MUHAMMED EMİN ER HOCA EFENDİ’NİN HATIRATI-2
Gurbette Tutuklanma
Günlerden bir gün Silvanlı Şeyh Yahya, Mardinli Şeyh Ali ile beraber Amud’da bulunan Şeyh Mehmed Sıddık’ın ziyaretine geldiler. İkisi de o Şeyhin halifelerindendi. Ben de bunların ziyaretine giderken, yolda bir Suriye jandarması ile karşılaştım. Benim yabancı olduğumu anladı. Üstümü arayınca Türkiye nüfus cüzdanını gördü. “Pasaportun yok, kaçak gelmişsin” deyip beni karakola götürdü. Oradan da askerler beni Kamışlı’ya götürdüler.
Kamışlı’da İngilizleri temsil eden ve müsteşar denilen bir İngiliz askeri amir vardı. Beni onun özel karakolunda nezarete attılar. Benden önce o nezarette atılmış olan bir İranlı ile kol kola bağladılar. Namaz vakti kolumuzu çizmedikleri için oturarak namaz kılıyordum. Zaman zaman müsteşar, belinde tabanca bağlı olarak gelir beni ifadeye çekerdi. Askerler bana: “Senin casus olduğunu tespit ederse, hapis değil hemen belindeki tabanca ile seni vurur, öldürür” diyorlardı. Kendilerine su lazım olduğu zaman kolumu çözerlerdi, iki tenekeyi elime verirlerdi. Süngülü bir jandarma nezaretinde çeşmeden su getirirdim. Gider gelirken, besledikleri domuzlarla karşılaşırdım.
Okuduğum yer olan Amud’da hakkımda tahkikat yaptılar. Bu tahkikat esnasında beni onlardan sordukları kişiler korkularından “benim kim olduğumu bilmediklerini, sadece gelip ders okuyup gittiğimi” söylemekle yetinmişler. Netice olarak bu tahkikatlarından casus olmadığım kanaatine varınca, beni mahkeme yolu ile hapishaneye gönderdiler.
Müslüman Sözünden Dönemez
Mahkemeye gittiğimde iki hâkim vardı. Birisi Müslüman birisi de Hıristiyan’dı. Müslüman olanın ismi Halit, Hıristiyan olanın ismi ise Anton idi. Masalarının üzerinde bir Kur’ân bir de İncil vardı. Hıristiyan olan hâkim İngiliz idi. O beni ifadeye çekti. Okumaya geldiğimi ona anlatınca talebe olduğuma kanaat etti. Bana “Eğer kefil getirirsen seni hapisten bırakırım. Mahkeme zamanı mahkemeye gelirsin” dedi. Ben de: Burada kimseyi tanımıyorum. Okuduğum şehir olsaydı, belki getirebilirdim dedim. Bunun üzerine bana: “Madem talebesin, seni kefilsiz bıraksam, mahkeme zamanı gelir misin?” dedi. Ben de: “Beni tanımadığın halde bana emniyet ederek beni serbest bırakacağın için, öleceğimi de bilsem mahkeme zamanı geleceğim” dedim. O da beni serbest bıraktı.
Amud’da okuduğum medreseye döndüm. O zaman Amud nahiye idi. Beni görenler nasıl öldürülmeyip serbest bırakıldığıma ve tekrar medreseye gelebildiğime hayret ettiler. Durumu onlara anlattıktan sonra bana; “bir daha mahkemeye gitme. Ne kefilin var, ne adresin belli, ne de bu memleketlisin. Niçin gidersin? Seni bulamazlar” dediler. Ben ise; “Gideceğim, onlara söz verdim. Hem de gitmezsem İslâm’a bir leke olur. Diyecekler ki Müslümanların hali bu. Hoca olacak kişi yalan söyledi. Böyle bir töhmet istemiyorum. Onun için gideceğim” dedim.
Zindan İki Hece Sadece Lafta
Mahkeme günü Kamışlıya gittim. Mahkeme kapısının dışında sıramı bekliyorum. O sırada müsteşar yerine gitmek için oradan geçti. Beni görünce doğruca hâkimin yanına gitti. Bir müddet sonra zil çalındı jandarmalar gelip beni götürdüler. Mahkeme etmeden hapishaneye attılar. Hapishane dar bir yerdi. Mahkûmlarla dolu idi. Çoğu rastgele insanlardı. Her dinden insanlar vardı. Çok izdihamlıydı. Yattığımızda ayaklarımız birbirimizin kafasına göğsüne gelirdi. Sırt üstü yatma bile yasaktı. Böyle yatanlara çavuş “babanın evinde mi yatıyorsun? Yan yat” diye azarlarlardı. Yatsı olur olmaz, yat emri verilir kimse oturamazdı. Ben yatsı namazı kılıncaya kadar kaç defa bana bağırırlardı. “Teravih mi kılıyorsun” diye çıkışırlardı. Yatsıdan sonra ilgililer zaman zaman pencereden bizleri kontrol ederlerdi. Oturan birini gördüler mi “sabah duvarı delip kaçacak mıydın” diye döverlerdi.
Hapishane duvarı kerpiçtendi. Yirmi dört saatte bir defa bizi avluya bırakıyorlardı. Tuvalete ancak o zaman gidilebilirdi. Ondan evvel yasaktı. İçeride tenekeler vardı. Küçük ihtiyacı olanlar bu tenekelere yaparlardı. İhtiyacını giderene kimisi ıslak çalar, kimisi ayağını kaldır der gülerlerdi. Ben utandığımdan dolayı buraya (tenekelerde) hiç ihtiyaç gidermedim. Fakat çok zorluk ta çekiyordum.
Bilahare hapishane müdürü benim doğru dürüst olduğumu görünce, “Zülfikâr oğlu Emin istediği zaman tuvalete gidebilir, namaz kılabilir” diye bana özel izin verdi. Bize yemek olarak da çok acı bir çorba verirlerdi. Harp zamanı(1) idi. Suçsuz insanlar hapiste çoktu. Aylarca yattıkları halde mahkemeye çağrılmıyorlardı. Dışarıdan avukat tutmak, dilekçe vermek, ahvalini arz etmek yasaktı. Beş aya yakın hapishanede kaldım. Mahkemeye çağırmadılar. Ben kendi kendime bir dilekçe yazdım. Müdüre dilekçem gidince beni çağırdı. Herkes ondan korkuyordu. Adnan isimli iri yarı birisiydi. Hapishanede iki kişi dövüşse, haklı haksız dinlemez, ikisini de falakaya yatırır, dayak atar, sonra da etrafı koşturarak dolaştırırdı ki, ayaklarının altı kan toplamasın. Değirmen taşı gibi dönerlerdi bu dayak yiyenler. Şişman müdür de elindeki değnekle önünden geçene vururdu. Mahpuslar pencereden bakar, gülerlerdi. Dayaktan çok maskara olmaktan korkulduğu için kimse ses çıkarmıyor, dövüşmüyordu. Haksızlık yapana bile ses çıkarılmıyordu.
Müdür beni çağırınca yanına gittim. Bana “bu dilekçeyi kim yazdı” dedi. Biraz durakladım. Sonra “ben yazdım” dedim. “Niçin durakladın da, hemen cevap vermedin” dedi. “Dilekçe vermenin yasak olduğunu işitmiştim, onun için tereddüt ettim” dedim. “Dışarıda başkasına yazdırma yoktur. Fakat kendi kendine yazmak yasak değildir. Senin de bu dilekçeyi kendin yazdığına kanaat getirdim. Çünkü imza atanla yazıyı yazanın aynı kişi olduğu görülüyor” dedi. Dilekçeyi imza etti. Ben koğuşa geri döndüm.
Tebdil-i Mekân
Bir hafta sonra gece geç saatlerinde hapishanenin dış tarafından pencereden birisi “Emin Zülfikâr kimdir” diye çağırdı. “Benim” diye cevap verdim. Dedi ki “senin naklin Hazırcan hapishanesine çıkmış, yarın oraya götürüleceksin. Sana iki jandarma refakat edecek. Eğer paran varsa kamyonla gideceksiniz, yoksa sen yaya, jandarmalar atlı 18 saat yol gideceksiniz.” “Param yoktur” dedim. Yaya olarak gidecek diye yazdılar. Bir saatim vardı. Önceden satmış, parayı harcamıştım. Biraz sonra şafak açtı. Ben abdeste gidip namaz kılmaya hazırlandım ki, erkenden gelirlerse gideyim diye.
Hapishane koğuşunda en yakınımda kalan bir papaz ile oğlu ve Apo isimli bir Hıristiyan kişi vardı. Apo isimli bu kişi ben abdest almaya gittiğimde mahpuslara seslenerek: “Ey cemaat, Ramazan olduğu için Emin Zülfikâr oruçludur. Mevsim de yaz mevsimidir. İki atlı askerin önünde 18 saat yolu yaya nasıl gidebilir? Aramızda para toplayıp, onu araba ile gönderelim. Veya göndermeyelim” diyor. Bunun üzerine ben abdest alıp gelene kadar kendi aralarında 21 lira toplamışlar. Ben yanlarına gittiğimde bana verdiler. Bu para benim ve jandarmaların yol masrafını karşıladı. Hatta biraz da arttı. Artanla da kendime bir ayakkabı aldım.
Hazırcan Hapishanesi
Arabaya bindik. Hazırcan hapishanesine gittik. Burası vilayet idi. Oradaki mahpusların bazıları beni tanıyorlardı. Benim geldiğime sevinip birbirine müjde verdiler. Hapishane müdürü de namaz kılanlardandı. Fakat çizmeleriyle tuvalete gider, öylece gelir, bize imamlık yapardı. Mahpuslar bana ikramda bulundular, döşek verdiler. Çok hürmet saygı gösterdiler. Burada sanki hapiste değildim. Hapishanede Şeyh Ahmed-i Haznevi’nin müritlerinden de vardı.
Tahliye
Bu hapishaneye geldiğimden bir kaç gün sonra Şükrü Kaya adındaki zat Suriye Cumhurreisi oldu. Bazı mahpuslara af çıkardı. Bunlar arasında benim de adım çıktı. Fil hal bizi hapisten çıkardılar. İngiltere’yi orada temsil eden Konener denilen kişinin odasına götürdüler. Biz orada beklerken iftar topu atıldı. Ertesi gün de bayramdı. Muamelelerimiz bitmeden mesaiye son verildi. Jandarmalar bana: “Seni tekrar hapishaneye götürmemiz olmaz. Bir şey olsa biz mesul oluruz. Burada bir kimseyi tanıyorsan sana kefil olsun seni serbest bırakalım. Yarın gelir muameleni tamamlarız” dediler. Ben de “hocanın oğlu Hasan Ağayı tanırım” dedim. Bu zat o zaman mendup, yani milletvekili idi. Jandarma benimle geldi, ona gittik. Bana kefil olup olmayacağını ondan sordular. O da beni tanıdığı için “olurum” dedi. Beni serbest bıraktılar. O gece Hasan Beyde misafir kaldım. Sabah beraber bayram namazına gittik. Kahvaltıdan sonra Hasan Bey: “Seninle Konener’in yanına gidelim. Ona seni Türkiye’ye teslim etmemesini, burada bırakılmanı söyleyeyim” dedi. Çünkü kanunen Türkiye’ye gönderilmem gerekiyordu. Fakat tahsilim bitmemişti. Askerliğim de gelmişti. Türkiye’ye dönmem halinde beş sene(2) askerlik yapacaktım ve tahsilimi tamamlayamayacaktım. Bu sebeple Türkiye’ye dönmek istemiyordum. Hasan Bey ile Konener’in konağına doğru giderken, kaymakam ve hâkim ile karşılaştık. “Hasan Bey, seninle bayramlaşmaya geliyorduk” dediler. Bunun üzerine Hasan Bey onlarla beraber eve döndü. Haco adındaki 18 yaşlarındaki kardeşini benimle gönderdi. Bu çok gözü açık sevilir biri idi. Beraber Konener’e gittik. O içeri girdi. Bana dışarıda beklememi söyledi. Sekiz-on dakika sonra çıktı. Bana: “Serbestsin. Seni Türkiye’ye teslim etmeyecekler” dedi.
Amud Medresesine Dönüş
Bunun üzerine Amud’a eski medreseme döndüm. Baktım ki hiç talebe kalmamış. İngilizler evlerde arama yapmışlar, halkın yiyeceklerini toplamışlar. Ancak kendilerine yetecek kadar zahire bırakmışlar. Bu sebeple talebeler dağılmışlar. Bazı yerlere başvurdumsa da, talebe barındıran yer bulamadım. Türkiye’ye dönmeye karar verdim.
Şeyh Ahmed-i Haznevi Hazretlerini Ziyaret
Sonra, Şeyh Ahmed-i Hazne’yi(3) ziyaret etmediğimi hatırlayınca, onu ziyaret edip, sonra Türkiye’ye dönmeye karar verdim. Bu amaçla Hazne’ye gittim. Burası, bulunduğum yere takriben on iki saatlik bir mesafede idi. Yaya olarak yola koyuldum. Yolda giderken “Tahsilimi devam ettirebileceğim bir yere gönderilmemi isteyeceğim. Gönderirse, tarikatına girerim. Aksi halde hakiki şeyh olmadığını anlar, tarikatına girmem” diye bir duygu kalbime geldi.
Şeyh o zaman Hazne köyünde kalıyordu. Mağrib(Akşam) ile yatsı arasında oraya yetiştim. Camiye gittim. Şeyh efendiyi mağrib namazını kıldırmış, arkasını mihraba çevirmiş, cemaate sohbet ediyor buldum. Cemaatten bazıları diz üstü oturmuş, bazıları ayakta el bağlı duruyorlardı. Ben gittim, Şeyhin elini öptüm. Bana “gözüm üzere geldin” dedi. Beni mihrabda kendisinin sol tarafına oturttu. Sohbetlerin de şöyle buyuruyordu: “Bir mürit şeyhine tamamıyla teslim olmazsa, şeyhi Şah-ı Nakşibend olsa dahi fayda vermez. Bugünkü insanlar haramdan sakınıp, vacipleri yaparlarsa, eski insanların yaptıkları nafile ibadetlerinden daha efdal amel etmiş olurlar.”
Zaman zaman başını kaldırıp, yatsı namazı için gelip ayakta el bağlı duranları görünce oturmaları için onlara işaret veriyordu. Yatsı namazı kılınıp Şeyh camiden çıkınca, bir grup müridân, arkasında el bağlayıp evine kadar refakat ettiler. Bu şekilde davranmak onların adetinden idi. Bu hal iki gayeye matuftu. Birincisi varsa tavsiyelerini dinlemek, ikincisi bazı sorular sorup istifade etmek.
Bir sabah ben de refakatçi gruba katıldım. Evinin kapısına kadar şeyhin arkasından gittim. İçeri girmeden elini öpmek istedim, elini çekti. “Hayırdır” dedi. Ben “Türkiye’den buraya okumak için geldim. Fakat bu memleketin garibi olduğum için okuyacak yer (medrese) bulamıyorum. Şeyh efendinin beni okuyacağım bir yere göndermesini istiyorum” dedim. “Niçin erken gelmedin?” dedi. İçeri girip kapıyı kapattı. Ben bunun üzerine biraz ümitsizlendim. Oraya yakın bir köyde ders veren bir hoca vardı. Yanlış hatırlamıyorsam ismi Ubeydullah idi. Biraz da tarikata itiraz edenlerdendi. Onun yanına gitmek için yola çıktım. Fakat kalbime bazı hatıralar, düşünceler gelince, geri dönüp tekrar Hazne’ye geldim. O gece de Hazne’de kaldım. Ertesi gün Hiva Köyünde bulunan Şeyh İbrahim Hakkı’nın yanına gitmek istedim. Evvelki gün gibi tekrar çeşitli fikirler aklıma geldi, gene yoldan geri dönüp o gece de Hazne’de kaldım. İzin almadan gittiğimden dolayı gitmeye muvaffak olamıyordum.
Bu defa izin alıp öyle gideyim diye niyet ettim. Sabah namazından sonra, şeyhe refakat eden cemaate katılıp, şeyhin kapısına kadar gittim. Elini öpmek istedim. Yine önceki gibi elini vermedi. “Hayırdır?” dedi. “Şeyh efendi izin verirse, gideceğim” dedim. “Gitme. Seni bir yere göndereceğiz” dedi. Camiye döndüm. İki gün sonra Şeyh Efendi bana: “Daha da sabret” dedi. Ben de köyün etrafında gezinirken, Şeyhin halifesi olan Şeyh Abdurrezzak’ın bazı talebe ve müridleriyle Şeyhin ziyaretine geldiklerini gördüm. Ertesi gün ikindiden sonra cami insanlarla doldu. Şeyh efendi yüksek sesle “Molla Mehmet Emin-i Çermîkî, Molla Abdurrezak’tan sana ders vermesini istedim. Kabul etti. O seni okutacak” dedi. Zaten evvelden de beni bu zata göndermesini kalben istiyordum. Çünkü bu zatın yanında iyi tahsil vardı. Biraz sonra o zat camide yanına geldi. Bana: “Şeyh Efendi sana ders vermemi emretti. Sen talebelerle yarın köye git, ben de birkaç gün sonra gelirim” dedi. Bende kendisine: “Kalbimde vaad etmiştim ki şeyh beni tahsil için bir yere özellikle size gönderirse onun hakiki şeyh olduğunu anlar tarikatına girerim. Şimdi aynen öyle oldu. Ben tarikata girmek istiyorum” dedim. O da, “o halde bu gece burada kal, tarikata girersin. Yarın da teveccüh(4) var, ona da katılırsın” dedi. Öyle yaptım.
Şeyh Haznevi’nin Teveccühü
Pazartesi günü kimse bir şey yemeden kaba kuşluk vakti camiye girildi. Perdeler çekildi. Gözlerin kapalı olması ikaz edildi. “Şeyh yanınıza gelip sizi sallasa, siz de muvafakat edip sallanın. Ağzına üfürürse, ağzınızı açar nefesini yutarsınız” denildi. Daha sonra şeyh içeri girdi. Bu arada “gözlerinizi kapatın. Şeyh geliyor” diye seslenenler oldu. Gözlerimiz kapalı mihraptan şeyhin sesini işitiyorduk. Evvela “Medet ya Allah” dedi. Sonra “Medet ya Rasulullah” dedi. Ebubekir-i Sıddık’tan başlayıp kendi şeyhi Hazret’e(5) kadar sıra ile sâdâtları çağırdı. Böyle çağırırken, insanlar kendilerini tutamayıp ağlaşıyorlardı. Yüksek sesle ağlayan, bağıran çoktu. Daha sonra şeyh, müridleri teker teker gezerek, her birinin haline göre ya bir ayet, ya bir beyt söyledi. Teveccühten sonra kahvaltı yapıldı.
Harp ve Kıtlık
Biz de izin alıp Kamışlı’ya gittik. Bende bir aşk hâsıl oldu. Gece uykum gelmiyordu. Yolda karşılaştığım açık giyimli gayri müslim kadınlar bana bir hayvan gibi geliyordu. Bazen "keşke tarikata girmeseydim" diye düşünüyordum. Çünkü daima virdler ve tarikatla kafam meşgul olduğundan, tahsilimi devam ettiremeyeceğimden endişe ettim. Az bir zamanda o hal geçti.
Fakat yiyecek madde olmadığından dolayı herkes telaş içinde idi. Hocaefendiye de Türkiye’den misafirler gelmişti. Türkiye’de de kıtlık vardı. Bu huzursuzluktan dolayı hocaefendi talebelere ders veremiyordu. Daha sonra talebeleri dağıttı. Sadece beni ve bacısının oğlunu bıraktı. Çok nadir fırsat bulup ders okuduğumda Cami’den beş yaprak okuyordum.
Okumayı kökten terk etmiş gibi olduk. Yiyecek bir şey yoktu. On sekiz gün sadece hurma ile idare ettik. O zaman arpalar yetişti. Arpalar biçildi. Ondan ekmek yapılmaya başlandı. Ben de hocama vekâleten harmanlara gider, hocamın hissesini alırdım.
Medrese’den Ayrılış
Bir taraftan köy sahibinin yazı işini de yapıyordum. O kadar engeller oldu ki, iki buçuk senede zar zor Cami kitabını bitirebildim. Türkiye’ye dönmeye karar verdim. Bir türlü hocam bana izin vermiyordu. Zaman zaman kolumdan tutar, dışarıda gezdirirdi. “Seni evlendireyim. Talebelerin dersini sana havale edeyim gitme” diyordu. Fakat ben dönmeye kararlıydım. Özür beyan ediyordum. Hocamdan umutsuz olunca, Hazne’ye gidip Şeyh efendiden izin istedim. “İzin veriyorum, yeter ki tahsilini tamamla. Türkiye’de olsun, Suriye’de olsun tahsilini yap yeterli” dedi. Hazne’den dönünce hocama durumu söyleyip vedalaştım. Malum, hocam Şeyhin halifesiydi. Şeyh izin verince onun da bir itirazı kalmadı. Fakat ayrılışıma hüngür hüngür ağladı. Ben de ağladım.
Suriye’de ilk tahsil gördüğüm medresenin bulunduğu Amud nahiyesine gittim. Türkiye Diyarbakır vilayetinin Silvan kazasına bağlı Halden köyünden bir kişi buraya Şeyh Sadaka adlı şeyhinin ziyaretine gelmişti. Bana Türkiye’ye dönüşümde yolda rehberlik yapar diye yanına gittim. Onu şeyhle konuşur buldum. Şeyh ona sakal bırakmasını tavsiye etti. O da “hanımım razı olmuyor” diye reddedince Şeyh, “sakal dini bir şeydir. Hanım buna karışamaz. Dinimiz bize bir sermayedir. Madem tavsiyelerim yapmıyorsun daha yanıma gelme” diyerek tard etti.
Şeyh Sadaka’yı Ziyaret
Şeyh Sadaka, 100 yaşından fazla idi. Medine eşraflarındandı. Zamanında Medine’den İstanbul’a sürgün olarak gitmiş. Sultan Abdülhamit zamanında bir müddet Şeyhülislamlık da yapmış bir zat idi. Müritlerinin beyanına göre Şeyh Ahmed-i Gümüşhanevi ile Bitlis’te Hazret lakabıyla meşhur Şeyh Diyaüddin gibi zatların da yanında kalmış. Elini öptüm. Türkiye’ye döneceğimi söyleyip bana dua etmesini istedim. “Giderseniz Şeyh Halef’e söyleyin, Şeyh Yahya ile bize iki teneke yağ göndersinler” dedi. Gece saatlerinde kaçak olarak hududu geçtik.
Türkiye’ye Giriş
Molla Ali isimli bir arkadaşımla beraber Mardin’in Hurs köyüne gittik. Yorgunluktan takatten düşmüştük. On iki saatten ziyade yaya yol yürümüştük. Şeyh Sadaka’nın müridi ile birlikte üç kişi idik. Hurs köyünden sonra yolumuz üzerindeki bir köye gittik. Köyün yaşlı bir imamı vardı, ona misafir olduk. Bize bulgur pilavı ikram etti. “Yavrularım ayakkabılarınız topukludur. Hâlbuki melekler ayaklarınızın altındalar. Onları incitiyorsunuz” dedi. Ertesi gün Şeyh Sadaka’ın halifesi olan Şeyh Halef’in evine gittik. Şeyhin iki teneke yağ istediğini tebliğ ettik.
Molla Abdullah Avini
Oradan Avina köyünde bulunan büyük ulemalardan, Merhum Bediüzzaman’ın medrese arkadaşı Molla Abdullah-ı Avini’nin yanına gittim.i O’nun yanında mantık ilmi okumaya başladım. Önce İsaguci risalesini ezberledim. Sonra bu kitap üzerindeki şerh ve haşiyelerden olan Hüsam Kati, Muhyiddin, Fenari ve Kavl-i Ahmet adlı kitapları okudum. İstiare ilminden Hüsameddin Risalesini, Ebubekir risalesini, Vad’ ilminden Semerkandi, Risaletu’l-Vadı, Ebubekri Suri, Münazara ilminden de Veledi adlı kitapları okudum.
Daha sonra ilk hocam olan Abdussamed’in yanında Münazara ilminden Uluğ ve Mesudi, Cami haşiyesi olan Abdulgafur-i Lari adlı kitabı okudum. Tekrar Molla Abdullah’ın yanında da Şerh-i Şemsi kitabını okudum.
İzdivac
Molla Abdussamet hocam beni evlendirmeyi teklif etti. Ben de “okumamı tamamlamak istiyorum. Sonra Mısır’a gidip Kur’ân’ı tecvid üzere okumak istiyorum, onun için evlenmek istemiyorum” dedim. Fakat ısrar etti. Ben de sözünden dışarı çıkamadım. Okumaya devam etmek şartıyla evlenmeyi kabul ettim. Bu arada okumama çok maniler çıktı. Bir köyde imamlığa başladım. Talebeler okutmaya başladım.
-Devam Edecek-
Fotoğraflar
1-Muhammed Emin Er Hocaefendi
2- Şeyh Ahmed-i Haznevi hazretleri
3-Şeyh Muhammed Sadeka hazretleri
Dipnotlar
(1)Hocaefendinin bahsettiği harp İkinci Dünya Savaşıdır. Suriye savaş öncesi Fransız işgalindeyken, Fransa’nın Almanya karşısında sukutu(1940 Haziranı) sonrası İngilizlerce işgal edilmiştir.
(2)Savaş yılları olduğu için askerlik süresi bu kadar uzundu.
(3)Şeyh Ahmed-i Haznevi: Suriye’nin Kamışlı kazasının Hazne köyünde doğan Ahmed-i haznevi hazretleri(V.1949) son devrin irfan kandilerindendir. Nurşinli Muhammed Ziyaeddin Hazretlerinin halifesi olup, çok insanları irşad eden büyük bir zattır. Rahimehullah.
(4)Teveccüh; Teveccüh daha çok Nakşbendîlikte kullanılan bir kavramdır. Teveccühün müridden mürşide doğru olanı "rabıta-i muhabbet" denilen şekildir. Mürid, mürşidinin rühaniyetine muhabbet yoluyla teveccüh edince mürşidin rûhaniyeti onun batınında feyz tesiri gösterir. Bu feyz, beşerî zaaf ve sıfatları izale ederek mürid, tedricen şeyhinin boyasına boyanır. Bu sevgi sonucu meydana gelen kalbî beraberlik, şahsiyet transferi ve aynîleşmeyi doğurur.(Prof. Dr.Hasan Kamil Yılmaz)
(5)Hazret; Abdurrahman Tagi hazretlerinin oğlu olan Şeyh Muhammed Diyaüddin hazretlerinin meşhur lakabıdır.
Bu yazıya yorum yazın
Bu yazıya gelen yorumlar.
DİĞER YAZILAR
MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-3
Bursa’da Bursa’ya Ayın 15 inde, Çarşamba günü gittik. Bu şehir, İstanbul'un güneyinde
MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-2
Türk’ün Gücü, Hindin Aklı, Arabın Mantığı Pazar günü saat 10’da edebiyatçılar ve
MERHUM EBUL HASAN EN NEDVİ’NİN TÜRKİYE İZLENİMLERİ-1
Kıymetli ziyaretçilerimiz geçen asrın son günü aramızdan ayrılan allame merhum Ebul Hasan e
MUSTAFA POLAT HOCAMIZDAN HATIRALAR
Takdim Kıymetli ziyaretçilerimiz, değerli bir alimimizin bir seydamızın bazı hatıralarını
ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-13
HOCAMIN VEFASI Hocamın çok dikkat çeken bir özelliği de vefa duygusu idi. Buna dair bir misal
ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-12
HOCAMIN İBADET YÖNÜ Bana desen ki; “hocam, ibadette nasıldı.” Derim ki; “namaz adamıy
ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-11
VAKIFLARLA BİR MÜZAKERE Hatırlıyorum, bazen Türkiye genelinden vakıflar “vakıf okuması
ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-10
HOCAMIN DERSLERİNDEN Diyanet İşleri eski başkanı Mehmed Görmez bey hocamı ziyarete gelmişti
ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-9
MUHTELİF HATIRALAR HAKİKATLARI HURAFELERLE ZAYİ ETMEMEK LAZIM "Benim bir arkadaşım bir şeh
ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-8
ŞERCİL POLAT AĞABEY Merhum Şercil Polat ağabey Erzurum’da nurları hocamla birlikte ve belki
ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-7
BABAM HACI MUSA EFENDİ Babam hayatı boyunca hocama hep destek olmuş, aynı davanın ızdırabıy
- ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-6
- ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-5
- ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-4
- ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-3
- ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-2
- ULU BİR ÇINARIN GÖLGESİNDE-1
- SEYDA MUHAMMED ZAHİD BAŞÇI HOCAMIZIN HATIRATI-7
- SEYDA MUHAMMED ZAHİD BAŞÇI HOCAMIZIN HATIRATI-6
- SEYDA MUHAMMED ZAHİD BAŞÇI HOCAMIZIN HATIRATI-5
- SEYDA MUHAMMED ZAHİD BAŞÇI HOCAMIZIN HATIRATI-4
- SEYDA MUHAMMED ZAHİD BAŞÇI HOCAMIZIN HATIRATI-3
- SEYDA MUHAMMED ZAHİD BAŞÇI HOCAMIZIN HATIRATI-2
- SEYDA MUHAMMED ZAHİD BAŞÇI HOCAMIZIN HATIRATI-1
- KIRKINCI HOCAMIZIN HATIRALARINDA 27 MAYIS
- SEYDA FETHULLAH AYTE EFENDİ’DEN BAZI HATIRALAR
- YAVUZ BÜLENT BAKİLER HOCAMIZDAN HATIRALAR-15
- YAVUZ BÜLENT BAKİLER HOCAMIZDAN HATIRALAR-14
- YAVUZ BÜLENT BAKİLER HOCAMIZDAN HATIRALAR-13
- YAVUZ BÜLENT BAKİLER HOCAMIZDAN HATIRALAR-12
- YAVUZ BÜLENT BAKİLER HOCAMIZDAN HATIRALAR-11
- YAVUZ BÜLENT BAKİLER HOCAMIZDAN HATIRALAR-10
- YAVUZ BÜLENT BAKİLER HOCAMIZDAN HATIRALAR-9
- YAVUZ BÜLENT BAKİLER HOCAMIZDAN HATIRALAR-8
- YAVUZ BÜLENT BAKİLER HOCAMIZDAN HATIRALAR-7
- YAVUZ BÜLENT BAKİLER HOCAMIZDAN HATIRALAR-6
- YAVUZ BÜLENT BAKİLER HOCAMIZDAN HATIRALAR-5
- YAVUZ BÜLENT BAKİLER HOCAMIZDAN HATIRALAR-4
- YAVUZ BÜLENT BAKİLER HOCAMIZDAN HATIRALAR-3
- YAVUZ BÜLENT BAKİLER HOCAMIZDAN HATIRALAR-2
Araf suresi 164.ayet
"İçlerinden bir topluluk, "Allah'ın helâk edeceği, ya da çetin bir azapla cezalandıracağı bir kavme ne diye nasihat ediyorsunuz" dediği vakit, o uyarıda bulunanlar dediler ki; "Rabbiniz tarafından mazur görülmemiz için, bir de belki günahlardan sakınırla
GÜNÜN HADİSİ
Îmân altmış kadar şu'bedir. Hayâ da îmânın bir şu'besidir.
BUHARİ,KİTÂBÜ'L-ÎMÂN, EBU HUREYRE(r.a.)'dan
SON YORUMLAR
- Bütün beytlerin tercümesini gönderebilir misiniz? sitede sadece son birkaç...
- Fıtrat, namaz, tevafuk, sırlar ve tüm bunların sahibi zişanı İlahi kusur...
- Selamünaleyküm İnternette mütalaalı risale i nur dersleri diye arama yapt...
- bu kıymetli yazıdan dolayı ahmed izz kardeşimize teşekkür ederiz çok mani...
- selamün aleyküm Ahmed kardeşimizi tebrik ediyor ve bu faideli tercümelerin...
- Yanında okuyan diğer öğrencileri; Molla Muhammed Kasori Molla Muhammed Era...
- Benim merhum babam Molla İbrahim Azizi de onun yanında icazeti tamamlamıştı...
- Teşekkürler. Sanırım Envar neşriyat idi.Tam hatırlayamıyorum.....
- Çok güzel bir çalışma Rabbım ilminizi arttırsın bu çalışmalarınızı...
- Merhaba, Ben Foliant yayınlarından uğur. Sizinle iletişim kurmak istiyoruz ...
TARİHTE BU HAFTA
ANKET
Sitemizle nasıl tanıştınız?
Yükleniyor...