Alıntılar

VÂ’İZ NEDİR?

Mürebbî-i ümmettir, mu’allim-i fazîlettir, mülakkın-ı hikmettir, vâris-i vazîfe-i nübüvvettir. Nefsü’l-emirde bu kadar ulvî bir maksad-ı dîn ile te’essüs eden vâ’izlik vazîfe-i mukaddesesi –pek garîb bir cilve-i tâli’dir ki– nice yüz senelerden beridir hükûmetlerce kalb-i istibdâda âb u tâb-ı hayat vermek üzere isti’mâl edilmiş şerâyîn-i mefsedet hükmünde kalmıştır. Bu vazîfe-i menhûseyi îfâdan istinkâf eden hakcû  vâ’izler e’âzım sırasına geçmiştir. Millet-i İslâmiyye’nin isti’dâdını boğmak, hissiyât-ı necîbesini öldürmek için ittihâz edile gelmiş olan bu siyâset-i zâlimânenin netâyic-i tabî’iyyesindendir ki, devr-i sâbıkta vâ’izler, resmen dersi’âmlardan dûn bir mertebede tutulmuş, dâima ru’ûs imtihanlarını kazanamayanlara veya kazandırılmayanlara tahsîs edilmiştir.

Binâ’en-aleyh erbâb-ı iktidardan olan hocalarımız va’za tenezzül etmez ve gitgide va’z u nasîhat yollu iki satırlık sözü bir araya getiremez bir hâle geldi idi. Diğer taraftan da vâ’izler –nevâdir-i müstesniyâtdan sarfınazar– iktidarsızlardan intihâb edildiği için erbâb-ı ukūlü ağlatacak, bizi düşmanlarımıza maskara edecek bir derekeye inmişti.

Hâlbuki vâ’izlerin mevki’-i hakīkīleri tedkīk edilirse ders hocalarından çok yüksek olmalıdır. İnkıtâ’-ı vahiyden sonra vazîfe-i teblîğin vâris-i hakīkīleri vâ’izler olmuştur. Pîşvâyân-ı ümmet olan bu sınıf-ı mümtâz mazmûn-ı münîfinde mündemiç; “ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim (Beyhakî, Sünen, Bâbü Beyâni Mekârim el-Ahlâk. gâye-i bi’seti telkīn ve takrîr ile me’mûrdur. Verâset-i vazîfe-i nübüvvetle serefrâz olanların kudsiyeti, halka, Hâlik’a, Peygambere, ümmete karşı mes’ûliyeti ne kadar ağır olduğu mülâhaza edilsin.

Bir vâ’iz âlim olmalıdır. Evâmir ve nevâhî-i ilâhiyyeyi, tekâlîf-i şer’iyyeyi, sünen-i nebeviyyeyi bilcümle dekāyıkıyla bilmelidir.

Tefâsîr-i şerîfe ile fevkalâde tevaggul etmiş, ehâdîs-i nebeviyyeden çok şeyler ezberlemiş olmalıdır. Bir münkiri iskât edebilecek kadar ulûm-ı akliyyeden behre-mend olmalıdır.

Bir vâ’iz fasîh ve belîğ bir hatîb-i natûk olmalıdır ki, delâ’il-i hitâbiyyesi cemâ’ati teshîr, aheng-i elfâz-ı dil-nişîni yüreklere te’sîr etsin.

Bir vâiz kendi ilmiyle âmil ve cemâ’atine nümûne-i imtisâl olacak bir zâhid-i mücâhid olmalıdır. Gözlerini menfa’at bürüyen, hutâm-ı dünyaya dört el ile sarılan, fi’li kavlini tekzîb eden vâ’izin sözlerinde te’sîr olmaz. Ettiği tehdîdat ile kendi kalbi sızlamayan vâ’izin sözleri muhâtabını îkāz etse de muvakkattir.

Hâsılı bir vâ’iz hakîm olmalıdır, cemâ’atin o sa’atteki ihtiyâcını takdîr etmelidir. Nevâfil-i ibâdâtı sa’ye, infâk-ı iyâle tercîh eden bir kavmi fezâ’il-i kisbe, hiss-i menfa’at ile dîde-i basîreti kapanmış, meyl-i dünya ile âhireti unutmuş bir halkı fezâ’il-i ibâdâta, bir emr-i hayra da’vet edilecek bir cemâ’ati tebşîrat ile, sû-i âkıbetinden havf edilen bir hâlden alıkonulacak bir fırkayı inzârât ile irşâd etmenin yolunu bilmeli ve söylenecek sözlerin zemîn ve zamanını tam sırasında keşf etmelidir.

Böyle vâ’izlerimiz ma’at-teessüf yok denecek kadar enderdir. Bundan sonra göreceklerimizi bilemez isem de, şimdiye kadar tesâdüf ettiğimizin çoğu hayfâ ki bu şurûtun ezdâdını câmi’ idiler.

Şimdiye kadar va’zın sâ’ik-ı hakīkīsi “cerr” idi. Taşradan İstanbul’a ve İstanbul’dan taşraya bir cezr ü medd-i menfa’at cereyânına tutularak sürülen bir alay vâ’izlerin ağzından çıkan sözlerin ma’nâ-yı sarîh ve zımnîsi “Sadaka-i fıtrı bana veren cennete gider” me’âline müncer olurdu. Bir milletin kendi ulemâsına karşı en celî bir nânkörlük nişânesi olan bu hâlden dolayı bu bîçâreleri hâşâ mu’âhaze etmek istemem! Bu zavallılar ma’zûrdur. Kabâhat ve hattâ cinâyet, ulemâsını aç bırakan, pîşvâ-yı hidâyeti olacak bir sınıfı tese’üle mecbûr eden millete âiddir. Vâ’izi ne yapsın ki? Nefsini tahsîl-i ilme vakf edince tedârik-i nafaka için avuç açmakta, açlığa müddet-i medîde sabr edemeyeceği için bir şey öğrenemeden kürsî-yi va’z u nasîhate çıkmakta muztâr kalıyor.

Sermâye-i ilm ü irfândan bî-nasîb olarak o makām-ı mu’allâya çıkınca da kendi aklınca cemâ’atin nazar-ı dikkatini celb etmek için rahlesini yumruklamaya, onları eğlendirmek için de fevkine çıkamadığı mertebe-i avâmda tedâvül eden hurâfât ile meclisi işgâle başlıyor. Allah ile Resûlü’nün teberrî’ ettiği bu hurâfât ise avâmı ıdlâl ediyor. Babasının evinde, mektebinde dîn nâmına bir şey duymayan, öğrenmeyen birçok gençlerimizi dîn-i İslâm hakkında sû-i zan vâdîlerine düşürüyor, hamiyetli müslümanları kızdırıyor, yabancıları güldürüyor.

Artık bu hâle nihâyet verecek sıra gelmiştir. Bâb-ı Meşîhat’in buna bir çâre düşünüp bulmasını dîn, ilim, hamiyet, şeref-i kavmiyyet ve milliyyet nâmına taleb ederiz. İndirâsa yüz tuttuğunu görmekle dilhûn olduğumuz me’âlim-i İslâmiyyenin ihyâsı neye mütevakkıf ise artık esbâbına tevessül edilsin, artık İslâm’a, müslimîne yakışacak vâ’iz yetişsin.

Bu senelik en âcil tedbîr ise Ramazan-ı Şerîf’te taşraya gönderilecek vâ’izlerin talebenin en zekî ve en açık fikirlilerinden intihâb edilerek usûl-i meşveretin muhassenâtından, şer’-i şerîfe mutâbakatinden bahisle halkı me’lûf oldukları zilletten tahlîse, ittihâd ve ittifâka sevke, nifâk ve şikāktan, ağrâz-ı şahsiyyeye müstenid adâvetlerden tahzîre çalışmak, diğer vatandaşlarımızı dilgîr edecek ef’âl ve akvâlden şer’an memnû’ olduğumuzu ifhâm eylemek lüzûmunu kendilerine teblîğ etmektir. Zira bugünkü günde her şeyden ziyâde vifâk u ittihâda, dînimizin bizi men’ ettiği zillet ve esâret dâiresine avdet etmemeye muhtâcız.

Ahmed Naim

Sırâtımüstakīm Cilt 1, s. 21

0 Yorumlar

Yorum yapın

Yorum yapmak için giriş yapın.