BİR GAZİNİN SEFERBERLİK HATIRATI-2

Tehlikeli Deniz Yolculukları 20 Kasım 1232 (1916) günü Köstence Limanından 15 yelkenli yapı, en küçüğü biz, en büyüğü 400 tonluk olmak üzere römorkörle boğazdan dışarıya çıkarıldık. O an hava (rüzgâr) tam hızıyla yıldızdan esiyordu. 15 yapı, kar ve fırtınadan birbirimizi kaybettik. Denizin üzeri sade beyaz köpük halinde gidiyorduk. Dümende kendim bulunuyordum…


2013-11-22 23:46:55

Tehlikeli Deniz Yolculukları

20 Kasım 1232 (1916) günü Köstence Limanından 15 yelkenli yapı, en küçüğü biz, en büyüğü 400 tonluk olmak üzere römorkörle boğazdan dışarıya çıkarıldık. O an hava (rüzgâr) tam hızıyla yıldızdan esiyordu. 15 yapı, kar ve fırtınadan birbirimizi kaybettik. Denizin üzeri sade beyaz köpük halinde gidiyorduk. Dümende kendim bulunuyordum…

Beş tayfadan iki arkadaş vazife görebiliyoruz. Üç arkadaşımızdan istifade edemiyoruz. Çünkü onları deniz tamamen sersem etmişti. Bu vaziyet karşısında nöbetleşerek birbirimizi değiştiriyorduk. Yalnız harita, pusula üzerine (bakarak) Romanya'nın Mangalıya Burnu'nu gündüz geçtiğimiz için, 8 mil Varna'dan açık geçtiğimizi tahmin ediyorduk.

Fırtına ve kar o kadar bizi bunaltmıştı ki, yapının altımızda bir tahta parçası kadar kıymeti kalmamıştı. Bu vaziyet karşısında azgın dalgalar yapının içinde patlıyordu. Dümenden beni ayırmıştı, cebimdeki para cüzdanımı da loca deliğine kadar götürmüş ve zincirlerin arasına sıkıştırmıştı.

… Arkadaşım Laz oğlu Fikri dümeni teslim aldı. Velhasıl fırtına devam etmekte, boşalmış serseri mayın ve torpiller içinde Türkiye'ye, yani İğneada Limanı'na girmiştik. Çünkü askeri kaydımız Karadeniz fedaisi idi

15 yapıdan 300 tonluk Yeşildirek mayına çarpmış, 14 yapı kurtulmuştuk…17 gün limanda kaldıktan sonra, 1 Şubat 1333 (1917) günü tekrar Köstence'ye hareket etmemiz emrediliyor(du). Hava (rüzgâr) Gündoğdu idi. Rüzgârın yıldıza dönmesi ile Bulgaristan'ın Varna limanına Bulgar muhribi bizi (römorkörüne) bağlayarak götürdü. Bu sefer de Bulgarların bize yapmış olduğu samimiyet son derece (iyi) idi.

15 günde Köstence'ye varmış bulunuyorduk. 1 Mart 1333 (1917) günü yine buğday yükleyerek Türkiye'ye hareket ettik. Varna içine yalı düşmüş idik. Bizi gören Bulgar muhribi yanaştı. Varna'nın Zeytinburnu istikametine kadar (bizi) refakatinde götürdü. Mayın tarlasından kurtulduk. 2 Nisan 1333 (1917)'de İstanbul'a yine İğneada Limanı'ndan römorköre bağlı olarak yollandık.

 Rumeli fenerini geçerken Rus uçakları tarafından bombalanıyorduk. Bizler de her yapıda birer tüfekle kendimizi müdafaa ediyorduk. (Fakat) tesir yapamıyorduk. Bu sıkışık durum karşısında İstanbul Boğazı'nın tam akıntısında römorkörler bizleri korkusundan çözüp terk ettiler. Boğazın akıntısı bizleri mayın tarlasına götürüyordu. Bu durum karşısında Anadolu Kavağı'ndan römorkörlere topla ateş ediliyor, tekrar bizi bağlaması ihtar ediliyordu. Dönerek bizi bağlamak zorunda kaldılar.

İstanbul Umur Leri'nden ve Yıldız'dan taarruza geçen uçak ve zeplin, yapıları tehlikeden kurtarmış iken Rus uçaklarını (da) bir müddet kovalamıştı. Fırsattan istifade ederek römorkörler süratini (hızını) verdi ve doğruca Sirkeci'ye, ertesi günü de köprünün açılmasıyla Ayvansaray Un Fabrikası'na yükümüzü boşalttık.

Deniz sevkiyatı kumandanı biz fedailere istirahat vermişti. 5 Temmuz 1333 (1917) tarihine kadar Romanya'nın ganaim zahiresine son verilmiştir. Almanya, Avusturya, Macar ve Bulgarya karadan trenle, Türkiye hem trenle hem de denizden yelkenli yapılarla gemi ile zahireyi çekmekle bitirmişlerdi.

Bu suretle geçici Karadeniz-Romanya sevkiyatımıza son verildi. Sultan Ahmet Cami o zaman askeri sevkiyathane olarak kullanılıyordu. Ben de orduya kara askeri olarak gönderilmek üzere verilmiştim. 8 Temmuz 1333 (1917)'de Kadıköy'de istirahatta bulunan Galiçya cephesinden gelmiş 50 fırkanın 157. Alay 3. Tabur 12. Makineli Tüfek Bölüğü'ne verildim.

 

Irak Suriye Cephesine Hareket

11 Temmuz 1333 (1917) tarihinde Kadıköy İstasyonu'nda trene bindirilerek Irak'ta bulunan Ali İhsan Paşa Kolordusu'na imdada gideceğimiz şayiası (söylentisi) vardı. Aynı gün trenle hareket ettik. Bilecik, Eskişehir, Afyonkarahisar ve Konya'yı da geçerek Tarsus'a indirildik. Trende vagonların kapıları kapalı vaziyette yollandığımızdan her nasılsa erler arasında hastalık belirmeye başladı. Çünkü askere serbestlik gösterildiği zaman trenden atlayıp kaçıyorlardı. Hastalığı önlemek için sağ ve sol göğsümüzden bir iğne aşısı ve aynı zamanda kolumuzdan bir de -çiçek aşısı olduğunu tahmin ediyorum- aşı yapılmıştı.

O zaman Bozantı İstasyonu'nda tren yolu yeni yapılmaya başlamıştı. Bundan dolayı yolumuza yaya olarak devam ediyor ve Gâvur Dağını ve Osmaniye'yi geçerek Halep'e varmış bulunuyoruz. 15 gün Halep'te eğitim yaptıktan sonra alayımız Irak Nehri (Fırat) kenarında karantina beklemek emrini almış ve trenle hareket etmiştik.

Savaşın Sıkıntıları

Nehrin kenarı eğilmiş, portatif çadırlar toprak içine gömdürülmüştü. Kum fırtınası başladı. Hiçbir er birbirini tanımaz hale geldi. Erlerimizi hastalıktan kurtarmak için uğraşırken daha ziyade hastalık baş gösterdi. Kum fırtınasından ve nehrin rutubetinden erlerimiz dizanteriye tutuldular.

1 Ekim 1333 (1917)'ye kadar karantina bekleyen alayımız, o tarihte kayıklara bindirilerek Irak yani Bağdat istikametine, nehrin akıntısına uyarak gidiyorduk. Kendim dizanteri hastalığına tutulmuştum. 10 gün nehrin akıntısına gidilmiş. Birçok hastalar Dirzor'un Salhiye hastanesine yatırılmış idik.

Salhiye Hastahanesinde

Hastanenin doktorları ve hemşireleri Ermeni idi. bize hizmet eden dâhiliye servisi hasta bakıcı kadının ismi Hanım idi. Yine başhemşire Ermeni Civar hanım idi ve Doktor Binbaşı Abram isminde bir Ermeni idi. Hemşire kadınlar Tokatlı olduklarından bize tam bir hemşerilik muamelesi yaptılar. Beni hizmette daha fazla gözetiyorlardı. Hele hemşire Hanım isimli yaşlı kadın bana tam bir evlat muamelesi yapmış ve daima şefkat göstermişti. "Doktor Ermeni Abram'ın verdiği ilaçları içme" diyordu. (Bana) dışarıdan gizli ilaç getiriyordu. Hakikaten Doktor hastalara "neyin var" diyor, geçiyor ve doktorun bu hareketi gözümüzden kaçmıyordu.

Bu vaziyet karşısında ne yapabilirdik? Gücümüz yetmiyor, çünkü kendimize malik değildik. Devlet, Ermenilerin zararlı unsur haline gelenlerinin bir kısmını sürgün ve bir kısmını ise ne yaptıklarını bilmiyorum. Bu sürgüne kadınları da dâhil olup, Suriye'ye sevk edilmişlerdi. Doktor ve kadınları hastanelere vermişler ve (onlar) hizmet görüyorlardı.

Bir gün gayet zayıf ve tanınacak halde değildim. Bulunduğum dâhiliye servisinde koma halinde ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Yatmakta olduğum bu koğuşta 40 adet karyola mevcut idi. her karyolada da hasta yatmaktadır.

Günün birinde ayılmışım. İçeriye sabah güneşi doğmuş bir halde iken, yanımda (bulunan) hemşire Hanım'ı gözü yaşlı gördüm. Karyoladan yere düşmüş bir Ermeni yerde yatıyordu. Kulaklarım işitiyor, fakat söylemeye takatim yoktu. İşaretle hastabakıcı hanıma sordum: "Bu kadar karyola boş, hastalar nereye gitti?" (Hanım cevap verdi:) "Evet gördün ya, yerdeki yatanla sen kaldın. Seni de" hemşerim" dedim ben kurtardım. Diğer hastalar bu gece yarı canlı toprağa verildi."

Demek oluyor ki, Türklerin ölmesine bile acele edilmiş, karyoladan düşmüş Ermeni'ye ölünceye kadar olsun müsaade edilmişti. 

Bu hastaneden (hastalığın bulaşmaması için) kıtalara tedavi edilmiş bir asker (dahi) sevk edilmiyordu. (Hastane) beni de altı ay hava değişimine yazmıştı. Nasıl olur da yola çıkabilirdim? Gidecek olduğum yollarda asi bedevi aşiretler vardı. Daha doğrusu (yollar) tehlikeli idi. Hastanede ayak tedavisinde kalmak istedim. Bu hastanede 8 ay 15 gün kaldığım müddet içinde çeşitli hastalıklarla karşılaştım. Yine de ileri hatta bulunan kıtama gönderilmemi de istiyordum. 2 Haziran 1334 (1918)'de hastaneden çıkarak sevkiyat efradı ile cepheye sevk edildim.

Cephede

Çeşme, Salhiye, Rakka, Ebu Kemal, Elkaim noktalarını geçerek Ane Kasabası'na varmış bulunuyorduk. Ane'de teşekkül eden Ana Fırat Grubu 24. Alay 1. Tabur 2. Bölüğüne verilmiştim.

Bir gün havalar gayet sıcak, hararet kaç derece bilmiyorum. Hurma ağaçlarının altında, kolsuz pamuklu gömlek ile yemek yiyorduk. Karavanacı da bendim. Ane kasabasının içi bundan evvel topların nehre atılmış mermileriyle doluydu. Bir top mermisi patladığı duyuldu. Hemen askeri silah başına (çağırdılar), karavanayı da döküp, nehirden su alıp cephane deposunu söndürmeye gidecektik deniyordu. Bu telaşta iken jandarma dairesi cami, mektep, hükümet binası ve meydanı, 15'lik top mermileriyle dolu cephanelik nasıl olmuşsa infilak etmiş, tek tek patlarken bu defa hepsi birden tutuştu ve patlayanı da patlamayanı da (bu infilak sebebiyle) havaya yükselmişti…Yere düşerken Hurma ağaçlarına vuruyor, ağaç parçası ve mermiler asker ve ahaliye isabet ediyor ve öldürüyordu.

İnfilak mahallinde hiçbir bina ve enkazı dahi kalmamış, hâk ile yeksân olmuştu. Asker ve ahaliden 500'ü mütecaviz ölü ve yaralı vardı.

Geri Çekilme Ve Mütareke Söylentileri

Bilahare, taburumuz ileri hatta bulunan Nehiye noktasına hareket etmiştik. Gayri resmi olarak mütareke söylentileri de vardı ortada. Ekim 1334 (1918)'de bulunduğumuz cepheyi düşmana yani İngilizlere terk ederek, ricata (geri çekilme) başladık. "Anadolu'ya gidiyoruz" deniliyordu.

10 Ekim 1334 (1918) tarihinde Nehiye noktasından hareketimiz başladı. Ane, Elkaim, Ebu Kemal ve Rakka'ya kadar ve (buranın) Semiye semtinde 15 ila 20 mezarlıktan ibaret olan türbelerin içerisinde 1 Kasım günü öğle üzeri 30 dakika istirahat emri verilmişti.

Bu geldiğimiz yollarda hiç istirahatsız gelindiğinden istirahat için oturduğumuz mezarların arasında yıkılmış kalmıştık. İstirahattan sonra da kayıkla grubumuz Rakka'ya nakil edilecekti. Bir taraftan bu nakil işi başlamıştı. Düşman hem uçakla ve hem de zırhlı otomobille bizleri takip ediyordu. Bundan başka bedeviler fırsat buldukça, hastalanmış ve geride kalmış erlerimizi öldürüp karınlarından para aradıkları, (onlardan) kurtulup gelen arkadaşlarımızdan öğrenilmiştir…

Bu yolculuk halinde iken ayağımı çıkarıp yıkama imkânını bulamadım ve haliyle parmaklarımın arası kir ve terden kurtlanmıştı. Bu acı gerçeğe de şahit oldum. Soyunup temizlenmeme de müsaade edilmiyordu.

Canımızdan bezgin, hayatımızdan bizar kalan biz erler, mezardaki yatanlara "siz kalkın, biz yatalım" demiştik. Çünkü vücut uyuşmuş ve bu uyuşukluğumuz hareket etmemize mani oluyordu. Bir eri iki subay tutarak kayığa bırakıyor ve bu surette Rakka'ya geçmiş idik.

Bedevilerle Çatışma

 İki gün Rakka'da istirahat edecektik. Fakat bu sefer de başımıza, yani yorgun ve bitkin olan grubumuza bedevi aşiretler bela olmuştu. Telebyaz İstasyonu'na kadar gideceğimiz yollarda Aneze, Şammar ve Karakeçili aşiretler vardı. 3 Kasım 1334 (1918)'de aşiret reisinden gelen haber şöyleydi: "Top ve makineli tüfeğinizi bize teslim edin. Ancak ondan sonra geçebilirsiniz. Teslim etmedikçe geçemezsiniz. Dört tarafınız sargıdadır. Aşiret Reisi Haçim".

Bizleri emrivaki karşısında bırakıyordu. Tabiî ki böyle emir dinlenemez ve lazım gelen tertibat bizim için zaruri olmuş ve de alınmıştı. 24 Kasım 1334 (1918) günü hareket eden grup beş saat yürüyüşe devam etmiş bulunuyordu. Grubumuzu gafil avlamak isteyen aşiret mensupları "lülü lülü" diye kendilerine mahsus haberleşme sesleri ile bize doğru geliyorlardı.

Hecin deve ve atlı süvarileri intizamsız bir vaziyette bizleri abluka etmeye çalışıyorlardı. Askeri eğitime hakkıyla vakıf olan, savaştan savaşa koşan ve modern orduları perişan etmesini bilen yorgun ve bitkin biz askerler hemen cephesini almış top ve makineli tüfek indirilmiş, toplarımız ateş etmekte, makineli tüfekler sağı solu tarıyordu. Piyade tüfeğimiz (bile) patlamadan (bedeviler) top ve makineli tüfek atışları sonunda dayanamayarak geri dönmek zorunda kalmışlar, ölü ve yaralılarına bile bakamamışlardı. Savaş meydanı at ve hecin (devesi) leşleriyle dolmuş ve birbirleri üzerine yığın olmuşlar, sağlam hayvanların top önlerine düştükçe bizim tarafa geçiyor, o hayvanlar meyanında aşiret reisi Haçim'in "Mesud" denilen binek hayvanı da yaralı olarak esir edilmişti.

Bizleri aşiret gazvesine benzeten ve üzerimize saldıran bedevilere bu darbe nihayetsiz terbiye vermiş ve çok ganaim (ganimet, mal, eşya, yiyecek vs.) elde edilmiştir.

-Devam edecek-

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-3

MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-3

Bursa’da Bursa’ya Ayın 15 inde, Çarşamba günü gittik. Bu şehir, İstanbul'un güneyinde

MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-2

MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-2

Türk’ün Gücü, Hindin Aklı, Arabın Mantığı Pazar günü saat 10’da edebiyatçılar ve

MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-1

MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-1

Kıymetli ziyaretçilerimiz geçen asrın son günü aramızdan ayrılan allame merhum Ebul Hasan e

MUSTAFA POLAT HOCAMIZDAN HATIRALAR

MUSTAFA POLAT HOCAMIZDAN HATIRALAR

Takdim Kıymetli ziyaretçilerimiz, değerli bir alimimizin bir seydamızın bazı hatıralarını

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-13

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-13

HOCAMIN VEFASI Hocamın çok dikkat çeken bir özelliği de vefa duygusu idi. Buna dair bir misal

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-12

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-12

HOCAMIN İBADET YÖNÜ Bana desen ki; “hocam, ibadette nasıldı.” Derim ki; “namaz adamıy

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-11

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-11

VAKIFLARLA BİR MÜZAKERE Hatırlıyorum, bazen Türkiye genelinden vakıflar “vakıf okuması

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-10

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-10

HOCAMIN DERSLERİNDEN Diyanet İşleri eski başkanı Mehmed Görmez bey hocamı ziyarete gelmişti

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-9

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-9

MUHTELİF HATIRALAR HAKİKATLARI HURAFELERLE ZAYİ ETMEMEK LAZIM "Benim bir arkadaşım bir şeh

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-8

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-8

ŞERCİL POLAT AĞABEY Merhum Şercil Polat ağabey Erzurum’da nurları hocamla birlikte ve belki

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-7

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-7

BABAM HACI MUSA EFENDİ Babam hayatı boyunca hocama hep destek olmuş, aynı davanın ızdırabıy

De ki: "Onlardan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarır. Ama siz yine de O'na ortak koşuyorsunuz."

En'am, 64

GÜNÜN HADİSİ

"Biriniz bir oturma yerine girince selâm versin. Oturmak isterse otursun. Kalkarken yine selâm versin. Çünkü, birinci selâm ikincisinden daha üstün değildir."

Ebu Davud

TARİHTE BU HAFTA

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI