VAHYEDDİN KÜFREVİ
Vahyeddin Küfrevi Ağabeyimiz, 1943’de Patnos’un Demirören Köyünde dünyaya gelmiştir. Aslı Bitlis ve Siirt’e dayanır. 1976 senesinden bu tarafa Antalya’da ikamet etmektedir. Hayatı, anlattığı hatıraların içinde vardır. Kendisi, Üstadımızın, “en son dersimi aldığım” dediği Mehmet Küfrevî Hazretlerinin torununun oğludur. Bu sebeble Önce Muhammed Küfrevî Hazretleri hakkında bilgi sahibi olmak gerekiyor, ta ki hatıralar daha iyi anlaşılabilsin.
Vahyeddin Küfrevi Ağabeyimiz, 1943'de Patnos'un Demirören Köyünde dünyaya gelmiştir. Aslı Bitlis ve Siirt'e dayanır. 1976 senesinden bu tarafa Antalya'da ikamet etmektedir. Hayatı, anlattığı hatıraların içinde vardır. Kendisi, Üstadımızın, "en son dersimi aldığım" dediği Mehmet Küfrevî Hazretlerinin torununun oğludur. Bu sebeble Önce Muhammed Küfrevî Hazretleri hakkında bilgi sahibi olmak gerekiyor, ta ki hatıralar daha iyi anlaşılabilsin.
Vahyeddin Küfrevi'nin hatıralarında çok farklı bir boyut var. O, bir tahrik üzerine Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Mehdi olup olmadığını tedkik etmek için ziyaretine gidiyor. Kanaat getirdikten sonra da, sahih hadis-i şerifleri şerh ederek, uzun çalışmalar sonunda Bediüzzamanın Mehdi olduğunu ispat etmek için bir eser hazırlıyor.
Ancak Mehdiyetle alâkalı, Risale-i Nurların ince ölçüleri ve belli bir üslûbu vardır. Yanlış anlaşılmaması için biz, Üstad Hazretlerinin, Osmanlıca el yazması Emirdağ Lâhikasında bulunan, mühim bir mektubu hatıraların sonuna ilave ettik. Bu mektubun satır aralarında isteyen aradığını bulabilir. Mehdiyetle alakalı ölçüler ve ipuçları orada ve daha başka mektuplarda vardır. Hatıralar kendisine tashih ettirilmiştir.
Şeyh Mehmed Küfrevî Hazretleri (RH)
Vahyeddin Küfrevî'nin büyük dedesi, Şeyh Mehmed Küfrevî Hazretleri: l775'te Siirt ilinin Küfre Köyünde dünyaya gelir. Sonradan Küfre'den Bitlis'e gelerek Kızılmescit Mahallesine yerleşir. Şeyh Mehmed Küfrevi; kemâlat, fazilet ve ilme olan derin vukûfiyeti ile çevresinde tanınmıştır. Bir zaman sonra şöhreti bütün Osmanlı ülkesine yayılır. Öyle ki; 1898 yılında, yüz yirmi üç yaşlarında iken vefat ettiğinde, türbesinin yapımı işleriyle Sultan Abdülhamit Han bizzat ilgilenir. Kızıl Mescit Mahallesinde bulunan türbesinin planı Sultanın emriyle İtalyan Mimar Anberto'ya çizdirilmiştir.
Risale-i Nurlarda Küfrevî Hazretlerinin ismi geçmektedir. Okununca anlaşılacağı gibi Bediüzzaman Hazretlerinin Muhammed Küfrevî Hazretleriyle mânevî râbıtası hep devam etmiştir. Bediüzzaman Barla Lâhikasındaki Hulûsi Bey'e yazdığı bir mektubunda: "Silsile-i ilmiyede bana en son ve en mübarek dersi veren ve haddimden çok ziyade şefkatini gösteren, Hazret-i Şeyh Muhammedü'l-Küfrevî'nin (K.S.) hulefâsından Alvarlı Hoca Muhammed Efendiye ve ihvanlarına çok selâm ve arz-ı hürmet ederim…" (Barla L. 286) şeklinde gençlik ve talebelik yıllarında son dersini Muhammed Küfrevî Hazretlerinden aldığını bahsetmektedir.
Üstadımızın son hocası Küfrevî Hazretlerinin ismi, Tarihçe-i Hayat' ta da şu şekilde geçmektedir:
"Bir gün Bitlis meşâyihinden Şeyh Mehmed Küfrevî Hazretlerinin kendilerine beddua ettiğini birisi yalandan söyler. Bunun üzerine müşarünileyhi ziyarete gider. Şeyh Hazretleri, Molla Said'e iltifat eder, teberrüken bir ders verir. İşte Molla Said'in en son aldığı ders bu olmuştur.
Bir gece Molla Said, rüyasında Şeyh Mehmed Küfrevi Hazretlerini görür. Kendisine hitaben:
– Molla Said; gel beni ziyaret et, gideceğim demesi üzerine hemen gider; ziyaret eder. Ve şeyhin uçup gittiğini görünce, uyanır. Saate bakar, saat gecenin yedisidir. Tekrar yatar. Sabahleyin Şeyhin hanesinden matem seslerinin yükseldiğini işitir, oraya gider ve Şeyh Hazretlerinin gece saat yedide vefat ettiğini haber alır. (İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Rahmetullahi aleyhi. Âmin.) Mahzun olarak geriye döner.
Molla Said Şarkın büyük ulemâ ve meşâyihinden olan Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî, Şeyh Fehim ve Şeyh Mehmed Küfrevî gibi zevat-ı âliyenin herbirisinden ilm-i irfan hususunda ayrı ayrı derslere nail olduğundan, onları fevkalâde severdi." (Tarihçe-i Hayat 46)
VAHYEDDİN KÜFREVÎ ANLATIYOR
İcazet-i ilmiyemi, amcam Kasım Küfrevi Hazretlerinden aldım
1943'de Patnos'un Demirören Köyünde dünyaya gelmişim. Sekiz dokuz yaşlarında iken merhum pederim Şeyh Abdullah beni Kızılkaya Köyünün İmamına götürüp teslim etti. O zamanlarda mektep olmadığı için, hocaların yanında Arapça ve Kur'ân eğitimi görülüyordu. Ben de ilk Arapça ve Kur'ân derslerimi oradan aldım. O Kızılkaya'da üç sene eğitim gördükten sonra, başka köylere ve hocalara da gittim. Daha çok ilim ve irfan sahibi olan Molla Zahir gibi meşhur âlimlerden de bir iki sene daha okudum. Daha sonra Molla Abdülbaki Hocamın yanında okudum. Halen hayattadır ve doksan yaşlarındadır. En son, Amcam Kasım Küfrevî Hazretlerinin yanında icazet-i ilmiyemi aldım. Allah Rahmet etsin 1992'de vefat etti. On iki ilim denilen; hadis, hakaik, mantık, münazara… gibi bedi ilimlerimi onun yanında okudum.
Sonra dört beş sene kadar köylerde imamlık yaptım. Kırk Elli talebem oldu. Ders veriyordum. Fakat bizim memlekette köylerde hocalara zekât, fitre ve sadaka bağladıkları için… Bu benim hoşuma gitmedi, bunları ilme layık görmedim. Bir âlimin, başkasına elini uzatıp; sadakasına, fitresine, zekâtına elini uzatıp yemesi hoşuma gitmiyordu. Bunun için ben de ticarete başladım. Sekiz on sene içerisinde de iyi bir yere geldim. Sonra Patnos'tan Antalya'ya geldim. Otuz bir senedir Antalya'dayız. Bizim çocuklarla beraber kuyumculukla, fırıncılıkla meşgulüm. Emekli olarak kitaplarımla ve Risale-i Nurlarla, onun talebeleriyle beraber meşgulüm. Allah bizi onlardan birisi eylesin. Kardeşlerimizle görüşüyoruz, sohbetler ediyoruz.
Bediüzzamanı bir maksatla görmek istedik
1960 senesinin kış ortası idi… Ocak, Şubat ayları gibi. Bir gün Hocam Molla Abdülbaki'nin yanında iken, Patnos'a geldim. Bir terzi Memduh (Haser) vardı. Allah rahmet etsin, İzmir'de vefat etti. Onun terzi dükkânında toplanıyoruz. Bir de Sabri Ağa vardı, Kamil Beyin oğlu. İri yarı iki metre boyunda birisi. Risalelerde adı geçen Kör Hüseyin Paşanın akrabalarındandır. Sürgün zamanında gidenlerden. Onlara af çıkmış, geri dönmüşler. Patnos'un bir köyünde ikamet ediyordu. Sabri Ağa sürgünde iken Bediüzzaman Hazretlerini görmüş, ona talebe olmuş ve kitaplarını okumuş. Elinde el yazması Asâ-yı Musa, Zülfikâr, Sirac-ün Nur gibi eserlerden vardı. İşte O, gelip gittikçe her yerde; Bediüzzaman Hazretlerinin Asrın Mehdisi ve İmamı olduğunu, herkesin bunu inanmaya mecbur olduğunu… bağırıp çağırıyordu.
Bir gün geldi oturdu yanımıza. Hocalarla hiç barışık değil ama, onlarla hep kavga ederdi. Fakat Küfrevî Hazretlerinin müritlerinden olduğu için bana dokunamazdı. "Hayırdır Sabri Ağa, ne olmuş sana?" dedim. "Vallahi Senin hizmetçin olayım. Ben sana karışmıyorum. Ben Küfrevî Hazretlerine bir şey diyemem. Ama benim elimde Bediüzzaman Hazretlerinin Beşinci Şua kitabı var. Kim ona Mehdi demezse, ben onun kâmil imanından şüphe ederim" dedi. "Sen öyle diyorsun ama, bizim de elimizde hocalarımızın kitapları var. Hazret-i Mehdi hakkında ikiyüz kadar Rasûlullah'tan rivayet edilmiş hadisler var. Fakat senin dediğin gibi hiçbir tane hadis, onu öyle izah etmiyor. Bu hadislere baktığın zaman, Bediüzzaman mehdidir diye bir şey yok" dedim.
Dedi ki: "Yok efendim! Öyle değil. Bak mesela, siz hocalar bu hadisleri söylüyorsunuz: "Deccal'ın bir eşeği olacak, ayaklarını kaldırdı mı gözünün gördüğü yere kadar adımını atacak... Bir tarafında Cehennem, diğer tarafında Cennet olacak... Bir eşek bu kadar süratli gidebilir mi?.. Ve o kadar büyük olabilir mi?.. Ama bak burada Bediüzzaman nasıl yazmış: "Bu trendir. Başında lokanta var, yeme var… içme… var. Başka tarafında ateş var, cehennem var… Şu kadar süratle gidiyor…"(1) "Allah Allah. Bu adam makul konuşuyor…" dedim. Bir şeyler daha söyledi. Deccalın kuzeyden çıkıp kalkacağını... Birinci gününün bir sene, ikinci gününün bir ay… olacağını… Üstad Bediüzzaman'ın Rusya'nın kuzeyine esir gittiğini... Orada, kuzeyde, bir günün bir sene kadar uzayıp gittiğini. Daha aşağıya geldikçe ikinci günün bir ay kadar uzadığını…. Troçki, Lenin… gibilerin olduğunu... Deccalın bir tek şahıs olmayacağını… büyük bir zulüm olacağını ve her tarafa kaplayacağını…"(2) epeyce anlattı.
Neyse akşama doğru köye, hocama gittim. "Hocam, ben bugün bir deli adam gördüm. Mehdi Hazretleri, Bediüzzaman Hazretleri… Van'dan kalkmış haberimiz yok" dedim. "Nasıl?" dedi. "Valla Bediüzzamanın kitapları var elinde. Deccalın büyük bir eşeği olacak, büyük zulmü olacak, kuzeyden kalkacak… Sen bunlara ne diyorsun?" dedim. "Olmaz böyle şey. Elimizdeki hadis kitaplarında bir tek böyle şey var mı? Mehdi Mekke'den kalkacak, Seyyid olacak… Bediüzzaman Kürttür" dedi. Dedim: "Sen de haklısın. Hadis kitaplarında Rasûlullah, Mehdi benim ehl-i beytimden olacak diyor. Ama Bediüzzaman ehl-i beyitten değil. Bu nasıl olabilir?.." Biz kendi aramızda böylece konuştuk.
Sabri Ağa bir hafta sonra tekrar geldi. Yanıma oturdu. "Ne yapıyorsunuz?" dedi. "Ne yapalım, sen öyle bir şey ortaya attın ki, bir haftadır, senin münakaşanı yapıyoruz" dedim. "Vallahi kesinlikle ben sana karşı konuşmuyorum, hürmetim sonsuzdur. Fakat gidin görün bana hak verirsiniz. Bediüzzaman mehdidir…" diye epey bir şeyler daha söyledi.
Akşam yine hocama geldim. Dedim: "Hocam Bediüzzaman Hazretleri kitaplarında diyormuş ki: 'Ben son dersimi Küfrevî Hazretlerinden aldım.' Ben şimdi onu ziyaret edeyim. Bakayım kendisine mehdi alametleri var mıdır? Bir ziyaretle ne olur, bir gidelim." Dedi: "Valla paramız yoktur. Neyle gideceğiz?" Yanımızda Abdülbaki adında ticaretle meşgul bir komşumuz vardı: "Valla beni de götürürseniz, sizin paranızı veririm" dedi. "Ne kadar verirsin?" dedik. "Her birinize 200'er lira veririm" dedi. Büyük bir para. Anlaştık, evlerimizde hazırlandık. Bediüzzamanı bir maksatla görmek istiyorduk.
Isparta, Afyon, Emirdağ… Üstadı arıyoruz
Ben, Hocam ve Abdülbaki Kardeş üçümüz Ispartaya gitmek için, Babya (yeni adı Andaç) Köyünden Patnos'a hareket ettik. Bir Austin araba bulduk. Onu Karadenizliler kullanıyordu. Doğru Bitlis'e.. oradan Diyarbakır'a geçtik.
Diyarbakır'da Abdullah'ın teyzesi vardı. Bir de Yüzbaşı Mehmet Kayalar vardı. Emekli olmuş veya çıkarılmış… Üstadın eserlerini Diyarbakır'da okuyor dediler. Gidelim bir ziyaret edelim dedik. Gittik. Üç dört katlı bir bina. Kendisi en üst katta kalıyordu. Diğer katlar ise dersane. Gelen gidenler oluyordu. O gün de Allah'ın hikmeti babası vefat etmiş. İki üç saat önce defnetmişler. Taziyeye gelenler vardı. Biz de taziye ettik. Kendisine: "Biz üstada ziyarete gidiyoruz" dedik. "Üstada selamlarımı söyleyin, ellerinden öpüyorum. Ben de ziyaret etmek istiyordum, fakat peder hasta idi, vefat etti. Zamanım olursa ben de ziyaret etmek istiyorum" dedi. Bize bir iki tane küçük kitaplardan verdi.
Biz kalktık. Diyarbakır'dan Adana'ya, oradan Konya'ya, sonra Ispartaya geldik. Üstadı ilk defa görecektik. Üstadın vefatından iki üç ay öncesiydi. Ben 17 yaşlarındayım. Akşam vakti idi. Bir otele yerleştik. O kadar soğuk vardı ki; inanın bizim memlekette o kadar soğuk yoktu. Sabahleyin kalktık, korka korka gidiyoruz. Yasak ya… Üstadı birisine sormamız lazımdı. Çünkü yerini bilmiyoruz. Sakallı bir hocaya sorduk. "Bunu çorapçı Mehmed Ağa vardır, ona sorun" dedi. Yerini tarif etti. Ona gittik, nurlu bir kardeşti.
Görünüşümüz bir acaip: Benim başımda bir fotör, bir de kıravat. Hocanın başında da bir kasket vardı. Öteki adamın başı açık, bıyıklan var. Benim de siyah bıyıklarım vardı. Kendime güzel bakıyordum. Ama görünüşümüz bir acaip... Adam bize baktı şaşırdı: "Ne istiyorsunuz?" dedi. Dedim, "biz Ağrı'dan geliyoruz. Allah için Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret etmek istiyoruz. Nerdedir senden soruyoruz. Bak işte nüfuslarımız inanmazsan bak…" Adamı ikna ettik. "Üstadı ancak Afyonda görebilirsiniz" dedi. İnanmadık baştan, ama başka çaremiz de yoktu. "Orada kime gideceğiz?" dedik. "Orada Hüseyin Selekler var, manifaturacı. O biliyor size yardım eder" dedi.
Bir arabaya bindik doğru Afyon. Akşam üzeri dükkanına vardık. Kısa boylu nur yüzlü genç bir insandı. "Buyur kardeşlerim" dedi. "Valla Üstadı ziyarete geldik" dedik. Bize şöyle baktı baktı; "valla Üstad burada yok" dedi. Bu bizi beğenmedi herhalde diye bir daha ısrar ettik. Yemin etti. "Üstad Emirdağ'dadır" dedi. İşin içinden çıkamıyorduk. Parayı da bitireceğiz diye korkuyoruz.
Neyse sabahleyin Emirdağ'ına gittik. Sorduk birisine. "Üstad, şehrin merkezinde, dükkânların üzerinde evi vardır. Ona bir oda vermişler. Karakolun nezaretinde daima rasat ediyorlar" dedi. Biz gittik kapıyı çaldık. Birisi çıktı, "buyrun" dedi. "Biz Ağrı'dan geliyoruz, Üstadı ziyarete geldik" dedik. Dedi: "Üstad şu anda yok." Kendi kendimize acaipleştik birden. "Nerdedir?" dedik. "Üstad şu yoldan dağa doğru gitti arabayla. Bir iki sat sonra gelebilir" dedi. Biz de gittik; karnımızı doyurduk, namazlarımızı kılıp biraz istirahat ettik.
Bir noktaya doğru bakıyor ve söylüyordu. Talebeler de yazıyorlardı
Öğleden sonra saat iki gibiydi. Bir baktık ki bir kalabalık var. Millet bir taraflara koşuyor. Biz de koştuk, nedir diye. "Bediüzzaman geliyor onun için koşuyorlar. Başka zaman ziyaretine, içeriye almıyor. O an kim ne kadar ziyaret edebilirse.. Neyse biz koştuk. Benim hocam biraz güçlü kuvvetliydi, öteki de öyle. Fakat bende biraz çocukluk vardı. Onlar gittiler, ben arkada kaldım biraz, sonra buluştuk. Baktım; talebeleri üstadı kollarında zoraki kalabalığın içinden alıp götürdüler, içeri koydular. Sonra hocam kalabalığın içinden çıkageldi, elini sakalına attı ve sıvazladı, öteki de öyle: "Allah'a şükür Üstadın elini öptük ziyaret ettik" dediler. Bu kelimeyi onlardan işitince birden benim gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Onlara bağırdım dedim ki: "Yahu biz, Ağrı'dan, Diyarbakır'dan, Adana'dan, iki üç günlük yoldan geldik. Eğer Üstad bizi çağırmazsa, yanına oturtmazsa, elini öptürtmezse, dua etmezse… Eğer ziyaret bu şekilde ise, ben bu ziyareti kabül etmiyorum ve gidiyorum" dedim. Ve sırtımı çevirdim onlara. İnanın ki on dakika geçmedi, kalabalıkta biraz dağılmıştı.
Bir baktım Üstadın evinden birisi çıktı geldi, seslendi: "Ağrı'dan gelenler kimlerdir, gelsinler; Üstad çağırıyor onları" dedi. Biz döndük onunla beraber bahçe duvarından içeri girdik. Evin uzun bir dehlizi vardı. Bizi aldı içeriye soktu. Bir anda o talebe döndü, bize baktı. "Valla, Yalnız Üstadın, bu şapka işleri hoşuna gitmiyor" dedi. "Ne yapalım?" dedik. Orada kesilmiş odunlar vardı. Üstüne koydum, yere düştü. Yuvarlak, sert bir fotördü. Yuvarlandı, gitti gitti, orada biraz su birikintisi vardı, girdi suyun içine. Dedim: "Söz veriyorum, bir daha seni üzerime almayacağım."
İçeriye girdik. Baktık Üstad bir karyolanın üstünde duruyor. Altta bir Van kilimi gibi bir şey serilmiş. Başka da bir şey yoktu. Karyolanın etrafında 4-5 talebe vardı. Ellerinde kâğıt kalem; Üstad bir şeyler söylüyor, onlar yazıyordu. Biz girdik, selam verdik. Başladık ellerini öpmeye. Ama eli bir geçti mi elimize… Mesela elli sefer; "cup, cup, cup" bırakmıyoruz, yüzümüze sürüyoruz... Üstad bize: "Çok zahmet ettiniz, kitapları okusaydınız. Allah sizden razı olsun. Sizi dünya ve Ahiret kardeşi kabül ettim" diyordu.
Üstadın etrafındaki talebeler -bilmiyorum şu anda hangileri idi- müdafaalar yazıyorlardı. Üstadın tam karşısında Kur'ân-ı Kerîm asılıydı. Sağına soluna baktım, başka hiç bir kitap yok. Elinde de bir şey yoktu. Üstad, sanki karşısında bir sinema var gibi, tam bir noktaya, Kur'ân'a doğru bakıyor ve söylüyordu. Söylüyor, söylüyor, söylüyor… Bir an gözleri kapanıyor, duruyordu. Yirmi otuz saniye, bazen bir dakika kadar sonra bir daha gözlerini açıyor, bir daha söylüyordu. Yarım saat kadar üstadı böyle seyrettik. Fakat bir şey konuşamıyorduk.
Müdafaayı bitirdikten sonra dönüp bize baktı. Bize: "Çok zahmet ettiniz, kitapları okusaydınız. Ne varsa Risale-i Nurlarda vardır. Bende bir şey yoktur, işte gördünüz. Âcizane bende bir şey yok. Yalnız gelmek isteyenlere de söyleyin, zahmet edip gelmesinler. Kitapları okusunlar, onları kardeş olarak, talebe kabül edeceğim" dedi tekrar. Bizde; "Söyleriz kurban" dedik. Elini tekrar aldık. Öptük.. öptük.. öptük.. Üstad yanındaki talebelere: "Kalkın, kardeşlerimizi yolcu edin, gönderin" dedi.
Sivil polisler ve karakol
Üstadın yanından çıktık. Talebelerden birisi de bizimle geldi. Konya'ya araba bulacak, bizi gönderecek. 20-30 mette uzaklaştık.. Baktım iki tane sivil polis, bize doğru geldiler. Kimliklerini gösterdiler. "karakola kadar teşrif edeceksiniz" dediler. "Biz ne yapmışız?" dedik. "Kime geldiniz? Nereden geldiniz? Niye geldiniz? ifade vereceksiniz" dediler. Bizi aldılar götürdüler karakola. Talebe orada kaldı. Hocamda bir defter vardı. Memlekette hocalık yapanlara zekat, fitre veriyorlardı ya.. İşte onların yazıldığı bir defter. Diyelim bir köyde kırk elli hane vardır. "Ali oğlu veli şu kadar zekât…" gibi yazılıdır. "Bu nedir?" dedi polis. "Efendim bizim köyümüzün cami derneği vardır. Bu, camilerimize verilen yardımlardır. Ben köy imamıyım. "Yok efendim, böyle değil. Sen bu paraları toplamışsın, getirmişsin, Bediüzzaman'a vermişsin. Daha başka bir izahı var mı bunun? Biz seni bu şekilde mahkemeye göndereceğiz" dedi polis ve ifadesini aldıktan sonra defteri kendisine verdiler.. Baktım hocam böyle titriyor. Onu orada epeyce rahatsız ettiler. Defteri aldılar.
Sonra sıra bana geldi. Benim de üzerimi araştırdılar. Talebeliğime ait bir defter buldular. İçinde gençliğe ait Arapça şiirler ve hikâyeler ve bazı notlarım vardı. Defterde yazılı olan Diyarbakırlı Şeyh Ahmed-i Hasi'ye ait mühim bir şiir vardı. Rütbece büyük, manen küçük o şahsa ait idi. Ve o şahsı tamamıyla izah ediyordu. Karakolun Baş Komiseri çok yaşlı ve eskimez yazıyı bilen bir şahıstı. Defterimizde gördüğü her notu ya okuyor, kendisi mana ediyor. Veyahut okuyor, bize mana ettiriyordu. Defteri baştan sonuna kadar yaprak yaprak, çevirip okumaya devam etti.. Allah'ın bir inayeti idi ki, sıra o şiire gelince, iki yaprağı birden çeviriverdi, sanki manen o iki yaprak bir elle birbirlerine yapıştırılıp, bir yaprak olmuştu. Bu şekilde araştırmalar bitti, defterimi bana verdiler. Baktım hocam arkada, çok üzüntülü ve mahzundu. İşte o anda Vanlı bir polis geldi. Bize: "Yahu ne var bunda? Hocayı ziyarete geldik. Borcum, alacağım vardı defter tuttum deyin…" dedi. O şekilde bizi serbest bıraktılar. Neyse karakolda üç, üçbuçuk saat kadar kalmıştık.
Karakoldan çıkıp aşağı doğru gelirken, baktık bir tane talebe orada bekliyor. Ceylan olabilir, tam hatırlayamıyorum. Bizi görür görmez: "Gelin, Üstad sizi çağırıyor" dedi. Bize böyle deyince, koşa koşa adımlarla bir daha üstadımızın yanına ziyarete gittik. Sanki hiçbir şey olmamıştı.
Kardeşim! Bana çok bakma, hasta olurum
Geldik Üstadımızın yanına. Oturduk, elini öptürdü bize, kaç sefer hem de. Üstad o zaman: "Kardeşlerim sizi çok mu rahatsız ettiler? Üzülmeyin. Siz buraya Allah ve İslâmiyet için gelmişsiniz. Her şey Risalelerde var.. En gür sada İslâm'ın sadası olacaktır inşallah. Ben otuz senedir böyle çekiyorum.. hakkımı helal ettim... Üzülmeyin. Allah sizi cennette mükâfatlandıracak" dedi.
Ben de o anda üstadın mehdi olup olmadığını... her tarafını tedkik ediyorum. Baktım öyle de güzel gözleri var ki… Ben şimdi kendi gözlerimle o gözlere bakıyorum: Beyaz kısmı çok büyüktü. İçinde bir siyah nokta, küçük. Hazreti Peygamberin bir hadisinde mehdinin evsafından bir tanesi de odur. "ebdlecül ayneyn" diyor. "Siyahı küçük, beyazı büyük, çok muhavvif, yani korkutucu bir gözü olacak. (Adavetle bakanlara.)" Yani insan böyle bir dehşet alacak. Tabi biz bazı şeyleri tam bakamıyoruz. Fotoğraflarında bile bellidir. Ben bir gözlerine baktım. Bir de bir hadis-i şerifte: (Vahyeddin Ağabey hadisleri önce Arapça okuyor. Sonra açıklıyordu.) "Rengi esmerdir, eli uzundur. Yani uzun boyludur ve eli uzundur.." diyor. Ona da bakıyorum. Bir hadiste de: "Üzerinde bir kuruş kadar siyah bir ben olacak" diyor. Ona da bakıyorum. "Var mı, yok mu?" diye. Ben, o anda üstadın mehdi olup olmadığını bakıp, her tarafını tedkik ederken; bir ara sağa döndü, bana baktı: "Kardeşim! Bana çok bakma, hasta olurum." Öyle deyince gözlerim şöyle düştü, bir daha üstada bakamadım.
Kalktığımız zaman üstad kafalarımızı şöyle bir alıyor, eliyle sıkıyordu. "Sizi dünya ve âhiret kardeşi olarak kabül ettim…" dedi. Ben hala o manzarayı hissediyorum. O zaman Şualar ve Lem'alar yeni ciltlenmişti. Siyah kaplı idi, kırmızı değildi. Bize yirmi tane Lem'alar, yirmi tane de Şualar verdi. "Bunları götürün, Diyarbakır'da Mehmed Kayalar'a, Urfa'da da Abdullah Yeğine, her birisinden onar tane verin" dedi. Kitapları bir bavula koydular, bize verdiler.
Bizi bir arabaya bindirdiler. Konya'ya kadar geldik. Konya'da trene bindikten yarım saat, bir saat kadar sonra sırt üstü düşmüşüm. Üstad demişti ya: "Bana bakma rahatsız olurum." Demek ki bana işaret etmiş. Diyarbakır'a kadar bilmiyorum, ara sıra ağzıma su vermişler. Bir şey yememiştim. Aklım var fakat konuşamıyorum, bir şeyler yapamıyorum, kalkamıyorum, oturamıyorum. Diyarbakır'da tren durdu. Polisler geldi, "bavulda ne var?" diye sordular. O bizimle gelen genç Abdülbaki: "Çocuklarım var. Onlara kitaplar almışım…" dedi. O şekilde… hiç açmadılar Allah'ın inayetiyle. Diyarbakır'da Onun teyzesinin evinde bir gece kaldık. Ancak sabahleyin aklım başıma geldi. Oradan memleketimize döndük. Hastalığımın sebebini öğrenmek için kitaplardan araştırma yaptım. Abdülvahab-i Şa'rani'nin Tabakat adındaki kitabında; "Evliyaullah, amilerin nazarlarından etkilenirler, hasta olurlar. Aynı zamanda amiler de onların nazarlarından hasta olurlar." diye yazıyordu. O zaman anladım ki daha fazla rahatsız olmamam için Üstad beni ikaz etmişti.
***
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Yine tekrar hem bayramınızı, hem Feyzi'lerin ve Nazif ve Halil İbrahim gibi etraftaki kardeşlerimin bayramlarını tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak Risale-i Nur'un tab' ve intişarıyla bizlere manevî bir bayram daha ihsan eylesin, âmîn.
Saniyen: Meyve ve Hüccetullah-il Bâliga'nın tab'ına dair ne lâzım ise yaparsınız. Yanımdaki Meyve ile Hüccetullah-il Bâliga Risalesi'ni Aziz'e göndermek istiyorum. Fakat adresini bilmiyorum. Kardeşimiz Tahirî eğer buraya uğrasa münasibdir. Tâ ki yanımdaki nüshayı beraber alsın, fakat Meyve Risalesi'ni burada yazdırmışım, belki iyi okunmaz. Sizin yazılarınızdan birisi beraber gitsin münasib olur. Onuncu ve Onbirinci Hüccetleri ilâve ettim. Husrev'in mektubunda yalnız bir kaç kelimeyi çizdim.
Sâlisen: Hafız Ali'nin gitmesindeki acısını iki pehlivan Feyzi'lerin Risale-i Nur'un hizmetine girmeleri o acıyı izale ediyor. Ahmed Feyzi'nin Hafız Ali hakkındaki mersiyesi Hasan Feyzi'nin parlak mektubuna denk olarak ikisini birkaç ehemmiyetli parçalarla beraber bir cilt içinde dercetmişler
Ahmed Feyzi ve Halil İbrahim'in mektublarını okudum. Bu iki metin ve kıymettar ve tam sâdık kardeşlerim mektublarında benim şahsıma ziyade ehemmiyet veriyorlar. Bu ehemmiyet, Risale-i Nur'un küllî kıymetine ve serbestiyetine belki ilişir ve o ehemmiyetli kardeşlerimin de benim âdi şahsiyetimi bazı hâdiselerle bilmekle ve verdikleri makama hiçbir cihetle lâyık olmadığımı anlamalarıyla inkisar-ı hayale uğramamak ve Risale-i Nur'daki iştiyaklarına fütur gelmemek için şahsıma ait olan fevkalâde hüsn-ü zanlarını Risale-i Nur'a çevirseler daha iyidir.
Ben de Halil İbrahim'in parlak sadakatından tezahür eden mektubunu ta'dil edip bana karşı hitabını Risale-i Nur'a çevireceğim, sonra size gönderip Lâhika'ya yazılsın.
Ve çok dikkatli ve Risale-i Nur'un avukatı kardeşimiz Ahmed Feyzi'nin Mehdi hâdisesini Risale-i Nur dairesi içinde çokça medar-ı bahsetmesi ehli dünyanın evhamını tahrike sebeb olabilir. Çünki Mehdi mânasında, bir siyaset dahi bulunuyor diye eskiden beri fikirlerde yerleşmiş. Risale-i Nur bu mes'eleyi halletmiştir.
Âhirzamandaki büyük Mehdi'den evvel çok Mehdiler gelmiş geçmiş diye Risale-i Nur isbat etmiş. Rivayetlerin muhtelif olması bu noktadan ileri geliyor. Bu zaman şahıs zamanı olmadığından, o ehemmiyetli unvanlar şahıslara verilmez. Hem Risale-i Nur'a da siyaset mânası da taşıyan o unvanı vermemek münasibdir. Müceddidiyet kâfidir.
Gerçi hakikat noktasında Âhirzamandaki gelecek büyük Mehdi siyaseti tam dindar İsevîlere bırakıp yalnız İslâmiyet hakikatlarını isbata, izhara, icraya çalışır. Ve bu nokta-i nazardan Risale-i Nur o zât-ı mübarekin veyahut onun cemaat-ı nuraniyesinin şahs-ı mâneviyesinin çok vazifelerinden en ehemmiyetli vazifesi olan hakaik-ı imaniyenin isbat ve neşrini tam yapıyor. Fakat bu evhamlı ve bahaneleri arayan ve herşeyi siyaset noktasında düşünen adamlara karşı bu Mehdi unvanını Risale-i Nur'a vermek, Risale-i Nur'un ihlâs sırrına ve dünyaya tenezzül etmemesine muvafık olmaz.
Evet Risale-i Nur'daki sırr-ı ihlâs, yüzde doksan ihtimaliyle de olsa o makama tâlib olmamaklığımı iktiza ediyor. Çünkü küçük bir memuriyet veyahut zabit olmak gibi bir makamı düşünen, harekâtını o makama tevcih ediyor. Onu maksad yapıp ona çalışıyor, ihlâsını kaybeder. Uhrevî amellerini ona basamak yapsa, bütün bütün yanlış olur.
İşte böyle kudsî ve parlak bir makamı ve memuriyeti dünyada dahi kendine düşünmek ve gaye-i hayal yapmak, bütün harekâtını hattâ uhrevî amellerini o makama yakıştırmak suretini verdiğinden hakikati ihlâsı bozar.
Eğer öyle bir makam verilse de ihsan-ı İlâhî olur. İnsanın kesb ve ameli ona vesile olamaz ve ekseriyetle bilinmez. Bilinmese daha iyidir.
Ve bilhassa efkâr-ı âmmede siyasetçilik ve hâkimiyet mânası bu Mehdi unvanında bulunduğu ve geçmiş bazı Mehdi-misal Halifeler o gibi hâdiselerin bir mâsadakı ve medarı olmuşlar. Elbette bu zamanda siyasete her şeyi feda eden insanlar nazarına karşı Risale-i Nur mesleğindeki ihlâs, böyle şeyleri aramaz.
Yalnız bu kadar var ki: Şakirdleri tam itimad ve kat'î yakînlerini takviye için harikulade bir surette hem Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini, hem bazı şakirdlerini, hattâ Tercümanını pek büyük makamlarda bulunduklarını itikad edebilirler. Çünki eskiden beri Üstadlarına karşı ziyade hüsnü zan kabul edilmiş, hattâ "Kur'ândan ve Hadisten sonra en mühim Hüccet-i imaniye, Risale-i Nur'dur" diyebilirler.
Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua, dualarını rica ediyoruz.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz Said Nursî
(El yazması Emirdağ Lahikası)
(1) Bu mesele Şualar'da şu şekilde geçmektedir: Rivayette var ki: "Deccal çıktığı gün bütün dünya işitir ve kırk günde dünyayı gezer ve hârikulâde bir eşeği vardır."
Allahu a'lem, bu rivayetler tamamen sahih olmak şartıyla tevilleri şudur: Bu rivayetler mu'cizane haber verir ki, "Deccal zamanında vasıta-i muhabere ve seyahat o derece terakki edecek ki, bir hâdise bir günde umum dünyada işitilecek. Radyo ile bağırır, şark garb işitir ve umum ceridelerinde okunacak. Ve bir adam kırk günde dünyayı devredecek ve yedi kıt'asını ve yetmiş hükûmetini görecek ve gezecek." diye zuhurundan on asır evvel telgraf, telefon, radyo, şimendifer, tayyareden mu'cizane haber verir. Hem Deccal, deccallık haysiyetiyle değil, belki gayet müstebid bir kral sıfatıyla işitilir. Ve gezmesi de her yeri istilâ etmek için değil, belki fitneyi uyandırmak ve insanları baştan çıkarmak içindir. Ve bindiği merkebi ve himarı ise; ya şimendiferdir ki bir kulağı ve bir başı cehennem gibi ateş ocağı, diğer kulağı yalancı cennet gibi güzelce tezyin ve tefriş edilmiş. Düşmanlarını ateşli başına, dostlarını ziyafetli başına gönderir. Veyahut onun eşeği, merkebi; dehşetli bir otomobildir veya tayyaredir veyahut...... (sükût lâzım!) (Şualar 589)
(2) Rivayetlerde var ki: "Deccal'ın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür." Lâ ya'lemul gaybe illallah. Bunun iki tevili vardır:
Birisi: Büyük Deccal'ın kutb-u şimalî dairesinde ve şimal tarafında zuhur edeceğine kinaye ve işarettir. Çünki kutb-u şimalînin mevkiinde bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Bir gün şimendifer ile bu tarafa gelse, yaz mevsiminde bir ay mütemadiyen güneş gurub etmez. Daha bir gün otomobil ile gelse, bir haftada daima güneş görünür. Ben Rusya'daki esaretimde bu mevkiye yakın bulunuyordum. Demek büyük Deccal, şimalden bu tarafa tecavüz edeceğini mu'cizane bir ihbardır.
İkinci tevili ise: Hem büyük Deccal'ın, hem İslâm Deccalı'nın üç devre-i istibdadları manasında üç eyyam var. "Bir günü; bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üçyüz sene yapılmaz. İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede otuz senede yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi âdileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır." diye, gayet yüksek bir belâgatla ümmetine haber vermiş. (Şualar 587)
Ömer Özcan
https://twitter.com/CevaplarOrg
Bu yazıya yorum yazın
Bu yazıya gelen yorumlar.
DİĞER YAZILAR
YUSUF ÜNLÜ(1936 -)
Cübbeli Ahmed Ünlü hocaefendinin babası Yusuf Ünlü 1936’da Giresun’un Göreli İlçesinde
YILMAZ DUMAN(1938 -)
Denizlili Emekli Lise Öğretmeni Yılmaz Duman, 1951’de Türkiye’de ilk açılan yedi İmam Hat
ÜMMÜHAN ERGÜN(1913 – 1976)
Nur Fabrikası sahibi, Denizli şehidi, İslamköylü Hafız Ali Ergün’ün akıl sınırlarını
ÛLVİYE SÜMER (1895 – 1974)
Ûlviye Sümer, Risale-i Nur’un Kastamonulu hanım kahramanlardandır… “Âsiye, Ulviye, Lütfi
TACEDDİN TOPAL(1927-2020)
Taceddin Topal ağabeyimiz Isparta/Yalvaçlıdır. Yalvaçlılar O’na Taci Dede diye biliyor ve ö
ŞÜKRÜ ALTUĞ(1914 – 1984)
Isparta’nın Sav köyü bin kalemle Risale-i Nur eserlerini yazarak çoğaltan, Hz. Üstadın ifad
ŞEVKET AKIN(1923 -2021)
Batmanlı Şevket Akın, Bediüzzaman hazretlerini 1952 yılında Isparta’da ziyaret ediyor. Aynı
ŞAHABEDDİN ÜNLÜ (1945 -2021)
Bolvadinli Emekli Edebiyat öğretmeni Şahabeddin Ünlü ile Ankara’da halef selef oluyoruz. Biz
ŞAHABEDDİN GARGILI(1924 – 2017)
Molla Şahabeddin Gargılı, 1924 yılında Bingöl’ün Kığı ilçesinde doğmuştur. Erzurumlu
SÜLEYMAN ÇAĞAN(1930 - )
Malatya/Doğanşehirli Süleyman Çağan ağabeyimiz üç arkadaşıyla beraber Hz. Üstad’ı Ispa
SAİD NUR ÇELEBİ (1948 -)
Risale-i Nur hizmetkârlarından iki bahtiyar hanedanın silsilesi Said Nur Çelebi’de buluşuyor.
- ÖMER HALICI(1919 – 1954)
- OSMAN NURİ TOL(1885 – 1955)
- OSMAN AKSOY(1940 - )
- NEVİN HALICI(1939 -)
- NECATİ AKKOYUN(1934 -)
- MÜBAREK SÜLEYMAN (KÖSE)(1898 - 1963)
- MUSTAFA CENGİZ (1929 -2021)
- MUHAMMED ALİ ÖZTÜRK (1930 -)
- MUAMMER ŞENEL (1909 – 2000)
- MEVLÜD GÖNEN (1934 -)
- MEHMED KÜÇÜKAĞA (1924 – 1976)
- MEHMED KERVANCI(1940 - )
- MEHMET GÜLEŞÇİ
- MEHMED FIRINCI (GÜLEÇ) (1928 - 2020 )
- İBRAHİM GÜL (1892 – 1956)
- HÜSEYİN BİÇER (1923 -2018)
- HÜSEYİN AKÇAY
- HATİCE SOYLU (ALTUĞ)(1930 - 2013)
- HASAN HALICI(1940 -)
- HASAN BASRİ SARIÇAM
- HAMDİ SAĞLAMER
- HAFIZ MUSTAFA ERTÜRK (1906 – 1950)
- FİKRİ MERİÇ(1935 -2021)
- EŞREF EDİP FERGAN(1882-1971)
- AV. İBRAHİM ÜNLÜ(1942 - )
- ÂSİYE MÜLÂZIMOĞLU(1881-1981)
- ALİ YILMAZ(1936 - )
- ALİ SERT(1929 – 2017)
- ALİ RIZA MUHLİS(1927 - 2016)
Onlar ne hayır işlerlerse karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanları bilir.
Al-i İmran, 115
GÜNÜN HADİSİ
"Kişinin yapacağı en üstün iyiliklerden biri, ölümünden sonra babasının dostlarına sıla-i rahimde bulunmasıdır"
Müslim, Birr, 11-13 (2552);
SON YORUMLAR
- Bütün beytlerin tercümesini gönderebilir misiniz? sitede sadece son birkaç...
- Fıtrat, namaz, tevafuk, sırlar ve tüm bunların sahibi zişanı İlahi kusur...
- Selamünaleyküm İnternette mütalaalı risale i nur dersleri diye arama yapt...
- bu kıymetli yazıdan dolayı ahmed izz kardeşimize teşekkür ederiz çok mani...
- selamün aleyküm Ahmed kardeşimizi tebrik ediyor ve bu faideli tercümelerin...
- Yanında okuyan diğer öğrencileri; Molla Muhammed Kasori Molla Muhammed Era...
- Benim merhum babam Molla İbrahim Azizi de onun yanında icazeti tamamlamıştı...
- Teşekkürler. Sanırım Envar neşriyat idi.Tam hatırlayamıyorum.....
- Çok güzel bir çalışma Rabbım ilminizi arttırsın bu çalışmalarınızı...
- Merhaba, Ben Foliant yayınlarından uğur. Sizinle iletişim kurmak istiyoruz ...
TARİHTE BU HAFTA
ANKET
Sitemizle nasıl tanıştınız?
Yükleniyor...