Cevaplar.Org

SOLAKZÂDE SÂDIK EFENDİ (1884-1960) -1. BÖLÜM-

Solakzâde Sâdık Efendi, iki asra yakın köklü ve kültürlü bir mâziye sahip, kendi soyundan müderris, müftü, vaiz yetiştiren, yurdun fikir hayatına, İslâm fıkhına çok hayırlı hizmetlerde bulunan Solakoğullarının bir ferdi olarak 1302/1884 yılında


Nurgül Dere

nurguldere@gmail.com

2010-11-21 08:00:56

Solakzâde Sâdık Efendi, iki asra yakın köklü ve kültürlü bir mâziye sahip, kendi soyundan müderris, müftü, vaiz yetiştiren, yurdun fikir hayatına, İslâm fıkhına çok hayırlı hizmetlerde bulunan Solakoğullarının bir ferdi olarak 1302/1884 yılında(1) Erzurum'da dünyaya gelmiştir. Babası Ulemâdan Erzurum müftüsü olan Muhammed Hamid Efendi'dir (1332/1913). Büyükbabası ise zamanın en büyük ilim ve fikir adamlarından olup sadrazam Küçük Said Paşa(2) (1333/1914) gibi devlet adamları yetiştiren ve Erzurum'da Büyük Hoca diye anılan Solakzâde Ahmed Tevfik (1313/1895) Efendi'dir.

Bu kültürlü aile 1934 yılında çıkarılan soyadı kanunundan sonra "Solakbay" soyadını almışlardır. Sâdık Efendi "Solakbay" soyadını seçmelerinin sebebini şu şekilde açıklar: "Dedem Ahmed Tevfik Efendi'nin babası Hacı Lütfullah Ağa (1237/1821) yarımkan Arap atı besler ve beslediği bu atlarla Erzurum ve çevresinin geleneksel atlı sporlarından cirit oyunlarına katılırmış. Cirit sopasını sol eliyle tutup attığından kendisine solak, çocuklarına da solak'ın oğlu anlamına Solakzâde denilmiştir."

EĞİTİMİ

İlk hocası Sâlih Efendi adında bir zattır. Henüz dört yaşında iken Kur'ân-ı Kerim'i okumayı ve yazı yazmayı Sâlih Efendi'den öğrenir. İlim tahsilinde Hacı Derviş Efendi adında bir Hoca Efendiden de istifade ettiği söylenmektedir.

Aklî ve naklî ilimleri dedesinden alan Sâdık Efendi'nin esas hocaları, dedesi Ahmet Tevfik Efendi ile babası Muhammed Hamid Efendi'dir. Sâdık Efendi daha küçük yaşta Erzurum İbrahim Paşa medreselerinde fahrî müderris olan dedesi Ahmet Tevfik Efendi'nin derslerine devam etmiş ve dedesinden çok istifade etmiştir. Ayrıca sekiz-dokuz yaşlarında iken ilm-i nahivden Molla Cami okumuştur.

1895 yılında dedesi Ahmet Tevfik Efendi'nin vefatı üzerine medresenin müderrisliğine babası Hamid Efendi getirilir. Ve böylece Sâdık Efendi, tahsilinin kalan kısmını babasından ders alarak tamamlar ve yine icâzetini babasından alır.

VAZÄ°FESÄ°

Sadık Efendi 1910 yılında 26 yaşlarında iken Erzurum Müftü müsevvidliği(3) görevine tâyin edilir. O sıralarda müftülük görevinde babası Muhammed Hamid Efendi bulunuyordur. 1913 yılında Erzurum Müftüsü olan babası Hamid Efendi'nin vefat etmesi üzerine, müftülük makamına Sâdık Efendi getirilir. Bununla birlikte babasının vefatı ile boşalan Erzurum İbrahim Paşa medresesi müderrisliği görevini de üzerine alır. Aynı zamanda, Mekteb-i İdadi(4) ve Mekteb-i Rüştiye'de(5) din dersleri verir.

ZORUNLU HÄ°CRET

Sâdık Efendi'nin bu hareketli günleri maalesef fazla sürmez. I. Dünya Savaşının başlaması dolayısıyla, 16 Şubat 1916 tarihinde Ruslar Erzurum'u işgal ederler. Müftü Sâdık Efendi mecburen Erzurum'dan göç etmeye karar verir. Kendisine tahsis edilen bir at arabası ile ordumuzun at birliklerinin Erzurum'u terk ettiği bir sırada o da ailesi ile birlikte Erzurum'u gözyaşları ile terk eder. Erzincan ve Sivas üzerinden Kayseri'ye ulaşır. Bir müddet Kayseri'de kalan Sâdık Efendi'nin orada ne kadar kaldığı bilinmemektedir. Kayseri'den sonra Konya'ya geçer, bir müddet de orada kalır. O sıralarda kendisine Konya Müftülüğü teklif edilir, fakat o, gördüğü bir rüya üzerine bu teklifi reddeder. Bunun üzerine yine ailesi ile birlikte İstanbul'a gider. Dâru'l-Hilâfe'de(6) dersler veren Sâdık Efendi çeşitli ilim çevreleri ile de temaslarda bulunur. Tam bir yıl on dört gün süren hicret yolculuğunda çeşitli sıkıntılara katlanan Sâdık Efendi, Rusların Doğu Anadolu'dan çekilmeleri üzerine 1917 yılında Erzurum'a geri döner.

SAVAÅžIN AÄžIR FATURASI

Sâdık Efendi, Erzurum'a döndüğünde yüreklerin dayanamayacağı bir manzara ile karşılaşmıştı. Şehir, Ruslar ve Ermeniler tarafından yakılıp yıkılmıştı. Savaştan önce 70.000 nüfusa sahip olan Erzurum, savaş sonrası 8.500 nüfusa düşmüştü. Halk, savaş, yokluk ve hastalıktan ölmüş ve birçoğu da göç etmek zorunda kalmıştı. Yine çok acıdır ki Müftü Sâdık Efendi sokaklara atılan kendisine ait kitapları çöp yığınlarından toplarmış.

Evet, Sâdık Efendi, Erzurum'a dönmüştü fakat hayat normale dönmemişti. Ermenilerin vahşetine karşı koyduğu gibi halkı da buna teşvik ediyordu. Erzurumlular hicret etmeyi seçiyor, Sâdık Efendi ise halka göç etmemelerini, gerekirse evlerinin önünde ölmelerinin daha iyi olacağını telkin ediyordu.

MİLLİ MÜCÂDELEYE KATKILARI

"Bilindiği gibi, Anadolu'nun parçalanmasını öngören Mondros Mütareke'si 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanmıştı. Bu anlaşma ile Doğu Anadolu'da Büyük Ermenistan Devleti'nin kurulması hayalleri kuruluyordu. Asırlarca Müslüman Türklerin yurdu olmuş bu vatan parçası Ermenilere bırakılamazdı. Bu durum muvacehesinde Müftü Sâdık Efendi ve bir grup vatanperver Erzurumlu, dinî ve insanî bütün haklarını korumak için harekete geçtiler. 3 Mart 1919'da Erzurum'da Vilâyât-ı Şarkiyye ve Müdafâyı Hukuk-u Milliyye Cemiyet'ini kurdular. Müftü Sâdık Efendi Türkiye Cumhuriyeti'nin temelini teşkil eden bu cemiyetin kurucuları arasında yer aldı ve başkan yardımcılığında bulundu. Adı geçen cemiyet 19 Mart 1919'da kuruluş gayesini açıklayan ve tarihe ışık tutacak çok önemli bir beyanname yayınladı. Müftü Sadık Efendi'nin bu beyannamede imzası vardır. (…) Yine Mondros Mütarekesi hükümlerine göre Türk Ordusunun silahlarını galip sayılan devletlere bırakması gerekiyordu. O zaman Erzurum'da bulunan 15. Kolordu'nun silahlarını da galip devletler teslim almak için Erzurum'a gelmişlerdi. O sırada 15. Kolordu'nun başında Kâzım Karabekir Paşa bulunuyordu. Kâzım Karabekir Paşa, bu heyeti mütemadiyen oyalıyor ve silahları teslim etmek istemiyordu. Müftü Sâdık Efendi, Kâzım Karabekir ile işbirliği yaparak bu konuda halkın Karabekir Paşa'ya yardımcı olmalarını sağladı. Tarihe mal olmuş olan bu gerçeği Karabekir Paşa, İstiklâl Harbimiz adlı eserinde, uzunca anlatmaktadır. Yine bilinen bir gerçektir ki, Kâzım Karabekir Paşa teslim etmediği bu silahlarla Ermenileri tepeledikten sonra adı geçen silahlar batı cephesine gönderilmiş ve kesin zaferin elde edilmesinde büyük rol oynamıştır."

Anadolu Kurtuluş Harekâtında Sâdık Efendi'nin birçok hizmeti olmuştur. 7 Haziran 1920 tarihinde Kâzım Karabekir Paşa, şark cephesi komutanı olarak Erzurum'a gelmişti. Kâzım Karabekir Paşa'ya yardımcı olan Sâdık Efendi, Erzurum'un en büyük yapılarından olan tarihi Ulu Camii boşaltarak ordunun emrine verir. 11 Haziran 1920'de Müdafa-i Hukuk Cemiyeti merkezi tarafından yayınlanan ve halkı, orduyu desteklemeye çağıran tarihi beyannameden binlercesinin en ücra köylere kadar dağıtılmasını sağlar ve yine aynı tarihte verdiği bir fetva ile "Düşmanla savaşan ordumuza yardımın farz" olduğunu halka duyurmuştur. Aynı zamanda ordunun yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını karşılamak üzere komiteler kurup, toplanan malzemelerin cepheye ulaşmasını da sağlamıştır.

DOÄžU'DA KOMÃœNÄ°ZM PROPAGANDALARI

Savaş bitmiş fakat şimdi belki de savaştan daha derin yara ve izler bırakacak başka bir tehlike başlamıştı. Azerbaycan, Revan, Tiflis ve Gürcistan'ı hâkimiyeti altına alan Sovyet Rusya 1921'lerde Türkiye üzerinde özellikle doğu bölgesinde Bolşevizm propagandalarını artırmaya başlamıştı. Amaç, ülkeyi içten yıkmak, mâneviyâtı yok etmekti. Sâdık Efendi, şüphesiz bu durumdan çok rahatsızdı. Bu komünist gruplara karşı Sâdık Efendi ve bir grup "Erzurumlular Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafa-i Hukuk Cemiyeti"ni kurarlar. Bu cemiyet, dört maddelik bir nizâmnâme yayınlayarak Türkiye'de bir ilki gerçekleştirerek komünizm ve dinsizlikle mücadeleyi başlatmıştır. Sâdık Efendi, komünizm ve dinsizlik cereyanına karşı, halkı uyanık tutmaya çağıran bir beyanname de hazırlayarak, cemiyetin bütün faaliyetlerine katılmıştır.

SİYASÎ GÖRÜŞÜ

Erzurumlu Mustafa Necati Efendi anlatıyor: "Müftü Efendi'nin dünya ahvalinde, siyasi hayatta da çok bilgisi vardı ve basireti açıktı. Siyasî kimseleri de çok iyi tanırdı. Erzurum Kongresi'nin yapıldığı günlerde, kuva-yı milliye başlayacak heyecanı içinde bulunan pek çok kimselere, "Herkese kapılmayın. Bu kimselerden sakının. Sizin umduğunuz şahıslar değildir. Mehdi diye sarıldığınız kimselerde Mehdi sureti yoktur. Mehdi gözü böyle olmaz. Mehdi'nin yüzünde nur vardır, dikkat edin. Ben nur değil, ateş görüyorum. Ateş aydınlatmaz, yakar, kül eder" diye ikazlarda bulunmuştur. Sonra söyledikleri aynen çıkmıştır.

Demokrat Parti kurulduğu zaman da şöyle demişti: "Muhalif bir partinin kurulması şarttır. Ama bu partiyi kuranlar bizim emel ve gayelerimizi tahakkuk ettirecek, tatbik edecekler demek değildir. Korktuğum odur ki, hükümetler değişir, ama hüküm yine aynı olur. Ona göre bu Celâl Bayar ve arkadaşlarına da pek öyle ümid bağlamayın…"

"Sâdık Efendi ömürleri boyunca devamlı surette Devlet-i Ebed Müddet felsefesine gönül vermiş ve "Ulul emr" fikrine çok büyük ölçülerde riayetkâr olmuştur. Anlatıldığına göre Erzurum'da şapka isyanında rol alan piyonlar (Bunun bir terkip olduğu iddia edilmektedir), Müftü Efendi'ye geldikleri zaman; "Ben katiyetle Allah'ın ve Hükümetin işine karışmam" cevabını alırlar. Yine bu düşünceden hareketle Erzurum'da bir isyanın ele başısı olan ve Erzurum'un Ali Suavi'si diye adlandırılan, büyük âlimlerden Hacı Şevket Efendi'ye de pek hoş nazarla bakmadığı anlatılmaktadır. Bütün bunlarla beraber Müftü Efendi, gerektiği zaman başını koltuğuna almaktan da katiyetle geri durmamıştır.

Demokrat Parti son aylarını yaşamaktadır. Mebuslardan birisi Müftü Efendi'ye gelerek partileri namı hesabına çalışmasını ister. Efendi Hazretlerinin cevapları kesindir; "Ben kürsüden ey cemaat-ı Müslimin, diyorum, ey DP'liler dememi mi bekliyorsunuz?" der. Mebus Efendi hemen Ankara'ya koşarak Müftü Efendi'yi azlettirmek peşine düşer. Ancak devrin Diyanet Reisi haysiyetli birisidir. "Ben ancak Pırlanta Müftünüzü (Müftü Efendi'nin özel ünvanlarından birisi de Pırlanta Müftü'dür.) daha büyük bir şehre tayin edebilirim" diyerek Konya Müftülüğüne atar. Müftümüzün vakarından tavizi yoktur. Hadiseyi öğrenir öğrenmez hemen emekliliğini talep eder. Bugünlerde ihtilal olur, parti bu ve benzeri hatalarının cezasını görür ve böylece memleketimizin başı da büyük dertlere girmiş olur."

ÇEŞİTLİ HİZMETLERİ

Rus işgali ve Ermeni zulümâtı sonucu harabe haline gelen Erzurum'un imarında da çeşitli hizmetler yapmış olan Sâdık Efendi, 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet'in ilanından sonra camii, mescit ve medreselerin tamir ve bakım işlemleriyle bizzat ilgilenmiş, birçok tarihi eserin yok olmasını önlemeye çalışmıştır.

Sâdık Efendinin Erzurum'a iki büyük hizmeti daha olmuştur.

"Bunlardan birincisi; babasından ve dedesinden kendisine intikal eden bir gelenektir. Bu da Kur'ân-ı Kerimi vaaz u nasihat yoluyla tefsir ederek ve camideki cemaate anlatarak hatmetme geleneğidir. Dedesi Ahmet Tevfik Efendi Kur'ân'ı halka böyle anlatmış, babası Hamid Efendi aynı şeyi yapmış ve kendisi de aynı geleneği sürdürmüştür. Müftü Sâdık Efendi, dedesinin yarım bırakarak babasının tamamlayamadığı hatmi bitirdikten sonra, Lâlâ Paşa Camii kürsüsünden cemaate anlatarak bu şekilde iki defa hatmetmeye muvaffak olmuş üçüncüyü ikmal etmeye ömrü vefa etmemiştir. Bu çok önemli bir hizmettir. Bu tip vaaz u nasihatin özel bir cemaati vardı. Kur'ân'ın muhtevasını öğrenmek isteyen cemaat bu ilmi sohbetleri asla kaçırmak istemiyordu.

Merhumun ikinci önemli hizmeti ise; Erzurum'umuzda hâlâ devam ettirilmeye çalışılan 'Bin Bir Hatim' geleneğidir. Bu ulvi hizmet Pîr Ali Baba adında sâlih bir zat tarafından başlatılmış ve Erzurum'da dinî bir gelenek haline gelmiştir. Birinci Cihan Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında kesintiye uğrayan 'Bin Bir Hatim' faaliyetleri Müftü Sâdık Efendi'nin girişimi ile 1937 yılında yeniden başlatılmış ve halen devam etmektedir."

İLMÎ YÖNÜ

Bütün hayatı tedris ve tenvir ile geçen Sâdık Efendi, Arapça ve Farsça'yı ana dili gibi biliyor, yine bu dillerde şiir bile yazıyordu. Evet, Sâdık Efendi, edebiyatla da ilgileniyordu. O'nun ilmî ciheti anlatmakla bitmez, çünkü birçok ilim dalında –Hadis, Tefsir, Kelâm, Sarf, Nahiv, Bedr-i Beyan, Mantık ve İslâmî ilimlerde– uzmanlık seviyesinde bir bilgiye sahipti. Ama Sâdık Efendi'nin adı özellikle mantık ve kelâm ilmi ile anılıyordu. Cemalettin Server Revnakoğlu O'nun için: "…Solakzâde Erzurum'da ve Din mevzuatında yalnız bir âlim değil, bir alemdi… Gezen konuşan bir kütüphane idi… Kendisi ile yıllarım beraber geçti. Her halini yakinen bildiğim için söylüyorum. O'nun göçmesi ile Erzurum'da bir kubbe çöktü. Bir dünya değişti. Hem öyle azametli bir kubbe ki bu gün harcını hamurunu yapacak yok…" diye bahseder. Yine Revnakoğlu şöyle devam eder: "Bu satırları sarsılmış kalbimle alt alta sıralarken Şekspir'in bir sözünü hatırlıyorum. O der ki: "Allah onu yarattı. Fakat kalıbını kırdı; başka kuluna kullanmadı" İşte bu Müftüler Müftüsü, bu faziletler numunesi, böyle kalıbı kırılmışlardan biri idi. Benzerini göremedik."

Şüphesiz Solakzâde Sâdık Efendi'yi en iyi tanıyanlardan biri Revnakoğlu'dur. O'nun ilmî şahsiyeti ile ilgili şunları da söylemektedir: "…Bu uyanık fikirli, bu altın kafalı insanın şahsiyet ve meziyeti yalnız bir noktaya inhisar etmiyordu. Üstün tarafları sadece Şark ve İslâm Kültürü'nün değerli bir temsilcisi olmaktan ibaret değildi. İhtisas ve imtiyazı, yalnız mensup bulunduğu bu sahanın muayyen mevzuları üzerinde sıkışıp kalmamıştı.

Bilgisi, görgüsü, çok geniş ve şümullü idi. Bunun için klasik çerçeveyi genişletebilmiş, zarfı yırtmış, şer'i ilimler hududunu aşmış ve dünya işlerinde muhafazakâr olmayı pek doğru bulmamıştı. Zira kültür ve edebiyatı ile ve bundan ötürü ana dili haline getirdiği Arapça, Farsça ve Eski Âzeri Türkçesi başta olmak üzere eski ve yeni dil işlerinden, mantık ve felsefeye, ruhi ve içtimai ilimlere, tarih ve edebiyattan, mizah ve şathiyata, hatta kuvvetli ve nadide hicivlere kadar kitaba girmiş, şifahi dilde yer tutmuş ne varsa hepsini ilim gözü ile inceleyen, didikleyen adamdı. Bedii zevkin ve estetiğin de ne demek olduğunu iyi anlamıştı. Bu sebeple şiir nazım sanatını da fikir ve felsefe kadar benimsemişti. İlmi ve ciddi çalışmaların dışında kalan zamanlarında bu güzel sanatın incelikleri ile uğraşmış, mazmunlar ile oynamış, nükte ve cinas yapmış, yerine göre mizah ve latifeye de yer vermişti. Kendine pek yakışan rindane neş'esi, nükte ve zarafetten hoşlanması, babası gibi ara sıra manzum denemeler yapması, bundan ileri geliyordu."

Sâdık Efendi aynı zamanda doğunun ve batının önde gelen fikir adamlarını da çok iyi araştırmıştı. Batıdan en çok beğendiği isim Paskal, doğudan ise Sadi Şîrazi, İmam Gazali, İbrahim Hakkı Hazretleri, Muhyiddin Arabî Hazretleri ve Mevlana'yı bunlar arasında sayabiliriz. Çok geniş bir tarih bilgisine sahip olan Sâdık Efendi'nin, Vâkıdi'den Kâmil'e, İbn-i Hâldun'dan Eyliya Çelebi'ye, Naima ve Raşid'den Ahmet Rasim ve Ahmet Refik'e kadar araştırmadığı kaynak kalmamıştır. Özellikle Cemalettin Revnakoğlu'nun bahsettiğine göre Cevdet Paşa'nın Tarih-i Cevdet'inin kenarlarını Sâdık Efendi haşiyelerle doldurmuştur.

Sâdık Efendi, yetiştirdiği talebelerine verdiği derslerde mantık ilmine ağırlık verirdi. "Mantık ilmini iyi bilmeyen hiçbir ilimde başarılı olmaz" diyen Sâdık Efendi, o mantığı bütün ilimlere uygulardı. Gazzali'nin (ö. 555/1111) "Mantık ilmini bilmeyenin ilmine itibar yoktur." sözünü sık sık tekrarlardı. Buna mukabil derslerinde mantığa fazla ağırlık verdiği için zamanında tenkit edilmiştir.

Erzurum'da mevcut ve faaliyetlerini sürdüren çeşitli medreselerde ders veren Sâdık Efendi, "Erzurum Daru'l-Hilâfe"de(7) dersler verip aynı zamanda da idarecilik yapmıştır.

YetiÅŸtirdiÄŸi Talebeler

Sâdık Efendi, Arapça derslerini gizli bir şekilde vermek zorunda kalıyormuş, çünkü şiddetli yasak varmış. Daha fazla adam yetiştirmesine önce Harb-i Umumi'deki hicret, sonra da dinî tedrisata getirilen yasaklar mani olmuş. Erzurumlu Mustafa Necati Efendi anlatıyor: "Hoca Efendi bana müftülükte ders okutuyordu. Ders esnasında odanın kapısını kilitlerdik. Sanki fetva üzerine çalışıyormuş gibi, yanımıza fetva kitapları alırdık. Kapıcıya da gelen olursa haber ver diye tenbih ederdik… Bazıları, Hoca neden fazla talebe yetiştirmedi, diye sorar. Yahu, ben kâtibiyken, bana ders okuturken bile böyle tedbirler alırdık. Nerde kaldı, dışarıdan talebe gelecek!" Sâdık Efendi de bu durumu çok üzülür ve şunları söylermiş: "Düşmanı gördük, göçler yaşadık. İşgalden sanki kurtulduk. Ama şimdi de dinî işgal var. Gençlere dinimizi öğretmekten korkuyoruz… Adamı işten atmakla kalmaz, bir de sürgüne gönderip, perişan ederler…"

Halk Partisi döneminde dine karşı olumsuz icraatların yaşandığı sıralarda yaşadığı bir hâdiseyi Muzaffer Arslan ağabey şu şekilde anlatıyor: "Erzurum müftüsü Solakzâde Sâdık Efendi müftülükte Arapça okutuyordu. Şikâyet etmişler. Yetkililer demişler ki; "Hocam! Arapça öğretmek yasak. Sen devlet memurusun. Bu yasağı nasıl çiğniyorsun?" Demiş ki; "Kabir kapısına geldim. Yerime adam yetiştirmeye çalışıyorum. Benim yerime adam yetiştirecek senin okulun varsa tamam, okutmayayım!" Halk partisi zamanında da ne İmam Hatip, ne Kurs var. Bir şey diyememişler."

"Çeşitli Hizmetleri" bölümünde de geçtiği üzere Lâla Mustafa Paşa Camii Şerifi'nde Cuma günleri ikindiden sonra Tefsir, Hadis ve Siyer dersleri verirdi. Zamanında şöhret yapmış, icâzet almış birinci sınıf ulemânın, tanınmış müderris ve müftülerin birçoğu Sâdık Efendinin bu derslerine devam ederek yetişmiştir. İşte bunun için Solakzâde'den icâzetli bulunmak, çağın bilginleri arasında övünülecek bir imtiyaz olmuştu.

Maddî İlimlerdeki İrfanı

Sâdık Efendi'nin ilmî yönüne bir misali Sıtkı Aras anlatır: "…çocukluğum devamlı surette manevî âlemimizin kutbu olan Efe Hazretleriyle, maddî ilimlerin zirvesinde bulunan Sâdık Efendi'nin dolaylı sohbetleriyle dolup taşmıştı. 1957 yılında Erzurum'a geldiğim zaman maalesef Efe bir yıl önce Hakk'ın rahmetine göçmüştü. Dolayısıyla kendilerini görebilme şerefine eremedim. Sâdık Efendi'yse yaşıyorlardı. Bir ikindi namazında Lalapaşa Camii'nde konuşacaklarını işittim. Zaten Lalapaşa ile Sâdık Efendi isimleri birbirlerinde fenâ bulmuşlardı. Camiye gittiğim zaman, ön saflarda yer alan bir zat-ı muhterem heybetiyle, duruşuyla, vakarıyla, huşusuyla dikkatimi çekmişti. Âdeta Sîret-i Nebi'de sıkça dinleyerek hayalimde canlandırmış olduğum Hz. Ali'nin, Hz. Hamza'nın heybetleri karşıma dikilmişti. Namazdan sonra müteharrik bir çınar misali, ağır adımlarla kürsüye çıkan bu zat, vaazına başlamıştı. Konusu meleklerin ve cinlerin mevcudiyeti üzerindeydi. Ve şu şekilde materyalistlere meydan okuyordu. "Değil mi mikropları, mikroskop vasıtasıyla görerek inanıyorsunuz? Melekleri, cinleri ise göremediğiniz için inanmıyorsunuz? Geliniz bir hafta misafirim olunuz. Onların mikroskoplarını da ben sizlere göstereceğim." Evet, Sıtkı Aras'ın bu bahsettiği heybetli zat hiç şüphesiz Sâdık Efendi'dir. Aras, Sâdık Efendi'nin klasik vaizler gibi genellikle cehennem ateşinden –bir hâdise hariç– bahsetmediğini anlatır. O olayda şu şekilde gerçekleşmiştir: "Sâdık Efendi'nin çokça cemaatı olabilme şerefine nail olmuştum. Bir defa dışında hiç cehennem kelimesinden bahsetmiş olduğunu duymamıştım. Bu bahis de şu vesile ile olmuştu: "Hepiniz çobansınız ve sürünüzden mesulsunuz" hadis-i şerifinden bahsediyorlardı. Bir aralık buyurdular ki, "Siz Cennette olsanız bile eğer annenizin, babanızın, kardeşlerinizin, çocuklarınızın feryatları cehennemden geliyorsa, o Cennet başınıza yıkılmaz mı?"

Azrail Sorusu ve Ampul Misâli

İlmî seviyesinin yanında oldukça kuvvetli bir mantığa sahip bulunan Sâdık Efendi, en karışık mevzularda bile hiç zorlanmadan muhatabına cevaplar verip ikna edebiliyordu. Bunun bir örneğini Prof. Dr. Saip Tellioğlu yaşamıştır. Kendisi şunları anlatmaktadır: "Bir gün İhmal imamına (Erzurum'un büyük şahsiyetlerinden meşhur İhmal İmamı Hacı Mehmet Efendi) bir Albay, Azrail'in tek olduğunu fakat yüzlerce, binlerce insanın canının birden alındığını ve bunun nasıl olabileceğini sordu. Hoca Efendi Albay'ı müftüye gönderdi. Ben de konuya merak duyuyordum. Albayla birlikte gittik, Müftü Efendi tüm heybetiyle makamında oturuyordu. Albay aynı suali tekrarladı. Hiç düşünmeden Müftü Efendi tarafından verilen cevap çok çarpıcıydı. "Erzurum'da binlerce ampul bulunmaktadır, bunların hepsi Taşhan'da bulunan sadece bir düğme ile birlikte sönebilmektedirler." Cakalı bir şekilde Müftülüğe giren Albayımız, âdeta erimişti. Ve elini öperek Sâdık Efendi'nin yanından ayrıldı."

DÄ°PNOTLAR

1- "Müftü Sâdık Efendi'nin doğum tarihi hakkında farklı görüşler varsa da, bu farklılığı ortadan kaldıran merhumun kendi notlarıdır. Muhammed Sâdık Solakbay, kendi el yazısıyla yazdığı notlarında: "Büyük babam Ahmed Tevfik Efendi, 27 Şaban 1313 tarihinde Cumartesi gecesi vefat etti. O vefat ettiği zaman ben on bir yaşındaydım" der. Bu itibarla 1313'den 11 çıkarılınca, onun doğum tarihinin 1302/1884 olduğu anlaşılır."

2- Küçük Said Paşa, Sultan Abdülhamid'in sadrazamlarındandır.

3- Müsevvid: Müsveddeyi, ilk nüshaları yazan. Resmi dairede kâtip.

4- Mekteb-i İdadi: Orta tahsili veren mektepler hakkında kullanılır bir tâbirdir. Buna "idadiye" de denilirdi. Eskiden tahsil dereceleri sıbyan, rüşdiye ve dâr-ül-funun adlariyle üç derece iken Saffet Paşa'nın Maarif Nazırlığı zamanında çıkarılan 1286 (1869) tarihli nizamname ile rüşdiyenin üstünde olmak üzere idadi mektepleri de vücuda getirilmiştir. (Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1983, II, 34.) Ayrıca Osman Ergin'in "Türk Maarif Tarihi"nde şunlar kayıtlıdır: İdad'ın lûgat mânası; hazırlamak'tır. Kendisinden üstün bulunan her hangi bir mektebe talebe hazırlayan ve yetiştiren mekteplere denilmiştir. Meselâ 1254 (1838) de ilk defa rüşdiye mektebi açılmak istenildiği zaman onlara talebe yetiştirecek olan Sıbyan mektepleri'ne İdadi adı verilmiş olduğu gibi 1266 (1849) da açılan Darûlmaarif için de o civardaki Yeşil Mekteb'in idadi ittihaz olunduğuna arşiv kayıtlarında rastlıyoruz. (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, Eser Matbaası, İstanbul, 1977, I-II, 495.)

5- Mekteb-i Rüştiye: Şimdiki orta mektep derecesindeki mekteplere verilen addır. 1908 Temmuz İnkılâbından evvel tahsil dereceleri iptidaî, rüşdî, idadî ve âlî olmak üzere dört derece idi. Rüşdiye adıyla ilk mektep hicrî 1254 (1838) senesinde İstanbul'da açılmıştır. (Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1983, III, 65.)

6- Dâru'l-Hilâfe: İstanbul hakkında kullanılan tâbirlerden birinin adı idi. Hassaten Müslümanlar arasında İslâmbol, Dersaadet, Deraliye tâbirleri kullanıldığı gibi Dar-ül-hilâfe de istimal olunurdu. Hilâfet merkezi mânasını ifade eden bu tâbir "Konstatiniyye" gibi paralarda da kullanılmıştır. Bu adı taşıyan bilhassa iki sikke vardır ve ikisi de İkinci Sultan Mahmut'un saltanatı zamanında kesilmiştir. Her ikisi altın olan bu sikkelerin birincisi 15 inci, ikincisi de 16 ncı cülûs senelerinde basılmıştır. Birinde dâr-ül-hilâfet-üs-seniyye yazılı idi. Ahali bunlara "surre altını" derdi. Osmanlı payitahtının İstanbul'da maada isimleri 10 Temmuz İnkılâbından sonra terk edildiği halde dâr-ül-hilâfe tâbiri imparatorluğun ilgasına kadar kullanılmıştır. Meşrutiyet devrinde İstanbul medreselerine dâr-ül-hilâfe medreseleri denildiği gibi bir kısım matbaalar tarafından basılan kitaplar üzerine İstanbul yerine dâr-ül-hilâfe kelimesi yazılmıştır. (Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1983, I, 399.)

7- Yukarıda Meşrutiyet devrinde İstanbul medreselerine dâr-ül-hilâfe medreseleri denildiği notu düşülmüştü. Buna bir açıklama getirelim; ilk başlarda yalnızca İstanbul'da kurulan bu medreseler sonraları İstanbul'dan başka Anadolu ve Rumelinin 20 şehir ve kasabasında da yapılmıştı. Erzurum Daru'l-Hilâfe medresesi de bunlardan biridir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, I-II, 132-133.

FotoÄŸraflar

1- Solakzâde Sâdık Efendi

2- Kâzım Karabekir Paşa

3- Cemalettin Server RevnakoÄŸlu

4- Muzaffer Arslan

Devam edecek…

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

ŞEYH ALÂUDDÎN EL-OHİNÎ, HAYATI VE ESERLERİ-3

ŞEYH ALÂUDDÎN EL-OHİNÎ, HAYATI VE ESERLERİ-3

Yaşadığı Ortam Şeyh Alâuddîn, Osmanlı İmparatorluğunun son zamanları, Birinci Dünya Sa

ŞEYH ALÂUDDÎN EL-OHİNÎ, HAYATI VE ESERLERİ-2

ŞEYH ALÂUDDÎN EL-OHİNÎ, HAYATI VE ESERLERİ-2

Tasavvufi Yönü Şeyh Alâuddîn, evvela pederinin yanında Nakşibendî Tarikatına girmiştir. F

ŞEYH ALÂUDDÎN EL-OHİNÎ, HAYATI VE ESERLERİ-1

ŞEYH ALÂUDDÎN EL-OHİNÎ, HAYATI VE ESERLERİ-1

Nesebi Şeyh Alâuddîn el-Ohinî hicri 1299 (M.1881) yılında Bitlis’e bağlı Norşin (Güro

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -5. BÖLÜM-

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -5. BÖLÜM-

“Hasan Basri Çantay, tasavvufun ruhu ve ahlâkı üzerindeki etkilerinin görüntüsü olarak sâ

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -4. BÖLÜM-

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -4. BÖLÜM-

Türk Edebiyatının önemli şâirlerinden olan Hasan Basri Çantay, klasik formlarda yazılmış Å

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -3. BÖLÜM-

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -3. BÖLÜM-

TASAVVUFA OLAN İLGİSİ Hasan Basri Çantay çocukluğundan itibaren tasavvufa merak salmıştı

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -2. BÖLÜM-

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -2. BÖLÜM-

ÜSTAD MEHMED ÂKİF’LE DOSTLUĞU VE MİLLETVEKİLLİĞİ Büyük şâirimiz Mehmed Âkif’le ol

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -1. BÖLÜM-

HASAN BASRİ ÇANTAY (1887-1964) -1. BÖLÜM-

Son devrin önemli âlim ve entelektüellerinden olan Hasan Basri Çantay, çok yönlü kültüre sa

KONYALI MEHMED VEHBİ EFENDİ (1861-1949) -2. BÖLÜM-

KONYALI MEHMED VEHBİ EFENDİ (1861-1949) -2. BÖLÜM-

Şer’iyye ve Evkaf Vekilliğinden çekilen Mehmed Vehbi Efendi, hiçbir partiye girmeme konusunda

KONYALI MEHMED VEHBİ EFENDİ (1861-1949) -1. BÖLÜM-

KONYALI MEHMED VEHBİ EFENDİ (1861-1949) -1. BÖLÜM-

Şer'iye ve Evkaf Vekili bulunduğu sırada Vekâletin resmî atlı arabasına bir gün bile binmem

SOLAKZÂDE SÂDIK EFENDİ (1884-1960) -2. BÖLÜM-

SOLAKZÂDE SÂDIK EFENDİ (1884-1960) -2. BÖLÜM-

Eser yazmaktan daha çok talebe yetiştirmeye önem veren Sadık Efendi'nin ferâiz konusunda basıl

De ki: "Onlardan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarır. Ama siz yine de O'na ortak koşuyorsunuz."

En'am, 64

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Kur'an öyle bir servettir ki, O'nu elde edenin hiçbirşeye ihtiyacı kalmaz. O'ndan daha büyük bir zenginlikte bulunmaz.

Camiü's Sagir, 4:535, Hadis No:6183

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Fatih Donanmayı Haliç'e İndirdi.(22 Nisan 1453) *T.B.M.M. Açıldı.(23 Nisan 1920) *Yavuz Sultan Selim Padişah Oldu.( 25 Nisan 1512) *Çernobil Nükleer Faciası.(26 Nisan 1986) *Sultan II.Abdülhamid Han Tahttan İndirildi.(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI