Cevaplar.Org

SAHİH TASAVVUF ÖĞRETİSİ VE DOĞUŞU

Öğretiler, amel ve gayelerin üzerine kurulduğu asıldır. Eğer öğretiler doğru ve sünnete uygun ise üzerine bina edilen ameller de sahih ve salih olacaktır. Bu sahih ve salih ameller vasıtasıyla da yüce ve mübarek gayeler elde edilecektir. Öğretilerin, yani aslın yanlışlığı ve sünnete muhalefeti söz konusu olduğu takdirde kuşkusuz ki, üzerine terettüp eden amel ve gayeler de fasit olacaktır.


2012-05-09 13:28:04

Öğretiler, amel ve gayelerin üzerine kurulduğu asıldır. Eğer öğretiler doğru ve sünnete uygun ise üzerine bina edilen ameller de sahih ve salih olacaktır. Bu sahih ve salih ameller vasıtasıyla da yüce ve mübarek gayeler elde edilecektir. Öğretilerin, yani aslın yanlışlığı ve sünnete muhalefeti söz konusu olduğu takdirde kuşkusuz ki, üzerine terettüp eden amel ve gayeler de fasit olacaktır.

Tasavvufun Tanımı

Sûfiler tasavvuf için birçok tanım yapmıştır; öyle ki bu tanımların bini aşkın olduğu aktarılır. Biz bu tanımlar içinden aşağıda andıklarımızı seçiyoruz:

Bazı sûfiler der ki: "Tasavvuf, her yüce ahlaka sahip olmak ve her düşük ahlaktan soyutlanmaktır." Kimisi de der ki: "Tasavvuf ahlaktır, ahlakta senden ileri olan tasavvufta da senden üstündür."

Cüneyd-i Bağdadî'ye tasavvuf sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: "Senin başka alakalardan azade olarak her amel ve halinde yalnızca Allah ile beraber olmandır."

Cüneyd (r.h) bu sözü ile şunu ifade etmektedir: Tasavvuf, Allah'a ibadet edip yönelmektir. Zikri, zikredenin kalbinde kalıcı bir nitelik halini alacak kertede her iş ve halinde, her zaman ve zeminde Allah'ın gözetiminde olduğu şuuruna sahip olacak derecede mütemadiyen Allah'ı anmak ve O'na ibadet etmektir. Çünkü -denildiği üzere- tasavvufun başlangıcı, seyr-i sülük talebesinin "Allah'ın gözetiminde olduğu" bilincine varmak için çaba sarf etmesi, sonu ise bu durumun Yüce Allah'ın zikrinden ve gözetiminden bir lahza bile gafil kalmaksızın bilincinde yer edinmesidir.

Marifetullah erbabı muhakkik şeyhimiz Şeyh Muhammed el-Arapkendî şöyle derdi: "Tasavvufun mahiyeti hakkında birçok kimse fikir beyan etmiştir. Herkes kendi meşrebinden hareketle ve tasavvufun kimi semerelerini dikkate almak suretiyle açıklamada bulunmuştur. Bazı büyüklerin dile getirdiği şu söz, tasavvufun en güzel tanımdır: 'Tasavvuf vakti evla olanda geçirmektir".

Ve bu söze şöyle şerh düşerdi:

"Ama hangi vakitte hangi amelin evla olduğunu tayin etmek, maharet ister. Sonra her vakit için kalbî ve fizikî amellerin, tebliğ ve irşadın, Müslüman topluma hizmetin, infakın ve diğer etkinliklerin hangisinin daha uygun düştüğünü araştırmak gerekir." Bu sebepledir ki 'Sûfî, yaşadığı anın oğludur' (1)denmiştir. Görülen o ki, tüm bu tanımlar tasavvufun bir bütün olarak değil, gayeleri özelinde itibara alınması suretiyle yapılmıştır.

Tasavvuf: Bir İsmin Kendi Hakikatini Gölgelemesi

Seyyid Ebû Hasan en-Nedevî özetle şöyle der: "Sonradan belirlenen terimler, hakikatleri üzerinde cinayet derecesinde olumsuz bir etkiye sebebiyet verir. Zira yeni terim ortaya adeta bambaşka bir hakikat çıkartmış gibi algılanır ve bin bir şüpheye konu yapılıp etrafında husumetler bilenir. Hâlbuki eğer bu sonradan türeyen isimleri bir yana bırakıp ilk dönemdeki insanların ve önceki selefin kelimelerine dönsek kördüğüm çözülür ve insanlar barışır

 İşte bu terimlerden biri de "tasavvuf" terimidir. Bu sebepledir ki tasavvuf terimi birçok soru, sorgu ve araştırmaya konu olmuş ve etrafında şiddetli husumetler vuku bulmuştur.

Oysa bu sonradan çıkan terimi bırakıp Kitap ve sünnete döndüğümüzde, ikisinde de imandan bir şube, nübüvvetin bir misyonu ve dinin bir rüknü olarak bahsedilen bir hususun varlığını ve bu hususun kimi zaman "tezkiye", kimi zaman "ihsan", kimi zaman da "kalbin salahı" olarak anıldığını görürüz.

Müslümanların "nefislerin tezkiye ve terbiyesini" gaye edinmiş olan bu ilmi, "tezkiye ve ihsan" ya da "fıkh-ı batın/kalp ilmihali" olarak isimlendirmeleri daha yerinde olurdu. Eğer böyle yapmış olsalardı bu ihtilaf biter ve bu terimin tefrikaya saldığı lehteki ve aleyhteki her iki fırka barışırdı."

Bu tespitten sonra Nedevî sözü şöyle neticeye bağlar: "Hiç şüphesiz ki, nefislerini tezkiye etmiş bu kimseler olmasaydı, İslam toplumu hem iman yönünden hem de maneviyat açısından çökerdi. Sınır tanımayan azgın maddecilik ümmetin imanından geriye kalanı da yutardı. Allah'a davetin az olduğu ve kalbin salahı ile uğraşının nadir olduğu ülkelere bak, orda ilimlerde deryalaşmanın, düşüncede derinleşmenin, zekâda üstün olmanın dolduramadığı korkunç bir boşluk görürsün. Bu noksanlık, çaresi bulunmayan ruhî ve ahlakî bir kriz; çözümü olmayan bir toplumsal sorundur."

Tasavvufun Doğuşu

Sahih sünnî tasavvuf, İslamî terbiye ve öğretilerden, amel, maksat, gaye ve erdemlerden; şer'i şerifin getirip teşvik ettiği, üzerine yoğunlaştığı ahlaktan ibarettir. Sahih tasavvuf, bu üç İslamî temele sahip hususun toplamından ibaret olduğuna göre İslam'ın doğuşuyla doğmuştur. Nebi (s.a.v) İslamî öğretilerle, salih ameller ve güzel ahlakla sahabeyi eğitip yetiştirmiş ve böylece tasavvufun temellerini atmıştır. İnen ayet-i kerimeler, varit olan hadis-i şerifler Allah'ı zikretmekte sürekliliğe, nefsi tezkiye etmeye, Allah'ı görüyormuşçasına O'na ibadet etmek diye açıklanan "ihsan" mertebesine ermeye teşvik etmek suretiyle bu temelleri perçinlemiştir.

Hâsılı kelam, tasavvuf İslam'ın kalbî ve manevî yönünden, bunlara ilişkin öğretilerden ibarettir. Öyleyse tasavvufun İslam'daki yeri, ruhun bedendeki yeri gibidir. Bu anlamıyla "Tasavvuf İslam'ın doğuşu ile doğmuş" denilebilir.

İslam'ın Ruhi Yönüne Önem Veren Bir Fırkanın Doğuşu

Sonraları "tasavvuf" ismi ile anılacak olan İslam'ın ruhi yönüne özen gösterip üzerine titreyen bir topluluk ilk kez Basra'da doğmuştur. Bunun Hasan-ı Basrî ekolü olması muhtemeldir.

İbn Teymiyye der ki: "Tasavvuf ilk defa Basra'da çıktı. Sûfiler için ilk kez küçük bir zaviye inşa edenler, Hasan Basrî'nin talebesi olan Abdulvahid'in bazı talebeleridir. Basra'da diğer şehirlerde bulunan düzeyin üstünde zühde, ibadete, korku ve benzeri manevi hususlara bir önem veriş, bir uğraşı vardı. Nasıl ki Küfe'de bulunan fıkıh ilminin seviyesi diğer beldelerinkinden daha üstteydi. Bu sebepledir ki, 'Küfe'nin fıkhı, Basra'nın ibadeti yeğdir' denilmiştir."(2)

Ve der ki: "Onların yanında tasavvufun belli hakikatleri vardır. Tasavvufun sınırları, ön gördüğü yaşam pratiği ve ahlakı üzerine fikir beyan etmişler. Örneğin bazıları şöyle demiştir: 'Sûfî, manevî kirlerden arınan, tefekkürle dolan, nezdinde altınla taş eşit olandır." Onlar "sûfî" kelimesine "sıddık" kelimesinin anlamını yüklüyorlar. Nebilerden sonra mahlûkatın en faziletlisi sıddıklardır: 'İşte bunlar Allah'ın nimet verdiği nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdir. Onların ne güzeldir birliktelikleri!"(3)

İbn Teymiyye "sûfiler" kelimesi ile bu kimselerin o dönemde "tasavvuf" ismi ile anıldıklarını kastetmiyor, bilakis daha sonra kendilerine bu isim verildiği için onlardan bu adla bahsetmektedir; nitekim o bu konuya ilişkin sözünün başında şöyle demektedir: "Sûfîye" kelimesine gelince, bu sözcük ilk üç asırda meşhur değildi, üne ancak bu üç asırdan sonra kavuştu."

Bu Fırka Nasıl Doğdu ve Onlara Sûfi İsmi Ne Zaman Kullanıldı

Böyle bir taifenin ne zaman ortaya çıktığı ve onlara ne zaman "sûfiye" denildiğini bırakalım İmam Ebû Kasım el-Kuşeyrî (r.h) anlatsın. O ünlü kitabı "er-Risale"de şöyle der: "Biliniz ki, Allah Resulünden sonra Müslümanların en faziletlileri kendi asırlarında 'sahabe' isminden başka bir adla anılmadılar; zira sahabî olmanın üstünde bir fazilet yoktur. Bu yüzden onlara 'sahabe' denildi. İkinci asra girildiğinde sahabeye arkadaşlık yapanlara 'tabiîn' dendi; çünkü bunu kendileri için en şeref verici nitelik kabul ederlerdi. Onlardan sonra gelenler ise 'etbau't-tabiîn' diye anıldı. Sonra insanlar arasındaki farklılık arttı ve mertebeler birbirinden uzaklaştı. Bu yüzden dinî yaşam ve duruma fazla önem verenlere 'zahitler ve abitler' denildi. Sonra bid'atler baş gösterdi. Fırkalar propaganda mücadelesine girdi. Her fırka zahitlerin kendi topluluklarında bulunduğunu iddia etti. Bu durum üzerine Allah'ın gözetiminde olduklarını her an müdrik olan ve kalplerini gaflet yollarından koruyan ehl-i sünnetin önde gelen âlimleri, "tasavvuf" ismini tercih etti. Seçkin âlimler için kullanılan bu isim, hicretten iki asır sonra şöhret buldu."

Tasavvuf İlminin Doğuşu

Tasavvuf ilmi diye anılan ilmin doğuşu hususunda ise biz deriz ki: Bu ilim, tasavvufta mütehassıs olan âlimler tarafından metodolojisi tayin, kaideleri tesis ve adabı tespit edilmiş olan bir ilimdir. Bu tayin, tesis ve tespit etkinliğinde Kur'an-ı Kerimi, sünnet-i seniyyeyi, sahabe ve tabiîn kelamını, seyr-i sülükten edindikleri kişisel tecrübeleri ve müritleri eğitip aynı yolda yürütürken kazandıkları deneyimlerini kaynak almışlardır. Tasavvuf ilmi İslamî ilimlerden biridir. Diğer İslamî ilimlerde yetiştiği gibi onda da uzmanlar yetişmiş, onu geliştirmiş ve ona ilişkin kitaplar telif etmiştir.

Kadı Zekeriya el-Ensârî, "er-Risâletü'l-Kuşeyriye"ye yazdığı şerhte şöyle der: "Tasavvuf, ebedi saadete ermek için kendisi aracılığı ile nefsin tezkiye edilme, ahlakın arındırılma, zahir ve batının/ iç ve dış âlemin imar edilme hallerinin bilindiği bir ilimdir. Konusu, andığımız tezkiye ve tasfiye etkinliğidir. Gayesi, ebedî saadete ermektir. Meseleleri, tasavvufa ilişkin kaleme alınan eserlerde zikredilen maksatlardır.

Bu ilim, amel neticesinde tevarüs edilen ve şu hadisin işretine konu olan ilimdir: "Yüce Allah, bildikleri ile amel edeni bilmediklerine varis kılar." Tevarüs edilen ilim, dini meselelerdeki fıkıhtır/ ince kavrayıştır, bahşedildiğine büyük hayır getiren hikmettir. Hasan Basrî'ye 'fakihler şöyle der' denildiğinde, 'sen hiç fakih gördün mü?' diye cevap verdi ve ekledi: 'Fakih, dünyaya rağbet etmeyen, gecesi namaz, gündüzü oruçla geçen, yaranmayan, münakaşaya girmeyen, Allah'ın hikmetini yayan, kabul gördüğünde de, reddedildiğinde de Allah'a hamd eden kimsedir ancak'."

Erken dönemdeki sûfîlerin ilim ve halleri sinelerinde idi. Mürit, onları şeyhinden şifahi olarak, meclisinde ve sohbetinde bulunarak alırdı. Böylelikle şeyhi tarafından terbiye edilmiş olurdu. Sonra o da aynı tarzla öğrencisine aktarırdı. Ve tasavvufi eğitim tedvin edilmeksizin bu şekilde devam ederdi. Sonra bazı tasavvuf büyükleri, bu malumatları kitap ve risaleler halinde telif etmeye başladı.

Telif faaliyetinde bulunan âlimlerin ilklerinden biri İmam Haris b. Esed el-Muhâsibî'dir (ö. 243 h.). Tasavvufa, ahlaka, nefsi tezkiye ve muhasebeye dair birçok eser kaleme almıştır. Bu eserler ondan sonra tasavvufa dair kitap yazan herkese kaynaklık etmiştir. Sonra Serrâc e-Tûsî (ö. 328 h.), "el-Luma'" adındaki kitabını yazdı. Abdülkerim el-Kuşeyrî (ö.465 h.), ünlü risalesini yazdı. Ardından Ebû Hasan el-Hucvurî (ö.470 h.) değerli eseri "Keşfu'l-Mahcûb"u kaleme aldı. Sonra İmam Gazalî (ö.505 h.), muhtelif eserlerini ve bilhassa büyük ahlak ansiklopedisi mesabesindeki "İhya-u ulümi'd-dîn"i yazdı. Onun ardından iki büyük imam, Şeyh Abdulkadir Geylânî ile Şeyh Ahmed Rifaî geldi. Tasavvuf, ahlak ve manevi eğitime dair seçkin telifler meydana getirdiler. Şeyh Abdulkadir, "el-Ğunye", "el-Fethu'r-Rabbânî" ve "Mefâtihu'l-Ğayb"ı kaleme alırken, Şeyh Ahmed Rufâî de, "el-Burhânu'l-Müeyyed", "Hâletu ehli'l-hakika meallâh" ve "el-Hikem" adlı eserlerini yazdı. Muhâsibî ile Rifâî arasındaki dönemde daha başka seçkin eserlerde telif edildi.

Erken Dönem Sufîlerin Zamanındaki Tasavvuf Saf bir Sünnî Tasavvuftu

Erken dönem sûfilerin yanındaki tasavvuf tasavvuru ve pratiği, hiçbir bid'at ve hurafenin sirayet etmediği sünnî bir tasavvuftu. Bundaki başlıca etken sünnî tasavvufun kanaat önderliğini, İslam şeriatına bağlı kalan, hüküm ve adaplarını muhafaza eden seçkin üstatlardan ruhî terbiyeyi alan büyük âlimlerin yapmasıydı. Ruhî terbiyeyi veren bu güzide üstatlar, İslam'ın ruhî ve ahlakî yönüne büyük bir önem ve özenle yoğunlaşan ve tasavvufu bid'atlerin sızıntısından, aşırılığın sirayetinden, propagandaların tasallutundan koruyan kimselerdi.

İbn Teymiyye der ki; "Ebû Abdurrahman es-Sülemî'nin 'Tabakatu's-Sûfiye'sinde, Ebû Kasım Kuşeyrî'nin de "er-Risâle"sinde yer verdiği büyük şeyhler, ehl-i sünnet ve'l-cemaat ve ehl-i hadis mezhebi üzereydiler. Fudayl b. İyad, Cüneyd b. Muhammed (el-Bağdadî), Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, Amr b. Abdullah el-Mekkî, Ebû Abdullah b. Muhammed b. Hafif eş-Şirâzî ve başkaları buna örnek teşkil eder. Onların sözleri, sünnetten dayanaklara haizdir. Buna dair eserler de tasnif etmişler."(4)

Ve der ki: "İstikamet üzerindeki arifbillâh tasavvuf şeyhleri ve onların dışındaki kimseler, kalp ehillerine –zühd, ibadet, marifet ve mükâşefe erbabına- kitap ve sünnetle kayıtlı kalmayı emrederlerdi.

Cüneyd b. Muhammed (Bağdadî) derdi ki: "Bizim bu ilmimiz, Kitap ve Sünnet'le kayıtlıdır. Kur'an okumayan(5)ve hadis yazmayan(6), bizim ilmimizde söz söyleme salahiyetine sahip değildir."

Şeyh Ebû Süleyman ed-Darânî ise derdi ki: "Tasavvuf ehlinin kimi nüktelerine rastlarım da, onlara Kitap ve Sünnetten delil bulmadan onları kabul etmem."

Ebû Osman en-Nisâbûrî de şöyle derdi: "Kim ki hem sözüne, hem de fiiline hâkim tayin etmiştir Kur'an ve Sünneti, o dile getirmiştir hikmeti. Kim ki nefsine hâkim tayin etmiştir heva ve hevesini, o söylemiştir bid'ati. Zira Yüce Allah buyurur ki: "Eğer itaat ederseniz, bulursunuz hidayeti"(7)

Sehl b. Abdullah et-Tüsterî de şöyle der: "Yolumuz üç asıl üzerine kuruludur: Ahlak ve amellerde Nebi (s.a.v)e tâbi olmak, helal olandan yemek ve tüm amellerde niyeti halis tutmak."

Tasavvuf Yolunun Esasları(8)

Bu asıllar beş tanedir: Gizli de ve açıkta Allah korkusu(takva), söz ve eylemlerde sünnet tabi olmak, bolluk zamanında da darlık anında da yaratılmışlardan himmet beklememek, azda da çokta da Allah'tan gelene rıza göstermek, refahta de sıkıntıda da Allah'a dönmek.

Takva, nehiylerden sakınıp istikamet üzerinde olmakla gerçekleşir.

Sünnete tabi olmak, korunmak ve güzel ahlaka sahip olmakla gerçekleşir.

Yaratılmışlardan himmet dilenmemek, sabır ve tevekkülle gerçekleşir.

Allah'tan gelene rıza göstermek, kanaat ve her işte Allah'a dayanmakla gerçekleşir.

Allah'a dönmek, refahta ona şükretmek, sıkıntıda ona sığınmakla gerçekleşir.

Bütün bunlarında beş esası vardır: himmetin âli olması, kutsalın korunması, hizmetin güzel olması, azmin baskın gelmesi ve nimetin tazim edilmesi.

Bu esasların ışığında deriz ki:

Himmeti âli olanın mertebesi yüksek olur.

Allah, kutsallığını koruyanın onurunu korur.

Hizmeti güzel olanın kıymeti hak olur.

Azmi baskın olanın hidayeti daim olur.

Nimeti tazim eden şükrünü eda eder. Şükrü eda eden daha fazlasına müstahak olur.

Davranış esasları beştir:

1-Emri gereğince yerine getirmek için ilim talep etmek.

2- Basiretin açılması için şeyhlere ve ihvana yarenlik etmek.

3- Sakınma amacı ile ruhsat ve tevilleri terk etmek.

4- Kalbi Allah ile iletişimde tutmak için vakitleri virtlerle donatmak.

5-Hevadan soyutlanıp helakten kurtulmak için nefsi her konuda suçlamak.

İlim talep etmemenin afeti, asıl bilmez, kural tanımaz, dini eksik, aklı güdük, yaşı küçük kimselerle oturup kalkmaktır.

Yarenlikte bulunmamanın afeti, aldanma ve lüzumsuz işler derekesine düşmektir.

Ruhsat ve tevilleri terk etmemenin afeti, nefis için kaygılanmaktır.

Nefsi itham etmemenin afeti, onun güzel hallerine yakınlık duymak ve onun tayin ettiği istikamete temayül etmektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer o son derece adil de olsa ondan hiçbir hüküm kabul edilmez.(9)

Benlik hastalıklarının tedavi esasları beştir:

1-Az yiyip içmek suretiyle mideyi hafif tutmak.

2- Kalpte meydana gelen şüphe ve vesveseler baş gösterdiğinde Allah'a sığınmak.

3- Harama sürükleyecek konum ve konulardan uzak durmak.

4- Şuuruna vararak daimî bir istiğfar etme ve salat-selam getirme etkinliğinde bulunmak.

5- Allah'a ulaşmaya rehberlik eden kimselerle arkadaş olmak.

Allah'a Ulaşma Yolunun İzahı

Allah'a ulaşmanın yolu; bütün haram ve mekruhlardan tövbe etmekten, ihtiyaç duyulan kadarıyla ilim talep etmekten, abdestli durmayı ihmal etmemekten, farz namazları ve revatib(10) sünnetleri vaktinin başında cemaatle kılmayı adet haline getirmekten, kuşluk namazını sekiz rekat kılmayı terk etmemekten, yatsı ile akşam namazı arasında altı rekat namazı bırakmamaktan ve teheccüd/gece namazını, vitirleri, pazartesi ve Perşembe oruçlarını, eyyam-ı biyd ve fazıla günlerindeki orucu tutmayı, anlayıp tefekkür ederek ve bilinci canlı tutarak Kur'an okumayı, çokça istiğfar getirip salavat çekmeyi, gece ve gündüz vakitlerinde okunması sünnet olan duaları okumayı adet haline getirerek bunları titizlikle yapmaktan geçer.

İmam Nevevî gecede ve gündüzde okunması gereken sünnet dualarının bir kısmını aktardıktan sonra şu tavsiyede bulunur: Bu duaları yaptıktan sonra vaktin varsa şu duaları da verilen sayıya riayet ederek oku 

Yüz defa "سُبْحَانَ الله, والْحَمْدُ للهِ, وَلَا ِإَلهَ إِلَّا للهُ وَ اللهُ أَكْبَرْ"

Yüz defa "لُا حُوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللهِ الْعَلِيِّ الْعَظِيمِ"

 Yüz defa "لَا ِإلَهَ إِلاَّ اللهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ اْلُمبِينِ"

Üç veya yine yüz defa "لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ"

Üç ya da yüz defa da "اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَبْدِك وَنَبِيِّكَ وَحَبِيبِكَ وَرَسُولِك النَّبِيِّ الْأُمِّيِّ ، وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ. "

Ardından şöyle der: Konuya önem veren kimselere bu kadarı kâfidir. Hidayete muvaffak kılan Allah'tır, doğru yola o kılavuzlar, Allah bize yeter ve O ne güzel vekildir. Âmin.

Dipnotlar

1- الصوفي ابن وقته

2-el-Fetavâ, kitabu't-tasavvuf, c.11, s. 6, 7.

3-el-Fetevâ, 11/16,17.

4-Es-Safadiyye, 1/267.

5-Kur'an ilimlerine vakıf olmayan.

6-Hadis ilimleriyle iştigal etmemiş olan.

7-Er-Reddû ala'l-Mantıkyyîn, 514, 516.

8-Bu ve devamındaki konuyu İmam Nevevî'nin "el-Mekâsid" isimli eserinden alıntıladık.

9-En'am, 70.

10-Farz namazların öncesinde ve sonrasında kılınan sünnetlere "revâtib" denir. (ç.n)

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

CENNET VE CEHENNEM SADECE MANEVİ DEĞİLDİR

CENNET VE CEHENNEM SADECE MANEVİ DEĞİLDİR

Cennet ve Cehennem iki yurttur; birisi sevaba birisi azaba, birincisi muttakilere, ikincisi kâfirle

ACBU’Z ZENEB HADİSİ

ACBU’Z ZENEB HADİSİ

Bir sorunun cevabı; “Müzedeki bir insanın iskeleti 2.000 senedir var olduğu söyleniyor. Halbu

NAMAZDA 17 SIRRI

NAMAZDA 17 SIRRI

İslam Literatüründe “el-Mabud” kelimesi hakiki mabud olan Allah’ın bir vasfıdır. Ebced d

İNSANLARIN AYIBINI GİZLEMEK

İNSANLARIN AYIBINI GİZLEMEK

Kişi kendisine nasıl davranılmasını istiyorsa, başkalarına da öyle davranmalıdır. Bu minva

CEHENNEM NEREDEDİR?

CEHENNEM NEREDEDİR?

Soru: Cehennem Nerededir? Cevap: Cennet ise Kur’an-ı Kerim'de zikredildiği gibi yüksektedir ve

RUM SURESİ ÖZELİNDE FITRAT DİNİ’NE BAKIŞ

RUM SURESİ ÖZELİNDE FITRAT DİNİ’NE BAKIŞ

Rum suresi, Mekki mukattaat sureler sisteminde yer alan, Kur’an’daki tertip numarası 30 olan bi

HADİSLER IŞIĞINDA KOMŞULUK İLİŞKİLERİ-2

HADİSLER IŞIĞINDA KOMŞULUK İLİŞKİLERİ-2

Ebû Hüreyre (r.a) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s) buyurdular ki: “Komşusu, zararlarından emin

HADİSLER IŞIĞINDA KOMŞULUK İLİŞKİLERİ-1

HADİSLER IŞIĞINDA KOMŞULUK İLİŞKİLERİ-1

Kıyâmetin pek yakın olduğu ve vaktin bereketinin azaldığı günümüzde, insanlar dünya tela

SAYGI GÖSTERGELERİ

SAYGI GÖSTERGELERİ

Toplum içerisinde âdâb-ı muâşeret dediğimiz; nezâket, saygı ve görgü kuralları, dünya v

SAHÂBENİN ADALETİ VE ÂLİMLERİN BUNA DAİR AÇIKLAMALARI-2

SAHÂBENİN ADALETİ VE ÂLİMLERİN BUNA DAİR AÇIKLAMALARI-2

İbn Hacer el-Heytemî diyor ki: "Sahabe arasında cereyan eden hâdiseler konusunda dilimizi tutmam

SAHÂBENİN ADALETİ VE ÂLİMLERİN BUNA DAİR AÇIKLAMALARI-1

SAHÂBENİN ADALETİ VE ÂLİMLERİN BUNA DAİR AÇIKLAMALARI-1

1.Hâfız ibn Hacer el-Askalânî el-İsâbe adlı eserinde diyorki: "Ehli-sünnet, sahâbenin âdil

Doğrusu Allah katında din, İslâm'dır; o kitap verilenlerin anlaşmazlıkları ise sırf kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki taşkınlık ve ihtirastan dolayıdır. Her kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse iyi bilsin ki, Allah hesabı çabuk görendir

Âl-i İmran:20

GÜNÜN HADİSİ

"iman bakımından müminlerin en mükemmeli, ahlâkça en güzel olanlar ve ailesine en güzel davrananlardır."

Tirmizi

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Donanmayı Haliç'e İndirdi.(22 Nisan 1453) *T.B.M.M. Açıldı.(23 Nisan 1920) *Yavuz Sultan Selim Padişah Oldu.( 25 Nisan 1512) *Çernobil Nükleer Faciası.(26 Nisan 1986) *Sultan II.Abdülhamid Han Tahttan İndirildi.(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI