Cevaplar.Org

DERS: 28 ONALTINCI SÖZ, ÜÇÜNCÜ ŞUA

‘‘Ey haddini aşarak insana sürekli vesvese veren nefis’ deniliyor. Neden haddinden tecavüz etmiş? Çünkü nefis zaten kendini anlamaktan aciz, öbür taraftan kalkıyor Allah’ı anlamaya çalışıyor. Kendini anlamaktan aciz olan bir varlığın, kendi yaratıcısını anlamaya çalışması ne kadar haddinden tecavüz etmektir değil mi?


M. Ragıp Öncel

İsminur1940@gmail.com

2016-05-01 18:40:46

 "Ey haddinden tecavüz etmiş nefs-i pürvesvas! Diyorsun ki: بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ ٭ مَا مِنْ دَابَّةٍ اِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا ٭وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ gibi âyetler, nihayet derecede kurbiyet-i İlahiyeyi gösteriyor. وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ٭ تَعْرُجُ الْمَلئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ ve hadîste vârid olan: "Cenab-ı Hak yetmiş bin hicab arkasındadır" ve Mi'rac gibi hakikatler, nihayet derecede bu'diyetimizi gösteriyor. Şu sırr-ı gamızı fehme takrib edecek bir izah isterim"

''Ey haddini aşarak insana sürekli vesvese veren nefis' deniliyor. Neden haddinden tecavüz etmiş? Çünkü nefis zaten kendini anlamaktan aciz, öbür taraftan kalkıyor Allah'ı anlamaya çalışıyor. Kendini anlamaktan aciz olan bir varlığın, kendi yaratıcısını anlamaya çalışması ne kadar haddinden tecavüz etmektir değil mi? Metinde nefis için, "nefs-i pürvesvas" deniliyor. Yani sürekli vesvese veren, sürekli bize zarar vermek için desiselerle bizi oyalamaya çalışan bizi yuvarlandırmaya çalışan nefis demektir.

Birinci ayette;"Her şeyin hüküm ve tasarrufu O'nun elindedir'' (Yasin:36/83)

İkinci ayette; "Yerde debelenen hareket eden hiçbir canlı yoktur ki onların dizginleri de Allah'ın elinde olmasın." (Hud:11/56)

Üçüncü ayette; "Biz ona şahdamarından da daha yakınız." (Kaf: 50/16) buyruluyor.

Ne anladık biz bu ayetlerden? Allah her şeyi bizzat elinde idare ediyor. Bizzat idare eden O, her şeye her şeyden daha yakın olan O. Ama ikinci grup bir ayet daha var ki hemen gelecek, mahlûkatın Allah'tan çok uzak olduğunu anlıyoruz. İki zıt şey var burada. Bir taraftan Allah her şeye her şeyden daha yakın, ayetleri okuduk ve benzeri ayetler var. Diğer taraftan her şey Allah'tan nihayetsiz uzak, zıt oldu değil mi? Allah'ın yakınlığı, mahlûkatın uzaklığı.

Dördüncü ayette; ''Siz de O'na döndürüleceksiniz.'' (Yasin:36/83)

Beşinci ayette; ''Melekler ve Cebrail, elli bin sene uzunluğundaki bir günde O'na yükselirler. (Mearic: 70/4)

Bir grup ayetler Allah'ın mahlûkatına nihayetsiz yakınlığını ve bir kısım ayetler de mahlûkatın Allah'tan uzak olduğunu ifade ediyor. Bu da ayrı bir delil; Peygamberimiz (sav) "Allah yetmiş bin perde arkasındadır"(Taberani, El Mu'cem'ül Evsat, 6: 278) buyurmuş. Bu derin konuyu soru şeklinde Hz. Üstad, Mektubat'ta şöyle açıklar:

"(Sual)"Yetmiş bin perde arkasında Cenab-ı Hakk'ı görmüş" tabiri, bu'diyet-i mekânı ifade ediyor. Halbuki Vâcib-ül Vücud mekândan münezzehtir, herşey'e her şeyden daha yakındır. Bu ne demektir?

Elcevab: Otuzbirinci Söz'de mufassalan, bürhanlar ile o hakikat beyan edilmiştir. Burada yalnız şu kadar deriz ki: Cenab-ı Hak bize gayet karibdir, biz ondan gayet derecede uzağız. Nasılki Güneş, elimizdeki âyine vasıtasıyla bize gayet yakındır ve yerde herbir şeffaf şey, kendine bir nevi arş ve bir çeşit menzil olur.

Eğer Güneş'in şuuru olsaydı, bizimle âyinemiz vasıtasıyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan dörtbin sene uzağız. Bilâ-teşbih velâ-temsil; Şems-i Ezelî, her şey'e herşeyden daha yakındır. Çünki Vâcib-ül Vücud'dur, mekândan münezzehtir. Hiçbir şey ona perde olamaz. Fakat herşey nihayet derecede ondan uzaktır."der. (Mektubat 24. Mek, 2.Zeyl,4.Nükte,328 )

Demek ki, mahlûkat Allah'tan çok uzak, bu kadar perdeler var, bu kadar engeller var. Miraç'ta da biliyorsunuz. Peygamberimiz (sav) bütün mahlûkat âlemini geçti. "Hatta meratib-i kemalatta seyr-ü sülukünden ibarettir."(Sözler, 31.Söz 2.Esas 610) diye ifade ediliyor. Bu neyi gösteriyor? Mahlûkatın Allah'tan uzak olmasını gösteriyor. Ayetten, hadisten ve miraç mucizesinden anladık ki; bu da nihayet derecede bu'diyetimizi gösteriyor. Yani bizim Allah'tan uzak olduğumuzu gösteriyor.

Şu gizli, anlaşılması zor, müşkil olan sırrın anlaşılmasını kolaylaştıracak bir açıklama isterim diyor. Kim diyor bunu? Nefis diyor.

"Elcevab: Öyle ise dinle: Evvelâ, Birinci Şua'nın âhirinde demiştik: Nasıl ki Güneş, kayıdsız nuruyla ve maddesiz aksi cihetiyle; sana, senin ruhun penceresi ve onun âyinesi olan gözbebeğinden daha yakın olduğu halde; sen, mukayyed ve maddede mahpus olduğun için ondan gayet uzaksın."

Risale-i Nur'da Allah'ın bütün mahlûkata her şeyden daha yakın olduğunu, ama mahlûkatın Allah'tan çok uzak bulunduğunu anlatmak için bazı örnekler veriliyor. Üstad Hazretleri çok yerde diyor ki; Güneş bizden ne kadar uzak dört bin sene. Bakın biz güneşe çok uzağız. Ona gitmek için ne kadar mesafe aşmamız gerekecek, ama o bize bizden daha yakın. Neden? Bakın maddesiyle benim gözüme girmiyor. Çevirdik yüzümüzü güneşe, güneşin yansıması gözümüzün içinde. Hatta o kadar şâşâlı yansır ki, düzgün bakamayız.

Başka bir örnek verelim. Şu ışık, aynanın içindedir, mesafesi kadar içindedir. Sanki ışık der ki aynaya; "sana senden daha yakınım." Çünkü aksi, ışığı, ısısı vasıtasıyla içindedir. Bundan dolayı aynaya 'senden daha yakınım' demesi mübalağa olmaz. Onun için güneş bizim gözümüzün içine aramızdaki mesafe kadar girmiştir. Bu açıdan güneş bize bizden daha yakındır.

Diyelim ki, bizler bir ayna olsak, herkes bir ayna, taşlar da ayna, kuşlar da ayna, ağaçlar, toprak her şey kendileri göre bir ayna… Şimdi güneş perdesiz, önünde hiçbir engel yokken doğduğu zaman, karşısındaki bütün varlıkların her birinin içine ısısıyla, ışığıyla, renkleriyle yanında mıdır, hatta içinde midir? İçindedir. Güneşin yedi rengi de var mı?. Renklerinden her birisi sıfatları, yani hayat, ilim, irade, kudret... vs olsun. O takdirde – güneş; her şeyi aynı anda görür, işitir, konuşur mu? Evet, her yerdekiyle aynı anda konuşur. Işığını ve rengini verdiği her şeyi aynı anda görür, aynı anda onda tasarruf eder, aynı anda isterse kırar, aynı anda isterse karartır.

Bila teşbih, dolayısıyla Allah birdir. Allah'ın yarattığı bir tek güneş bu özelliklere sahip ise, acaba onu yaratan Zat, nasıl bütün mevcudatın hepsinin yanında olmasın? Bakın burada nefsimizin aklına gelebilecek bir vesveseye onun anlamasını kolaylaştıracak bir örnek verdik. Artık bundan sonra güneşin yeri oradadır, güneş şöyledir diyerek ahkam kesmeye gerek yok. Zira maksat o değil. Maksat Allah'ın bütün mevcudata nasıl yakın olduğunu anlamak için verilmiş bir örnektir. Örneğe takılarak hakikate gitmezsek o zaman yanlış ederiz. Yüz trilyon hücremizde Allah'ın ilmi tecelli ediyor. Bu hücremizi Allah nasıl görüyor ve biliyor? diye örnekten hakikatı bulmak lazımdır.

Başka bir örnek: Röntgen şuaını biliyorsunuz, koyuyorsunuz elinizi röntgenin altına kemiği çekiyor, içindeki iliği çekiyor, hatta dokuları bile çekiyor.

İşte Allah'ın yarattığı bir ışın bizim gözümüzle göremediğimiz alanları görür ve onların fotoğraflarını çekerse, benim hücreme benden daha nasıl yakındır, diye sorulur mu?

Hele hele bu asırda bu kadar ilmi teknolojinin geliştiği bir asırda sorulur mu?

"Onun, yalnız bir kısım akisleriyle, gölgeleriyle temas edebilirsin ve bir nevi cilveleriyle ve cüz'î tecellileriyle görüşebilirsin ve bir sınıf sıfatları hükmünde olan elvanlarına ve bir taife isimleri hükmünde olan şualarına ve mazharlarına yanaşabilirsin."

Güneş-ayna misalini burada da uygulayabiliriz. Aynaya baktığında güneşin ısısı var. Tamam, bu ısıdan istifade edebilirsin. Hatta biz mercekler vasıtasıyla ateş yakıyoruz. Bak onun şuaından istifade ettik. Sonra o ışığın gölgeleri olan renklerinden istifade ederiz. Ama güneşe çok uzağız. Demek ki biz nasıl güneşin yeryüzündeki ışıklarından, ısılarından, renklerinden istifade ederiz. Ama ondan çok uzağız. Biz de aslında Cenab-ı Hakk'ın kâinatta yarattığı varlıklarda tecelli eden esmasından istifade ederek Allah'ı anlamaya çalışıyoruz ama Allah'tan çok uzağız, anlamındadır(!) mekân bakımından değil, hâşâ. Bu bir mirsad-ı tefekkür, bir örnek olsun anlaşılsın diye verilmiştir.

Şu halde Allah'a yakınlaşmamız için ne yapmamız lazım?

"Eğer, Güneşin mertebe-i aslîsine yanaşmak ve bizzât doğrudan doğruya güneşin zâtı ile görüşmek istersen, o vakit pek çok kayıtlardan tecerrüd etmekliğin ve pek çok meratib-i külliyetten geçmekliğin lâzım gelir."

Nasıl ki, ben güneşin zatıyla görüşmek için ona yakınlaşmak için çok kayıtlardan geçmem gerekir ki, oraya yetişeyim. Maddi olarak bu bedenle yaklaşamam, yaklaşmaya kalksam yanarım. Ama manen kayıtlardan tecerrüdle ilerlemenin yolu ise, Allah'ın mülkü dediğimde samimiyetin ölçüsü içerisinde benim mülküm, benim bedenim, benim malım, ben yaptım gibi benlik içeren hatta bizlik içeren her şeyden çıkmak, her şeyi Allah'ın mülkü bilmek ve kademe kademe ilerleyeceksin demektir.

Peki 'cüz'iyetten külliyete doğru kesbetmek' nasıl olur? Mesela; Allah, Alim'dir. Her şeyi bilir. Bu Allah'ın ilim sıfatı, Alim ismi. Benim elimi de bilir mi? Bilir. Gözümü bilir mi? Bilir. Yaptığımı da bilir mi? Bilir. Yavaş yavaş kademe kademe artırıyorum. Öyleyse beni ve ruhani bütün duygularımı, düşüncelerimi, tefekkürlerimi, kalbimden geçen manaları, bedenimde maddi, manevi tecelli eden ne varsa hepsini bilir. Daha ilerisini düşünelim Bu asırdaki insanları da bilir. Sonra bütün asırdaki insanları bilir, kabirdekilerini de bilir, ruhlar âlemindekini de bilir, Cennete ve Cehenneme gidecekleri de bilir.

Allah Ezeli ve Ebedi'dir. Bütün olmuş ve olacak insanları, yaptıklarını bilir, biri birine mani olmaz. Bu isme böyle muhatap olan nefis, bir daha benim yaptıklarımı bilir mi diye bir şüpheye düşebilir mi? İşte bu nispette marifetullah'da terakki ede ede Allah'a yaklaşacağız. Yaklaşmak bu demektir. Yaklaşmak –hâşâ- Allah bir yerde, biz de ona maddeten yaklaşırız anlamında değil. Allah'ı tanımanın adına yaklaşmak diyoruz. Kurbiyet, bu demektir. Yoksa maddeten bir yere gitmek anlamında değil.

Bir örnek daha vereyim; ağaçla, taş yan yana. Taş ağaca yakın mı? Maddeten yakın ama ağaçlığına yakın mı? Çok uzak.. Taş nerede, ağaçlık nerede? Birinde hayat var birinde yok, biri gelişiyor, terakki ediyor, diğeri sabit. Biri meyveler veriyor, diğerinde yok. Bu anlamda taş ağaca yakın mı? Çok uzak. Peki, ağaç, kuşa yakın mı? Ağaçlık mahiyeti nerede, kuşluk mahiyeti nerede, canlılık mahiyeti nerede, ne ilgisi var? Peki, hayvanlar bize ne kadar yakın? Yan yana bir kedi ile bir adam durdu. O kedi sana çok yakın dense ne dersiniz? Yok kardeşim, kedilik insanlığa çok uzak, uzaklığı anlatılmaz bile.

Peki, bir mahlûk bir mahlûktan bu kadar uzak olursa, bir mahluk Allah'tan ne kadar uzaktır. Allah'ı anlayamayacağımızı idrak, idraktir. Anladım demek, anlamadığının delilidir.

"Âdeta sen, manen tecerrüd cihetiyle Küre-i Arz kadar büyüyüp, hava gibi ruhen inbisat edip ve Kamer kadar yükselip, bedir gibi mukabil geldikten sonra bizzât perdesiz onunla görüşüp, bir derece yanaşmak dava edebilirsin. Öyle de: O Celil-i Pürkemal, o Cemil-i Bîmisal, o Vâcib-ül Vücud, o Mûcid-i Küll-i Mevcud, o Şems-i Sermed, o Sultan-ı Ezel ve Ebed, sana senden yakındır. Sen, ondan nihayetsiz uzaksın. Kuvvetin varsa, temsildeki dekaikı tatbik et..."

"Eğer sen güneşle perdesiz görüşüp ona yaklaşmak istersen" deniliyor. Yani madde olarak değil de manen Küre-i Arz kadar genişlemek, hava gibi yayılmak her yerde olmak, ay kadar yükselmek gerekir. Ancak o zaman güneşe ayine olursun demektir. Güneş kâinatta Allah'ın Celal isminin bir tecellisidir. Acaba Allah nasıl Celil-i Pürkemal'dir? Aman ya Rabbi.

Sonra, nasıl Cemil-i Bimisal? Hiçbir örneği, benzeri olmayan Cemal sahibi Allah. Sonra, Vacib-ül Vücud yani varlığı zatından olan ve her şeyi var eden, fakat kendisi hiçbir şeyin varlığına bağlı olmayan. Sonra Mûcid-i Küll-i Mevcud'dur. Her mevcudu var edendir. Sonra, Şems-i Sermed'dir. Bila teşbih Allah da bir güneş, ama Ezeli bir güneş. Sonra, Sultan-ı Ezel ve Ebed sana senden yakındır, sen O'na nihayetsiz uzaksın. Örnekle meseleyi birleştirdi ve bu misallerin ışığı altında bu dersin inceliğini ilmi kuvvetin derecesinde anlayabilirsin demeğe getiriyor.

"Sâniyen: Meselâ: وَ لِلّهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى Bir padişahın çok isimleri içinde "kumandan" ismi çok mütedâhil dairelerde tezahür eder. Serasker daire-i külliyesinden tut, müşiriyet ve ferikiyet, tâ yüzbaşı, tâ onbaşıya kadar geniş ve dar, küllî ve cüz'î dairelerde de zuhur ve tecellisi vardır. Şimdi, bir nefer hizmet-i askeriyesinde onbaşı makamında tezahür eden cüz'î kumandanlık noktasını merci tutar, kumandan-ı a'zamına şu cüz'î cilve-i ismiyle temas eder ve münasebettar olur. Eğer asıl ismiyle temas etmek, ona o ünvan ile görüşmek istese, onbaşılıktan tâ serasker mertebe-i külliyesine çıkmak lâzımgelir.

Demek padişah, o nefere ismiyle, hükmüyle, kanunuyla ve ilmiyle, telefonuyla ve tedbiriyle ve eğer o padişah, evliya-i ebdaliyeden nuranî olsa, bizzât huzuruyla gayet yakındır. Hiçbir şey mani olup, hail olamaz. Hâlbuki o nefer, gayet uzaktır. Binler mertebeler hail, binler hicablar fâsıldır. Fakat bazan merhamet eder, hilaf-ı âdet; bir neferi huzuruna alır, lütfuna mazhar eder."

Bir er'in komutanına yakınlığı, ne kadar uzaktır; komutan ise askerine ne kadar yakındır? Buradaki uzaklık, maddi anlamda değerlendirilmiyor. Tanıma anlamında bir değerlendirmedir. Şimdi bir asker, başkumandanlık dairesinden mareşalliğe, generallik dairesinden ta yüzbaşılığa, onbaşılığa kadar geniş ve dar külli ve cüz'i dairelerde de zuhur ve tecellisi vardır.

Yani bir padişahın idare noktayı nazarında meseleye baktığımızda bir er, onbaşıyı tanıyacak ki onunla padişahını tanısın ve desin, 'işte benim padişahımın böyle askerleri varmış'. Sonra, yüzbaşıyı tanıyacak benim padişahımın böyle askerleri varmış. Çünki akli kapasitesi ancak o kadardır, dar düşünür. Burada Üstadımızın bir misalini zikredelim.

"Meselâ: Bedevi, vahşi bir adam hiç padişahı görmemiş. Saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdud fikriyle bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ bizde sade-dil bir taife var ki, eskiden diyorlardı ki: "Padişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor."

Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir surette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor, âdeta bir yüzbaşı haşmetinde farz ediyorlar. Şimdi biri o adamlardan birisine dese: "Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim." Yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim. O söz hakikattır. Çünkü haşmet-i padişahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir. (Sözler 24.Söz, 3.Dal, 10.Asıl, 377 )

İşte o er, ancak o kadar tanıyor. Ne kadar uzak padişahtan, çok uzaktır. Yani bir askerin bir onbaşıyı tanımasından, yüzbaşıdan, binbaşıdan, albaydan, yarbay'dan ta ordu komutanlığına kadar tanıya tanıya ancak o padişahın memleketindeki idaresini bir parça anlayacak. Yani Hz. Üstad bu konuyu açıklarken şunu demek istiyor; biz, Allah'ın Basar sıfatını anlamak için, bütün mevcudatı bütün âlemleri, taraya-taraya anlamaya çalışacağız, öyle yakınlaşacağız. Zira kendimizi gördüğümüzü bilmekten aciziz. Nitekim Allah'ın bizi gördüğünü iddia ediyoruz, ama insanların olmadığı yerde O'na isyan ediyoruz. Dolayısıyla şimdi bir nefer Padişah'ı onbaşı makamında tanırsa o zaman "ey onbaşılık makamına sahip olan padişahım" diyecek. Padişah'ı onbaşılık unvanıyla tanıyacak.

Yani bizim "ey yerkürenin sahibi olan padişahım" demek o onbaşılık makamına sahip olan padişahlık makamından çok daha çok daha düşük, çok daha küçük. Eğer onunla padişah olarak görüşmek istesek, o zaman onbaşılıktan, ta başkumandanlık makamına kadar çıkmamız gerekecektir.

Demek padişah, o nefere ismiyle, hükmüyle, kanunuyla ve ilmiyle, telefonuyla ve tedbiriyle yakındır. Eğer o padişah evliya-i abdaliye'den olsa- yani kendine bedel çok yerde bulunan biri demektir. Bazı Abdal denilen zatlar vardır- onlar bir anda, çok yerde bulunabiliyormuş. Hatta eskiden bazı müridler derlermiş ki, ''şu anda benim şeyhim beni görüyor.'' Yani Abdaliye makamına çıkmışsa o zaman beni görüyor. Benim ondan uzakta olmam, onun da benden uzakta olduğunun anlamına gelmez. Demek ki, Cenab-ı Hakk'ın o kullarına verdiği bir özellik.

Nasıl melekler bir yerde çok bulunabiliyor, nasıl ki, Peygamberimiz şu an (manen)hayy, bütün ümmetinin yaptığı salâvatı işitiyor, biri birine mani olmuyor. Demek ki, Allah bazı veli kullarına böyle özellikler vermiş. Şimdi böyle bir padişah düşünün, her makamda ve aynı zamanda her askerin yanında da bulunuyor. Böyle olsa o zaman o nefere, o padişah ondan daha yakındır. Onun için biz Allah'ın huzurundayız diyoruz, Allah bize bizden daha yakındır diyoruz.

Hep onun huzurunda olduğumuzun farkına vararak ona yakınlaşıyor. Hiçbir şey O'nun bilmesine görmesine mani ve perde olamaz. Bazen lütfuyla kuluna merhamet eder, bizzat huzuruna alır, Peygamberimize yaptığı gibi. Peygamberimiz miraç yoluyla o kapıyı açık bırakmıştır, diğer insanlar da manen Allah'a yakınlaşabilirler.

Şimdi ise, Hz. Üstad Allah'ı anlatmaya çalışacak. Yani bir kumandan'a bir güneş'e, bir ışığa, bir röntgen şuaına… vs benzemez. Bunlar birer örnektir. Ee, mahluklar böyle olursa, ya bunları yaratan Allah nasıl olur? Diyecek.

"Öyle de: Emr-i كُنْ فَيَكُونُ e mâlik; güneşler ve yıldızlar, emirber neferi hükmünde olan Zât-ı Zülcelal, herşeye herşeyden daha ziyade yakın olduğu halde, herşey ondan nihayetsiz uzaktır. Onun huzur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse, zulmanî ve nurani, yani maddî ve ekvanî ve esmaî ve sıfâtî yetmiş binler hicabdan geçmek, her ismin binler hususî ve küllî derecat-ı tecellisinden çıkmak, gayet yüksek tabakat-ı sıfâtında mürur edip tâ ism-i a'zamına mazhar olan arş-ı a'zamına uruc etmek; eğer cezb ve lütuf olmazsa, binler seneler çalışmak ve sülûk etmek lâzım gelir."

 

Miraç Risalesinde, yetmiş bin perdenin'' berzah-ı esma ve tecelli-i sıfat ve ef'al ve tabakat-ı mevcudat''olduğu ifade edilir. (Sözler,31.Söz 2.Esas, 615) Burada da '' maddî ve ekvanî '' zulmani perdeler vurgulanır. Nurani perdelerden kasıt, esma ve sıfatlardır. Zulmaniden kasıt, madde âlemidir. Binler perdeler, çokluktan kinayedir. Bu perdeler, ilahi isimlerin ve sıfatların farklı mertebelerdeki tecellileridir. Her bir İlahi ismin nice perdeleri ve nice tecelli mertebeleri vardır.

Misal olarak Hakim ismine birazcık bakalım; sadece kendi varlığımıza bakalım. Saçımızdan tırnağımıza, sinir sistemimizden kan şebekemize kadar bütün bedenimiz hikmetlerle faydalarla doludur(!)

Gözümüz, kulağımız, dişimiz.. vs her biri ayrı bir ihtisas sahası. Sadece bir insan da bile Hakim isminin bu kadar tecelli mertebeleri bulunduğunu görmekle İlahi sanat ve hikmete hayran oluruz.

Ya diğer alemleri düşündüğümüz de işin derinliği daha da ortaya çıkar.

İnsanoğlu kalp, ruh ve akıl sahasında mesafe kat ettikçe, farklı tecellilere mazhar olacak ve Rabbini tanıma vadisinde her an biraz daha yol alacaktır.

Keza soframıza dizdiğimiz nimetlerde Allah'ın Rezzak ismini de bu mana da okuyabiliriz.

Küçük bir örnek vereyim; Allah herşeyin rızkını veriyor. Yani bir hücrenin rızkını veriyor, bir organın rızkını veriyor, bir bedenin rızkını veriyor. Şimdi bunu açalım, bütün hücrelerin rızkını veriyor. Bakın cüz'iyetten külliyete doğru ilerliyoruz, manen uruc ediyoruz. Böylelikle yetmişbin perdelerden geçmek, her ismin kainattaki tecellilerinden okuya okuya terakki ede ede aşmak. Okudukça Allah'a yaklaşıyorsun. Hatta Üstad Hazretleri diyor:

"İşte ey şeytanın desiselerine mübtela olan bîçare insan! Hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-ı fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen; muhkemat-ı Kur'aniyenin mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniyenin terazileriyle a'mal ve hatıratını tart ve Kur'anı ve Sünnet-i Seniyeyi daima rehber yap". (Lem'alar 13. Lema 13.İş.3.Nokta, 98,99 )

Demek ki, şeriatın ve Peygamberimizin uygulamalarını tatbik ettikçe O'nun isimlerine yapışıp O'na yaklaşıyoruz. Allah'ın kâinatta tecelli eden isimlerini okudukça manen terakki ediyoruz. Dünyada iken bunların bir gayreti ve çabası içerisine girmek lazımdır. Bu perdelerin aşılması, öncelikle nefisteki engellerin kalkmasına bağlıdır ki, O'nun için dersin başında ''Ey haddinden tecavüz etmiş nefs-i pürvesvas!'' denilmiştir.

"Meselâ: Sen, ona Hâlık ismiyle yanaşmak istersen; senin hâlıkın hususiyetiyle, sonra bütün insanların hâlıkı cihetiyle, sonra bütün zîhayatların hâlıkı ünvanıyla, sonra bütün mevcudatın hâlıkı ismiyle münasebettarlık lâzım gelir. Yoksa zılde kalırsın, yalnız cüz'î bir cilveyi bulursun."

Benim yaratıcım dedikten sonra, bütün insanların yaratıcısı, sonra bütün zihayatların halıkı yani meleklerin, bitkilerin, cinlerin canlı dediğimiz, hayat sahibi dediğimiz ne kadar canlı varsa onun halıkı, sonra bütün mevcudatın halıkı ünvanıyla ona münasebettar olursun. Yani ''Mesela sana tecelli eden Hâlık isminin mahlukıyetindeki cüz'î mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Hâlıkı olan mertebe-i kübra ve ünvan-ı a'zama kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin".(Sözler,24. Söz, 1.Dal,361 )

Ey nefsim sen Allah'ın isimlerine, onun gösterdiği tarzda yakınlaşman gerekirken, vesvese yaparak "ben neden O'ndan çok uzağım" diyeceğine O'na yakınlaşmanın yollarını ara bul, şüphe ve tereddütlerden kurtul.

"BİR İHTAR: Temsildeki padişah, aczi için, kumandanlık isminin meratibinde müşir ve ferik gibi vasıtalar koymuştur. Fakat بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ olan Kadîr-i Mutlak, vasıtalardan müstağnidir. Vasıtalar, sırf zahirîdirler; perde-i izzet ve azamettirler. Ubudiyet ve hayret ve acz ve iftikar içinde saltanat-ı Rububiyetine dellâldırlar, temaşagerdirler. Muini değiller, şerik-i saltanat-ı Rububiyet olamazlar."

Dünyada insanların yöneticilerinin yardımcıları vardır, hem de pek çoktur. Yani saltanatında ortağı yoktur da, ama yardımcıları çoktur. Onun için sultanların saltanatında ortakları yoksa da icraatında ortakları çoktur. Allah, Uluhiyetinde ortağı olmadığı gibi Rububiyetinde de icraatında da asla ortağı yoktur. Sebebleri de yaratan O, müsebbebleri de yaratan O. Üstad onu diyor, yani ben size padişah örneği verdim ta aklımıza yakınlaşsın diye. Allah'ın –hâşâ- ne güneşe ihtiyacı var ne de padişaha. Çünkü her ikisini de yaratan O'dur. Çünkü herşeyin melekutu onun elindedir. Demek ki tutan, kaldıran Allah'tır. İşte böyle düşüne düşüne ona yanaşırız. Şikâyetlerimiz vasıtalara gitsin diye vasıta vaz'edilmiş. Trafik kazası olmuş, ya şoför görmedi. Şimdi şoför olmasaydı arada kaza olmasaydı bu itirazlar Allah'a gidecekti. Allah bu sebepleri yaratmış ki bilmeyen bizler farkında olmadan Allah'a isyan etmeyelim, bu tür itirazlarımız ona gitmesin.

'Bu sırra bir misal-i latif suretinde bir temsil-i manevî rivayet ediliyor ki: Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenab-ı Hakk'a demiş ki: Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden şekva edecekler. Benden küsecekler.

Cenab-ı Hak lisan-ı hikmetle ona demiş ki:

Senin ile ibadımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip sana küsmesinler.

Evet, nasıl ki hastalıklar perdedir, ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler. Ve kabz-ı ervahta hakikî olarak hikmet ve güzellik, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm'ın vazifesine mütealliktir. Öyle de Hazret-i Azrail Aleyhisselâm da bir perdedir.

Kabz-ı ervahta zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasib düşmeyen bazı hâlâta merci olmak için o memuriyete bir nâzır ve kudret-i İlahiyeye bir perdedir.

Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında; tevhid ve celal ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden...'(Mesnevi, Lemalar,11 ) (Sözler,22.Söz,2.Makam,1.Lema,319) 

Netice olarak bu misallerin ışığı altında Allah, marifetimizi arttırsın niyazımızı dile getirerek Ubudiyet, hayret, aczimizi, fakirliğimizi anlayıp, Allah'a sığınacağız. 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

DERS: 33 SÖZLER, LEMAAT MADDE RİKKAT PEYDA ETTİKÇE, HAYAT ŞİDDET PEYDA EDER

DERS: 33 SÖZLER, LEMAAT MADDE RİKKAT PEYDA ETTİKÇE, HAYAT ŞİDDET PEYDA EDER

Allah madde ve manayı beraber yaratmış, biri birisiz olamaz. Tıpkı ruh ve beden gibi. Mesela ru

DERS: 32 OTUZ ÜÇÜNCÜ SÖZ BİRİNCİ PENCERE

DERS: 32 OTUZ ÜÇÜNCÜ SÖZ BİRİNCİ PENCERE

Üstad, ‘’Haşir Risalesin’’deki hakikatlara ’’bab ’’ diyor, burada da ‘’pencere

DERS: 31 ÂYETÜ’L-KÜBRA RİSALESİ İKİNCİ BAB İKİNCİ HAKİKAT

DERS: 31 ÂYETÜ’L-KÜBRA RİSALESİ İKİNCİ BAB İKİNCİ HAKİKAT

Ayetü’l-Kübra baştan sona Allah’ı anlatıyor. Kur’an-ı Kerimde de ‘’Ayetü’l-Kübra

DERS: 30 KASTAMONU LAHİKASI -RİYA HAKKINDADIR-

DERS: 30 KASTAMONU LAHİKASI -RİYA HAKKINDADIR-

Bu konuyu Üstadımız, Kastamonu Lahikasında üç nokta halinde sunmuştur. Riya hakkında genel b

DERS : 29 Kastamonu LAHİKASI TAKVA VE AMEL–İ SALİH

DERS : 29 Kastamonu LAHİKASI TAKVA VE  AMEL–İ  SALİH

Konumuz takva ve salih amel olup, bu terimleri anlamaya ve hayatımızda tatbik etmek için azim gay

DERS: 28 ONALTINCI SÖZ, ÜÇÜNCÜ ŞUA

DERS: 28 ONALTINCI SÖZ, ÜÇÜNCÜ ŞUA

‘‘Ey haddini aşarak insana sürekli vesvese veren nefis’ deniliyor. Neden haddinden tecavüz

DERS: 27 On dördüncü Lem'anın İkinci Makamı

DERS: 27 On dördüncü Lem'anın İkinci Makamı

Besmele Kur’an’da da yüz on dört kere nazil olmuş. Besmele çok sırlı bir ayettir. Kur’an

DERS: 26 10. SÖZ Zeylin Üçüncü Parçası

DERS: 26 10. SÖZ Zeylin Üçüncü Parçası

Haşir münasebetiyle bir sual: Kur'anda mükerreren

DERS: 25 YİRMİ ALTINCI MEKTUP DÖRDÜNCÜ MESELE

DERS: 25 YİRMİ ALTINCI MEKTUP DÖRDÜNCÜ MESELE

Sual: Mütekellimîn üleması; âlemi, imkân ve hudûsun ünvan-ı icmalîsi içinde sarıp zihnen

DERS: 24 ONİKİNCİ LEM'A

DERS: 24 ONİKİNCİ LEM'A

Bu günkü dersimizin konusu Re’fet Ağabey’in, Üstad’a sorduğu iki sualinin cevabı hakkın

DERS: 23 10.SÖZ 7.HAKİKAT (HAŞİR BAHSİ)

DERS: 23 10.SÖZ 7.HAKİKAT (HAŞİR BAHSİ)

Kuran-ı Kerim’in dört esası vardır. Bunlar; Tevhid-Nübüvvet-Haşir, Adalet ve İbadet’tir.

"İyilik ve takva üzerine yardımlaşınız, kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız."

Mâide, 2

GÜNÜN HADİSİ

“Köleleriniz, kardeşlerinizdir”

Buhari

TARİHTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI