MUHAMMED EMİN ER HOCA EFENDİ’NİN HATIRATI-9

Sudan’ın başkenti Hartum’a gitmek istedim. Fakat bilen bulamadım. Orada Cidde-Mısır-Türkiye bileti aldım. Pakistan’da saat altıda iftar ederken, uçakta saat dokuzda iftar ettik. Mekke’ye gittim. O sene İranlılar Mekke


2010-08-29 19:34:14

Mekke’ye Dönüyorum

Sudan’ın başkenti Hartum’a gitmek istedim. Fakat bilet bulamadım. Orada Cidde-Mısır-Türkiye bileti aldım. Pakistan’da saat altıda iftar ederken, uçakta saat dokuzda iftar ettik. Mekke’ye gittim.

O sene İranlılar Mekke’de bir yürüyüş tertiplediler. Kâbe’ye doğru yürürlerken, Suudi askerleri onlara mani oldu. Askerlere, ateş etmeleri emri verildi. O sene orada idim, fakat olay yerinde değildim.

Mısır İzlenimlerim

Kurban Bayramından bir hafta sonra, Mekke-Cidde’den Mısır’ın başkenti Kahire’ye gittim. Orada beni Türk talebeler karşıladılar. Misafir ettiler. Orada birçok ulema ile görüştüm. Onları ziyaret ettim. O âlimlerden birisi Şa’ravî(1) idi. Bazı Kuran ayetlerinin tefsirini kendisinden sordum. İkna edici bir cevap alamadım. Siyasetle ilgili olduğu için, onu iki jandarma koruyordu. Herkesi ziyaretçi kabul etmiyordu. Bana bir kitap hediye etti.

Şeyh İbrahim’i(2) ziyaret ettim. Bu zat ehl-i tarikat olup, mensupları çoktu. Sohbetleri oluyordu. Bu sohbetlerine çok gelenler vardı. Çok mütevazı idi. Onun için birçok soruları benden sorardı. Cemaat istifade etsin diye!..

Bir Göz Doktorunu Ziyaret

Başka bir şehirde oturan büyük bir doktor da o gün sohbette vardı. O da şeyhin müritlerindendi. Londra’da doktorlar cemiyetinde de üye idi. Beni kendisinin ikamet ettiği şehre davet etti. Kız Kur’an kursu müdürlüğünü de yaptığını, kurslarının olduğunu söyledi. Telefonunu bana verdi. Benim de telefonumu aldı. Bana: “Şehrimize geleceğiniz zamanı ve kaç kişi ile geleceğinizi bildirin. Size ona göre vasıta göndereyim” dedi. Müsait bir zamanda telefon ettik. On beş kişi kadar kadın-erkek geleceğimizi, bize bir minibüs göndermesini söyledik. Gönderdi, gittik. Bize: “Ben de, hanımım da göz doktoruyuz. Muayene olmak isteyenleri edelim” dedi. Ücretsiz olduğu için herkes muayene oldu. Erkekleri kendisi, kadınları hanımı muayene etti. İlim ve ilme teşvik konusunda benden bir konuşma (sohbet) istediler. Kabul ettim. Konuşmayı yaptım. Yemeklerden, ikramlardan sonra, gece tekrar Kahire’ye döndük.

Mısır’daki Bazı Şeyhleri Ziyaret

Başka meşayıhlerin de ziyaretine gittik. Çok yaşlı, ayağa kalkmayacak durumda bir şeyhi tavsiye ettiler. Ziyaret ettim. Önceden izin alıp gidiyorduk. Bunun için bu zat da gideceğimizi biliyordu. Gittiğimizde kendisini ziyaret etmek istedim. Müridlerine “koltuğuma girin” dedi. Koltuğuna girip ayağa kaldırdılar. Öylece kucaklaştık.

Bu meşayihler ziyaretçi pek kabul etmiyorlardı. Fakat “Türkiye’den bir âlim gelmiş. Ziyaretine gelmek istiyor” denince kabul ediyorlardı. Bu şeyh de seyyid idi. Kendi te'liflerinden bazılarını bana hediye etti.

Osmanlıyı Bize Yanlış Tanıtmışlar!

Kahire’nin meşayihleri olsun, âlimleri olsun, hatta avamdan insanlar olsun tevadu (tevazu) sahibi idiler. Ehl-i tevazu idiler. Bazıları memurluk yapmış, emekli olmuş kişiler idi. Bizi evlerine davet edenler oldu. Bu davetlerde bize şunları anlattılar: ”Din düşmanları bizi kandırdılar. Osmanlıları bize kötü gösterdiler. Senelerce bu şekilde gençlerimize dersler verildi. Daha sonra anladık ki, aldanmışız! Birçok konuları ders kitaplarından çıkardık. Sultan Abdülhamid’e ait bazı notlar elimize geçti. Tam kanaate vardık ki, hilaf-ı hakikatte olmuşuz!”

Ezher’i Ziyaretimiz

Ezher Camiini ziyaret ettik. Öğle namazından çıktıktan sonra bazı gençlerle mülakatımız oldu. İçlerinden birisi beni ısrarla evine davet etti. Ben de bazı özürler gösteriyordum. Bana telefonunu verdi. “Ne zaman müsait olursan o zaman haber ver, gelir seni alırım” dedi. Bana o zatın milletvekili olduğunu söylediler. Telefonunu aldım, fakat davetine icabet için müsait bir zaman bulamadım.

Ben orada bir hafta kalmak üzere bileti ayarlamıştım. Fakat razı olmadılar. Gittiler, biletin müddetini uzattılar. Lecnet’ül-ulema (ulema cemiyeti)’nin ziyaretine gittim. Bu cemiyet on bir kişiden müteşekkil bir heyeti idi. Benimle sadece başkanları muhatap oldu. Bazı soruları sordum. Fakat ilmi bir cevap alamadım. Ezher’de yapılan konferansların özetinden ibaret büyük bir kitap bastırmışlardı. Bundan bir tane bana hediye ettiler.

Hasaneyn Mahluf’u Ziyaret

Büyük ulemadan eskiden müftülük, Şeyhülislamlık yapan, ulema cemiyeti azalarından Muhammed Hasaneyn Mahluf’u(3) ziyaret etmek istedim. Kendisi hasta olduğu halde, geleceğimizi telefonla bildirince, kabul etti. Benimle beraber, altı yedi tane arkadaş vardı. Bazıları ilahiyat hocaları, bazıları da doktora talebesiydi.

Bizi önce misafirhanede oturttular. Gereken ikramı, hizmeti yaptılar. Hizmetleri yapan, âlim zatın milletvekili olan genç oğlu idi. Bu milletvekili olan zat, daha sonra bizi başka bir odaya götürdü. Bu odada âlimin bütün te'lifatı vardı. “Her birisinden birer tane hediye olarak alın” dediler.

Daha sonra, “Hocaefendi ağır hastadır” dediler. Yani “ziyaret bu kadar olsun. Onu incitmeyelim daha” demek istediler. Ben de dedim ki, “hususi ziyaretini istiyoruz. Teberrüken ziyaret edip, döneceğiz. Soru sormayacağız.”

Kendisine haber verdiler, kabul etti. Yukarı kata çıkıp, yattığı odaya girdik. Karyolada yatıyordu. Orada ziyaret ettik. Bize dualar etti. Bir şey demedi. Resmini çektiler. Sonra, hocaefendi kendi te'liflerinden birisini daha bana özel hediye etti. Vedalaştık.

Ezher Doktora Merasimi

Ezher’de doktora merasimi vardı, oraya gittik. Tezler müzakere edilirken itirazlar, cevaplar oluyordu. Bu münakaşa esnasında tezini savunan kişi sorulan bir soruya iknâî cevap verince onu alkışladılar. Bunun üzerine Ezher Şeyh’ul-İslam’ı veya onun vekili olan zat yüksek sele: “Alkışlamayın. Şimdiye kadar melekler vardı. Onlar çıktılar. Şimdi şeytanlar geldiler” diye seslendi. Ondan sonra alkışlama olmadı.

Dediler; “Amerikalı bir Profesör Müslüman olmuş, el’ân burada, üniversitede İngilizce okutuyor.” Ben, onunla görüşmek istediğimi söyledim. Kendisine bu isteğimi söylediklerinde, zaman ve mekân şart koşarak cevap verdi. Ben de kabul ettim. Söylediği zaman ve mekânda görüştük.

Kendisine dedim ki “sen bir profesör olduğun halde, nasıl ve neye dayanarak Müslüman oldun?” Daha çok sorular sordum. Cevaplar verildi. Bu soru ve cevaplar kitap haline getirildi. Fakat şimdi o kitabı bulamıyorum. Netice olarak dedi ki: “İslam dini akıl mantığa uygun olduğundan; Hıristiyanlıkta ise hurafeler olduğundan, şüphesiz kanaat ettim ki; Hak din ancak İslam olabilir. Hıristiyanlığı terk ettim. Müslüman oldum. Münakaşalar yaptım”. (Bu profesörle yaptığım mülakatın kitap haline getirildiğini söylemiştim. Şayet o kitabı bulabilirsem, daha geniş malumat ekleyeceğim. Şimdilik bu konuda bu kadarla iktifa ediyorum).

Yaşlı Bir Alimi Ziyaret ve Bir Müşkülümü Halletmem

Daha sonra yaşlı büyük bir âlimi ziyaret ettik. Çok ihtiyardı. Koltuğuna girip ancak ayağa kaldırabiliyorlardı. Kulakları işitmiyordu. İşitme cihazı olmasına rağmen, elindeki mikrofonu konuşanın ağzına vererek ancak işitebiliyordu. Kur’an-ı Kerim’in “Tur” suresinde geçen “evlatları babalara ilhak ederiz”(Hud; 21.ayet) mealindeki ayetin tefsirini kendisinden sordum. Çünkü bu hususta beş on tefsire müracaat ettiğim halde, aradığım manayı bulamamıştım. Hatta birçok âlimlere de sorduğum halde iknâî bir cevap da alamamıştım. Daha evvel Şa’ravi’den de sormuştum. Fakat onun açıklamaları da tatmin edici, ikna edici olmamıştı.

Burada bana müşkül olan: İman şartı ile her evlat babaya ilhak edilince, Peygamber olmayan evlatlar Peygamber olan babaya ilhakı lazım geliyor. Fakat akidece şunu kabul ediyorum ki, peygamber olmayanlar peygamberlerin makamına nail olamazlar!..

Saniyen de; bazı fasık kimseler salih babaları ile iftihar ediyorlar. O zaman bunlar davalarında haklı oluyorlar! O âlimin verdiği cevap şöyle oldu: “Evladın babaya ilhakı hesabı zahirdir. Lezzeti herkes ameline göre alır.” Ben de kanaat olarak bu manaya varmıştım. Fakat kendime arkadaş arıyordum.

 Türkiye’ye Dönüşüm Ve Şifreli Rahatsızlığım

Ondan sonra Kahire’den ayrıldım. İstanbul’a, İstanbul’dan da Ankara’ya döndüm. Mısır’dan döndükten bir müddet sonra, midemde bir sancı peyda oldu. Beni Yüksek İhtisas Hastanesine kaldırdılar. Yirmi gün kadar tahlil araştırmalar yapılmasına rağmen bir teşhis koyamadılar.

Takriben üç yıl aradan sonra aynı sancı iade etti. Bu defa birincisinden daha şiddetli oldu. Hatta son nefesimi yaşıyorum diye kanaat getirdim. Bu defa da beni İbn-i Sina Hastanesine kaldırdılar. Burada da yirmi gün kadar tahlil-araştırma yapıldı. Fakat yine bir şey teşhis edemediler. Bu yirmi gün zarfında, boş kalmayarak, az bir uyku uyumakla, daha evvel talebelere ders verdiğim konuları, çeşitli cemaatlere yaptığım sohbetleri bir araya toplayıp, bir risale yapmaya çalıştım. Gece gündüz çalıştım. Maksadım, ölmeden evvel bunu bir kitap haline getirip, insanların istifadesine sunmaktı.

Bu çalışmalarım esnasında, bazen yirmi dört saatte ancak iki buçuk saat yatabiliyordum. Tansiyonum 13 ten 20'ye doğru yükseliyordu. Notlarımın hepsini bir araya topladıktan sonra “Tuhfet’ul-İhvan” yani “kardeşlerimize hediye” ismini verdim. Tamamladığım gecede, sanki uyku ile uyanıklık arasındaki bir halde iken, gökten yana bana şöyle bir ses geldi: “Ya Emin, doktorlar senin illetini bilmezler! O illetler şifrelerdir. Onlar ölümü hatırlatmaktadır.”

O rüya halinde öyle anladım ki, bu Allah tarafından gelen bir ikaz, bir şifredir. Bu ikinci şifredir. Üçüncü şifre kalmıştır!.. Hulasa, uyandığım zaman çok heyecanlı bir halde idim. Ağlama gibi bir hal oldu. Sanki bilâ ihtiyari o sese karşı bazı cevaplar verebildim! Zaten kanaat getirdim ki, ikinci ikazdı. Üçüncü ikaz kalmıştır. Şimdiye kadar da üçüncüyü bekliyorum. Sabah olunca hastaneden çıktım. Şimdiye kadar hâlâ öyle bir sancı olmamıştır. Bekliyorum!..

Amerika’ya İkinci Seyahatim

Daha evvel Amerika’ya gittiğimde bazılarının ısrarı üzerine, bir daha gitmeye söz verdiğimden dolayı, Amerika’ya tekrar gittim. Amerika’da bir okula gittik. Her odada bir çalışma düzeni gördüm. Oradaki çalışanlar yemek için toplanmışlardı. Beni görünce onlardan bir genç yanıma geldi. Beni okulu, çalışma odaların gezdirdi. Onlardan sordum ki:”Burada ne gibi hizmetler görüyorsunuz? Ne yapıyorsunuz?” Dediler ki: “Biz üniversiteyi bitirdikten sonra imtihanla buraya geliyoruz. Hıristiyanlığı tebliğ usul ve üsluplarını tahsil ediyoruz. On bir sene kadar burada eğitim görüyoruz.” “Hiç Müslümanları Hıristiyan edebildiniz mi?” diye sordum. Dediler ki: “Maksadımız Müslümanları Hıristiyan yapmak değildir. Maksadımız dinimizi yaymak, Müslümanları da dinlerinden uzaklaştırmaktır. Yoksa onları her hangi bir dine sokmak değildir. Üç ay kadar Çin’e gittim. Daha İsa’nın Allah olduğunu biliyorlar!”

Malumdur ki dış seyahatlerimden muradım, herkesin çalışma metodlarını görmek, onlardan bir hisse almaktı. Daha sonra, büyük bir kiliseye gittik. Bizi kilisenin çeşitli yerlerini gezdirdiler. Kilisenin içinde küçük bir çarşısı vardı. Giyim eşyalarının her çeşidi vardı. Bunlar, hayırseverlerin kiliseye hibe ettikleri giysiler idi. Emekli bir kaç tane ihtiyar kadınlar vardı. Bunlar gelen giyeceklerden yıkanması, ütülenmesi gerekenleri ayırıp yapıyorlardı. Bir muhtaç geldiğinde bunlardan beğendiğini giyer giderdi. Para alınmazdı. Zaten hayır için buraya hibe edilmişti.

Bu kilise ilgilileri Müslümanların genç çocuklarını kiliseye sohbete davet ederlerdi. Maksatları o gençleri aldatıp dinlerinden çevirmekti! Zaten orada Müslümanlar çocuklarını nasihat için dahi dövemezlerdi. Böyle bir dövme olayında çocuğu ailesinden alırlardı!

Daha sonra orada doktora yapan Türk talebelere misafir oldum. Onlara da bazı dersler verdim. Camilerinde konuşmalar yaptım. Onlarla beraber bir hastaneyi görmeye gittik. Taksi ile hastanenin üçüncü dördüncü katına çıktık. Taksiyi park ettikten sonra hastanenin yatakhanelerin gezdik. Ne kimseden izin aldık, ne de kimse bize müdahale etti! Hastanenin bakımı, temizliği fevkalade idi.

Daha sonra Darvin müzesine gittik. O müzede çok çeşitli, görmediğimiz sıfatlarda hayvanlar vardı. Her birinin yanında yazılmış kitabeler vardı. Bu hayvanların tekâmül devreleri anlatılıyordu. Ayrıca insanların hayvanlardan türediğini yazıyordu. Fakat şimdi işittiğime göre bazı ilim adamları bu teoriyi reddetmişlerdir. Zaten teori de bir takım evhamlardır. Delili yoktur.

Vakıf Kurma Teşebbüsümüz

Nihayet orada bazı vakıflar kurup orada okuyanların barınma, fakirlerin ihtiyaçlarını gidermeye karar verdik. Yani böyle bir iş yapacak vakıf kurma kararı verdik. Bazı yerlere uçakla, bazı yerlere araba ile gidip bu fikrimizi söyledik.

Sonra Suriyeli ve Filistinli doktorların cemaatine gittik Onlarla da daha önce tanışıyordum. Bu fikri onlara da söyledik. Onların Filistinli bir başkanları vardı. Dediler ki “başkan vekilimizdir. O ne derse biz de onun yolundayız.” O başkanları, ben ve benimle bulunan Ali Yaşarlar adlı arkadaşla üçümüz bir bahçede oturup, konuyu konuştuk. Onların başkanları dedi ki: “Bu teşkilatı ben kurdum. Bir araya gelip dağılmayalım diye. Bunların hepsi benim emrimdedirler.” Kendisine fikrimizi izah ettik. Dedi ki : “Bu çok masraflı bir iştir. Bir talebenin burada okuyabilmesi için senede on iki bin dolar lazım.” Biz dedik; “gaye talebelerin tüm masraflarını karşılamak değil, yatacak yer bulmaktır. Zaten nasılsa gelmişler, burada okuyorlar. Bir arada olurlarsa, bazı namaz kılmayanlar bu vesile ile namaz kılarlar, Bazı kızlar kendilerini koruyamazlar. Bunlar da daha emin bir yerde olurlar. Kiradan kurtulurlar.” Hülasa, kendisi de istihsan etti. “Bizim işlerimiz çok. Zaman bulamayız. Eğer siz çalışırsanız, yardımcı oluruz. Elli talebeyi taahhüt ederim” dedi.

Montreal’de Hindistanlı Müslümanların böyle bir işe giriştiklerini, bir yer aldıklarını duyduk. Telefonla onlarla irtibat kurduk. Müdürlerine, çalışmalarını görmek istediğimizi söyledik. Kabul ettiler. Uçakla üç saatte vardım. Beni karşıladılar. Müdürle görüştüm. Şunları anlattı: “Benim hocam Mehmet Zekeriya bana “Amerika’ya git, orada tedrisat yapın” dedi. Fakat Amerika’dan vize alamadığımız için Kanada’ya geldik. Bu aldığımız yer bir hastane idi. Satın aldık. Burada iki saat kadar devlet bize İngilizce ders veriyor. Sonra her ne ilim okursak serbestiz. Bin dolar veren çocuk her şeyi bize ait olmak üzere bir yıl burada okuyabiliyor.”

Programlarında Sarf, Nahiv, Mantık, Vadı, İstiare, Münazara, Beyan, Bedi, Usul’ud-din, Usul-u Fıkıh, hafızlık, Hadis dersleri vardı. Tertiple hazırlanmıştı. Bize “Siz de böyle bir şey yaparsanız size yardımcı oluruz” dedi.

Amerika-Kanada Gençlik Cemiyetinin Toronto’da büyük bir içtima toplantısı oldu. Başkanları da Profesör Ahmet Zeki idi. Bu zat Ezher mezunu idi. Ben de bu toplantıya katıldım. Ahmet Zeki’ye de düşüncemizi anlattım. “Böyle bir şey yaparsanız, biz de yardımcı oluruz” dedi. Toplantı bir hafta kadar devam etti. Masraflar iştirakçi şahıslara aitti. Cemiyete ait değildi.

Bazı gençler etrafıma toplandılar. Bazı sorular sordular. Baktım, akideleri Selefilere yakındır. Eş’ari’nin faziletinden bahsettiğimde hayretler içinde kaldılar. Onlar itikatlarınca Eş’ari’yi sapık, dinden çıkmış zannediyorlardı.

Suudi Arabistan’dan Gelen Proflar

Amerika’nın bir şehrine, Suudi Arabistan’ın Riyad şehrinden Muhammed bin Abdulazziz Üniversitesinin hocaları gelmişlerdi. On gün kalıp, ders vereceklerini söylediler. Ben de oraya gidip derslerine katıldım. Kadınlar ayrı, erkekler ayrı, aralarında perde vardı. Ders veren profesör de perdenin dış tarafında idi. Bazı Nahiv kaidelerine göre onların bazı yanlışlarını söylediğimde kabul etmiyorlardı. Kendilerine profesör deyip, bir nevi tenezzül etmiyorlardı.

Fıkıh dersini veren zat Muhammed bin Abdülvehhab’ın torunlarındandı. Bir iki yerde hatalı mana verdiğini işaret ettim. Ona “şeyh” deyip, hürmet ediyorlardı. Benim söylediğimi kabul etti. Çok da memnun oldu. Adresini ve telefon numaralarını bana verdi. “Suudi’ye gelince bana telefon et. Seni Riyad’a götürüp, misafir edeceğim. Ağabeyim de yüksek mahkeme reisidir” dedi. On gün bittikten sonra Los Angeles’e gidip, oradaki büyük cemaatlerine iltihak ettiler.

Vakıf Teşebbüssümüzün Akim Kalması

Bundan sonra biz tekrar vakıf kurma işi ile uğraştık. İlgilenenlerin fikrine baktım ki, oradaki Türkler yabancı kimseyi kuracağımız vakfa istemiyorlardı. Ben de ikinci bir teklifte bulundum. Dedim ki “yabancılardan bir kaç profesör alalım.” Kabul etmediler. “Her birisi bir grup başkanıdır. Bizi kabul etmezler. Bizi tesirlerine alırlar” dediler. Dedim ki “o zaman beni itham ederler.” “Yok, seni tanıyorlar ve sana itimatları var” dediler. Ben de bu düşünce ile işin yürümeyeceğini anladım. Bu işten kurtulmaya baktım.

Los Angeles’teki Programa Katılışım

Suudi’den gelen Los Angeles’teki heyete telefon edip, onların toplantısına iştirak etmek istediğimi söyledim. Muradım bunlardan kurtulmaktı. Los Angeles, New York’un batı tarafında idi. Altı saat uçakla mesafesi vardı. Tam okyanus sahilinde bir yerdi. Uçakla oraya gittim. Beni karşıladılar. Büyük bir otelde bana yer ayırdılar. Yeni İslam’a giren bir Amerikalı ile aynı odada kalıyordum.

Günde sekiz saat derslere hazır oluyorduk. Yatsı namazından sonra da yatana kadar soru cevaplar oluyordu. Otelin alt tarafı cami gibi düzenlenmişti. Burada soru-cevap, nasihatler olurdu. Günde üç öğün yemek vardı. Otel ücreti yüz yirmi beş dolardı. Tüm masrafları toplantıyı düzenleyen üniversite cemiyeti veriyordu. Dünyanın en büyük uçak fabrikası da bu şehirdeydi. Türkiye’den kaç tane doktora yapanlar da orada idiler. Pazar günleri yanıma geliyorlardı. Beni evlerine davet ediyorlardı. Onlarla bazen dağlara, bazen okyanus kenarına geziye gidiyorduk.

Orada Şeyh Şamil’in torunları da vardı. Onlar da beni davet ettiler. Bazı genç Amerikalılar İslamiyet’e girdiler. Onlar için merasim yapıldı. En sonunda büyük bir ziyafet verildi. Bazı büyük kimseleri de çağırıp büyük bir toplantı yaptılar. Toplantıya gelenler güvenlik güçleri tarafından arandıktan sonra toplantı mahalline gönderiliyorlardı. Gereken güvenlik tedbirleri alınmıştı. Yapılan konuşmaların özetleri matbu hale getirilip herkese dağıtıldı. Toplantı hakkında da herkesten anket yaparak düşüncelerini aldılar. Herkese ayrıca iki yüzer dolar da hediye verdiler. Bazılarına da tefsir, Kuran gibi bazı kitapları da verdiler. Bana da iki yüz dolar ile güzel bir el çantası hediye ettiler. Esas çantam ve eşyalarım daha evvel bulunduğum şehirde kalmıştı. O şehirdeki tanıdıklar vakıf kurmak için beni bırakmıyorlardı. Ben de onlardan kurtulmak için oraya dönmek istemediğimden, çantamı orada bırakıp Japonya yolu ile Türkiye’ye dönmeye karar verdim.

Uçak mühendisi Dr. Davut Kervanoğlu beni evine götürdü. Bir iki gün beni bırakmadılar, misafir ettiler. Ben Japonya, Çin, Pakistan, Suriye, Hindistan, Mısır, İstanbul üzerinden bilet istedim. Bunun mümkün olmadığını söylediler. Bunun üzerine, bin beş yüz dolara Japon, Çin, Pakistan bileti aldım. Belki param yetmez diye, Davut Kervanoğlu’ndan beş yüz dolar borç aldım. Davut Bey bana bu parayı İstanbul’daki kardeşine ödememi söyledi. Ben de İstanbul’a gelince kardeşine beş yüz doları verdim ve kendisine durumu telefonla bildirdim.

Japonya’ya Gidişim

Oradaki mühendislerle beraber hava alanına gittik. Salı günü öğleye yarım saat vardı. O mühendisler hava alanı görevlilerine bana Müslüman yemekleri verilmesini tembih ettiler. Yakama madalyaya benzer bir şey raptettiler. Uçağa bindim. Uçak hep okyanus üzerinde uçtu. Tokyo’ya kadar hiç kara yoktu. Hep deniz üzerinde uçuyordu. Yerim uçakta pencere önünde idi. Kur’an’ımı aldım, okumaya başladım. Zaman zaman dışarıya da bakıyordum. Uçak çok yüksekten gittiği için, okyanus üzerinde buluttan dağlar vardı. Tıpkı Suudi-Mekke dağlarına benziyordu. Bazıları insanın üzerine düşecek gibi sivri burunları aşağıya iniyordu. Uçak bunların arasına girmiyordu. Yanından sıyrılıp geçiyordu. On bir saat sonra Tokyo’ya indik.

İnişte bavulumu görevliler taşıdı. Bavul çok ağırdı. Kitaplarla doluydu. Gerekli muameleyi kendileri yaptılar. Beni otobüse bindirdiler. Amerika’daki otele benzer bir otele götürdüler. Dördüncü veya beşinci katta tek başıma bir oda verdiler. Tuvaleti, banyosu içinde idi. Otel içinde lokanta vardı. Lokantacı kendi usullerine göre başını eğip, herkese hoş geldiniz deyip, hürmet gösteriyordu.

Fakat yemeklerini hiç yiyemiyordum. Ekmekleri tatsızdı. Amerika’dan mühendisler telefonla beni sorup takip ediyorlardı. Otelden durumumu soruyorlardı. Bana otelcinin yemek yemediğimden şikâyet ettiğini söylediler. "Sen üst üste oruç mu tutuyorsun?" diye sordular. Gezdiğim diğer tüm ülkelerden Japonya’yı daha pahalı gördüm. Bazı yerlere telefon ettiğimde bana: “Buraya nasıl geldin? Çok pahalı buralar. Burada çok kalma” diyorlardı. Oraya indiğimde vakit öğlen ile ikindi arası idi. Öğle namız kıldım. Amerika’dan ayrıldığımda salı idi. Ben o günün öğlenini kıldığımı sanıyordum. Meğer Çarşambanın öğleni imiş! Bana Amerika’dan telefon ettiler ki, bugün Pakistan vizesini al. Eğer bugün almazsan iki üç güne kadar alamazsın. Ben, “yarın cumadır. Yarın alırım” dedim. Bana dediler ki: “Sizin Cuma bu gün. Yarın burada Cuma olacak” diye beni ikaz ettiler.

Japonya’daki Müslümanlar Müslümanlıktan çok uzaktılar. Hatta bir camiyi depo ettiklerini söylüyorlardı.

Vize almaya gittiğimde, bir daire de üç erkek üç bayan vardı. Kıbleyi bilmiyordum. Öğle namazı kılmak istedim. Onlara Pakistan’ı sordum. Çünkü biliyordum ki, orada Pakistan’a yönelince kıbleye dönülmüş oluyordu. Bayan namaz kılmak istediğimi anladı. Bana yürümemi işaret etti. Yürüdüm, iki kapıdan içeriye girdik. Bana tuvalet ve abdest alma yerini gösterdi. Abdest aldım. Kapıdan çıktım baktım ki, bayan gitmemiş beni bekliyor! Hiç önümde yürüyen olmadı o memlekette. Hep yanımda yürüyorlardı. O bayan da yanımda yürüyerek bana rehberlik ediyordu. İlk oturduğumuz yere gelince iki eliyle işaret ederek “Pakistan Pakistan” diye gösterdi. Bir de harita getirdi. Tokyo- İstanbul diye gösterdi. Tokyo doğu, İstanbul batı da kalıyordu. Tıpkı Türkiye haritasında İstanbul - Van gibi. Tokyo- Van, İstanbul yerinde!

Bana bir çay ve yiyecek ikramında da bulundular. Vizeye gideceğim gün, birisi geldi, beni götürdü. Bazen otobüs, bazen taksi, bazen de kayıklara birdik. Konsolosluğa gidene kadar saat 12’yi geçiyordu. Yolda üç, üç buçuk saat zaman geçti. Benden resim istediler. Beni getiren beni bir yere götürdü. Taksiden inince bir kapı açıldı. Bana “gir” dedi. Asansör zannettim, girdim. Bir ayna ile karşılaştım. Aynaya bakınca, üstten fotoğraflarım düştü. Resimleri alıp, dışarı çıktım. Taksi bekliyordu. Binip konsolosluğa gittik. Pakistan vizesini aldım.

-Devam edecek-

Fotoğraflar:

1-Muhammed Emin Er Hocaefendi

2-Muhammed Mütevelli Şar’avi

3-Şeyh İbrahim Battavi

4-Muhammed Hasaneyn Mahluf

Dipnotlar

1-Muhammed Mütevellli Şar’avi(1911-1998); Mısır’ın son devir âlimlerinden merhum Şar’avi müfessir ve vaiz idi. Halkın seviyesine inmeyi başarabilmiş nadir şahsiyetlerden rahmetli Şar’avi`nin Kuran tefsiri, iftar öncesinde televizyon kanallarının vazgeçilmez programıdır. Samimi ve ihlâslı bir zat idi. 1998 senesinde dar-ı bekaya irtihal etti.(Salih Okur)

2-Şeyh İbrahim Battavi, 1924 doğumludur. Ezher’den mezun olmuştur. İslami psikoloji alanında çalışmıştır. En çok, İmam Gazali’nin İhya’sından etkilenmiştir. 2009’da vefat etmiştir.(Salih Okur)

3-Muhammed Hasaneyn Mahluf, Mısır müftülerinden olan bu zat 1990 senesinde vefat etmiştir.(Salih Okur)

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

ali said, 2010-09-01 16:16:11

Maşaallah size,bu bölümleri okudukça dahası var mı diye sormadan edemiyor insan... tebrikler. elinize sağlık

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DİĞER YAZILAR

MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-3

MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-3

Bursa’da Bursa’ya Ayın 15 inde, Çarşamba günü gittik. Bu şehir, İstanbul'un güneyinde

MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-2

MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-2

Türk’ün Gücü, Hindin Aklı, Arabın Mantığı Pazar günü saat 10’da edebiyatçılar ve

MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-1

MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-1

Kıymetli ziyaretçilerimiz geçen asrın son günü aramızdan ayrılan allame merhum Ebul Hasan e

MUSTAFA POLAT HOCAMIZDAN HATIRALAR

MUSTAFA POLAT HOCAMIZDAN HATIRALAR

Takdim Kıymetli ziyaretçilerimiz, değerli bir alimimizin bir seydamızın bazı hatıralarını

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-13

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-13

HOCAMIN VEFASI Hocamın çok dikkat çeken bir özelliği de vefa duygusu idi. Buna dair bir misal

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-12

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-12

HOCAMIN İBADET YÖNÜ Bana desen ki; “hocam, ibadette nasıldı.” Derim ki; “namaz adamıy

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-11

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-11

VAKIFLARLA BİR MÜZAKERE Hatırlıyorum, bazen Türkiye genelinden vakıflar “vakıf okuması

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-10

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-10

HOCAMIN DERSLERİNDEN Diyanet İşleri eski başkanı Mehmed Görmez bey hocamı ziyarete gelmişti

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-9

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-9

MUHTELİF HATIRALAR HAKİKATLARI HURAFELERLE ZAYİ ETMEMEK LAZIM "Benim bir arkadaşım bir şeh

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-8

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-8

ŞERCİL POLAT AĞABEY Merhum Şercil Polat ağabey Erzurum’da nurları hocamla birlikte ve belki

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-7

ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-7

BABAM HACI MUSA EFENDİ Babam hayatı boyunca hocama hep destek olmuş, aynı davanın ızdırabıy

Allah kendisinden başka ilah olmayandır. En güzel isimler O'na mahsustur.

Tâ Hâ, 8

GÜNÜN HADİSİ

Allah her şeye güzel davranmayı emretmiştir. Öyle ise öldüreceğiniz zaman bile güzel öldürün. Hayvan keseceğiniz zaman güzel kesin. Sizden biri bıçağını bilesin ve kestiği hayvanı rahatlatsın.

Müslim

TARİHTE BU HAFTA

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI