SÃœNNETÄ° Ä°NKAR FÄ°TNESÄ°

Oryantalistler, uzun bir süre edebiyat, tarih vb. alanlarda araştırmalar yaptılar. Ancak onların hadislere yönelmesi son dönemlere denk gelmektedir. Bu konuda kayda değer ilk ve son denebilecek çalışma ünlü oryantalist Goldziher'in ger-çekleştirdiği çalışmadır. Goldziher, çalışmasını 1890'da "İslamî Araştırmalar" adı altında Almanca olarak yayımladı. Yazıldığı günden bu yana Goldziher'in kitabı oryantalist çevrede araştırmacıların hidayet kaynağı, daha doğru bir ifadeyle dalâlet kaynağı olmuş ve Kutsal İncil gibi algılanmıştır.


2013-05-07 20:13:37

ORYANTALİSTLERİN SÜNNETİN HÜCCET DEĞERİNE DİL UZATMASI VE MODERN DÖNEMDE BUNU İLK YAPANLARIN ORYANTALİSTLER OLUŞU

Şüphesiz hadis kaynakları Sünnetin en güvenilir koruyu­cularıdır. Nebevi Sünnet, İslamî teşriin ikinci kaynağı olmasının yanı sıra akide, hukuk ve medeniyet gibi bütün İslamî konularda özellikle de bu konuların ilk dönemde arz ettikleri durumun tet­kikinde başvurulan temel referanstır.

İşte nebevî hadisleri araştırmanın önemi de burada ortaya çıkmaktadır. Zira hadislerin etkisi, İslam Medeniyeti kurumla­rından herhangi biriyle sınırlı değildir. Aksine bu etki genel olup İslam Medeniyetinin esaslarını kapsamaktadır.

Nitekim oryantalistler, uzun bir süre edebiyat, tarih vb. alanlarda araştırmalar yaptılar. Ancak onların hadislere yönel­mesi son dönemlere denk gelmektedir. Bu konuda kayda değer ilk ve son denebilecek çalışma ünlü oryantalist Goldziher'in ger­çekleştirdiği çalışmadır. Goldziher, çalışmasını 1890'da "İslamî Araştırmalar" adı altında Almanca olarak yayımladı. Yazıldığı günden bu yana Goldziher'in kitabı oryantalist çevrede araştır­macıların hidayet kaynağı, daha doğru bir ifadeyle dalâlet kay­nağı olmuş ve Kutsal İncil gibi algılanmıştır.

Kitabın yayımlanmasından yaklaşık altmış yıl sonra Prof. Schacht on yılı aşkın bir süreyle fıkhî hadislerin kaynağıyla ilgili uzun uzadıya bazı araştırmalar yaptı. Araştırmalarının sonuçla­rını ünlü The Origins Of Muhammedan Jurisprudence adlı ese­rinde yayımladı. Schacht'ın vardığı sonuç özetle şuydu: Hadis­ler arasında özellikle de fıkhî hadisler arasında tek bir sahih ha­dis yoktur. Bu andan itibaren Schacht'ın kitabı oryantalist dün­yada ikinci İncil mesabesine çıktı ve selefi olan Goldziher'i ge­ride bıraktı. Zira Schacht, Goldziher'in sıhhatle ilgili şüpheci tu­tumunu hadislerin kesinlikle sahih olmadığı şeklindeki bakışıyla değiştirmişti.

Schact'ın kitabı, İslam Medeniyeti araştırmacıları üzerinde derin etkiler bıraktı. Hatta Prof. Gibb, kitapla ilgili şu öngörüde bulunmaktadır: "Bu kitap, gelecekte İslam Medeniyeti ve İslam Hukuku alanında yapılacak bütün araştırmalara en azından ba­tıdaki çalışmalara esas teşkil edecektir."

Yüzyılın dörtte üçlük bölümünde hadisi, konu edinen birkaç makale ve bazı kitapları istisna ederse bu iki kitap dışında oryantalistlerce Sünnete ilişkin başka bir eser yayımlanmamıştır.

Burada İngilizce olarak yazılmış tek bir kitaptan, yani Alfred Guillaume'un The Traditions Of İslam adıyla yayımlanmış kita­bından da bahsedilebilir. Yazar, bu kitabında tamamen Goldziher'in açıklamalarına dayanmaktadır. Kitap herhangi bir orijinallik taşımadığı için ilmî değere haiz değildir.

Batılı bütün araştırmacılar, Schacht'ın kitabını sevinç duygulanyla övmüş ve gereğinden fazla önemsemişlerdir. Ancak övgüler, Schacht'ın izlediği metodun ince bir analizine ve onun vardığı sonuçların doğruluk ve geçerlilik derecesini öğrenmek için onların orijinal kaynaklarla karşılaştırılmasına dayanan öv­güler değildir.(1)

MODERN DÖNEMDE ORYANTALİSTLERİN TAKİPÇİLERİNİN SÜNNETİN HÜCCET DEĞERİNE DİL UZATMASI

Dr. Mustafa el-A'zamî "Dirasat fi'l-Hadisi'n-Nebevî" adlı ki­tabında(2) şunları kaydediyor:

"Tarih, hicri ikinci asırdan sonra İslam'a mensup hiçbir fert veya topluluğun Nebevî Sünneti terk etmeyi savunduğunu kay­detmiş değildir. Hicrî ikinci asırda bunu savunanlara gelince, onlar varlıklarını sürdüremeyip tarihte kalmışlardır. Yaklaşık on bir asır boyunca durum bu şekilde devam etmiştir. Ancak daha sonra zaman değişmiş, Müslümanların devleti ve hâkimiyeti gitmiş, sömürge ve köleleştirme dönemi gelip çatmıştır. Sömür­geciler İslam'ın dinamiklerini ortadan kaldırmak için habis fikir­lerini yaymaya başlamıştır. İşte bu sırada Irak bölgesinde Sünneti terk etmeye çağıran bazı kimseler zuhur etmiştir.(3)

A. Mısır

Mısır'a gelince, şayet Ebu Reyye'nin anlattıkları ve çıkarsamaları doğru ise -ki kendisi aslında güvenilir biri değildir-"Sünnet'i terk" fitnesi Muhammed Abduh dönemine dayan­maktadır.

Şöyle der Ebu Reyye: "Üstad Muhammed Abduh der ki: "Çağımızda Müslümanların Kur'an'dan başka bir rehberi yoktur. Gerçek İslam, fitne olaylarının zuhurundan önce ilk kuşak Müslümanlarının takip ettiği İslam'dır."

"Üstad (rh.a) şöyle der: Bu kitaplar -dipnotta belirtildiği üzere el-Ezher'de okutulan kitapları kastediyor- ümmet içinde olduğu sürece ümmet ayağa kalkamaz. Ümmet, ilk asırdaki ruh­la yani Kur'an'la ancak ayağa kalkabilir. Bunun dışındaki her şey ümmetle ilim ve amel arasına gerilmiş bir perdedir."(4)

Daha sonra Tevfik Sıdkî aynı yolu takip ederek el-Menâr dergisinde "İslam, Sadece Kur'an'dan İbarettir" başlığıyla iki makale yazdı. Bu makalede Sünnete ihtiyaç olmadığı iddiasını isbat için bazı ayetlerle istidlal etmeye çalıştı.

Reşîd Rıza, Dr. Tevfik Sıdkî'nin makalesi üzerine yazdığı yo­rumda şöyle diyordu: "Geriye tartışmaya açık başka bir konu daha kalıyor. O da şudur: Acaba Sünnetler denen hadisler -ilk dönemlerde herkesin ameline ve ittibaına mazhar olma­makla birlikte- din, şeriat ve genel din olarak kabul edilebilir mi? Bu soruya evet dediğimizde Peygamber (S.A.V.)'in Kur'an dı­şında kendisinden duyulan şeylerin yazılmasını yasakladığı, sa­habenin hadis yazmadığı, sahabeden alim simaların ve halifeler gibi önde gelen kimselerin hadise önem vermediği hatta bu iş­ten yüz çevirdiklerine dair rivayetler büyük bir şüphe olarak önümüze çıkar. Nitekim bunları henüz konuyla ilgili bir şey yaz­madığı bir dönemde Tevfik Sıdkîyle yaptığım bir müzakerede kendisine söylemiştim."(5)

Reşîd Rıza, Dr. Tevfik Sıdkî'nin yazdıklarını büyük oranda desteklemektedir. Zira o da nebevi hadisleri-mütevatir ve gayr-i mütevatir olarak ikiye ayırmaktadır. Namazın rekâtları ve oruç gibi tevatürle bize aktarılan hadislerin kabul edilmesi gerektiğini savunuyor ve bunlara genel din (ed-Dinu'l-Âmm) diyordu. Bu nitelikte yani tevatürle bize aktarıllmayan hadisleri de özel din {ed-Dinu'l'Hâss) olarak isimlendiriyor ve bunları kabul etmek zorunda olmadığımızı savunuyordu.

Reşîd Rıza, hadis yazımını yasaklayan rivayetleri verdikten sonra şöyle diyor: "İbni Abdilber ve benzerlerinin aktardığı Hz. Ebubekir'in yazdıklarını yakması, sahabe sahifelerinden tabiuna bir şeyin ulaşmaması, tabiunun yöneticilerin direktifi haricinde hadisi neşretmek üzere tedvin etmemesi gibi hususlar göster­mektedir ki, sahabe sadece bir şeyi ezberlemek için yazar, sonra da onu silerdi. Sahabeden büyük zatların hadis rivayetine rağ­bet etmediklerini hatta bu işten yüz çevirip bunu nehyettiklerini de göz önüne aldığımızda, onların bütün hadisleri Kuran gibi 'genel din' yapmak istemedikleri ihtimali güçlenmektedir."(6)

Ancak Mustafa Sibâî (rahimehullâh)'nin de belirttiği gibi Reşid Rıza'nm ömrünün son dönemlerinde bu görüşlerinden vazgeçtiği anlaşılıyor.(7)

Daha sonra 1929'da Ahmed Emin Fecru'l-İslam adlı kita­bını yayımladı. Nebevî Sünnetle ilgili yazdığı bölümde doğru ve yanlışları birbirine karıştırdı. Ölünceye kadar görüşleri üzerinde kaldı.(8) Esefle belirtmek gerekir ki, Ahmed Emin, ilim ehli ol­mayan hatta ilmî güvenilirliği şüpheli bir kimsedir.

Daha sonra h. 1353'te İsmail Ethem Sünnet'in tarihiyle il­gili bir risale yayımlar ve şunları ifade eder: "Sahiheynin hadis­leri de dâhil olmak üzere hiçbir hadisin aslı ve esası sabit değildir. Aksine bunların nisbeti şüphelidir. Geneli uydurma nitelikli­dir."(9)

Kitabına karşı büyük tepkiler gösterilince el-Feth dergisinde yayımladığı makalesinde, söylediklerine birçok edebiyatçı ve âlimin de katıldığını ve bu cümleden olarak Ahmed Emin'in kendisine bir mektup gönderdiğini söylüyordu. Ahmed Emin ise bu yazıyı tekzip etmedi. Hatta bazı dergilerde çıkan yazılarında arkadaşının başına gelenlerden duyduğu acıyı dile getirip, bu­nun fikir özgürlüğüne karşı bir savaş ve bilimsel araştırmalara karşı bir köstek olduğunu yazdı.(10)

Adı geçen bu şahıslardan sonra sancağı Ebu Reyye dev­raldı. Ebu Reyye, araştırmasının sonuçlarını "Advâun ale's-Sünneti'l-Muhammediyye" adlı kitabında yayımladı.

Gerçekte Ebu Reyye, yeni bir düşünce veya orijinal bir is­tidlal ortaya koymuş değildir. Aksine o; İsmail Ethem, Tevfik Sıdkî ve Reşîd Rıza'nın söylediklerini karıştırarak derlemiştir. O, Reşid Rıza'dan çok farklı bir sonuca varmamıştır. Bilakis ictihad davasını güttüğü halde Sünnet kelimesini açıklarken Reşid Rıza'yı taklit etmiştir. Şöyle diyor Ebu Reyye: "O gün [Peygamber dönemini kastediyor] Sünnet denince sadece amelî sünnetler anlaşılıyordu."(11)

Advâun ale's-Sünne adlı kitabında da görüldüğü gibi Ebu Reyye'ye göre amelî sünnet, amelî ve mütevatir olan sünnetler­dir: "Peygamberin mütevatir sünnetleri -kî bunlar amelî olan ve ilk dönem Müslümanlarının üzerinde ittifak ettiği ve onlar tara­fından bedahetle bilinen sünnetlerdir. Hiç kimsenin inkâr ede­meyeceği ya da tevil veya içtihatla reddetme yetkisine sahip olmadığı sünnetlerdir. Bildiğimiz farz namazların beş olduğu, sabah namazının iki, akşam namazının üç ve geri kalan diğer vakitlerin dört rekât olduğu, her rekâtın kendi içinde kıyam, kı­raat, rükû ve iki secdeye şamil olduğu gibi Peygamber (S.A.V.)'den günümüze kadar amel edilegelen ve bilinen hususları buna örnek vermek mümkündür. İşte Peygamber (S.A.V.)'in Sünneti buna denir. Sünnetin hadisleri de kuşatacak şekilde kullanılması sonradan oluşmuş bir ıstılahtır.(12)

Ahad hadisler hakkında da şöyle diyor: "Herkes kendisine göre rivayet ve delâlet bakımından sahih olan âhâd haberlerle amel eder. Ancak bütün ümmetin, haberi kabul eden şahsı taklid ederek onun bütün ümmet için bağlayıcı genel bir teşri olduğu söylenemez."(13)

B. Hint Kıtası

19. yüzyılda İngilizler Hindistan'ı tamamıyla sömürgeleştirdiler. Müslümanlar -başarısızlıkla da sonuçlansa da- ülkelerini sömürgecilerin elinden çıkarmak için İngilizlere karşı cihad ilan ettiler. Ancak İngilizler silahlı cihadın arz ettiği tehlikeyi sezip ulemadan silahlı cihadı inkâr eden bir grup oluşturdular. Bunu da cihad hadislerini inkâr ederek gerçekleştirme yoluna gittiler.

Çerâğ Ali ve peygamberlik taslayan Gulâm Ahmed Kâdiyânî bu akımın öncü isimleri arasında yer aldı.

Öte yandan çöküş ve mağlubiyet psikolojisi Seyyid Ahmed Hân, Abdullah el-Çekrâlevî ve Ahmeduddîn el-Amritsâri gibi isimlerin çıkmasına neden oldu.

Son olarak Gulâm Ahmed Pervîz çıkıp Ehl-i Kur'an adında bir cemiyet kurdu. Bunun yanı sıra aylık bir dergi çıkardı ve bu doğrultuda bazı kitaplar yayımladı.(14)

Gulâm Ahmed Pervîz içtihad ve istiklâl davası güttüğü hal­de tamamıyla Tevfik Sıdkî'yi taklid edip, hadislerin teşri' de­ğerini tamamen inkâr ediyordu. Sadece âhâd hadisleri reddet­mekle kalmıyor; beş vakit namazı, namazların rekât ve şekilleri gibi tevatürle bize intikal eden sünnetleri de reddediyor ve şöyle diyordu: "Kur'an bize sadece namaz kılmayı emretmektedir. Namazın eda şekline gelince bu devlet başkanına bırakılmış bir husustur. Devlet başkanı, zamana ve mekâna göre istişarede bulunarak bunu belirler."

Bunlar daha önce Tevfik Sıdkî'nin "İslam Sadece Kur'an'dan İbarettir" isimli makalesinde ileri sürdüğü, ancak sonradan vaz­geçtiği görüşlerin aynısıdır.

C. Türkiye

İnkâr boyutunun Türkiye ayağı ile ilgili olarak şunları söy­lemek mümkündür.

Günümüzde homojen bir hadis karşıtlığından bahsetmek mümkün değil­dir. Mutlak ma­nada hadis inkârı ve sünneti, sünnet olması yönüyle, inkâr etmek bir mü­minde olması gereken îman vasfıyla bağdaşmaz. Ancak buna rağmen ge­rek Türkiye'de gerekse İslam Coğrafyasının diğer bölgelerinde değişik renk ve tonlarda hadis aleyhtarlığının olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir yak­laşımın sünnet karşıtlığı kapsamına girip girmediğini belirlemek için söz ko­nusu yaklaşımın fikrî ve amelî konularda sünnete ne derecede yer verdiği, sünneti belirleyici görüp görmediğine bakmak yeterlidir.

Dehlevî'nin genel manada; yani "bidat" mukabilinde kullanılan "Sünnet" ile ilgili söylediklerinin burada söz konusu ettiğimiz özel manadaki "Sünnet" için de geçerli olduğu kanaatindeyiz. Dehlevî'ye göre Sünnet konusundaki yaklaşımları iki şıkta toplamak mümkündür:

1-Kur'an ve sahih sünneti olduğu gibi kabul eden sünnet ve cemaat men­subu kimselerin tavrı. Buradaki "sünnet mensubu" vasfının aslında belli bir çevrenin özel ismi olmadığı, temel bir vasıf olduğu halde, zamanla bu vasfı taşıyan kimselerin özel ismi haline geldiğine dikkat edilmelidir.

2- Karşılaştıkları hadisleri sırf oluşturdukları aklî ilkelere uymuyor diye te'vil veya inkâr eden bidatçı kimselerin tutumu. Kabir hayatı, amellerin tartıl­ması, sırattan geçiş, rüyetullâh, evliyanın kerameti gibi Kitap ve Sünnetin delaletiyle sabit olan ve selef-i salihînîn olduğu gibi kabul ettiği konuları, bazıları sırf akıl anlamakta zorlanıyor diye inkâr veya tevil etmişlerdir. (Bkz. Huccetullahi'l-Bâliğa, 1/26)

Kanaatimizce bu özlü ifadeler, bir tavrın bidat kapsamına girip girmediğini açıkladığı gibi herhangi bir tutumun hadis/sünnet karşıtı olup olmadığı ko­nusunda da net bir kriter sunmaktadır.

Çağımızda Türkiye'de de bazı kimseler, bu akımın bayrak­tarlığını yapmışlardır. Bu kimseler iddialarında fikrî bağımsızlık görüntüsüne bürünseler de aslında oryantalistlerden ve onların yerli takipçilerinden özellikle de Advaun ale's-Sünnete'l Muhammediye adlı kitabın müellifi Mısırlı yazar Ebu Reyye'den beslenmektedirler. Hâlbuki bu kitap yayımlandığı günden itiba­ren birçok muhakkik âlim tarafından tenkid edilip çürütülmüş­tür. Mezkûr cereyanın bayraktarları içtihad ve bağımsız dü­şünme davası güttükleri halde, üstü kapalı bir tarzda bu kitabı referans alıp, harfiyen taklid etmişlerdir.

Bunların haricinde Türkiye'de başka bir gurubun da varlı­ğından bahsedilebilir. Bunlar, mevcut konjonktür karşısında ru­hen sarsıldıkları gibi Sünnetin hüccet değerini inkar edenler kar­şısında da psikolojik çöküntüye uğramış kimselerdir. Bunlar vü­cûtta meydana gelen şişikleri kabartan tabib gibi konjonktürü meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar. Bu grup Sünneti reddetmese de ona tamamıyla itimad da etmemektedir. Sünnetin hüccet de­ğerini inkâr edenlerle ümmetin ittifakla benimsediği sünnet an­layışı arasında gidip gelmektedirler.

Esefle belirtmek gerekir ki, Türkiye'de durum budur. Bu ül­ke İslam dünyasında tüketilip dışlanan görüş ve eğilimlerin re­vaç bulduğu bir pazar haline gelmiştir. Söz konusu fikirler İslam dünyasında çürütüldükten sonra Türkiye'de birileri çıkıp onları benimsiyor ve yaymaya çalışıyor. Bu da birçoğunun yeniliğe ve muhalefete aşırı derecede düşkün olmasından kaynaklan­maktadır. "Muhalefet et, meşhur olursun." (hâlif tu'ref) cümle­sinde ifade edilen duruma benziyor. Bu kişiler muhalif görüşleri gündeme getirmeselerdi, gündemde olmaz ve tanınmazlardı.

Sözün özü

Hicrî ikinci yüzyılda az sayıda bazı kimseler, Sünnetin teşriî değerini inkâra kalkıştılar. Bu tutumun temelinde cehalet yat­maktaydı.

Bunun haricinde mütevatir dışındaki hadisleri de inkâr eden başka bir güruh daha türedi. Ancak bunlar da ikinci yüz­yıldan sonra inkıraza uğrayıp, ortadan kalktılar.

Çok sonraları -belki de batılı sömürgecilerin etkisiyle- bu akımlar tekrar ortaya çıktı. Bunlardan bir kısmı sadece cihad hadislerini inkâr ederken, bazıları hadisleri tamamıyla (mütevatir, meşhur ve âhâd) hepsini inkâr ettiler.

Her halükarda modern akımların Sünneti inkârı hicrî ikinci yüzyıldaki inkardan farklı değildir. Modern inkarcıların selefle­rine ilave ettiği bir argüman bulunmamaktadır. Meşhur deyişle ifade etmek gerekirse "bu gün, ne kadar da düne benziyor"

Allah'a ve Ahiret gününe inanan bir Müslümanın Sün­netin hüccet değerini inkar etmesi mümkün değildir. Meğer ce­halet ya da şüphecilerin telkinleri sonucu meseleleri karıştırarak aldatılmış olsun.

Bu konuyu Dr. Abdulganî Abdulhalık, Hücciyyetu's-Sünne adlı kitabında güzel bir şekilde tasvir edip özetlemektedir. Allah kendisine rahmet etsin ve Ümmet-i Muhammed namına onu en güzel şekilde mükâfatlandırsın. Onun açıklamalarını sözümüze misk-i hitâm kılmak istiyoruz.

Şöyle diyor Abdulganî Abdulhalık:

"Kendilerini ilim adamı olarak lanse edip Sünneti bizatihi inkâr eden bazı kimseler bulunmaktadır. Ancak bunların duru­munu inceleyip gerçek amaçlarını deşifre ettiğimizde üç tipten birine dâhil olduklarını görürüz.

Bunların ilki, dinle alakası olmayan inançsız ve zındık kim­sedir. Bu tipler, İslam'ı yıkmak ve Müslümanları yok etmek amacıyla İslam'ın esasları etrafında şüphe uyandırmak için küf­rünü gizleyip Müslüman olarak görünürler. Bunlar dine ve dinin esasını teşkil eden Kur'an'a açıkça saldıramadıkları için başka bir zaviyeden yani Sünnet cephesinden saldırıyorlar. Zira Sünnetin ortadan kalkmasıyla Kur'an anlaşılmaz hale gelir ve Kur'anî hükümler de işlevsiz kalır. Böylece Kur'an'ın varlığı, yokluğuna eşdeğer olur. Sonuçta Kur'an'ı, arzu ve isteklerine göre yorumlayıp tevil edebilecekleri bir oyuncak haline getir­meye çalışırlar. Onlar şu ayetlere bağlı görünmeye çalışarak Kur'an'ı anlayabileceklerini sanıyorlar.

"Biz Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık."(15) "Biz Kitabı herşeyin açıklayıcısı olarak sana indirdik."(16) Bu ifadeler haktır fakat bunlarla batıl bir hedef amaçlan­maktadır. Kuran, şeriatın tamamını kapsar; şer'î bütün hüküm ve kanunları esasıdır. Ancak bu husus, söz konusu kimselerin hedeflediği batıl amacı yani Sünnetin hüccet değerini inkâr et­me sonucunu doğurmaz.

İkincisi, küfrünü açıkça ilan edip maskesini çıkaran kimse­dir...

Üçüncüsü ise, hakka ve hakikate kavuşmayı uman inançlı, ancak aldatılmış kimsedir. Değişik temayüller aklını çelip onu farklı yönlere çeker. Dine bağlı, din konusunda duyarlı gibi gö­rünen ve dini savunma kisvesine bürünen dinsizler ve zındıkla­rın ileri gelenleri, keskin dilleriyle ve sahte dinî görüntüleriyle bozuk görüşlerini ve batı mezheplerini bu gibi zavallılara süslü gösterirler. Hüccet ve delil namına bir takım şeyler derleyip hakkı batılla karıştırırlar. Karşılarındakiler de onların dini koru­duklarını zannederek iyi niyetlerinden ötürü söylenenleri alırlar. Bunların sahih ve güçlü görüşler olduğuna inanarak insanları buna davet ederler. Bunların içerdiği hata ve dalâletin, doğur­duğu fitne ve fesadın farkında olmaksızın olanca gücüyle bun­ları savunur. Bundan dolayı "akıllı düşman, cahil dosttan daha İyidir" denilmiştir.

Şüphesiz bu gibi insanların muhalefeti, müçtehidlerin Sün­netin hüccet olduğu ve kendisiyle amel edilmesi gerektiği şek­lindeki icmaına halel getirmez. Nitekim bu konu, dinin bedâhetle bilinen {malûmun mine'd-din bi'z-zarûre) meseleleri ara­sında yer almıştır. Daha önce de belirtildiği gibi dinin bedîhî meselelerinden pek çoğu da bu konuya dayanmaktadır.

Dipnotlar

1-Mustafa el-A'zamî, Dirasat fi'l-Hadisi'n-Nebevî, Giriş kısmı

2-El-A'zamî, Dirâsât fi'1-Hadisi'n-Nebevî, 26-29

3- Mevdûdî, Sünnet ki A'ini Haysiyet , 16

4-Ebu Reyye, Advâun ale's-Sünne, 405-406

5-Mecelletu'l-Menâr, 9: 929-930

6-Mecelletu'l-Menâr, 10:511

7-es-Sünne ve Mekânetuha, 42. Seyyid Süleyman Nedvî'nin "Tahkîku Ma'na's-Sünneti ve Beyânu'l-Hâceti İleyna" adlı eserine bir takdim yazması da onun eski gö­rüşlerinden vazgeçtiğini gösteriyor.

8- İkinci baskıda Ahmed Emin'in Girişine bakınız. Burada kitabın ilk baskısı­nın 1929'da yapıldığını belirtilmektedir. Şu an elimizde bulunan 1969'a ait onuncu baskısında da aynı tutarsızlıklar var.

9-Sibâî, es- Sünne ve Mekânetuha, 213

10-Sibâî, es-Sünne ve Mekânetuha, 214

11-Ebu Reyye, Advaun ale's-Sünne, 404

12-Ebu Reyye, Advaûn ale's-Sünne, 406-407

13- Ebu Reyye, Advûn ale's-Sünne, 407

14-Mevdûdî, Sünnet Ki Aînî Haysiyet, 16

15-En'âm, 38

16-Nahl, 89

 

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

İyiliğin karşılığı, iyilikten başka bir şey midir?

Rahman, 60

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

"Üç defa kapıyı çalın. İzin verilirse girin; aksi halde dönün."

Riyazü's Salihin, 2/874

TARÄ°HTE BU HAFTA

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI