Cevaplar.Org

AKİF’İN NASRULLAH CAMİİ HİTABESİ-2


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2006-02-27 16:59:23

Ey cemaati Müslimin! Kur’ân-ı Kerim tilâvet ederken bir çok yerlerinde sünnet lafzı celiline tesadüf edersiniz, evet meselâ:

“…Allah’ın, kulları hakkında câri olagelen âdeti (budur)…” (Mü’min/85)

“…Nitekim daha evvel geçmiş (peygamber)lerde de Allah bu âdeti (bir kanun yapmıştır.)” (Ahzab/38)

“…Sen Allah’ın kanununda asla bir döneklik de bulamazsın.” (Fâtır /43)

“(Biz Bunu) senden evvel gönderdiğimiz peygamberler için de sünnet (ve kaide yapmışızdır)…” (İsrâ/77)

gibi daha bir çok âyatı kerimede hep bu sünnet kelimesini okursunuz. Kitabullahdaki sünnet, Resûlullah’ın sünneti değildir. Peygamberimizin sünneti cümlemizin malûmu, Kur’ân’ın sünneti ise Cenâb-ı Hakk’ın ezeli ve ebedi olan kanunu demektir. Evet, Allahü Zülcelal’in bu alem hakkında cari birçok kanunları var. Cemadatta, nebatatta ,hayvanatta, yıldızlarda, aylarda, güneşlerde, dağlarda, denizlerde, yerlerde, göklerde, elhasıl bizim bildiğimiz, bilmediğimiz ne kadar mahlûkat varsa bunların hepsinde ayrı ayrı kanunlar carîdir. Bu kanunlar vaz’ı ilâhi olduğu için insanların tertib ettikleri kanunlar gibi öbürsüz değildir. Ta ezelde meiyyeti ilâhi muktezasınca ibdâ olunan bu hükümlerin, bu kanunların hiçbir maddesi, hatta hiçbir kelimesi, hiçbir noktası değişmez. Bunun böyle olduğunu Kitabullah’da bize sarahaten bildiriyor. Şimdi diğer mahlukatta, diğer alemlerde hakim olan süneni ilâhiyi, yani Cenâb-ı Hakk’ın ezeli ve ebedi kanunlarını bir tarafa bırakalım da yalnız insan kümeleri, beşer yığınları demek olan milletler, ümmetler üzerinde hüküm süren kanunun ilâhiyi tetkik edelim; evet milletlerde cari olan bu kanunun mahiyetini biz Müslümanlar doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak’tan, yani O’nun bize gönderdiği Kitab-ı Hakim’inden öğreniyoruz: Ümmeti İslamiye’nin dünyada, ukbâda felâhını, necatını, saadetini, refahını, sâmânını temin eden emirler yok mu, işte onların her biri Allah’ın bir sünneti, yani kanunudur.

“Tefrikadan, ayrılık gayrılık hislerinden uzak olunuz:” (Âl-i İmran/103)

“Ey müslümanlar, birbirinize girmeyiniz, sonra kalplerinize meskenet, cebanet, aciz, fütur çöker de devletiniz, saltanatınız, şevkitiniz, kudretiniz, kuvvetiniz, hepsi elinizden gider, sebatdan, azimden katiyyen ayrılmayınız.” (Enfal/46-48)

İşte bunlar gibi bir çok öğütler, bir çok emirler var ki milleti yaşatmak, dini yaşatmak istersek bunların muktezasına tevfiki, hareket etmemiz zaruridir. Demek, milletlerin hayatı, bekası, istiklali, selameti için, aralarında vahdet hükümferma olması lüzumu bir kanunu ilâhi imiş!

Ey cemaati Müslimin! Milletler topla, tüfekle, zırhlı ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor ve yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır. Atalarımızın “kal’e içinden alınır” sözü kadar büyük söz söylenmemiştir. Evet, dünyada bu kadar sağlam, bu kadar şaşmaz bir düstur yoktur.

İslâm tarihini şöyle bir gözümüzden geçirecek olursak cenupta, şarkta, şimâlde, garpta yetişen ne kadar Müslüman hükûmetleri varsa hepsinin tefrika yüzünden, aralarında hadis olan fitneler, fesadlar, nifaklar, şikaklar yüzünden istiklallerine veda ettiklerini, başka milletlerin esareti altına girdiklerini görürüz. Emevîler, Abbasîler, Fatımîler, Endülüslüler, Gaznevîler, Moğollar, Selçukîler, Mağribîler, İranîler, Faslılar, Tunuslular, Cezairliler... hep bu ayrılık gayrılık hislerine kapıldıkları için saltanatlarını kaybettiler.

Biz Osmanlı Müslümanları dünyanın üç büyük kıt’asına hakimdik. Koca Akdeniz, koca Karadeniz hükmümüz altında bulunan cesim cesim (koca koca) memleketlerin ortasında birer göl gibi kalmıştı. Ordularımız Viyana önlerinde gezerdi. Donanmalarımız Hind Okyanuslarında yüzerdi. Müslümanlık rabıtası, ırkı, iklimi, lisanı, âdatı, ahlâkı büsbütün başka olan bir çok milletleri yekdiğerine sımsıkı bağlamıştı. Boşnak islâvlığını, Arnavut lâtinliğini, Pomak Bulgarlığını... elhasıl her kavim kendi kavmiyetini bir tarafa atarak Halife-i Müslimin etrafında toplanmış, kelimetullahı i’lâ için canını, kanını, bütün varını güle güle, koşa koşa feda etmişti. Fakat sonraları aramıza Avrupalılar tarafından türlü türlü şekiller, türlü türlü isimler altında ekilen fitne, tefrika, fesad tohumları bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeğe, dallanmağa, budaklanmağa başladı. O demin söylediğim rabıta gevşedi. Artık eski kuvveti, eski tesiri kalmadı. Kalemizin içinden sarsılmaya yüz tuttuğunu gören düşmanlar kendi aralarında birleşerek, yani biz Müslümanların memur olduğumuz vahdeti onlar vücûda getirerek birer hücumda yurdumuzun birer büyük parçasını elimizden alıverdiler. Bugün bizi Asya’nın bir ufak parçasında bile yaşayamayacak hale getirdiler.

Size bir vak’a anlatayım. Mısır-ı ulyada dolaşıyordum. Orada aklı başında bir Müslümanla görüştüm. Bahsimiz İngiliz siyasetine intikal etti. Dedim ki:

- Şaşırıyorum. Onbeş milyonluk koca Mısır’da İngiliz askeri olarak az kuvvet gördüm. Nasıl oluyor da bu kadarcık kuvvetle koca bir iklim muhafaza edilebiliyor? Bu sualim üzerine o zât dedi ki:

- İngiliz ricalinden biriyle samimi görüştüm. Sizin aklınıza geleni ben de düşünmüş de, demiştim ki:

- Günün, yahut senenin birinde mesela Osmanlı hükümeti kırk elli bin kişilik bir ordu hazırlayarak Mısır’a sevk edecek olursa siz ne yaparsınız?

- Hiçbir şey yapmayız. Müdafaa imkanı olmadığı için Mısırlarını kendilerine teslim eder çıkarız. Yalnız şurasını iyi biliniz ki biz hiçbir zaman Osmanlıların Mısır’a kırkbin kişi değil, kırk kişi sevk edebilecek derecede yakalarını, paçalarını toplamalarına meydan bırakmayız. Memleketlerinde bitmez tükenmez meseleler çıkarırız. Onlar birbirleriyle uğraşmaktan göz açamazlar ki, bir kere olsun Mısır’a dönüp bakmağa vakit bulabilsinler.

Ey cemaati Müslimin! Gözünüzü açınız, ibret alınız. Bizim hani senelerden beri kanımızı, iliğimizi kurutan dahili meseleler yok mu, Havran meselesi, Yemen meselesi, Şam meselesi, Kürdistan Meselesi, Arnavutluk meselesi, bilmem ne meselesi... Bunların hepsi düşman parmağıyla çıkarılmış meselelerdir. Onlar öyle olduğu gibi bugünkü Adapazarı, Düzce, Yozgat, Bozkır, Biga, Gönen, Konya isyanları da hep o mel’un düşmanların işidir.

Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir. Allah rızası için olsun aklımızı başımıza toplayalım. Çünkü böyle düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak, çekilip gitmek için arka tarafta bir karış yerimiz yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca koca memleketlerin halkı hicret edecek yer bulabilmişlerdi. Neuzübillah biz öyle bir akıbete mahkum olursak başımızı sokacak bir delik bulamayız. Zaten düşmanlarımızın tertip ettikleri sulh şartları bizim için dünya yüzünde hayat hakkı, hayat imkanı bırakmıyor. Bu sefer Anadolu’nun bir hayli kısmını yeniden dolaştım, halkın fikrini yokladım... Baktım ki zavallıların bir şeyden haberi yok. Vakıa nisbetle havas geçinen takım, bu şartların pek ağır olduğunu biliyor, lakin ilimlerini son derecede icmali.

Avam ise hiçbir şeyden haberdar değil. Zannediyorlar ki memleketin kenarları, yani Hicaz gibi, Bağdad gibi, bir iki yer elimizden çıkmakla iş olup bitecek; Rumeli, İstanbul, Anadolu, Suriye yine bizde kalacak, artık çiftçi çiftçiyle, çubuğuyle; esnaf san’atıyle, dükkânıyla; ulema medresesiyle, mektebiyle; tüccar alışıyla, verişiyle meşgul olacak! Heyhat! Düşmanlarımız bizi ne hale getirmek için geceli gündüzlü çalışıyorlar, biz ise hala ne gibi hülyalarla kendimizi avutuyoruz!... Allah rızası için olsun, şu muahedenamenin (Sevr Anlaşması) bizim hakkımızdaki maddelerini okuyunuz. Okumak bilmiyorsanız birisine okutunuz da dinleyiniz.

Maazallah onu kabul ettiğimiz gün acaba nemiz kalıyor? Bir kere Rumeli’nde hiçbir alakamız kalmıyor. Çatalca istihkâmatı da dahil olduğu halde denizin öbür yakasındaki memleketler kâmilen gidiyor. Halife diye İstanbul’da bir şeyler bırakılıyor. Lakin kendisine yalnız –tıpkı Roma’daki Papa gibi- yedi yüz asker bulundurmak hakkı veriliyor. Vakıa Müslümanlar İstanbul’dan bu sefer kovulmuyor. Fakat Yunanlılar Çatalca istihkâmatına sahip olacakları için tabiidir ki, Çekmece civarında istedikleri kadar asker yığarlar, Avrupa’da bir karışıklık zuhur ettiği gibi İstanbul’u alıverirler. O zaman İngilizler Hintlilere:

- Ben halifenizin memleketini sizin hatırınıza hürmeten kendisine bırakmıştım, ama ne yapayım, muhafaza edemedi, Yunanlılar da istilâ etti! Şimdi bir sual vârid olacak:

- Neden İngilizler İstanbul’u doğrudan doğruya kendisine almasın da Yunanlılara versin?

İngilizlerin bu kadar büyümesi, müttefiklerinin işine gelmiyor. Binaenaleyh payitahtımızı da alacak olursa araları büsbütün açılacak. Ancak hem Rumeli’yi, hem Aydın vilayetini elinde tutabilmek için Yunanlılar kuvvetli bir donanmaya muhtaçtır. Bunu ise çaresiz İngilizlerden tedarik edecek. Anlaşıldı ya, İstanbul’un Yunan elinde bulunması demek, daima donanmasına muhtaç olduğu İngilizlerin elinde bulunmak demektir. Rumeli’nin, İstanbul’un Aydın vilâyetinin Yunanlılar elinde bulunması ne demektir, biliyor musunuz? Oralarda tek bir Müslüman kalmaması demektir. Vaktiyle eski Yunanistan’la Mora’daki halkın yarısı Rum ise yarısı da Müslümandı. Bugün o havalide tek bir dindaşımız kalmamıştır. Bu müsalaha mucibince verilecek memleketlerde de bir müddet sonra yanı hal zuhura gelecektir. Evet, Müslüman ahali katliam ile korkutulacak, hicrete mecbur edilecektir.

Bu muahedenin takib ettiği maksat şudur: Düşmanlar, bizden mümkün olduğu kadar fazla adam öldürtmek, kendisinden son derecede az insan harc etmek (çıkarmak) istiyorlar. O sebepten, bir taraftan Rum, Ermeni çeteleri teşkil edecek; bunlara para, silah dağıtarak, Türkler arasında katliam yaptıracak. Diğer taraftan da Müslümanlar, Türkler arasından para ile, yahut iğfal ile adamlar bularak, bizi birbirimize doğratacaktır; ki bu zaten olup duruyor. İşte düşmanın, Anadolu’nun iç taraflarında çıkarttığı isyanları bastırmak için biz İzmir, Balıkesir cephelerindeki kuvvetimizi azaltmağa mecbur olduk da Yunanlılar burnumuzun dibine kadar sokuldular.

Neûzübillah muâhedeyi kabule mecbur olduk mu, Anadolu’da asker besleyemeyeceğiz. Yalnız bir miktar jandarma kuvveti bulundurabileceğiz. Bu jandarmalar içinde külliyetli miktarda Rum, Ermeni, Yahudi bulunacak. Zaten yüzde onbeşi, ki tabii hep yüksek rütbeliler olacaktır, ecnebiden gelecektir. Anadolu mıntıka mıntıka ayrılıp her mıntıka bir ecnebi zabitin eline verilecektir.

Mesela Karadeniz sevâhili (sahili) mıntıkasındaki İngiliz zabiti bütün inzibat kuvvetlerine kumanda edecek, o zaman istediği gibi Rum, Ermeni çeteleri vücuda getirerek Müslümanların üzerine saldıracaktır. Nitekim bu usulü İngilizler Kars’ta, Ardahan’da; Fransızlar Adana’da, Maraş’da pek güzel tatbik ettiler.

Bilirsiniz ki Anadolu’nun iki mühim iskelesi vardır: Biri İstanbul, biri İzmir. Elimizdeki üç buçuk şimendifer hattı bu iki limanda nihayet buluyor. Şimdi İstanbul sözde bize bırakılıyorsa da oranın idaresi, gümrükleri, vergileri, zabıtası kâmilen başka ellerde, yani bizim dahil olmadığımız bir komisyonun elinde bulunuyor. Bu komisyonda tabii düşmanlar hakim olduğundan bizim ihracatımıza, ithalatımıza istediği gibi müşkülat çıkaracak. Gümrük tarifesini, şimendifer tarifesini, liman tarifesini ona göre tertip ederek Anadolu’daki Müslüman tüccarı tamamıyla iflas ettirecek. Zaten mütarekeden beri İstanbul’daki Müslümanların ticaretine el altından hep böyle güçlükler çıkarılmıştır. Bundan maksat ise Müslümanları fakir, sefil bırakarak bütün âleme, bilhassa Hind’deki dindaşlarımıza:

- İşte görüyorsunuz a, sizin gayretini gütmekte olduğunuz Türkler ne kadar kabiliyetsiz insanlardır! demektir.

Bu muahede mucibince devletimizin bütçesi İngiliz, Fransız, İtalyan murahhaslarından mürekkep bir komisyon tarafından tertip olunacaktır. Bu komisyonda bizden bir adam bulunacaksa da rey sahibi olamayacaktır, yani düşman bu komisyonda istediğini yaptıracaktır. O halde verdiğimiz vergiler hep Rumların, Ermenilerin menfaatine sarf olunacaktır. İngilizler Mısır’da ahâli cahil kalsın diye Müslümanlar hiçbir mektep açtırmamıştır. Hindistan’da aynıyla davranmıştır. Biz de Mısırlılar gibi olacağız. Yalnız bizim Mısırlılardan bir farkımız var ki onlar gibi kâmilen Müslüman değiliz. Onların çocukları bizim paramızla mektepler açıp okuyacaklar, adam olacaklar. Sanatı, ticareti, ziraati kâmilen ellerine alacaklar. Bizden yalnız ırgad yetişebilecek

Gelelim ‘uhud meselesine: Ey cemaati müslimin! Frenkce bir kelime var: Kapitülasyon! Manası: Bizim bilerek bilmeyerek, keyfi yahut ıztırarî, ecnebilere verdiğimiz eski imtiyazlardır. Bunların bir kısmı adliyeye aittir. Mesela içimizde yaşayan ecnebi tebaasından biri ne yaparsa yapsın hükûmetimiz tarafından tevkif olunamaz. Caniyi yakalamak için mutlaka mensup olduğu sefaretin adamı hazır olmalı. Tevkif olunduktan sonra sefaretine teslim edilmeli.

Binaenaleyh ecnebiler bu muharebeden evvel bizim içimizde alikıran kesilmişti. Adam döverler, adam vururlar, adam öldürürler, ötekinin berikinin emlak ve arazisini gasbederler. Bütün yaptıkları yanlarına kalırdı. Biz bu imtiyazları harbin bidayetinde kaldırmıştık. Şimdi sulh şeraitini (barış şartlarını) kabul ettiğimiz gibi bunlar yine avdet edecek. Hem nasıl avdet edecek, biliyor musunuz? Avrupa devletleri tebaasına münhasır olan o imtiyazlar şimdi Rumlara, Ermenilere, Yahudilere verilecek. Artık bunun ne demek olduğunu matuhlar (bunaklar) bile anlar.

Gelelim bu imtiyazların iktisadi kısmına: Ecnebi tebaası temettü, belediye ve saire vergilerden müstesnadırlar. Şimdi, Rumlar, Yahudiler, Ermeniler de müstesna olacaktır. Açıkçası bütün parayı Müslümanlar verecekler, bütün parsayı içimizdeki gayrimüslimler toplayacak!

Ya gümrükler meselesi... O da bir âfet! Biz başka memleketler gibi gümrüklerimize sahip değiliz. Memleketimize sokulan eşyadan istediğimiz gümrüğü alamayız. Halkımızın fakir düşmesine en birinci sebep budur. Bunu biraz izah edelim. Evvela ziraatımızı ele alalım. Rusya gibi, Romanya gibi, Amerika gibi toprağı zengin memleketlerde ekin pek ucuza mal oluyor. Heriflerin vapurları, şimendiferleri de çok olduğundan dünyanın her tarafına kolaylıkla arpa, buğday gönderiyorlar. Binaenaleyh bu memleketler İstanbul piyasasına döktükleri ekini bizden, yani Anadolu’dan daha ucuza mal edebilirler. Bizim çiftçilerimiz ise malını, İzmir, İstanbul gibi büyük şehirlerde kurtarabilecek para ile satamayacağından hem ekemez, hem fakir düşer. Buna karşı ne çare olabilir?

Evet, çare hariçten gelecek ekin ve sair yiyecek şeylere öyle bir gümrük koymaktır ki, bu gümrüğü verecek ecnebi tüccar piyasada malını Anadolu’dan gidecek maldan daha pahalıya satmak mecburiyetinde kalsın. İşte Fransa gibi, Almanya gibi toprağı çok zengin olmayan hükümetler kendi köylülerini hep bu usul sayesinde kurtarabilmiştir. Bizde ise bu çareye müracaat kabil olamayacağından muahedeyi kabul ettiğimiz gibi çiftçimiz bitecektir.

Gelelim sanayie: Bilirsiniz ki memleketimizde birçok ham eşya yetişir: Keten, kenevir, pamuk, yün, tiftik, deri. Sonra türlü türlü madenler. Biz bunlardan istifade edemiyoruz. Mesela bir dokuma fabrikası, yahut demir fabrikası açmaya kalkışsak, Avrupa’nın, Amerika’nın fabrikalarıyla başa çıkamayız. O halde ne yapmalıyız? Bizim sanayiimiz de onların sanayi derecesini buluncaya kadar hariçten gelecek mamûlat üzerine münasip bir gümrük koyabilmeliyiz. Koyamadığımız gibi hiçbir müessesemiz, hiçbir fabrikamız bir sene bile yaşayamaz. Bilirsiniz ki kendimize mahsus tezgahlarımız, bezlerimiz vardır. Bunlar memleketimizin her tarafında satılıyordu. Ahalimize de bir çok menfaat temin ediyordu. Halbuki ecnebi fabrikalarıyla rekabet edemediğinden dolayı ezildi gitti. Şu halde halkımız ziraatını, sanayiini ileri götüremez, ticaretini de gayrimüslimlerin vergi vermemesi yüzünden başa çıkaramazsa tabiidir ki sefil olur, perişan olur. Haydutluktan başka yapacak bir iş bulamaz.

Şimdi bir mühim mesele var. Onu tetkik edelim: Neden düşmanlar bizim mahvımızı temin için bu kadar uğraşıyorlar? Evet, bunlar harbi umuminin bidayetinde “biz bütün milletlerin istiklali için harb ediyoruz!” tekerlemesini muttasıl (arka arkaya) tekrar edip durdukları için mahkûmiyetleri altında bulunan yüz milyon Müslüman’a da istiklal sevdası geldi. Mısır’da, Hind’de birbiri ardınca isyanlar başladı. Vakıa onlar bu isyanları kendilerine mahsus olan müthiş bir vahşetle bastırdı. Lakin bunların bir daha baş kaldıramamaları için dünyada hiçbir Müslüman memleketin müstakil kalmaması lazımdı. Mütarekeden sonra ise müstakil olarak iki Müslüman hükümet kalmıştı ki biri bizdik. Diğeri de İran idi. Biliyorsunuz ki İran hükûmet-i İslâmiyesinin icabına baktılar. Himayelerini lanet halkası gibi acemlerin boynuna geçirdiler. O halde yalnız biz kaldık.

Ey cemaati Müslimin! Biz ise asırlardan beri âlem-i İslâm’ın başında olarak Ehl-i Salib’le çarpışıyoruz. Dünyanın bütün Müslümanları selametlerini, necatlarını, yıllardan beri müştak oldukları istiklallerini kurtarmak için bizden örnek alıyorlar. Yüzlerce milyon Müslüman’a nispetle bizim bir avuç mesabesinde olan halkımızın ne ehemmiyeti vardır? demeyiniz. İyi biliniz ki bu bir avuç halkın bütün alemi İslâm’da pek büyük mevkii, pek büyük itibarı vardır.

Bütün Müslümanlar bilirler ki maazallah saltanat-ı Osmaniye’nin, Hilâfet-i İslâmiye’nin devrilmesi bütün cihanın imanını sarsacaktır. Bütün Müslüman yurtlarını en müthiş zelzelelere tutulmuş gibi hasara uğratacaktır. Mütarekeyi müteakip Mısır’da, Hind’de hatta daha dün elimizde iken bu gün işgal altında bulunan Irak’ta, Suriye’de zuhur eden ihtilaller, isyanlar, kıyamlar gösteriyor ki, biz Osmanlı Müslümanları öyle alem-i İslâm’ın ve dolayısıyla düşmanlarımızın lâkayt kalabileceği bir küme değiliz. O sebepten düşmanlar bizi büsbütün mahvetmeye ne kadar çalışsalar kendi menfaatleri namına o kadar haklıdırlar.

Ama diyeceksiniz ki:

- Bugün bütün dünyaya hakim olan düşman satveti karşısında bizim ne ehemmiyetimiz olur ki, herifler senin dediğin gibi bizim günün birinde büyüyeceğimizden korksunlar da bu kadar ihtiyatlara lüzum görsünler?

Yanılıyorsunuz, iş öyle değil. Avrupalılar yalnız bu günü, bugünkü hâdisatı seyretmekle kalmazlar. Onlar yarını, gelecek seneyi, hatta gelecek asrı, hatta birkaç asır sonrasını tahmin etmek, hesab etmek isterler.

Heriflerin siyaseti müthiştir. İşte o müthiş siyaset sayesinde kendileri ne oldular, bizi ne hale getirdiler, görüyorsunuz. Binaenaleyh velev birkaç vilayetten ibaret bir Anadolu hükûmetinin kalmasına bile kendi ihtiyarlariyle, yani muztar kalmadıkça, kabil değil, razı olamazlar.

- Pek âlâ! Ne yapabilirsiniz? Uzun zamanlardan beri devam eden dahili, harici muharebeler, bilhassa Balkan muharebesiyle şu harbi umumi, bizden can bırakmadı, kan bırakmadı, para bırakmadı, hiçbir bırakmadı. Düşman ise bu kadar kuvvetli. Şerait-i sulhiyeyi çar naçar kabul edeceğiz. Bu tıpkı silahsız bir adamın dağ başında müsellâh (silahlı) haydutlar tarafından kuşatılmasına benzer. İster istemez eşkıyanın emrine boyun eğecek...

Pek doğru! Yalnız iki nokta var. bir kere o müsellah (silahlı) haydutlar ortalarına aldıkları biçâreden parasını isteseler, üzerindeki elbisesini isteseler, ayağındaki pabucunu, başındaki külahını isteseler biz de vermesini tasvib ederdik. Lakin bununla kanaat etmiyorlar ki. Biçare herifin kollarını, bacaklarını kestikten sonra:

- Boynunu uzat! Kafanı devir! diyorlar. Madem ki teklif bu kadar ağırdır. Artık bunu hiç kimse kabul edemez, ister istemez dişiyle, tırnağıyla uğraşır, çabalar, nefsini imkanın son derecesine kadar müdafaaya bakar

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

CENNET VE CEHENNEM SADECE MANEVİ DEĞİLDİR

CENNET VE CEHENNEM SADECE MANEVİ DEĞİLDİR

Cennet ve Cehennem iki yurttur; birisi sevaba birisi azaba, birincisi muttakilere, ikincisi kâfirle

ACBU’Z ZENEB HADİSİ

ACBU’Z ZENEB HADİSİ

Bir sorunun cevabı; “Müzedeki bir insanın iskeleti 2.000 senedir var olduğu söyleniyor. Halbu

NAMAZDA 17 SIRRI

NAMAZDA 17 SIRRI

İslam Literatüründe “el-Mabud” kelimesi hakiki mabud olan Allah’ın bir vasfıdır. Ebced d

İNSANLARIN AYIBINI GİZLEMEK

İNSANLARIN AYIBINI GİZLEMEK

Kişi kendisine nasıl davranılmasını istiyorsa, başkalarına da öyle davranmalıdır. Bu minva

CEHENNEM NEREDEDİR?

CEHENNEM NEREDEDİR?

Soru: Cehennem Nerededir? Cevap: Cennet ise Kur’an-ı Kerim'de zikredildiği gibi yüksektedir ve

RUM SURESİ ÖZELİNDE FITRAT DİNİ’NE BAKIŞ

RUM SURESİ ÖZELİNDE FITRAT DİNİ’NE BAKIŞ

Rum suresi, Mekki mukattaat sureler sisteminde yer alan, Kur’an’daki tertip numarası 30 olan bi

HADİSLER IŞIĞINDA KOMŞULUK İLİŞKİLERİ-2

HADİSLER IŞIĞINDA KOMŞULUK İLİŞKİLERİ-2

Ebû Hüreyre (r.a) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s) buyurdular ki: “Komşusu, zararlarından emin

HADİSLER IŞIĞINDA KOMŞULUK İLİŞKİLERİ-1

HADİSLER IŞIĞINDA KOMŞULUK İLİŞKİLERİ-1

Kıyâmetin pek yakın olduğu ve vaktin bereketinin azaldığı günümüzde, insanlar dünya tela

SAYGI GÖSTERGELERİ

SAYGI GÖSTERGELERİ

Toplum içerisinde âdâb-ı muâşeret dediğimiz; nezâket, saygı ve görgü kuralları, dünya v

SAHÂBENİN ADALETİ VE ÂLİMLERİN BUNA DAİR AÇIKLAMALARI-2

SAHÂBENİN ADALETİ VE ÂLİMLERİN BUNA DAİR AÇIKLAMALARI-2

İbn Hacer el-Heytemî diyor ki: "Sahabe arasında cereyan eden hâdiseler konusunda dilimizi tutmam

SAHÂBENİN ADALETİ VE ÂLİMLERİN BUNA DAİR AÇIKLAMALARI-1

SAHÂBENİN ADALETİ VE ÂLİMLERİN BUNA DAİR AÇIKLAMALARI-1

1.Hâfız ibn Hacer el-Askalânî el-İsâbe adlı eserinde diyorki: "Ehli-sünnet, sahâbenin âdil

Ey insanlar! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; Allah'tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O'ndan başka tanrı yoktur. Nasıl oluyor da (tevhidden küfre) çevriliyorsunuz!

Fatır, 3

GÜNÜN HADİSİ

Hastayı ziyaret edin, açı doyurun, esiri kurtarın.

Risayü'z-Salihin

TARİHTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI