Cevaplar.Org

KADİM EDEBİYATIMIZDA MEŞHUR ÇAĞRIŞIMLAR-1

Kelimeler, sözlü ve yazılı kültürün oluşmasını sağlayan araçlardır. Edebiyat, kelimeleri işleme sanatını da kapsayan bir alandır. Kelimeler, özellikle şairlerin diliyle inci gibi dizilirler. Bunun neticesinde de bu kelimeler kültürde ön plana çıkar, uzun süre kalıcı olurlar ve kolay kolay silinemezler. İşte bu çalışmada başta Türk edebiyatı ve kültürü olmak üzere, İran ve Arap kültür ve edebiyatında çok kullanılmış, şöhret bulmuş bazı kelimeler hakkında bilgi vermeye çalıştık. Daha çok çağrışım yapan kelime üzerinde durduk. Özellikle çağrışıma sebep olan yönünü kısaca anlattık. Bazı kelimelerin meşhur başka anlamlarını da belirttik. GİRİŞ


Adem Köpür

ademkopur@hotmail.com

2012-01-07 06:52:22

Kelimeler, sözlü ve yazılı kültürün oluşmasını sağlayan araçlardır. Edebiyat, kelimeleri işleme sanatını da kapsayan bir alandır. Kelimeler, özellikle şairlerin diliyle inci gibi dizilirler. Bunun neticesinde de bu kelimeler kültürde ön plana çıkar, uzun süre kalıcı olurlar ve kolay kolay silinemezler. İşte bu çalışmada başta Türk edebiyatı ve kültürü olmak üzere, İran ve Arap kültür ve edebiyatında çok kullanılmış, şöhret bulmuş bazı kelimeler hakkında bilgi vermeye çalıştık. Daha çok çağrışım yapan kelime üzerinde durduk. Özellikle çağrışıma sebep olan yönünü kısaca anlattık. Bazı kelimelerin meşhur başka anlamlarını da belirttik.

GİRİŞ

Süleymaniye Kütüphanesi Yazma Bağışlar bölümünde 3857 numarayla kayıtlı "Mecmua-i Fevaid" adlı eserde yer alan "el-Meşhûrât" başlıklı bir liste dikkatimizi çekti. Günay Kut bir yazısında (Kut 1999, 135) bu isimden bahsetmektedir. Bu listede klasik Arap, Fars ve Türk edebiyatında çeşitli özellikleri ve sıfatlarıyla meşhur kişiler ve nesneler sıralanmış. Başka bir ifadeyle, bazı fiil, sıfat, isim ve terimlerin altına akla ilk gelen örnekleri kaydedilmiş. Anlaşıldığına göre bu isimler Kur'an ve hadis gibi İslam kaynaklarına, Arap, Fars, Türk gibi Doğu veya Yunan gibi Batı milletlerinin tarihiyle tecrübe ve gözlemlere dayanmaktadır.

Yazıda toplam yüz otuz bir kelime ve onların hatırlattığı isimler bulunmaktadır. Bir tane kelimenin çağrışım karşılığı yazılmamıştır. İsim, sıfat ve terimlerin karşılığı yazılırken elifba sırası gözetilmemiştir. Şüphesiz bu listede yer alan eşleştirmeler, kayıtsız, şartsız bir ilgiyi, alakayı belirtmiyor. Sık sık birlikte kullanılan veya birbirini çağrıştıran kelimeleri derlemiş bulunuyor.

Divan şiirimizde bu isim ve sıfatlar gazel, kaside, mesnevi vb. şekillerdeki manzum veya mensur eserlerde kalıp halinde kullanılır olmuştur. Meselâ, mal, mülk, zenginlik, sermaye söz konusu olduğunda "Karun", akıl bahis mevzuu olduğunda "Aristo", büyüden bahsedilirken "Bâbil", tıp ilmi geçtiğinde "Calinus", avaz, güzel ses denildiğinde "Hz. Dâvud" veya "bülbül"ün sık sık anıldığı malumdur. Bu listede de bu şekilde bir münasebet gösterilmiştir. Birkaç örnek daha vermek gerekirse,

"Allah'a yakınlık" manasına gelen "Kurb-ı Hazret" terkibinin altına Hz. Muhammed'i işaret eden "Resulu'llah aleyhi's-selâm" karşılığı yazılmıştır. Tasavvuf tarihinde hak ve hakikat arayışı uğruna taç ve tahtı terk etmenin sembolü olan İbrahim Edhem, "terk" kelimesinin altına "İbn Edhem" şeklinde kaydedilmiştir. "Kadeh" denince eski şiirimizde ilk akla gelen isimlerden biri, içkiyi bulduğu söylenen efsanevî Fars hükümdarı Cem'dir. Listede "Câm"(kadeh) isminin altına "Cem" yazılmıştır.

Herkes bu kelimelere aşina olmadığı için, bunları kısaca açıklamaya çalışacağız.

Vahşet- Âdem a.s:

Hz. Âdem kaynaklarda, ilk insan, "Ebu'l-beşer"(insanın babası), Allah'ın seçkin ve temiz kulu olmasından dolayı "Safiyullah" gibi unvanlarla anılmaktadır.

Kur'ân'dan ögrendiğimize göre, Allah, Hz. Âdem'i topraktan yarattı. Ona kendi ruhundan üfledi. Bütün meleklere Âdem'e secde etmelerini emretti. Hepsi secde etti, fakat İblis (Şeytan), kendisinin ateşten yaratıldığını ve daha üstün olduğunu ileri sürüp secde etmedi. Allah, Şeytan'ı lânetleyip huzurundan kovdu. Şeytan ise kıyamete kadar, Âdem soyunu hak yoldan saptırmak için mühlet istemiştir. Allah ona bu izni vermiştir.

Hz. Âdem ve eşi Havva cennete yerleştirilmişlerdir. Burada tek bir ağaç dışında bütün meyvelerden yiyebilecekleri bildirilmiştir. Daha sonra Şeytan'ın hilesi sonucu Hz. Âdem ve Havva yasak meyveden yemişlerdir. Bunun cezası olarak da cennetten çıkarılıp, Şeytan ile birlikte dünyaya atılmışlardır. Hz. Âdem Hindistan'daki Serendip adasına, Havva Arabistan'da Cidde'ye indirilmiştir. Hz. Âdem ve Havva uzun yıllar yalnız yaşamışlardır. Daha sonra kavuşmuşlar ve birçok çocukları olmuş. Böylece insanlığın tarihi başlamıştır. Şeyh Galip bir beytinde onun mahiyetini özetler:

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen (Şeyh Galib, 1994, s.180)

Hz. Âdem ve Havva, uzun yıllar birbirinden ayrı ve yalnız yaşamış; istemelerine rağmen birbirine kavuşamamışlardır. Kavuştukları zamanda da çocukları oluncaya kadar dünyada onlardan başka insan yoktu. Koca dünyada insan olarak yalnız başına yaşamışlardır. Lugat sahibi işte bundan dolayı Hz. Âdem'le ıssızlık, tenhalık manasındaki "vahşet" arasında paralellik kurmuştur. Yani Hz. Âdem deyince akla yalnızlık, ıssızlık gelmektedir.

Kurb-ı Hazret-Resûlu'llâh a.s:

Kurb, yakınlık demektir. Tasavvufî manada ise Allah'a yakın olmak, O'na manen yaklaştıran her türlü iyi amel manasına gelir. Hazret ise yakında ve yanında bulunmak, önünde olmak gibi manalara gelir. Ayrıca saygı duyulan zat, kişi ve nesnelerin isimlerinin önüne getririlen bir kelimedir. Resûlu'llâh, Allah'ın resulü yani Allah tarafından gönderilen peygamber demektir. Hz. Muhammed kast edilerek kullanılmıştır. Hz. Muhammed Mirac gecesinde çeşitli İlâhî tecelli ve sırlara mazhar olmuştur. Bundan dolayı Hz. Muhammed insanların Allah katında en yakın ve sevgili olanıdır. Şüphesiz ki, bu yakınlık sadece mirac için söz konusu değil. Peygamberin bütün hal ve hareketleri, insanı Allah'a yakınlaştıran vesilelerdir.

Burada "kurb-ı hazret" deyince, çağrışım olarak Resûlu'llâh ismi akla gelmektedir.

İctihâd-İmâm-ı A'zam:

İmâm-ı A'zam, Ebû Hanîfe Nu'mân b. Sâbit'e verilen unvandır. Kısaca Ebû Hanîfe olarak bilinir. Kurduğu mezheb Hanefî mezhebi olarak isimlendirilmiştir. "En Büyük İmam" manasına gelen "İmâm-ı A'zam" lakabını verilmesinin sebebi, din âlimleri arasında seçkin bir yere sahip olması, İslâm hukuku ve ictihad sahasındaki dehasıdır. Zamanında birçok fakih çevresinde toplanmış ve onun metodunu benimseyip geliştirmişlerdir.

İmâm-ı A'zam, 699 yılında Kufe'de doğmuş; 767'de vefat etmiştir. Çok uzun bir

ömür sürmese de meydana getirdiği ekol 1200 yıldan fazla zamandır hükmünü korumaktadır. Ehl-i Sünnet itikadını muhafazada büyük vazife görmüştür. Burada ictihad kelimesiyle İmâm-ı A'zam ismi arasında bağ kurulmasının sebebi budur. İctihad, "fıkıhta ihtisas sahibi büyük din âlimlerinin Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber'in hadislerine dayanarak koydukları dinî prensipler"e denir. Ayrıca bir kimsenin herhangi bir konuda hüküm ve mana çıkarması, o konu hakkında fikir beyan etmesine de denir. İctihad vazifesini yapan kimselere "müctehid" denir. Her devirde müctehidler gelmiştir. Zamanın ihtiyaç ve problemlerine göre Kur'ân'dan ve hadisten hükümler çıkarmışlardır. Fakat İmâm-ı A'zam'ın bunların içinde ayrı bir yeri var. Çünkü hem mezheb imamı, hem de büyük bir müctehiddir. Bundan dolayı yazar "ictihad" ile "İmâm-ı A'zam" arasında münasebet kurmuştur. Böylece, ictihad deyince akla ilk olarak İmâm-ı A'zam geldiğini belirtmektedir.

Havas-İsm-i A'zâm:

İsm-i A'zâm hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bizim için divan şiirinde geçen ve yukarıda kastedilen manası önemlidir. Allah'ın birçok ismi var. 99 ismine "Esmâ-i Hüsna" denir. Bu isimlerin içinde öyle bir isim var ki, her kim o isim ile dua ederse duası kabul olur. Fakat bu ismi herkes bilmez. Ancak evliyalar, manevi güç ve kudret sahibi olan zatlar bir nebze tahmin edebilirler. Başka deyişle "havas" ehli kişilere mahsustur. Havas, has olan, saygın, muteber ve mümtaz olan kişilere verilen isimdir. Manevi olarak yüksek mertebelerde bulunan kişilere denir. Ayrıca bazı kitaplara da bu isimlere verilir. Bunların içinde dualar, muska ile ilgili yöntemler ve çeşitli konularla ilgili bilgiler bulunur. Bu kitaplarda çeşitli olumsuzlukların (büyü, cin, idrar bağlatmak, dargınları barıştırmak vs.) çareleri hakkında yöntem ve bilgiler vardır. "İsm-i A'zâm" ile daha çok bu kitaplar veya dualar kast edilmiştir.

Zûr-Rüstem:

Rüstem, İranlı şair Firdevsi'nin Şehnâme'sinde ismi geçen İranlı meşhur pehlivan ve savaşçısıdır. Rüstem-i Zâl, Pûr-ı Zâl, Zâl-i Zer, Pûr-ı Destân gibi ünvanlarla da anılır. Türk edebiyatında daha çok Rüstem-i Zâl, halk söyleyişinde ise Zâloğlu Rüstem şeklinde geçer. Sekiz yüz sene ömür sürmüştür. Daha delikanlı iken devleri, çok güçlü canavarları yenmiş, büyük başarılar göstermiştir. Keykavus döneminde yaşadığı tahmin edilmektedir. (Pala 2004, s. 382)

Zûr, güç, kuvvet, zor demektir. Yukarıda Rüstem ile zûr eşleştirilmiş. Yani Rüstem anılınca akla zorlu, güçlü kuvvetli kişi gelmektedir.

Câm-Cem:

İran hükümdarlarından Pişdâdiyân'ın dördüncüsüdür. Cemşîd olarak da anılır. Cem deyince akla şarap gelir. Ya da şarap anılınca Cem gelir. Cem şarabı icat eden kişidir. Rivayete göre Cem, bir gün ayaklarına yılan sarılan bir kuş görür. Okçularına yılanı vurmalarını emreder ve okçular yılanı öldürürler. Kuş da bu iyiliğe karşılık Cem'e birkaç tohum getirir. Cem bu tohumları ekip asma elde eder. Asmalardan da üzüm, üzümden de şarap elde eder. Daha sonra yedi köşeli bir câm yaptırır, etrafındakilerin kabiliyetlerine göre bu câmdan şarap sunar. Câm-ı Cem, câm-ı Cemşîd, câm-ı cihan-nümâ gibi isimlerle anılır. Bu kadehin özelliği bununla sadece şarap sunulmasıdır. (Albayrak 1993, s. 280)

Câm, kadeh, ufak billur, bardak, toprak cinsinden bardak manalarına gelmektedir. Dolayısıyla "câm" deyince akla "Cem" gelmektedir. Nef'î'nin bir beyti konuyu özetliyor:

Esd-i nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem

Açsın bizim de gönlümüz sâkî meded sun "câm-ı Cem" (Nef'î 1993, s. 94)

Bâğ-İrem:

İrem, edebiyatta "Bağ-ı İrem" olarak geçer. Ad kavminin kralı Şeddâd tarafından Şam'da veya Yemen'de inşa edildiği düşünülen, cennet-misal bahçeye verilen isimdir. Bu saraya dünyada eşi bulunmaz bir şekilde yapılmış, harika bağları, bahçeleri olan bir yerdir.

Bağ ise ağaçlı, çiçekli, yeşil yerlere denir. Ayrıca dünya, cennet manasında da kullanılır. Sevgiliye ait birçok özellik bağlarda, bahçelerde bulunur. Sevgili anlatılırken bağdaki çiçekler, kuşlar, meyveler ile arasında ilişki kurulur. Sümbül, menekşe, gül, bülbül vb. ile bağ sevgilinin güzelliğinden birer parçadırlar. Bağlar en güzel baharda olur. Öyle ki birisi bu bağlara baktığı zaman adeta âşık olur. Her türlü süs vardır bu bağlarda. Nef'î bir beytinde bunu şöyle dile getirmiştir:

Hıred meftûn olur nakş-ı bahâr-ı revnâk-ı bâğa

Nazar hayrân kalır âsâr-ı sun'-ı müste'ân üzre (Nef'î 1993, s. 59)

Türk edebiyatında ve Türk kültüründe "bağ" deyince akla "irem" diğer ismi ile "Bağ-ı İrem" akla gelir. Nef'î bu bağı şöyle tarif eder:

Erdi yine ürd-i behişt oldu hevâ anber-sirişt

Âlem behişt-ender-behişt her kûşe bir "bağ-ı İrem" (Nef'î 1993, s. 94)

Enbiyâ-Şâm:

Şâm Suriye'de bir şehirdir. Müslümanlarca önemli bir anlamı var ve Mekke, Medine, Kudüs'ten sonra mübarek beldelerdendir. Bu yüzden "Şam-ı şerif" denilir. Mehdi'nin de Şam'dan çıkacağı rivayet edilir. Ayrıca Irak, Ürdün, Filistin vb. gibi kutsal yerlerin hepsine birden de Şâm denilir. Bununla beraber, akşam manasına da gelir. Şişesi, zırhı ve gül suyu da meşhurdur. Türk edebiyatında ise daha çok sevgilinin saçı ile "şâm" arasında bir ilgi kurulur.

Enbiyâ, peygamberler demek. Yani kitap indirilmemiş, kendine has şeriatı olmayan peygamberlere denir. Bu peygamberler kendilerinden önceki kitap inen, şeriat sahibi peygamberlerin şeriatıyla amel ederler.

Enbiyâ, daha çok, günümüzde Orta Doğu olarak bilinen bölgede ortaya çıkmışlardır. Bir nevi peygamberler diyarı diyebiliriz. Şâm da bu manayı içermektedir. Enbiyâ'nın diyarı Şâm'dır. Bu yönüyle kelimeler çağrışımlı olarak seçilmiştir.

Evliyâ-Bağdâd:

Bağdâd, öteden beri değerli ve kutsal sayılan bir bölge olan Mezopotamya'da bulunmaktadır. Jeopolitik konumu itibariyle önemli bir maden kentidir. Maddi kaynakları bakımından zengin olan Bağdâd, manevi olarak da kutsal görülen bir şehirdir. Farsça bir isimdir ve Tanrı hediyesi veya verilen bahçe gibi manalara gelmektedir. Abbasiler devrinde İslam devletinin başkentiydi. Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde önemli ilim, kültür ve ticaret merkezlerinden biri olmuştur. Bunun yanı sıra birçok Allah dostunu barındırmıştır. Evliyaların kutbu ve a'zamı Abdulkadir Geylani, Mevlana Halid-i Bağdâdî, Cüneydî Bağdâdî, Bişrî Hafî hazretleri ve daha birçok zat Bağdâd'da doğmuş ve yaşamıştır.

Evliyâ, veli'nin çoğuludur. Allah'a yakın kullar, erenler, keramet sahibi olanlar, himaye edip koruyanlar gibi manalara gelmektedir. Evliya keramet gösterme, olağanüstü haller sergileme vasıflarına sahiptirler. Sıradan insanların yapamayacağı şekilde fazla ibadet ve taatte bulunurlar.

Evliyâ ile Bağdâd arasında doğrudan bir bağ vardır. Çünkü büyük veliler Bağdâd'ta yaşamışlardır. Bu yüzden evliya şehri olarak nam salmıştır.

Ulemâ-Tatar:

Tatar kelimesi daha çok Türk ve Moğolları ifade etmek için kullanılır. Ruslar yüzyıllar boyunca bu sözü Rusya'da yaşayan Türkler için kullanmışlardır. "Tatar kelimesi 13. yüzyılda Moğol kelimesinin yerine kullanılmıştır… Yirminci yüzyılda, kendilerine Tatar denilen Rusya Müslümânları, Moğol değil, ataları Moğol (Tatar) idaresinde yaşamış ve zamanla Moğollar'ıda Türkleştirmiş olan Türklerdir." (Maksutoğlu 1996, s. 22-29)

Tatar sözcüğü edebiyatta daha çok misk ile birlikte kullanılır. Çünkü Anadolu'ya Tatarlar tarafından getiriliştir. Nafe-i Tatar, misk-i Tatar gibi tamlamalarla da kullanılır. Yine Tatarlar edebiyatta, akıncı, çapulcu, zalim, postacı manasında da kullanılır. Sevgilinin gamze ve saçına benzetilir.

Ulema, bilginler, âlimler demektir. Osmanlı'da kadı, müderrislere denilirdi. Kanaatimize göre buradaki kelime ikilisinde Tatarlar Türkler için kalıplaşmış olan manasıyla kullanılmıştır. Tatar ile Türk aynı manadadır. Türkler içinde de tarih boyunca büyük âlimler ve filozoflar yetişmiştir. Birûnî, Farabî, Ali Kuşçu, Harezmî, Cezerî, Piri Reis, İmam-ı G azalî, Mevlâna gibi birçok âlim ve fâzıl şahsiyetler tarihe malolmuştur. Dolayısıyla özellikle eski dönemlerde ulema deyince akla Tatar (Türk) gelmektedir.

Pîrân-Horâsân:

Horâsân, İran'ın kuzeydoğusunda yer alan bölgenin ismidir. Güneşin yükseldiği yer manasına gelir. Türkler Anadolu'ya göç ederken Horasan (İran) üzerinden geçmiş gelmişlerdir. Burada Horasan, başta İran olmak üzere, Irak, Hindistan coğrafyalarının kapladığı alana da verilen isimdir. Özellikle, Belh, Buhara, İsfahan, Hamedan gibi şehirler tarih boyunca önemli kültür ve medeniyet şehirleri olmuşlardır. İbrahim Ethem'den Mevlâna'nın babasına ve meşhur hadis bilgini Hakîm Tirmizî'den mutasavvıf Bişri Hafî'ye kadar birçok âlim Horâsân denilen bölgede yetişmişlerdir.

Horasan büyük evliya ve ermiş zatların yetiştiği yerdir. Bu zatlar, başta Anadolu olmak üzere birçok yere göç edip, gittikleri yerlerde fikir okullarını kurmuşlardır.

Pîr, yaşlı, ihtiyar demek. Pîrân ise onun çoğuludur. İhtiyarlar, erenler, Allah dostları manalarına gelir. Bunlara şeyh de denir. Ayrıca bir tarikatın kurucusuna da denilir. Burada kast edilen mana, eren, Allah dostu, kâmil, mürşid, âlim zatlardır. Dolayısıyla pîrân ile Horasan arasında doğrudan bir bağ var.

Ömr-Nuh a.s:

Hz. Nuh, Kur'ân'daki 25 peygamberden üçüncüsü ve büyük peygamberlerdendir. Kur'ân'ın 71. suresi Nuh isminde ve 28 ayettir.

Hz. Nuh'un ömrü ile ilgili farklı görüşler vardır. Kur'ân-ı Kerîm'de 950 sene olarak geçer. Fakat bunun Tufan'a kadar olan ömür mü, yaşadığı ömür mü yoksa peygamberlik ömrü mü bilinmiyor. Bazı kaynaklar da 1300 sene yaşadığını rivayet ederler. Bunun için Nuh peygamberin en uzun ömürlü peygamber olduğu görüşü hâkimdir. Hatta halk arasında "Nuh gibi ömrün uzun olsun" gibi ifadeler kullanılmaktadır.

Sülehâ-Arab:

Arab'tan kasıt, Arab yarım adasının bulunduğu yerdir. Asya'nın güneybatısı ve Afrika'nın kuzeydoğusunda yer alır. Yarımadada yer alan ülkeler Suudi Arabistan, Yemen, Umman, Irak, Ürdün gibi ülkelerdir. Yukarıda bu bölgede büyük zatların ve evliyanın yetiştiğini belirtmiştik.

Sülehâ, Salihler demektir. Yani Allah dostu, evliya, günah işlemeyen kimseler manalarına gelir. Sülehâ deyin Arab yarımadası ve orada yaşayan zatlar akla gelir.

Ganem-Hz. Şu'ayb a.s:

Hz. Şu'ayb Medyen ve Eyke kavmine gönderilen peygamberdir. Hz. Mûsâ'nın kayınpederidir. Çok güzel konuştuğu için peygamberlerin hâtibi olarak bilinir. Bu yüzden "Hâtemü'l-Enbiya" unvanıyla da anılır. Hz. Şu'ayb'ın kavmi O'nu dinlememiş ve helak olmuşlardır.

Hz. Şu'ayb'ın özellikle koyunlarla ilgili mucizeleri var. O'nun duasıyla taşlar koyun olmuştur. Yine duasıyla koyunlardan doğmuş siyah kuzular beyaz olmuştur. Ayrıca Hz. Mûsâ on yıl ona koyun çobanlığı yapmıştır. Bu yüzden yazar bu iki kelimeyi birlikte yazmıştır.

Sufre- Halîl a.s:

Halîl, samîmi dost, arkadaş demek. İbrahîm peygambere verilen unvandır. Hz. İbrahîm misafirperver ve misafirleri ağırlamaktan zevk alan bir peygamberdir. Seyyahları evine davet eder, onlara ikramlarda bulunur, evinde yatırırdı. Hatta bazen yolda bekler, geçen yolcuları davet eder, onları konuk ederdi. Kısacası, sofrası herkese açık, konuksever, ikram etmekten zevk alan bir peygamberdir. Bu yüzden "Halîl İbrahîm Sofrası" ibaresi de halk arasında kullanılagelmiştir. Sofrasındaki yiyeceklerin sürekli bulunması ve bitmemesinden dolayı da "Halîl İbrahîm Bereketi" denilmiştir. Bundan dolayı yazar bu iki kelimeyi birbirini çağrıştıran kelime olarak yazmıştır.

Rızâ-İsma'îl a.s:

İsma'îl, Hz. İbrahîm'in oğlu ve peygamberdir. Zemzem suyunun bulunmasına vesile olan kişidir. Hz. İbrahîm ile birlikte Ka'be'yi inşa etmişlerdir. Hz. İbrahîm bir erkek çocuğunun olması halinde onu Allah'a kurban edeceğine dair söz vermiştir. Oğlu İsma'îl'i bu yüzden kurban etmeye karar vermiştir. Hz. İsma'îl her şeyin farkındaydı ve bundan dolayı hiç isyan etmemişti. Tam bir teslimiyet ve rıza içindeydi. Babasına itiraz etmek veya soru sormak gibi teşebbüslerde bulunmamıştı. Tam tersi eğer Allah'ın emriyse yerine getirilmelidir diye babasına telkinde bulunmuştu. Daha sonra Allah tarafından bir koç gönderilmiş ve Hz. İsma'îl kurban edilmekten kurtulmuştur. Bu yüzden yazar "rıza"(teslimiyet) ile Hz. İsma'îl'i birlikte yazmıştır.

Hz. İsma'îl bunun dışında, Kâ'be, zemzem ve kurban gibi özellikleriyle edebiyatta kullanılır.

-devam edecek-

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

SORULARLA DAVET YOLU-3

SORULARLA DAVET YOLU-3

Soru 18: Peki nasıl yeniden dirilişe geçip güçlenebiliriz? Cevap: Yeniden dirilişe geçmenin

SORULARLA DAVET YOLU-2

SORULARLA DAVET YOLU-2

Soru 11: Günümüzde Allah’a davet metodu nasıl olmalıdır? Cevap: 1. Davet metodlarında Hz

SORULARLA DAVET YOLU-1

SORULARLA DAVET YOLU-1

Kurtuluşun Reçetesi, Bizden Öncekilerin İzinden Gitmektir. Soru 1: Buradaki “öncekiler”den

ŞİBLİ NUMANİ'NİN CORCİ ZEYDAN'IN TARİHİNE REDDİYESİ-7

ŞİBLİ NUMANİ'NİN CORCİ ZEYDAN'IN TARİHİNE REDDİYESİ-7

Valilerin Cevri Müellif bu unvan altında Emeviyye valilerinden sadır olmuş türlü türlü cevr

ŞİBLİ NUMANİ'NİN CORCİ ZEYDAN'IN TARİHİNE REDDİYESİ-6

ŞİBLİ NUMANİ'NİN CORCİ ZEYDAN'IN TARİHİNE REDDİYESİ-6

Emevîlerin Mezalimi Buhtu’n-Nasr’ın zulümlerini işittik, Cengiz Han’ın şenaatlerine yak

ŞİBLİ NUMANİ'NİN CORCİ ZEYDAN'IN TARİHİNE REDDİYESİ-5

ŞİBLİ NUMANİ'NİN CORCİ ZEYDAN'IN TARİHİNE REDDİYESİ-5

Emevilerin Seyyiatı Müellifin gözettiği yegâne maksat, zihinlere şunu yerleştirmektir ki: Ü

ŞİBLİ NUMANİ'NİN CORCİ ZEYDAN'IN TARİHİNE REDDİYESİ-4

ŞİBLİ NUMANİ'NİN CORCİ ZEYDAN'IN TARİHİNE REDDİYESİ-4

Emeviler zamanında en büyük, en mühim memleketler, Mekke, Medine, Basra, Kûfe, Yemen, Mısır,

ŞİBLİ NUMANİ'NİN CORCİ ZEYDAN'IN TARİHİNE REDDİYESİ-3

ŞİBLİ NUMANİ'NİN CORCİ ZEYDAN'IN TARİHİNE REDDİYESİ-3

Müellif diyor ki: “Muaviye, mevalinin çoğalması yüzünden Devlet-i Arabiyye’ye gelecek tehl

ŞİBLİ NUMANİ'NİN CORCİ ZEYDAN'IN TARİHİNE REDDİYESİ-2

ŞİBLİ NUMANİ'NİN CORCİ ZEYDAN'IN TARİHİNE REDDİYESİ-2

Şeyh Şiblî en-Numanî makale-i intikadiyesinin başına on beş satırlık bir dibace geçirdikte

ŞİBLİ NUMANİ'NİN CORCİ ZEYDAN'IN TARİHİNE REDDİYESİ-1

ŞİBLİ NUMANİ'NİN CORCİ ZEYDAN'IN TARİHİNE REDDİYESİ-1

Kıymetli okuyucularımız, Hind alt kıtasında 19. asırda yetişen büyük muhakkik ve tarihçi,

EHL-İ SÜNNET AKÎDESİ

EHL-İ SÜNNET AKÎDESİ

1. Allah Teâlâ vardır, birdir, yani şeriki (ortağı) yoktur. 2. Hiç bir şey (ne zatında ne

Maide-7

"Allah'ın, üzerinizdeki nimetini ve "İşittik, itaat ettik" dediğinizde sizden aldığı ve kendisiyle sizi bağladığı ahdini hatırlayın. Allah'tan korkun, çünkü Allah göğüslerin özünü çok iyi bilir."

GÜNÜN HADİSİ

Hiç bir vâli yoktur ki, o, müslüman ahâli üzerinde icrâ-yı velâyet ederken zulüm ederek ölür, muhakkak Allah Cennet kokusunu ona haram kılacaktır.

Ma'kıl İbn-i Yesâr (r.a)'dan rivayet olunur.

TARİHTE BU HAFTA

*Yıldız Sarayı'nın İttihatçılar'ca Yağma Edilmesi(29 Nisan 1909) *Gazneli Mahmud'un Vefatı(30 Nisan 1030) *Yıldırım Bâyezid Tarafından Manisa'nın Fethi(1 Mayıs 1390) *Fatih Sultan Mehmed Hân'ın Vefatı(3 Mayıs 1481) *Eyüp Sultan Hazretleri(r.a.) Vefât

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI