GÖRMEDİĞİMİZ ALLAH'A NASIL İNANACAĞIZ?

Fakülteden mezun olduktan sonra birkaç yıl öğretmenlik yapmıştım. Doğu Anadolu'nun şirin bir kazasında, lisenin kim­ya derslerine giriyordum. Çevre ile münasebetlerim sıcaktı. Öğrenci, öğretmen, idareci, veli, halk... Her kesimden insanla gaye


2010-10-31 06:28:51

Prof.Dr. İrfan KÜFREVİOĞLU

Fakülteden mezun olduktan sonra birkaç yıl öğretmenlik yapmıştım. Doğu Anadolu'nun şirin bir kazasında, lisenin kim­ya derslerine giriyordum. Çevre ile münasebetlerim sıcaktı. Öğrenci, öğretmen, idareci, veli, halk... Her kesimden insanla gayet iyi diyalogumuz vardı.

Hele öğrencilerime iyice ısınmıştım. Onlara gösterdiğim yakınlıktan cesaret alarak bana rahatlıkla açılabiliyor, her türlü problemlerini serbestçe sorabiliyorlardı.

O yıllarda ülkemizde anarşi kol geziyordu. Hele doğuda da­ha korkunç boyutlardaydı. Görev yaptığım lisede, sınıfına göre yaşı bir hayli büyük, hattâ benden daha yaşlı öğrenciler vardı. İri yarı, babayiğit delikanlılardı. Onların bu yapılarından istifa­de eden bazı mihraklar, temiz kalpli delikanlılarımızın beyinle­rini zararlı fikirlerle doldurmuş, çoğunu anarşist yapmışlardı. Kalblerindeki mukaddes imanlarını ve onunla birlikte birçok insanî hasletlerini de çalmışlardı

İşte bunlardan biri de Ziya idi. Lise son sınıftaydı ve yaşı sınıfına göre büyüktü. Babayiğitti, yağız bir delikanlıydı. Birçok mânevi duygularını çalmışlardı ama "hoca saygı"sı henüz tamamen kaybolmamıştı.

Bir gün utana sıkıla söz hakkı istedi:

“Hocam, izin verirseniz bir şey sormak istiyorum", dedi.

İç dünyasında fırtınalar koptuğu, kafasının karmakarışık ol­duğu belli oluyordu. Kafasındaki sorunun ağırlığı altında ezili­yordu. Ben durumu gayet iyi anlıyordum. Elimden geldiğince onu rahatlatmak, zihnindeki problemi samimî bir şekilde ve bü­tün açıklığı ile ifade etmesini temin için:

“O da ne demek Ziya, ben sizin sorularınıza cevap vermek için burada bulunuyorum, tabiî sorabilirsin, seni dinliyorum," dedim.

“Fakat hocam, sorum Kimya ile ilgili değil.”

“Hiç fark etmez, sen sorunu samimiyetle ve açıkça sor.."

Hocam! Görmediğimiz şeye inanmayız. Allah'ı da gör­müyoruz, o halde O'na nasıl inanacağız? diyorlar.

Böyle soruların gayet normal olduğunu, çok kişinin aklına takıldığını, hattâ çok sorulan bir soru olduğunu anlatıp, onu ra­hatlattıktan sonra dedim ki:

Bak Ziya, her şey gözle görülmez, diğer bir ifadeyle her şeye gözle bakılmaz. Bazı şeylere dil ile, kulak ile, burun ile veya akıl ile bakılır."

Bu ifadelerim sınıfta bir şaşkınlık havası uyandırmıştı. Ku­lakla veya dille bakmak ne demek, soruları gözlerinden okunu­yordu. Devam ettim:

Meselâ, güzel bir yemek pişirsem ve "Ziya gel şu yeme­ğin tadına bak" desem ve sen de "Hocam, ben gözümle gör­mediğime inanmam, yemeğin tadına gözümle bakacağım" desen ve gözünü yemeğin içine soksan, gözün de yemekle beraber pişer ve kör olursun. Demek yemeğin tadına dille bakılır. Aynı şekilde "şu esansın kokusuna bakın" dediğim­de gözünüzle esansı aramazsınız veya "şu musikinin güzelliğine bakın" dediğimde kulağınızla bakarsınız. Bir de akıl­la bakmak vardır. Mademki sanatlı eser ortada vardır, o halde bu eserin bir mühendisi olacaktır, diye aklınızla an­larsınız. İşte Ziya, biz de Allah'ı aklımızla görüyoruz."

Daha sonra sınıfa yönelerek konuşmaya devam ettim:

"Arkadaşlar, konuya bir fenci gözüyle hep birlikte baka­lım. Selimiye gibi hârika bir eser mimarsız olabilir mi? Peki vücudumuz bu mimarî yapıdan daha mı aşağı? Muazzam bir şehir görünümünde olan vücudumuzda 70 trilyon kadar hücre var. 150 bin kilometreye yakın bir damar sistemi bütün vücudu­muzu kaplamış. Bir uzvumuzda olan en küçük bir aksaklık, ha­yatımızın sonu olabiliyor. İç âlemimiz öyle hârika olduğu gibi ve bütün insanlar esas azalarda ortak olduğu halde, hiçbir insan diğerine benzemiyor. Sima, ses, ahlâk vs. özelliklerimiz hep farklı. Bu hâdiseleri tesadüfe verebilir miyiz?

Meseleyi isterseniz biraz daha açalım: Bildiğiniz gibi can­lılar âleminin kâinatta ayrı bir yeri vardır. Cansızlarda görülen san'at hârikaları canlılar yanında çok geride kalır. En basit can­lılar da bakterilerdir. Bunlar arasında ilim adamlarının en fazla araştırma yaptıklarından biri de Escherichia Coli bakterisidir. Mikroskop altında binlerce defa büyüttükten sonra görülen bu canlının ağırlığı gramın beş yüz milyarda biri kadar, çapı ise santimin yüz binde biri kadardır. Bu kadar küçük bir sahaya tam beşbin tane madde yerleştirilmiştir. Ayrıca her bakteri gerekli ortamını bulduğunda, su, amonyak ve şekeri gıda maddesi ola­rak kullanmakta ve 20 dakika içinde bölünerek içindeki madde sayısı 10 bine çıkmaktadır. Bu hâdise, mükemmel bir kimyacı­nın rüyasında bile göremeyeceği bir durumdur. Zira bir kimyacı bir kapta ancak bir reaksiyonu yapabilir. Aynı zamanda ilmin bu kadar ilerlediği bir devrede, ancak çok uzun zaman almakta­dır. Hal böyle iken, E.Coli bakterisi içinde aynı kapta 20 daki­ka zarfında 5 bin madde sentezlenmektedir.

En basit canlıda durum böyle hârika ise, diğer canlılardaki olayları kıyaslayabilirsiniz.

Konuya bir başka açıdan da bakılabilir.

İnsan gözü her şeyi görebilir mi dersiniz? Her şeyimiz sınırlı olduğu halde gözümüz mü sınırsız acaba? Nasıl ki kulağımız frekansı 20 ile 20.000 arasındaki sesleri işitebiliyorsa, gözümüz de dalga boyu 450 ile 800 nanometre arasında olan ışınları gö­rebiliyor. Bu ışınların ötesini ve berisini göremiyoruz. Röntgen ışınlarını, ultraviyole ışınları, infrared ışınları, vs.'nin varlığı sabit olduğu halde, gözlerimizle göremiyoruz. O zaman bunla­rın varlığını inkâr etmek mi gerekir?

Arkadaşlar, aslında biz kâinata anahtar deliğinden bakıyo­ruz. Yani görme sınırımız bu kadar dar. Bunu bildikten sonra "görmediğim şeye inanmam" demek ne kadar saçma, değil mi?"

Ders boyunca Ziya dalgın ve durgundu, iç âleminde fırtına­lar koptuğu anlaşılıyordu. Elleri şakaklarında devamlı düşünü­yordu. Dersin sonuna kadar onu kendi hâline bıraktım.

Aradan 3-4 gün geçmişti. Bir akşam Ziya bir arkadaşıyla evime geldi.

“Hocam, içeri girebilir miyim?” dedi

“Elbette Ziya, evimiz herkese açıktır” dedim.

Oturdular, hazır olan çaydan ikram ettim. Ziya çayı yudum­larken konuşmaya başladı:

“Hocam, buraya bir maksatla geldim.”

“Hayrola Ziya, hayırdır inşâallah.”

“Hocam, Müslüman olmak için geldim.”

Doğrusu şaşırmış ve irkilmiştim:

“O nasıl söz Ziya, sen zaten Müslümansın.”

“Vallahi Hocam, sizin konuşmalarınızdan evvel kafamda bir sürü soru ve şüphe vardı. Okuduğum bazı kitaplar ve bazı insanlar kafamı tamamen karıştırmıştı. Büyük bir bunalım için­de idim. Sizin sohbetinizden sonra günlerce düşündüm ve bir­çok geceler uyuyamadım. Fakat kararımı verdim, ben artık Müslümanım. Aklıma, vicdanıma en uygun gelen fikirler İslâmî fikirlerdir. İnançsız olarak yaşamanın hayvani hayattan farkı yok. 12 Eylül geldi, elimden silâhı aldı, siz geldiniz kalbimdeki küfrü çekip çıkardınız, size minnet ve şükran borçluyum. Artık insanlık yoluna ilk adımımı atmış bulunuyorum. Allah sizden razı olsun ” dedi.

“Evet, Ziya” dedim “kâinatta en büyük hakikat Allah'a imandır. Aynı zamanda en çok şaşılacak şey de Yaratanın inkâr edil­mesidir. Kararın beni çok sevindirdi. İnşâallah bundan sonra Hak yolundan ayrılmazsın” dedim.

İnanmak konusunda tek kaynak duygularımız değil­dir, akıl ve nakil de önemli roller üstlenir. Biz, Mesnevi isimli kitabın mutlaka bir yazarının olacağına, olması gerekti­ğine aklımızla hükmederiz. Ama yazarın isminin Mevlânâ ol­duğunu bilemeyiz. O zaman nakil devreye girer ve o zâtın Mevlânâ olduğunu söyler, biz de inanırız. Nitekim inanıyoruz.

Akıl, "her eserin bir ustası vardır, kâinatın da bir sanatkârı olmalı" hükmünü verirken; nakil, "O sanatkâr zât Allah'tır" derken; göz, şaşkınlık içinde, "Nerde, ben göremiyorum" diye sızlanmakta. Hangisine güveneceğiz? Benzeri hayvanlarda da bulunan göze mi, yoksa insanı diğer varlıklardan üstün kılan akla mı? İşte konunun can alıcı noktası! "Görmediğime inan­mam" demekle, "Ben gözlerimle düşünürüm" demek ara­sında fark yok. Şu halde akıl ne işe yarayacak?

Kaynak

Merak Ettiklerimiz

Haz.: Mehmed Dikmen

Cihan Yayınları

İst.1998

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

EŞREF EDİP’TEN; “SİZ Mİ DİNE KARŞI DEĞİLDİNİZ?”

EŞREF EDİP’TEN; “SİZ Mİ DİNE KARŞI DEĞİLDİNİZ?”

1950 seçiminden az sonra, eski başbakanlardan, medrese kökenli Şemseddin Günaltay, İzmit CHP

Al-i İmran,139

"Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsinizdir."

GÜNÜN HADİSİ

“Âdemoğlu, kurban bayramı gününde kan akıtmaktan daha sevimli bir amelle Allâh’a yaklaşabilmiş değildir.

İ. Mâlik, Muvatta’, Kur’an 24; Tirmizî, Edâhî, 1; İbn-i Mâce, Edâhî, 3)

TARİHTE BU HAFTA

*Nizamü'l-Mülk'ün Şehadeti(14 Ekim 1092) *II.Kosova Zaferi(17 Ekim 1448) *Gedik Ahmed Paşa'nın Vefatı(18 Ekim 1482)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI