BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’YE GÖRE İSBÂT-I VÂCİB


2005-12-19 13:35:17

Lügatte burhan, delil, beyan, sübut, karar kılma, yerleşme gibi manalara gelen isbat, terim olarak, bir düşüncenin doğrulugunu veya yanlışlığını ortaya koymaya yönelik akil yürütme sürecine denilmektedir. Vâcib ise; zâtı varlığını gerektiren, vücudu zâtının muktezası olan, yokluğu aklen mümkin olmayan mâlumdur.
Bu öncüllerden hareketle isbât-ı vâcibi, zâtı varlığını gerektiren, vücudu zâtının muktezası olan, yokluğu aklen mümkin olmayan, varlığı kendinden olan ve var oluşunda başkasına muhtaç bulunmayan bu zatın var olduğunu delillendirmek şeklinde tarif edebiliriz.

Risale-i Nur’da isbât-ı vâcib delilleri, kelam kitaplarında olduğu gibi sistematik bir şekilde işlenmemektedir. Müellif, isbât-ı vâcib delillerini eserlerinde bazen bütün delilleri aynı yerde, bazen de müstakil olarak farklı yerlerde izah etmektedir.
O, Allah’ın varlığını ispat eden delilleri temelde, bütün peygamberlerin marifetini şahsında toplayan “Hz. Muhammed (s.a.s)”, bütün mahlukatı içeren “kâinat”, bütün semavî kitapların ders verdiği hakikatin en yüce ifadesi olan “Kur’an” ve insanın Allah’ı tanıma kabiliyeti taşıyan tüm duygularının merkezi hükmündeki şuur sahibi fıtrat olarak “vicdan” olmak üzere dört kategoride mütalaa etmektedir.

Şimdi Said Nursî’nin isbât-i vâcib mevzuunda ortaya koymuş oldugu bu delilleri incelemeye çalişalim.

1. Hz. Muhammed Delili
Said Nursî’ye göre Allah’ın varlık delillerinden birincisi Hz. Muhammed’dir (s.a.s). Nitekim asırlar boyu bütün düşünen insanların kafasını meşgul eden, her bir mevcud için sorulabilen ve her zaman cevabı aranan “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” sorularına bozulmamış her aklın kabul edeceği şekilde hakkıyla cevap veren Hz. Muhammed olmuştur. Zira o, Allah’ın rahmetinin sembolü, Hakk’ın en nurlu delili, hakikatin en parlık lambası, yaratılış bilmecesinin keşfedicisi, kâinat hikmetinin açıklayıcısı ve mevcudattaki kemâlatın en mükemmel örneğidir.

Nursî’ye göre Hz. Muhammed (s.a.s), herşeyden önce, imanda bir mürşiddir. Kâinat, daima tazelenen nakişlarla, her biri birbirinden güzel çeşit çeşit varlikla süslenmiş oldugu halde, insanlarin akil gözünde tesadüfe bagli bir oyuncak gibi görülürken; o zatin getirdigi tarif ile nurlanmiş ve anlam kazanmiştir. Herşey ölümle birlikte yokluga ve hiçlige gidiyor görünürken; o zatin âlemde yaptigi inkilab ile âlemin şekli degişmiştir. Onun tarifi ile insanlarin gözünde herşey canlanmiş; hiçlige atilan zavallilar degil, ebedî hayat yolundaki yolcular haline gelmiştir. Onun getirdigi nur sayesinde, her şey, birbirinin düşmani olarak görülmekten kurtularak, ayni Yaraticinin kendisini tanitmak üzere görevlendirdigi birer vazifeli memur, birbirinin yardimina koşan birer dost ve kardeş olarak görülmeye başlanmiştir. Ki, onun getirdigi iman nuru olmasaydi, tam bir yardimlaşma içinde görev yapan mevcudat sahipsiz, ehemmiyetsiz ve yok olmaya mahkum zavallilar olarak görünecekti.

Allah Rasulü, dost ve düşmanin ittifakiyla mahlukat içinde en yüksek ahlak sahibidir. O, uluhiyete karşi en parlak bir şekilde ubudiyette bulunmuş, en yüksek bir ses ile tevhidi ilan ve Allah’in isimlerine en yüksek mertebede âyinedarlik etmiştir. Allah’i en iyi bilen ve bildiren yine O’dur. Said Nursî, Allah Rasulü’nü, bir “marifetullah muallimi” olarak isimlendirmektedir. Bu öyle bir muallimdir ki, öğrettiği her bir şeyin özünde tevhid vardır. Nitekim o, bütün peygamberler gibi tevhid davasında bulunmuş ve tevhid hakikatlerini tafsil etmiştir.

Netice itibariyle Said Nursî, risalet semasının güneşi, bütün peygamberlerin efendisi, Kur’an’ın tercümanı, şaşirmaz ve şaşirtmaz en dogru rehber ve en mükemmel üstad olan Muhammed-i Arabî’nin (s.a.s) her söz ve hareketinin Cenab-ı Hakk’ın varlığını ispat ettiğini ifade etmektedir.

2. Kâinat Delili (Kozmolojik Delil)
Said Nursî’ye göre Allah’ın varlık delillerinden ikincisi mükemmel bir şehir, muhteşem bir âlem, ezel ve ebed sultanı Cenab-ı Hakk’ın sınırsız ordularının muhteşem bir kışlası ve sınırsız antika ve harika ve kıymetli şeylerle süslenmiş bir saray olan kâinattır.

Said Nursî, kâinatı büyük bir kitap veya büyük bir insan olarak tarif etmektedir. Bu kitabın her kelimesi, hatta her harfi öyle mucizeli bir şekilde yaratılmıştır ki, en küçük bir zerresini dahi tam yerinde yaratabilmek için, bütün kâinatı yaratabilecek sonsuz bir kudret lazımdır. Allah’ın dışında, bütün tabiî sebeplerin, farz-ı muhal olarak iradeye ve güce sahip olsalar dahi bu kitabın bir harfini bile yaratmaları mümkün değildir. Çünkü bu harf, özellikle canlı bir mevcut olsa, kâinat kitabının bütün kelimeleri ile doğrudan ilgilidir. Hayat, bir şeyi herşeyle ilgili kılmaktadır. Kâinatta, bütün mevcudatı kapsayan ve her bir mevcudu ayrı ayrı bir ağ örer gibi diğer tüm mevcudata bağlayan öyle bir nizam vardır. Kör, nereye ve niçin gittiğini bilemeyen, kendileri yapılmaya muhtaç basit cansız tabiî sebeplerin bu mükemmel nizamın sebebi olduklarını düşünmek, muhal içinde bir muhaldir.

Buradan da anlaşilmaktadir ki, “Her şey herşeyle baglidir. Bir şey herşeysiz yapilmaz. Bir şeyi halkeden her şeyi halketmiştir. Öyle ise, bir şeyi yapanin Vahid, Ehad, Ferd ve Samed olmasi zaruridir.” Kâinat kitabinin bütün harfleri ve hatta noktalari, tek tek veya birleşmiş halleriyle yani kelime, cümle, paragraf oluşturmuş şekilleriyle yüce bir Zat’in varligina ve birligine şahitlik etmekte ve “O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur” hakikatini haykırmaktadırlar. Çünkü kâinat, İlâhî sanatın sergisi, büyük bir insan ve Allah’ın varlığını ilan ve ispat eden en büyük muvahhiddir. Kâinattaki varlıklar ise, Allah’a ayna olan İlâhî birer memur, anlamlı birer harf, birer sanat mucizesi ve nihayetsiz kudret sahibi bir sanatkarın mukaddes isimlerinin cilveleri (tecellileri)dir. Said Nursî “Âyetü’l-Kübrâ” isimli risalesinde bir yolcuya hayâlî bir kâinat gezisi yaptırmakta ve bu şekilde kâinatın Allah’ın varlığını ispat delillerden birisi olduğunu ifade etmektedir. Bu yolcu, bulut, rüzgar, yağmur, şimşek, hava, deniz, dağ gibi her bir mahlûkat taifesine Hâlıkını sormakta ve herbirinin fıtrat lisanları ve yaratılış tavırlarıyla dile getirdikleri şehadetlerden Allah’ın varlığına ulaşmaktadır. Yine o yolcu, mahlukatı kendi görmek istediği veya hayal ettiği gibi değil de olduğu gibi müşahede ederek kâinatı, yazarını anlatan bir kitap olarak görmekte ve “La ilahe illallah=Allah’tan başka ilah yoktur” neticesine varmaktadır.

Said Nursî, Sözler isimli eserinde Yirmiikinci Söz’ün birinci makamında kâinatın Allah’ın varlığını ispat ettiğini on iki delille izah etmektedir. O, kâinatı idare eden gizli bir kudret sahibinin olduğunu, kâinattaki her bir zerrenin gaybî bir zatı işaret ettiğini, mevcudattaki muhteşem nakışın bir nakkaşı olması gerektiğini ve kâinatın bizzat kendi varlığıyla bu zatın varlığını ispat ve ilan ettiğini ifade etmektedir.

3. Kur’an Delili
Said Nursî Kur’an’ı, Allah’ın varlığına delalet eden üçüncü delil olarak zikretmektedir. Said Nursî, dünyaya ait hükümleri ve gayba uzanan hakikatleriyle tevhidin temel taşi olan ve şuur sahibi insanlari mevcudata kendileri için degil, o mevcudata vücud veren Yaraticilarini tanitmak için bakmaya davet eden Kur’an’da, Allah’in varligini ispat eden delilleri “Inayet ve gaye delili”, “hüdus ve ihtira delili” ve “imkân delili” olmak üzere üç başlik halinde mütalaa etmektedir. Bu üç delili kelamcilarin ve filozoflarin da kullandigini ifade eden müellif, bu delilleri farklı bir yaklaşımla “kâinat” başlığı altında değil de “Kur’an” başlığı altında değerlendirmektedir.

a. İnâyet ve Gaye Delili
Said Nursî, risalelerinde Allah’ın varlığı konusunda daha çok inayet ve gaye delili üzerinde durmuş ve Kur’an’ın da önem verdiği bu delile yönelmek gerektiğini ısrarla vurgulamıştır ki, çağdaş düşünürlerin de aynı yöneliş içinde olduğu görülmektedir.

Bu delilin özeti, kâinatın mükemmel nizamının gösterdiği üzere, yaratılışta kusursuz bir sanat sergilenmiş ve hikmetli faydalar gözetilmiş olmasıdır. Bu ise kâinatın Saniinin kasd ve hikmetini ispat etmekte; tesadüfen yaratılmış olma vehmini kesinlikle reddetmektedir. Çünkü, mükemmellik ve kasd, irade ve ihtiyarsız olamaz. Kâinatın bütününde ve ayrıca her bir parçasında bulunan inayet ve gaye, bu düzeni onlarda düzenleyen varlığa, her varlıkta görülen hikmetli işler ve güzellikler bunları yaratan bir Zât’a açıkça işaret etmektedir. Bu varlığın üstün sıfatlara, sınırsız ilme, sonsuz kudrete sahip olması gerekir ki kâinatta hüküm süren hayret verici intizam ve hikmet dolu işler makul bir şekilde açıklanabilsin. Üstün nitelikleri bulunan bir yaratıcıyı inkar etmek, kâinattaki düzeni, insanı hayrette bırakan engin sanatı, varlıklardaki gaye ve hikmeti inkar etmek anlamına gelir ki, bu mümkün değildir. Diğer İslam düşünürleri gibi Said Nursî de, inayet ve gaye delilini takrir ederken güneş, ay ve yıldızların belli bir yörüngede dönmelerine, çekim gücüyle birbirlerine bağlı bulunmalarına, dünyanın her bakımdan insan hayatının yanısıra, bitki ve hayvanların yaşaması için elverişli bir mekan oluşuna dikkat çekerek bunun Allah’ın varlığına dair çok açık bir delil teşkil ettiğini göstermeye çalışmıştır.

Said Nursî, kainatta böylesine muhteşem bir nizam oldugu halde niçin insanlarin bu nizami görmeyip Allah’in varligini inkar ettikleri mevzuunda güneş örnegini vermektedir. Zira güneşin varligi o kadar açik ve belirgindir ki, bu açiklik onun görünmesine mani olmaktadir. O, kainata hikmet gözüyle bakilmasi gerektigini ifade etmekte ve bu şekilde kainatta görülen nizamin bir nizam koyucunun varligina delil teşkil edecegini belirtmektedir.

b. Hüdûs ve İhtira Delili
Said Nursî, hüdûs delilini asrın aklına uygun bir üslup çerçevesinde ele almış ve insanların Cenab-ı Hakk’ın marifetine ulaşabilmesi için delil-i mahsus (maddi deliller) seviyesine indirgemiştir.

Hüdûs konusunda kelam âlimleri özetle şunu söylemektedir: Âlemin degişken oldugu apaçik ortadadir. Bir şey, degişken ise, ayni zamanda hâdistir; yani sonradan vücut bulmuştur. Bir şey hâdis ise, onun bir muhdisi, yani mucidi vardir. Öyle ise bu kâinatin kadîm bir Mucidinin olmasi mantikî bir zorunluluktur. Kelam âlimlerinin geliştirdigi; kâinatin bir yoktan var edicisinin olmasi gerektigini mantiken izah eden bu usul için, Said Nursî şu degerlendirmede bulunmaktadir: “...sebepleri, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip, sonra Vâcibü’l-Vücud’un vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor.” Bu noktada, Said Nursî, ayrıca önemli bir hatırlatmada daha bulunmaktadır: Kâinatın bir Yaratıcısının olması gerektiği hükmüne mantıken ulaşıp, “Allah’ın varlığını bilmek” tam bir marifetullaha ulaştırmamaktadır. Allah’ın varlığını bilmenin yanında, “Allah’ı bilmek” gerekir. Bunun için ise imanı yalnızca ilimden ibaret bırakmamak lazımdır. Çünkü insan yalnızca akıldan ibaret değildir. İnsandaki ruh, kalb, sır, nefis gibi pek çok şeylerin de hissesini alması gerekmektedir.

Nursî’ye göre insan, “şimdi” ve “burada” yaşamaktadir. Onun sinirsiz duygu ve kabiliyetleri vardir ve gözü önünde, akil, kalb, dil, göz gibi kabiliyet ve duygulariyla muhatap oldugu eşşiz bir âlem uzanmaktadir. Bu eşşiz âlemin her bir mevcudu, kendi varligiyla, insana birşeyler söylemektedir. Kâinat tarafsiz ve isteyenin istedigi gibi yorumlayabilecegi bir alan degildir. Insan ya kâinatin her bir mevcudunun hal diliyle söyledigini işitecek veyahut kendi vehmince bir yoruma kalkişacaktir. Gözlemledigi şu mevcudat âlemi, bakip da görebilen her insana, her bir mevcudun yoktan var edilişini anlatmakta ve üzerinde görünen özelliklerle onu var edeni tanitmaktadir.

Yine ona göre, kâinattaki bütün varlıkların değişken oluşu onların ezelî değil hâdis olduklarını göstermektedir. Zira her varlık ya hareket veya sükun halinde bulunmaktdır. Hareket ve sükun birer araz olup hâdistir, her hâdisin de bir yaratıcısı olması gerekir ki o da Vâcibü’l-Vücud olduğundan kadim olan ve tegayyür ve tebeddülü mümkün olmayan Allah’tır.

İhtira deliline gelince, Said Nursî’ye göre, şuursuz, camid, basit olan sebeplerin, bütün insanları hayrette bırakan, her biri bir kudret mucizesi, harika bir sanat eseri olan mevcudatın mucidi olmaları mümkün değildir. Kendileri de yaratılmış olan sebepler, mevcudatı yeniden icad ederek yaratamazlar. Mutlak kudret sahibi Allah, her bir mahluğun kabiliyetlerine uygun ve yalnızca o cinse has müstakil bir vücud vermiş; böylece onu kendi Zatına mahsus bir delil kılmıştır.

Ayrıca sebeplerin yaratıcı olabilmeleri için onların her birinin hayat sahibi ve şuurlu olmaları ve küçük bir zerreyi yaratabilmeleri için hepsinin de aynı noktada birleşmeleri gerekmektedir ki, bunun gerçekleşmesi mümkün değildir. Çünkü sebepler basit ve aciz olup onların herhangi birşeyi yaratmaları imkânsızdır. Buradan da anlaşılmaktadır ki, bütün sebeplerin yaratıcısı olan bir zat vardır ki o da Allah’tır.

c. İmkân Delili
Kaniattaki varlıklardan her birinin zat ve sıfat itibariyle sonsuz sayıdaki alternatiflerden sadece birine uygun halde bulunması onların mümkin olduklarını göstermektedir. Ölenin öldüreni, sanatın sanatkarı ve çocuğun babayı gerektirdiği gibi kâinatın mümkin oluşu onun vacib bir varlığın eseri olduğunu göstermektedir.

Daha çok hüdûs ve nizam delilini andıran bir şekilde takrir ettiği delile imkân delili adını veren Said Nursî, devir ve teselsülün iptal edilmesine dayandığından kelamcıların imkân delilini beğenmeyip ona farklı bir açıklama getirmeye çalışmıştır. Ancak imkân delili denilince bundan, “varlıkların yokluğu düşünülmesi halinde aklî bir imkânsızlığın doğmaması” fikrinden yola çıkılarak takrir edilen delil anlaşılmaktadır ki, Bediüzzaman’ın imkân deliline bakışı bundan oldukça farklı görünmektedir.

İmkan delilini Said Nursî şöyle özetlemektedir: İmkân, “mütesâviyyü’t-tarafeyn”dir. Yani, bir şey mümkin ise, o şeyin yokluğu ve varlığı eşittir. Dolayısıyla varlığını yokluğuna tercih edecek bir tercih edici, bir tahsis edici, o şey yok iken onu yoktan icad eden bir mucid gerekir. Çünkü mümkinat, birbirini icad edip teselsül edemez. Yahut, o onu, o da onu icad edip devir suretinde dahi olamaz. Öyle ise vücudu mümkin değil, vâcib olan bir Vâcibü’l-Vücud vardır ki, bu zatında mümkin olan eşyayı icad etmektedir. Böylece, devrin ve teselsülün aklen muhal olduğu pek çok delillerle gösterilip, Vâcibü’l-Vücud’un mutlak var olması gerektiği ispat edilmiş olunmaktadır.

Kelam âlimleri imkân delilini “Değişik yollardan deliller getirerek, her şey zatında mümkin olduğu için bunları ilk başta bir yoktan var edenin olması gerekir demek ve sebepleri âlemin nihayetinde kesmek” şeklinde izah etmektedirler. Bunun yerine, Said Nursî, her bir şeyde Vâcibü’l-Vücud’un marifetine yol açan, Hâlık-ı Külli Şey’e has işareti, delil göstermektedir. Nursî bu yolun daha kolay, daha kat’î ve Kur’an’in anlatim tarzina da uygun oldugunu ifade etmektedir.

d. Vicdan Delili
Said Nursî, Allah’ın varlığını ispat eden delillerden dördüncüsü olarak vicdanı zikretmektedir. Ona göre, vicdanın derinliklerinden insanı kuvvetli bir şekilde kâinatın yaratıcısına yönelten, onu huşu içinde sena ettiren bir ses yükselmektedir. Özellikle günahlardan uzak kalınıp, tefekkür yoluna girildiğinde vicdan ve şuur sahibi herkeste bu anlayış kendini gösterecektir. İşte Said Nursî, derin tecrübelere dayanarak bu hakikate yönelmiş ve bunu Allah’ın varlığına dair önemli bir delil olarak kabul etmiştir.

İman hakikatlerinin aklı muhatap alarak izah ve ispatının yapıldığı her yerde, Said Nursî, bu hakikatlerin gerçekliğini insanın kendi nefsinde de hissetmesi için vicdana atıfta bulunmaktadır. İnsanın fıtratı ve vicdanı da akla bir pencere olmaktadır. Vicdanı bir ölçü birimi olarak kullanıp, gelen hakikati ona tasdik ettirdikten sonra duyguların merkezi olan kalb tatmin olacaktır. Çünkü vicdan Sâniini unutamaz. Kendi nefsini inkar etse de O’nu görür, O’nu düşünür ve devamlı O’na yönelmiştir.

Cenab-ı Hakk’ı tanımada çok önemli bir vazife gören vicdan, Risale-i Nur’da, gayb âlemi ile şehadet âleminin birleştiği ve bu iki âlemden birbirlerine gelen düşünce ve ilhamların buluştuğu bir geçiş yeri olarak tanımlanmaktadır. Said Nursî, vicdanı fıtrat kanunlarına benzetmektedir. Zira, fıtrat yalan söylemez. Bir avuç su donduğu zaman, fıtratındaki genişleme eğilimi onun daha fazla yer kaplamasını gerektirir. Bu su, bir demir içerisinde olsa bile genişler ve demiri parçalar. Sert demir, suyun fıtratının gereğini yapmasına engel olamaz. Mevcudattaki bu eğilimler, Allah’ın iradesiyle koyduğu yaratma ile ilgili emirlerin görüntü ve tecellileridir.



Sonuç ve değerlendirme

Allah’ın varlığı konusu, öteden beri felsefe ve ilahiyatın en başta gelen problemlerinden birini teşkil etmiş ve halen de etmeye devam etmektedir. Bu amaçla düşünce tarihinin her döneminde Allah’ın varlığını ispat etme mevzuunda değişik deliller ortaya konulmuştur.

Esasen Kur’an ve hadislerde işaret edilen ispat metodlarinin genel itibariyle Islam kelamcilari ve filozoflarinin kullanmiş olduklari ispat delillerine temel teşkil etmiştir. Nitekim Allah’in varligini ispat etme mevzuunda Kur’an ve hadislerde zikredilen kainatin sonradan yaratilmasi ve kainattaki başdöndürücü nizamla alakali ifadeleri kelamci ve filozoflar sistematik bir şekilde geliştirerek degişik ispat metodlari ortaya koymuşlardir.

Bu amaçla kelamcı ve filozofların ekseriyeti, hüdûs, imkân, gaye ve nizam delilleriyle Allah’ın varlığını ispat etme yoluna gitmişlerdir. Burada hemen şunu ifade etmek gerekir ki, Mehmet Aydın’ın da belirttiği gibi Allah’ın varlığı konusunda deliller öne süren kelamcı ve filozoflar, olmayan bir şeyi keşfetmeye koyulmamaktadırlar. Bu delilleri ortaya atanlar, yahut onları geliştirmeye çalışanlar, mevcut olan inançlarının rasyonel olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Nitekim onlar, bunun için de rasyonel verilerden hareket ederek hüdûs, imkân ve gaye ve nizam delillerini ortaya koymuşlardir. Ayrica yüce bir varliga inanma duygusu her insanin fitratinda olan bir duygudur. Allah’i inkar eden talihsizler, sinelerindeki bu duyguyu çikarip atmak istemektedirler. Allah’in varligini ispat edenler ise degişik delillerle bu duyguyu seslendirmeye çalişmaktadirlar.

Allah’ın varlığını ispat mevzuunda tasavvufçular, kelamcılar ve felsefeciler pek çok delil ortaya koymuşlardır. Hatta onlar, bu delillerinin Kur’an’dan süzüldüğünü ifade etmişlerdir. Ancak kullanmış oldukları ve kendilerinin geliştirdikleri terminoloji sebebiyle bazen meselenin anlaşılmasını oldukça zorlaştırmışlardır. Kur’an-ı Kerim ise, mevcut âlemin ve yaşanan hayatin içinden kesitler sunarak hüdus, imkân, gaye ve nizam delilleriyle Allah’in varligini ispat etme yoluna gitmekte ve bu sayede hem gözleri hem de gönülleri doyurmaktadır..

Said Nursî, kelamcı ve filozofların mantıkî usul ve prensiplerini Kur’anîleştirerek kullanmış ve bu arada da rasyonalistlerin aklî prensiplerinden ve pozitif ilimlerin netice olarak ortaya koyduğu değerlerden istifade etmiştir.

Said Nursî’den önce hiçbir kelamcı ve filozofun Hz. Muhammed’i (s.a.s) isbât-ı vâcib delilleri arasında zikrettiği görülmemektir. O, ilk defa Hz. Peygamber’in de Allah’ın varlığını ispat eden önemli delillerden biri olduğunu ifade etmiş ve hatta bu delili diğer delillerin en başında zikretmiştir.

Said Nursî’nin Allah’ın varlığını ispat etmede kullanmış olduğu ikinci delil olan “kâinat delili”, kelamcı ve filozoflar tarafından “âlem delili”, Batılı filozoflar tarafından ise “kozmolojik delil” isimleriyle kullanılmıştır. Bu delille, evrenin var olduğu olgusundan hareketle Allah’ın var olduğu sonucuna varılmaktadır. Said Nursî bu delille kainatı hareket noktası alarak kelamcıların kullanmış olduğu istidlal metoduyla Allah’ın varlığına ulaşmaktadır. Ancak o gerek kelamcı ve filozofların gerekse Batılı filozofların bu delil içinde mütalaa ettikleri “hüdûs, imkân, gaye ve nizam, hareket...” gibi delilleri farklı bir tasnifle “kâinat delili” içinde değil de “Kur’an delili” içinde zikretmektedir.

Allah’ın varlığını ispat etme mevzuunda zikrettiği üçüncü delil olan “Kur’an delili”yle Said Nursî’nin, kendisinden önce Ahmed b. Hanbel, İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye gibi Selefî âlimlerle İbn Rüşd gibi bazı düşünürlerin yanı sıra Mevlana Celaleddin er-Rûmî gibi bazı sûfilerin kelam alimlerine yönelttiği eleştirilere iştirak ettiği anlaşılmaktadır. Zira bu grupta yer alanlara göre kelamcı ve filozoflar, Kur’an’ın ruhundan uzaklaşarak anlaşılması zor ifadelerle Allah’ın varlığını ispatlamaya çalışmışlardır.

Said Nursî Kur’an delili ana başligi altinda Inayet ve gaye, hüdus ve ihtira ve imkân delilleriyle Allah’in varligini ispatlamiştir. Onun kullanmiş oldugu bu delilleri kendisinden önceki düşünürler de kullanmiş ancak o, Kur’an’dan hareketle havastan başka kimsenin anlayamadigi agdali ve teknik ifadeler yerine, bol örneklerle süslenmiş anlaşilmasi kolay bir üslupla bu asirda yaşayan her ferdin aklina ve yapisina uygun bir ifade tarzi geliştirmiştir. Onun, ilk defa Mutezile bilginleri tarafindan kullanilan, daha sonra Bakillânî’nin eserlerinde detaylandirilan cevher ve araz esasina dayali hüdus delilinin yerine, Kur’an’a dayali bir hüdus delilini geliştirdigi görülmektedir. Bu konuda Said Nursî’nin Ibn Rüşd’ün görüşlerine katildigini söylemek mümkündür.

Yine o, imkân deliliyle alakalı olarak kelamcı ve filozofların bu delille ilgili görüşlerini ifade ettikten sonra onların yaptığı gibi teselsülün aklen imkânsız olmasıyla Allah’ın varlığını ispat etme yoluna gitmeyip her mahlukta Halık’ını gösteren bir delili göstermenin daha kolay ve anlaşılır olduğunu söyleyerek bu delile yeni bir yaklaşım getirmiştir.

Said Nursî’nin isbât-ı vâcib mevzuunda kullanmış olduğu vicdan delilinin kendinden önceki kelamcı ve filozoflar tarafından da “fıtrat delili” başlığı altında kullanmışlardır.

Esasen Allah’a giden yollar mahlukatın nefesleri adedincedir ve bütün mahlukat gürül gürül O’nun varlığını haykırmaktadır. Bu gerçeği bir Arap şairi,

“Yerdeki ayak izleri bir yürüyene, deve tersi de oradan bir devenin geçtiğine işaret ederken vadi vadi yeryüzü, burç burç sema ve dalga dalga deniz, Latif ve Habir olan bir Allah’ın varlığına işaret etmez mi?..” ifadeleriyle veciz bir şekilde resmetmektedir

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

ALLAH’IN SANATI

ALLAH’IN SANATI

Edebiyatımızda anlatılan bir “Molla Kasım” anekdotu (hikâyesi) vardır. Bu anekdotu bu gün

İLAHİ SANAT İNSAN SANATINA BENZEMEZ

İLAHİ SANAT İNSAN SANATINA BENZEMEZ

A benim iki gözüm, a benim tatlım, a benim gülüm, ilahi sanatla beşeri sanat, birbirinden çok

İSM-İ AZAM

İSM-İ AZAM

İsm-i Azam, Allah’ın en büyük ismi demektir. Hadislerde İsm-i Azam’dan bahsedilir. Kur

ESMAÜ’L-HÜSNA HAKKINDAKİ HADİSLER

ESMAÜ’L-HÜSNA HAKKINDAKİ HADİSLER

Esmaü’l-Hüsna hakkında bilgi veren üç hadis-i şerif şöyledir: 1-Buhari’de yer alan hadi

ESMAÜ’L-HÜSNA HAKKINDAKİ AYETLER

ESMAÜ’L-HÜSNA HAKKINDAKİ AYETLER

Esmaü’l-Hüsna terimi, dört ayette geçer. İçinde Esmaü’l-Hüsna terimi geçen dört ayet

ALLAH’IN KADERİ VE KAZAYI BELİRLEYİP YARATMASI

ALLAH’IN KADERİ VE KAZAYI BELİRLEYİP YARATMASI

Kader, Allah’ın ilim ve irade sıfatlarıyla, kaza ise tekvin sıfatı ile ilgilidir.

ALLAH’IN HAYATLARI SONA ERDİRMESİ (ECEL)

ALLAH’IN HAYATLARI SONA ERDİRMESİ (ECEL)

Ecel kelimesinin sözlük anlamı: Mutlak vakit, önceden tespit edilmiş süre. Ecel kelimesinin te

KULUN RIZKININ VERİLMESİ

KULUN RIZKININ VERİLMESİ

Rızık kelimesi sözlükte yenilen, içilen ve faydalanılan şey; terim olarak ise Allah’ın can

HAYIR VE ŞERRİN ALLAH TARAFINDAN YARATILMASI

HAYIR VE ŞERRİN ALLAH TARAFINDAN YARATILMASI

Yaratıcı tek olduğu için, hayrın da şerrin de yaratıcısı Allah’tır. Allah, hem hayrı he

KULLARIN FİİLLERİNİN YARATILMASI

KULLARIN FİİLLERİNİN YARATILMASI

İnsan, Allah tarafından yaratılan en mükemmel varlıktır. İnsanın en önemli özellikleri, ak

ALLAH’IN SUBUTİ SIFATLARI-8

ALLAH’IN SUBUTİ SIFATLARI-8

Allah’ın Tekvin Sıfatı Tekvin, yaratmak demektir. Allah’ın sıfatı olarak Tekvin, Allah’

Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.

Fussilet, 46

GÜNÜN HADİSİ

Kurban hakkında

"Kim gönül hoşluğu ile,sevabını Allah'tan umarak kurbanını keserse,o kurban onu ateşten koruyan bir perde olur"Tergib ve Terhib:2/155

TARİHTE BU HAFTA

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI