yoktur Eyyüb. Sen de yüz değnek vurmaya söz verdin ama yüz değneğe dayanamaz ölür. Sen yüz çubuğu bir araya getir ve bir defa vur sözün yerine gelsin." diyor ayet-i kerime.

Gelelim buradan alınacak hisseye, ibret levhasından beş tavsiye. Biz bugün zamanı da düşünerek bir nükteyi okuyup açıklamaya çalışacağız.

'BİRİNCİ NÜKTE: Hazret-i Eyüb Aleyhisselâm'ın zahirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyüb'den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünki işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şübhe, kalb ve ruhumuza yaralar açar.'

O'nun bedeni yaraydı, fiziki yaralıydı. Yani vücudu arızalıydı. İman, itikadı, ihlâsın ve samimiyetin zerre kadar onda lekesi yoktu. Bizim kalbi, ruhi, bâtıni hastalıklarımız var. Dış içe, iç dışa bir çevrilsek Hz. Eyyüb(a.s)'den daha yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Kendimizi sağlıklı zannediyoruz.

İnsanlar tıpkı yumurtalar gibidir. Nasıl yumurtalar birbirlerine benzerlerse biz de birbirimize benziyoruz. Tavuğun yumurtası, tavusun yumurtası, timsahın yumurtası...vs gibi, hepsi aynı. Farklılık biri küçük biri büyük. Koyun bunları kuluçka makinelerine; biri civciv oluyor, sevesin geliyor, biri timsah oluyor. Aynen bunun gibi biz burada ekiyoruz ve ekiliyoruz. Allah(c.c) bu ümmet-i Muhammed'e kıyamete kadar bu imtihanları vermiş, ama helak yok. Cenab-ı Hak'ın bir lutfu. Ahirete gideceğiz. Orada perdeler kalkacak. İnsan olup başka şey olarak çıkacak mahlukat var. İşte orada kuluçkalar açılacak, burada ne kadar yüksek mevkide olan insanların orada ne kadar zelil ve perişan olduklarını göreceksin. Allah(c.c) hepimizi muhafaza etsin..

Üstad Hz. Eskişehir hapishanesinin penceresinde otururken karşısındaki lise talebelerini oynarken görüyor, ''onların bir elli sene sonraki hallerini bana sinema gibi gösterildi onların bu hallerine ağladım''(Şualar,11.Şua,3.Mesele,193)diyor.

Ya dış içe, ya da iç dışa çevrilse biz daha kötü vaziyetteyiz(!) O'nun zahirde hastalıkları, yaraları vardı, bizim batıni. İnsan cüz-i ihtiyari sahibi midir? Nefs-i emmare sahibi midir? Bunlardan günahlar, dalaletler çıkar mı? Çıkar. Peygamberler bu hususta masum mudurlar? Masum. O zaman bizde olan maddi hastalıklardan ziyade manevi hastalıklarımız var. Hatta şunu da rahat ifade edelim ki, maddi hastalıkların birçoğu manevi hastalıklardan ortaya çıkıyor. Manevi hastalılar hakkıyla tedavi edilmediği zaman bakıyorsun ki, o bela ve musibetler ayrıca bize hücum ediyor.

"Hazret-i Eyüb Aleyhisselâm'ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdid ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid ediyor. O münacat-ı Eyübiyeye, o Hazretten bin defa daha ziyade muhtacız.

Bahusus nasıl ki o Hazretin yaralarından neş'et eden kurtlar, kalb ve lisanına ilişmişler; öyle de; bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şübheler (neûzü billah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar."

İç âlemimizi bir dinleyin, nefis ne diyor; ''Yine ezan okundu, yine namaz kılacağım, nerden çıktı bu iş?' Nefis bunu bize diyor mu, demiyor mu? Biz de beden olarak iştirak edersek, o zaman sıkıntı olur. Adam sohbete dayanamıyorsa, Kur'an okuyamıyorsa, Cenab-ı Hakk'ı diliyle zikredemiyorsa, onda bir hastalık vardır ki, bil ki artık ona günahlar hucüm etmeye başlamış, kalbini ve ruhunu kemiriyorlar demektir. Orada siyah siyah noktalar bırakıyorlar.

"Eğer günahları düşünmüyorsan, yahud âhireti bilmiyorsan veya Allah'ı tanımıyorsan, sende öyle dehşetli bir hastalık var ki; milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür. Ondan feryad et. Çünki bütün dünyanın mevcudatıyla kalbin, ruhun ve nefsin alâkadardır. Mütemadiyen firak ve zeval ile o alâkalar kesilip, sende hadsiz yaralar açılır. Bahusus âhireti bilmediğin için, ölümü i'dam-ı ebedî tahayyül ettiğinden -âdeta- güya yara bere içinde, dünya kadar hastalıklı bir vücudun var "demektir.(Lem'alar,25.Lema,8.Deva,238-239)

"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var."

Yani günah işleyen dinden çıkmaz, kâfir olmaz. Şirk hariç yani itikada bakan yönler hariç ameli olan yani nefsinin, hissinin, hevesinin, aklının ve kalbinin galip geldiği noktalarda insanın işlemiş olduğu bu gibi günahlardan dolayı dinden çıkmaz. Kâfir olmaz. Peki, ne olur? O günahı işleye işleye ta batıni kalbe işler diyor. O zaman demek ki bir günah küçük değildir. O küçük günahtan Allah korusun küfür de çıkabilir. Onun için büyük zatlar bu tür şeylerden korkmuşlar. En basit şeyden dahi yüzünü çevirmişler ne demişler? Bu hem bu dünyamı hem ahiret hayatımı mahveder, perişan eder diye fersah fersah kaçmışlar.

Günahlardan uzak kaldıkça Cenab-ı Hakk'ın insana ihsan ettiği ihsanlar bambaşka. İmanın zevki bambaşka bir keyfiyettir. Üstad Hazretleri Yirminci Mektub' da bunu dört basamakta tarif eder. Birinci basmak İman-ı Bilah, İkinci basamak Marifetullah, üçüncü basamak Muhabbetullah, dördüncü basamak Lezzet-i ruhaniyedir. Bunların altında yatan manai ne kadar günahlardan uzaklaştırsak, ne kadar peri- pak yaparsak o kadar lezzetleniyoruz ki, bu burada ki hal bir de ahiret aleminde daha farklı ve boyutta o lezzeti alırsın. Evet,

''Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve zînetleri, Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde cennet olsa bile cehennemdir. Evet öyle gördüm ve öyle de zevkettim. Bilhâssa şefkatin ateşini söndürecek, marifetullahtan başka bir şey var mıdır? Evet marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi Cennet'e bile iştiyak geri kalır.''(Mesnevi,Hubab,102)

"Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor."

Üstad Hazretleri ısıran bir şeyi isimlendirerek örnek veriyor. Diyor ki bir günah işlendi mi, hemen bu günaha karşı bir sed koymak lazım. Yani hasbel- kader bilmeyerek gaflet için de bir günaha girdi veya bilerek girdiyse, yapacağı iş hemen tevbe-i istiğfardır. Çünkü istiğfar ve tevbe meyelan-ı şerri keser. "Demek dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar."(Sözler,26.Söz,2.Mebhas,508)

İnsanın şerlere karşı meyletmesini keser. Ve aynı zaman da manevi pişmanlık ki, onun önünü kesmekle beraber, onu silmek dahi vardır. Yani kul hakkına girmemiş ise onu silme ihtimali daha yüksektir İnşallah.

Neden Üstad Hazretleri kurt misalinden yılan misaline geçiş yapıyor? Çünkü yılan ısırdığında, zehri şırınga ettiğinde şırınga edilen o zehir nereye gidiyor? Kalbe gidiyor. Orada durmuyor. Nasıl kalbe doğru gidiyor? Nereye uğrarsa geçtiği yerdeki kanı katılaştıra katışlaştıra kalbe doğru hücum ediyor. Eğer onun hemen tedbiri alınmazsa, diyelim zehir ayakta, hemen o zehir alınmazsa bacağı saracaktır, eğer oralardan çekilip alınmazsa vücudu saracaktır, oradan da çekilip alınmazsa, kalbe doğru gidecek, kalbin damarlarını tıkayacak ve bu maddi hayat bitecektir. Peki, bir günah bizi yılan gibi ısırıyorsa, bu sefer aynı şey manevi ve uhrevi hayatımızı mahv u perişan edecektir.

"Meselâ: Utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicab ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

Yani günah işlemiş, kimse bilmiyor ama Allah'ın melekleri biliyor. Kendisi de utangaç birisi ise, meleklerin bilmesinden utanacak. Sonrasında bir emare olsa da şu melekleri yokluğunu bana izah ve ispat etse diyecek. Birisi gelse dese ki "görünmüyorlar, o halde yokturlar." İşte en basit vesvese. İşte kalbe bir kanca attı, görünmüyorlarsa yokturlar. İşte bu noktada yakalanan insan hakikaten yokturlar diye inkâra sapabilir. Akıl da görünmüyor. Peki, akılsız mı diyeceğiz, ruhun da görünmüyor, ruhsuz mu diyeceğiz? Görünmemek olmamağa delil midir? O zaman ne olacak? Akıl ve muhakeme çerçevesinde bakacağız bu tür olaylara. Allah bize neyi lütfetmiş? Akıl ve kalbi. Bunların ikisiyle tetkik ettin mi, onun şeytandan gelen asılsız ve saçma bir şey olduğunu anlayacaksın.

Ama maalesef bakıyorsun böyle bir atmosferdeki insan, ona sarılmış kalmış. Peki, neden böyle insanlar itikat dairesinden uzaklaşıyor ve bu safsatalarla boğuşuyor? Çünkü Üstadımızın ifadesiyle nefislerini başka şeylerle ikna etme saadetinde bulundukları için bu yola giriyorlar. Yoksa hakikaten bir şeyi yüz de yüz ispat ettiler de ondan dolayı iman dairesinden dışarıya çıktıkları için değil. Nefsini kandırmak. Ben şu ibadeti bir engel olsa da yapmasam, birisi dese ki ahiret yoktur. O zaman ahiret yoksa ceza da yoktur, o zaman keyfi yaşayayım.

'Hem meselâ: Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennem'in tehdidatını işittikçe istiğfar ile ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennem'in ademini arzu ettiğinden, küçük bir emare ve bir şübhe, Cehennem'in inkârına cesaret veriyor.'

Hani meşhurdur oraya gidip de başı kırılıp gelen mi var? Gelemez ki kusura bakma, yakalanıyor hapse giriyor, şayet müebbede mahkûm ise çıkış yok. Dolayısıyla oradan gelmek yok ki, sadece gidiş var, ama hapishane var. Anne karnına tekrar dönebilir misin? Oradan çıktın mı daha dönüşü yok.

'Hem meselâ: Farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed'in mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tenbellik, büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki: "Keşki o vazife-i ubudiyeti bulunmasa namaz için seksen bin idi."

30 yıl namaz kılmamış, bir de bir hocadan duymuş her gün yanacak. "Ağabey günde 5 vakitten 80 bin yıl ne kadar yapar. Yanmakla bitmez, abi battı balık yan gider, ben bırakıyorum bu işi. " Böyle bakıyor olaya.

Bir amirin hesabını veremiyoruz bir ibadetin hesabını nasıl vereceğiz? Namaz her ümmette var. Bunlar vazgeçilmez ibadetlerdir. Peygamber(s.a.v) Efendimiz elli vakitten beş vakte inmesi için çok yalvarmış. Hz. Musa(a.s) ile konuşmasında cereyan eden bir olaydır. Musa(a.s) 'daha düşür' deyince, Peygamberimiz 'yüzüm kalmadı' diyor. Musa(a.s) ümmetine, Allah'ın rahmet ve keremi olarak onlara gökten kudret helvası ve bıldırcın eti göndermiş. İşleri yok 50 vakit kılarlar. Ya bize de olsaydı, adam çalışıyor, hadi sığdır bakalım 50 vakti. Perişan olurduk biz. Allah(c.c) lütf-ü keriminden ümmet-i Muhammed'e (A.s.m) beşe indirilmiş, ama elli vakit sevabını koymuştur." Haza min fadli Rabbi."

"Ve bu arzudan bir manevî adavet-i İlahiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şübhe, vücud-u İlahiyeye dair kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder. Büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki: İnkâr vasıtasıyla, gayet cüz'î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlar ile o sıkıntıdan daha müdhiş manevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hâkeza.. bu üç misale kıyas edilsin ki بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ sırrı anlaşılsın."

Nefsin bu özelliği Mesnevi-i Nuriye'de şöyle belirtilir:

"Nefis, tembellik saikasıyla vazife-i ubudiyetini terk ettiğinden tesettür etmek istiyor. Yani, onu görecek bir rakibin gözü altında bulunmasını istemiyor. Bunun için bir Hâlıkın, bir Mâlikin bulunmamasını temenni eder. Sonra mülahaza eder. Sonra tasavvur eder. Nihayet, ademini, yok olduğunu itikad etmekle dinden çıkar. Halbuki, kazandığı o hürriyetler, adem-i mesuliyetler altında ne gibi zehirler, yılanlar, elîm elemler bulunduğunu bilmiş olsa derhal tövbe ile vazifesine avdet eder." (Mesnevi,Katre'nin Zeyli,79)

İşte kalpler böyle paslanıyor, böyle kirleniyor, kalpler böyle günahlarla kapatılıyor. Ama bu şu demek te değil; artık kalbin iman noktasın da istidat ve kabiliyeti kalmadı." Peki, ne demek? Bir ayna düşünelim. Ve o ayna karşısında bir ışık varsayalım. Ayna bu ışığı yansıtır mı? Evet. Peki, bu aynaya damla damla mürekkep damlatsak ve sonucun da bu ayna iyice boyansa, o ışığı yansıtır mı? Hayır. Peki, tekrar nasıl yansıtır? Kolayı var, alıp silgiyi yavaş yavaş silmek. Biz aynanın kendi özelliğine bir şey yapmadık, sadece boyadık ve tekrar sildik.

İşte kalbimiz Cenab-ı Hakk'ın Samediyetine ve Esmasına bir aynadır. Pırıl pırıl tertemiz şeffaf bir ayna. İşte bu ayna Cenab-ı Hakk'ın Esmasına tutulduğu müddetçe ne yapar? Cenab-ı Hakk'ın Esması buraya akseder. İman nuru buranın içerisine girer. Fakat sen günahlarla ne yapıyorsun, başlıyorsun siyah boyayı üzerine vurur gibi siyahlandırmaya. Siyahlandıra siyahlandıra üzeri simsiyah oluyor. Peki, burada Esma yansır mı? Yansımaz. Ama şu var ki kalbin yansıtma özelliği gitmedi, sadece üzeri boyandı. Peki, ben tekrar Esmanın burada yansımasını istiyorum, o zaman ne yapacağım? Silmeye başlayacağım. Sildikçe parlayacak ve yine iman dairesindeki ciddi hali devam eder.

Eğer günah işlemişsek, kusur ve hata bizlerden zuhur etti ise , "Binaenaleyh, a'male muvaffak olamayanlar, ye'se düşmemek için şu ayete müracaat etsin.

قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذِينَ اَسْرَفُوا عَلَى اَنْفُسِهِمْ لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ اِنَّ اللّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ

(Mesnevi, Katre,Hatime, 63)

''De ki: Ey günahta aşırı giderek nefislerine zulm etmiş olan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki, Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayıcı,çok merhamet edicidir''(Zümer; 53)

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

DERS: 33 SÖZLER, LEMAAT MADDE RİKKAT PEYDA ETTİKÇE, HAYAT ŞİDDET PEYDA EDER

DERS: 33 SÖZLER, LEMAAT MADDE RİKKAT PEYDA ETTİKÇE, HAYAT ŞİDDET PEYDA EDER

Allah madde ve manayı beraber yaratmış, biri birisiz olamaz. Tıpkı ruh ve beden gibi. Mesela ru

DERS: 32 OTUZ ÜÇÜNCÜ SÖZ BİRİNCİ PENCERE

DERS: 32 OTUZ ÜÇÜNCÜ SÖZ BİRİNCİ PENCERE

Üstad, ‘’Haşir Risalesin’’deki hakikatlara ’’bab ’’ diyor, burada da ‘’pencere

DERS: 31 ÂYETÜ’L-KÜBRA RİSALESİ İKİNCİ BAB İKİNCİ HAKİKAT

DERS: 31 ÂYETÜ’L-KÜBRA RİSALESİ İKİNCİ BAB İKİNCİ HAKİKAT

Ayetü’l-Kübra baştan sona Allah’ı anlatıyor. Kur’an-ı Kerimde de ‘’Ayetü’l-Kübra

DERS: 30 KASTAMONU LAHİKASI -RİYA HAKKINDADIR-

DERS: 30 KASTAMONU LAHİKASI -RİYA HAKKINDADIR-

Bu konuyu Üstadımız, Kastamonu Lahikasında üç nokta halinde sunmuştur. Riya hakkında genel b

DERS : 29 Kastamonu LAHİKASI TAKVA VE AMEL–İ SALİH

DERS : 29 Kastamonu LAHİKASI TAKVA VE  AMEL–İ  SALİH

Konumuz takva ve salih amel olup, bu terimleri anlamaya ve hayatımızda tatbik etmek için azim gay

DERS: 28 ONALTINCI SÖZ, ÜÇÜNCÜ ŞUA

DERS: 28 ONALTINCI SÖZ, ÜÇÜNCÜ ŞUA

‘‘Ey haddini aşarak insana sürekli vesvese veren nefis’ deniliyor. Neden haddinden tecavüz

DERS: 27 On dördüncü Lem'anın İkinci Makamı

DERS: 27 On dördüncü Lem'anın İkinci Makamı

Besmele Kur’an’da da yüz on dört kere nazil olmuş. Besmele çok sırlı bir ayettir. Kur’an

DERS: 26 10. SÖZ Zeylin Üçüncü Parçası

DERS: 26 10. SÖZ Zeylin Üçüncü Parçası

Haşir münasebetiyle bir sual: Kur'anda mükerreren

DERS: 25 YİRMİ ALTINCI MEKTUP DÖRDÜNCÜ MESELE

DERS: 25 YİRMİ ALTINCI MEKTUP DÖRDÜNCÜ MESELE

Sual: Mütekellimîn üleması; âlemi, imkân ve hudûsun ünvan-ı icmalîsi içinde sarıp zihnen

DERS: 24 ONİKİNCİ LEM'A

DERS: 24 ONİKİNCİ LEM'A

Bu günkü dersimizin konusu Re’fet Ağabey’in, Üstad’a sorduğu iki sualinin cevabı hakkın

DERS: 23 10.SÖZ 7.HAKİKAT (HAŞİR BAHSİ)

DERS: 23 10.SÖZ 7.HAKİKAT (HAŞİR BAHSİ)

Kuran-ı Kerim’in dört esası vardır. Bunlar; Tevhid-Nübüvvet-Haşir, Adalet ve İbadet’tir.

Dua eden, bana dua ettiği zaman onun duasına karşılık veririm.

Bakara, 2/186

GÜNÜN HADİSİ

Mü'minin sezgisinden sakının, çünkü o Allah'ın nuruyla bakar.

Taberani

TARİHTE BU HAFTA

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI