





GAZA KILICINI KUŞANMIŞIZ, BAŞKA DÜŞÜNCEMİZ YOKTUR
Yavuz Sultan Selim Han, seferden sefere koşarken, kendi rahatını ve huzurunu düşünmemişti. İran seferine çıktığında tam 4 sene ailesinden ayrı kalmıştır. Sonunda bu ayrılığa dayanamayan hanımı Hafsa Sultan, kocası Yavuz Sultan Selim'e mektuplar yazar, bu mektuplardan birinde:
"…Ümittir ki bu zaife dahi sairleri gibi inayet-i padişahiyle manzur buyurula. Şimdiye dek ümmid bu idi ki hüdavendigar halledet hilafetühü hazretleri serir-i saltanata geldikten sonra bu nahifeyi dahi hak-i pây-ı kimyabahşlarına yüz sürmek ile müşerref ve müstes'id olmak tasavvur olunur idi. Lakin bu tebah taliinden ol şerefden mahrum olduk. Ümittir ki Padişah-ı âlem penâhın ayağı toprağından bu cariye feramuş buyurulmayup inayet-i sultanı ile behremed ola!..."
Zaife-i nahife Valide-i Süleyman Şah
Fakat Koca Sultan hiç oralı değildir. Ten sevdasından çoktan geçip ufkunu cihanşümûl bir davaya dikmiştir. Karısına: "Biz gaza kılıcını kuşanmışız, bizim başka düşüncemiz yoktur" diyerek gerçek bir dava adamının çerçevesini çizer.
PÂDİŞAHLIK PROPAGANDASI
Merhum Necip Fazıl 1954'lü yıllarda çıkarmış olduğu Büyük Doğu mecmuasının bir sayısının kapağında, Osmanlı arması işlemeli sanat eseri bir kumaşın resmini kullanınca, pâdişahlık propagandası yaptığı öne sürülerek, derginin o sayısı toplatılmıştı. Nitekim Osmanlı arması kullanması saçma ve anlamsız gelse de bu kural, o sıralarda suç (!) teşkil ediliyordu. Üstad Necip Fazıl işte böyle boş bir gerekçe ile mahkemeye sevk edilmişti. Necip Fazıl mahkemede kendisine suçlamalarda bulunan savcıya hiddetlenerek oldukça nükteli bir cevap vermiştir. Cevabında: "İçinde adalet işlerine bakılan bu binanın tepesinde aynı Osmanlı arması var… Siz de mi pâdişahlık propagandası yapıyorsunuz?" demiştir…
Yine Üstad Necip Fazıl'ın çıktığı başka bir mahkemede hâkimin kendisine nasihatvâri bir şekilde: "Bak dostum! Seni bundan böyle bir daha huzurumda görmeyeceğim değil mi?" demesi üzerine Üstad büyük bir hayretle üstün zekâsını konuşturarak: "Hayrola hâkim bey! Yoksa istifa mı ediyorsunuz?" diye karşılık vermiştir.
SÖZÜNDE DURMAK!
Mehmed Âkif Ersoy'un arkadaşlarından Fatin Gökmen anlatıyor:
"Ben Vâniköyü'nde oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi'nde. Bir gün öğle yemeğini bende yemeyi kararlaştırmıştık. Öğleden bir saat evvel bana gelecekti. O gün öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf sel kesildi. Merhûm yürümeyi severdi. Havanın bu hâliyle karadan gelemeyeceğini tabiî gördüm. Mîâddan biraz evvelki vapurdan çıkmadı, diğer vapur birbuçuk saat sonra gelecekti. Yakın komşulardan birine gittim. Vapur gelmeden döneceğimi de hizmetçiye söyledim. Yağmur devam ediyordu. Vaktinde evime döndüm, bir de ne işiteyim, bu arada sırılsıklam bir halde gelmiş, beni evde bulamayınca hizmetçi ne kadar ısrar ettiyse de durmamış, "Selâm söyle" demiş, o yağmurda dönmüş gitmiş! Ertesi gün kendini gördüm. Vaziyeti anlatarak özür dilemek istedim. Dinlemedi, "Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir felâketle yerine getirilmezse mâzur görülebilir" dedi. Benimle tam altı ay dargın kaldı."
Üstad'ın bu sözünün üzerine ne yazılabilir?... Verdiğimiz sözler… Tuttuğumuz sözler… Tutamadığımız sözler… Tutmak istemediğimiz sözler… Evet, şimdi muhasebe zamanı!
KAYNAKLAR
1- İbrahim Refik, Efsane Soluklar, Albatros Kitapları, İstanbul,2008.
2- İbrahim Refik, Tarih Şuuruna Doğru, Albatros Kitapları, İstanbul, 2009, I-II.
3- M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Âkif Hakkında Araştırmalar, İFAV, İstanbul, 2000, I.
Yorum yapmak için giriş yapın.
0 Yorumlar