MUHAKEMAT DERSLERİ-3
Ders: Muhakemat(3. Ders) İzah: Prof. Dr. Şener Dilek İzah Edilen Kısım;
Ders: Muhakemat(3. Ders)
İzah: Prof. Dr. Şener Dilek
İzah Edilen Kısım; Emma ba'd: Şu fakir, garib Nursî ki, Bid'atü'z-zaman lâkabıyla müsemma olmaya lâyık iken haberi olmadan Bediüzzaman ile meşhur olan bîçare; tedenni-i milletten ciğeri yanmış gibi feryad u figan ederek, ah!. ah!.. ah!.. vâ esefâ der ki.. v.d. (Muhakemat s. 9)
* Calib-i dikkat olan bir cümle var; "tedenni-i milletten ciğeri yanmış."Hakikat noktasında bu cümleyi derinliğine tefekkür ve tezekkür etmek zorundayız. Bir dava adamının, bir gönül insanının, din-i İslamiyeti ciddi iştiyak derecesinde seven, hayatına esas kabul eden bir müslümanın dünyasında o müslümanı diğer Müslümanlardan ayıran farklardan birisi de budur; Ciğerinin yanması, ızdırab, âlem-i İslamiyetin düştüğü şu perişaniyattan vicdanen kalben ızdırab çekmek. Dava adamının dünyası…
Cenab-ı Hak Kur'an gibi bir kitabı, Resul-ü Ekrem aleyhissalatu vesselam gibi bir peygamberi göndermiş. Din olarak Allah İslam'ı bize seçmiş, en şerefli ve en câmi bir din. İşte Rasulullah aleyhissalatu vesselamın hayatı ve İslamiyetin getirdiği ölçüler.. Ve bunlar içerisinde şu anda İslam aleminin düştüğü perişaniyat..
Mehmet Akif Ersoy Safahat'ında bir şiirinin başında Şimal Müslümanlarından birisinin bir ibaresini nakl ediyor. O âlim zat diyor ki; "Odama girdim; kapıyı kapadım; ağlamaya başladım: O gün akşama kadar İslam'ın garibliğine, Müslümanların inhitâtına ağladım, ağladım... "(bkz.Umar mıydın Şiiri, bu zat Şimal Müslümanlarından Atâullah Behâeddin efendi'dir.)
Şimdi İslam âleminin durumuna baktığımızda, insanın ciğeri yanıyor. Bu ızdırab ve elemin içerimizde olması gerekiyor. Bu elem ve ızdırab içerimizde olmazsa, ahir zamanın seyri içerisinde insanlar bağ bahçe, çift çubuk, makam, para, rütbe köşk ve saray önümüzü alıyor. Ömür bitiyor, nefes bitiyor, İslamiyet'e medar hakikat-ı marifeti, esasatı talim noktasındaki nakıslığımızın faturası işte ortadadır. Bu cihetle herkesin açıkçası derecesine göre mesuliyeti var. Allahu Teâlâ sorgular… Yani en son, en ekmel, en büyük din, en büyük peygamber, Kur'an, hakaik-i imaniye ve esasat-ı Kur'aniye, yüz binlerce evliya, asfiya, kâmillerden müteşekkil bir dinin müntesiplerinin ahirzamandaki perişaniyatı.
'Ciğeri yanmış' manasının üzerinde biraz daha durmak gerekir. Yani bir adamın dükkânına sel vurdu, deprem oldu, malı gitti. Köyde sürüsü var, üç beş hırsız aldı, koyunları çaldı. Adamın uykusu kaçıyor. Bir işe girdi, iflas etti, adamın nefesi kesiliyor. Şimdi insan İslam'dan uzaklaştı mı, nefes kesilmiyor. Hâlbuki ebedi ve sonsuz hayatın kaybı var. Bu, on sene, yüz sene değil, bu işin ortası yok. İmansız gidildi mi, geriye dönüş yok..
Paramıza canımıza malımıza bir musibet isabet ettiği zaman o musibet noktasından elimizi yüz yere atıyoruz. Bir hastamız var; 'acaba nereye götüreyim?' Türkiye bitti, para varsa, ta yurt dışına götürüyorsun, hem de bilâ tereddüt.
Peki, bu memlekette bu milletin İslamiyet noktasından yıkılışına karşı içimizde şunu duymamız lazım değil mi?; 'Benim ne yapmam lazım, bana terettüp eden görev nedir ve İslam'ı nasıl temsil etmem lazım? Bu manayı nasıl tebliğ etmem lazım" diye murakabe etmeli değil miyiz?
Yirmi yaşındaki genç üç beş kuruş kazanmak için çantasını alıyor, ta Çin'e gidiyor. Çince ve yabancı dil de bildiği de yok, sınama-deneme ne yapar ve satarım telaşı. Bakınız, üç günlük dünyada üç beş kuruş menfaati için ta Çin'e kadar giden bir enerji, bir gayret, dinin ilası ve ibkası için bir şey yapmazsa, o mesuldür. Dolayısı ile ümmet olarak hepimiz mesulüz…
*" İslâmiyetin mağz ve lübbünü terk ederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. (Muhakemat, s. 9) İslamiyetin mağzını, içini ve özünü terk ettik. Nazarımızı, himmetimizi zahirine ve kışrına bıraktık. Bakış ve mülahazalar çok önemlidir. Tezyif ve tahkir manasında değil, hakikatın önem kat sayısı.. İnsana önce saat mi lazım, kravat mı lazım, su mu, mide için gıda mı, yoksa hava mı lazım. Bunu tasnif ettiğimiz zaman hava en birinci zaruri ihtiyaç. Sonra su.. sonra gıda, sonra saat vs.
İslami esaslar itibari ile de meseleyi bu şekilde tasnif etmek durumundayız. Bu ümmete, bu gençliğe, bu kuşaklara hava gibi, su gibi, gıda gibi en büyük lazım ders; erkân-ı imaniye, esasat-ı Kur'aniye'dir. Allah'ı tanıttırmak, Allah'ı bildirmek, Tevhid, Allah'ı anlatmak, erkân-ı imaniye ve esasat-ı Kur'aniyenin tâlimi her şeyden öne çıkması gerekiyor.
Kitaptan sonra sünnet geliyor. Zihnimize yakınlaştırmak için diyoruz; sünnet nedir? Sünneti nasıl algılamamız lazım? Âmi insanlar sünnet deyince; peygamberimiz aleyhissalatu vesselam nasıl yemek yerdi, nasıl içerdi, nasıl uyurdu v.s bunları anlıyorlar..
Burada –hâşâ, sümme hâşâ- bunu küçük görmüyoruz, o da güzel. Hâşâ nâkıs diyemeyiz. Yemek dairesi, rahat dairesi, nasıl yatardı, kalkardı, cübbesi, sarığı.. bu da güzel ama Resulullahın aleyhissalatu vesselam asıl mesajı nedir? Peygamberler aleyhisselam önce imanda imamdır. Allah'ı tanıtmak için gelmişlerdir. Dolayısıyla peygamberlerin en birinci görevi tâlim ve muallimlik. Efendimiz aleyhissalatu vesselam muallim-i ukûl, hoca-i dânâdır, hoca-i kâinattır. İlk vazifesi; Tebliğ, temsil, İslamiyet'in güzelliğini fiilen yaşamaktır.
Din itikatta, amelde istikamettir. Efendimizin (aleyhissalatu vesselam) sünneti itidaldir, dengedir, kavl-i leyyin, yumuşak üsluptur. Bugünkü müslümanın hayatında bakınız; tebliğde geriyiz, temsilde sınıfta kaldık. Müslüman emindir, itimad edilir. "Üstadımız; "Hem yirmi seneden beri tahribkârane eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan belki de yirmiden birisine itimad edilmez" diyor. (Kastamonu Lahikası (s. 90 )
Akide doğruluğu, bu çok önemli bu asırda. Sonra muamelat doğruluğu geliyor. İnsanlar yemin ediyor, para alıyor, 'borcu şu gün vereceğim' diyor. O gün gelip geçiyor, bakıyorsunuz dördüncü gün gene yok ve karşısındaki muhatabına bir de hiddet ediyor, sesini yükseltiyor; "borcunu inkâr mı ettik" diyor. Evet, inkâr etmedin ama söz vermiştin…
*Buradaki "kışır"(Muhakemat, s. 9) hâşâ ehemmiyetsiz manasında değildir. Şu mesajı vermek istiyorum; sünneti seniyyenin tabakatı vardır. Bu tabakatta en birinci mesele talim, tedris, tebliğ, temsil ve muallimlik…
İmana dair sünnet var, ibadete dair sünnet var, amele dair sünnet var, ondan vazgeçilmez. Ayrıca ahlaka dair, adâba, örf ve adâta dair sünnet vardır. Mesela adâba dair sünneti icra etmesek, ahirette hesap var mı, yok. Mesela sabah ağzını misvakla misvaklamadın, ahirette Cenab-ı Hakkın "niye ağzını misvakladın" ya da "yapmadın mı" diye bir suali yok.. Ama esasat başka. Sabah namazına kalktın mı, kalkmadın mı, namazdan sorgulanacaksın ama misvaktan değil.
Efendimizin(aleyhissalatu vesselam) örfe dair sünnetini icra etmekle ecir ve mükâfat var. Ama elimi yıkamadan yemeğe oturdum, ahirette bundan hesap var mı, yok.
Âmi, sathi ve zevahirde dolaşan insanlar esasata, asli değerlere dikkat etmiyor, hayatına yansıtmıyor. Füruatla ilgili, zevahirle ilgili bir kısım İslami meseleleri alıyor, gündeminde büyütüyor, İslamiyet'i o çerçeve içerisinde indiriyor, kaldırıyor. O zaman da ya ifrata, ya da tefrite düşüyor.
Fıkıh dili ile konuşursak, imanın şartı var, İslam'ın şartı var. Biz evlatlarımıza bunu talim ediyoruz. Kelime-i şehadet getirmekte İslam âleminde problem yok. İkinci şart nedir, namaz kılmak. Namaz İslam'ın esasıdır. İslam bir din midir ve sen bunu kabul ettin mi, esasını işle. Sabah namazında camilere bakalım, iki üç saf var.
Bir zaman bir yere gitmiştik. Karşısında siteler vardı. Sabah namazı vakti emin olun yüz, iki yüz hanede hiç lamba yanmıyordu, namaza kalkılmıyordu. Hadis-i şerifte "namaz dinin direğidir" emir ediliyor, "namaz kılmayan dinini yıkar." (Tirmizi, İmân: 8; İbni Mâce, Fiten: 12; Müsned, 5:231, 237; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:76.) Efendimiz(aleyhissalatu vesselam) buyuruyor ki; "ahirette müslümanın ilk hesabı namazdır." (Tirmizi, Mevakit; 188) Kur'an-ı Kerim'de ayet var, cehenneme giren insanlara meleklerin 'niye cehenneme düştünüz' sorusuna 'biz dünyada namaz kılıcı değildik' demesini okuyoruz..(bkz. (el-Müddessir, 74/40-43). Farzın terki ahirette ikâbdır, cehennemdir.
Esasat noktasında bakalım, gençliğin hali ortada. Esasatta ciddi kaybımız var. Oruç noktasında baktığımızda, müslümanlar namaza göre biraz daha iyi. Ama "yaz ayında, uzun günde tutamam" diyor, te'vil ve tefsirine gidiyor. Hac ve zekât zenginle kayıtlı ve kısıtlı bir sorumluluk. İslam fıkhında bir müslüman zengin olduğu zaman hac ona farz. Otuz sene zengin yaşadı, otuz sene sonra iflas etti, sonra o arada hacca gitmedi ve öldü. Ahirette haccı tehir etmekten dolayı cehennemde 'sen niye gitmedin' diye hesaba çekilir.
Ayette
إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ
"namaz insanı bütün kötülüklerden korur"(Ankebut: 29/45) buyruluyor. Namaz kıldığımız halde kötülüklere, fuhşa, günaha, kebaire giriyorsak, demek ki biz hakikat-ı namaza tam ulaşamamışız. Öyle ise namazın hakikatına isâl lazım. Kur'an'da Müslümanların namazı anlatılıyor;
الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ
Mümin namazını huşu ile kılar. (Müminun Suresi, 23/2) Namazın hakikatı; kimin huzurundasın, huşu, huzur ile, bir abd-i muhsin gibi namaz kılmak. Sen Onu(C.C) görmesen de O(C.C) seni görüyor. Kur'an'da tehdit ayetleri var,
فَوَيْلٌ لِّلْمُصَلِّينَ {*} الَّذِينَ هُمْ عَن صَلَاتِهِمْ سَاهُونَ
"vay o namazı şuursuz kılanlara"(Maun: 107/4-5)
Her şeye hakkını vermek lazım. Bazen camide bir adam görüyorsunuz, daha biz sübhanekeyi bitirmeden secdeye gidiyor. Bu nasıl namaz? Tadil-i erkân üç mezhepte farz, bir mezhepte vacib. Peygamberimiz (aleyhissalatu vesselam) bir adama üç kere namazını hızlı kıldığı için iade ettirdi. [Tirmizî, Salât 226, (302); Ebû Dâvud, Salât 148, (857-861); Nesâî, İftitah 105, (2, 193), 167, (2, 225).]
Allah rahmet eylesin Mehmed Kırkıncı hocam ile bir gün Kümbet'te oturuyorduk. Birisi namaz kıldırdı. İki kişi gelmişler, biz de orada oturuyorduk, Kırkıncı hocam da az ilerde.. Adam Fatiha okudu, selam verdikten sonra, hocam döndü, dedi ki; "senin o okuduğun Fatiha Kur'an'da yok!" Fatiha'yı öyle kırarak, dökerek okudu ki.
Bir ayet var,
وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ۟
"Cenab-ı Hak işini güzel yapanı sever."(Âl- İmran; 3/146) Ne kadar ehemmiyetli bir ölçü. Bu, hayatın bütün cihet ve cephesinde geçerli olan bir kanundur. Ustasın, sanatkârsın, öğretmensin, muallimsin.. Hangi sahada olursan ol işini güzel yap.
*"Ve sû'-i fehm ve sû'-i edeb ile İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti îfa edemedik"(Muhakemat, s. 9) Şimdi iki nokta veya iki açı var; biri su-i fehim yani yanlış anlama.. Bir insan hakikatı kaynağından tahsil eder, okur öğrenirse güzel, ama kulaktan kulağa, ağızdan ağza, tahkik etmeden, mizana vurmadan, ölçü ile tespit etmeden alırsa, oradaki anlayış su-i fehim, yanlış anlayıştır.
İkincisi; su-i edebtir. Din nedir, din edebdir. İmanın çok önemli şubelerinden biri de edebdir. Efendimiz (aleyhissalatu vesselam) buyuruyor ki; "Hz. Âdem'den kıyamete kadar bütün peygamberlerin mabeyninde söylenmiş bir söz var; 'utanmadıktan sonra ne iş yaparsan yap.'(Buhari, Kitabu Edep, hn. 145) Sünneti seniyye edebdir.
Sahabeler içinde Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali.. (radıyallahu anhum ecmain) bu zatların mümeyyiz sıfatları var;
Hz. Ebubekir'de(r.a); sıddıkiyet, daire-i Kur'aniye'de Resulullahın sallallahu aleyhi ve sellem yanında müşavir ve mağara arkadaşı, sahi ve cömert, Müslümanların en büyüğü ve şereflisi, itikatta en ilerisi..
Hz. Ömer (r.a): şehamet-i İslamiye, adalet ve İslam'ın tebliği ve tâlimi noktasındaki cesareti ve dirayeti.
Hz. Osman(r.a)'da ise diğer zatlara nisbeten iki vasıf öne çıkıyor; biri hayâ, edeb. Edeb-i İslami o kadar ehemmiyetli ve önemli ki, o dört halifeden birisi edeble müeddeb olmuş. O üç kişinin arasına bu sıfatla girmiş. İkinci bir özelliği ise Kur'an'la meşguliyeti.. Sahabe içinde Kur'an'la en ziyade meşgul olan zatlardan biri.
Hz. Ali (r.a ); ilim ve ihlas kutbu, velayet kutbu.. İstiğnası, ibadeti, taati ve insan-ı kâmil olmasıyla temayüz etmiş.
Bir insan yanlış anlasa, yanlış uygular. Yanlış uygularsa, bid'aya girer, haktan uzaklaşır, batıla gider. Kademe kademe o mecraya sapar. Senin deden bir yanlış yaptı, zaman içerisinde açılımı ile o yanlışı baban aldı biraz daha ilave etti ve o yanlış daha da büyüdü ve sana kadar geldi.
Şimdi bir barajı düşünün ve oradan küçük bir su çıktı ve bir sızıntı var. Ona yerinde ve zamanında müdahale etmesen, o sızıntı ondan sonra yayılır ve yıkar.
Hem su-i edep, hem su-i fehm gelecek kuşaklara geldiği zaman, gittikçe tahrip oluyor ve yıkıma dönüşüyor. İşte hâl-i âlem ortada…
Bu iki cümlede bize bakan cihet ise şöyle; Üstadımız; "Eğer biz, doğru İslâmiyet'i ve İslâmiyet'e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır."(Münazarat, s. 46) buyuruyor. Doğru İslamiyet gidince, yerine su-i edeb ve su-i fehm geliyor. İslam dünyasında öyle fraksiyonlar var ki, kelime-i tevhid getirip müslümanı öldürüyor. Bir insanı öldürmek bütün insanları öldürmek gibidir. Bir insanı diriltmek ise, bütün beşeri diriltmek gibidir.(bkz. Maide Suresi: 5/32)
İslam dünyasında su-i fehm, Hariciler zamanında başladı. Dinde mutaassıp muhakeme-i akliyede noksan bir anlayış. Haricilerin ekserisi Hz. Ali'nin ordusunda ve haricilerin çoğu hafızdı. Kur'an'ı öğrenmişler ama Kur'anın hakikatında derinlikleri yok. Hz Ali'nin ordusundan koptular. Onların anlayışsızlığıyla alakalı ibretli bir hadiseyi Müberrid'in, «Kâmil» adlı eserinde zikredildiği gibi aktaralım;
"Haricilerin çok ilginç haberlerinden biri de şudur: Onlar, bir müslüman bir de Hıristiyan ile karşılaştılar, müslümanı öldürdüler, Hristiyanla iyilikte bulundular. Ve Hıristiyan hakkında, "peygamberinizin vermiş olduğu eman'a sadakat gösterin" dediler.
Diğer yandan, Abdullah bin Habbab ile boynunda Kur'an-ı Kerîm, yanında da hamile olan karısı olduğu halde karşılaştılar ve ona şöyle dediler: "Senin boynunda asılı bulunan, bizlere seni öldürmemizi emreder. Hakem'e başvurmadan önce Ali hakkında ve hilafetinin ilk altı yılında Osman hakkında ne dersin?" diye sordular. Abdullah, iyilikle andı. Bunun üzerine Hariciler, "Hakeme başvurma hakkında ne dersin?" dediler. Abdullah, "Hz. Ali'nin, Allah'ın kitabını sizden daha iyi bildiğini ve Allah'ın dinini sizden daha iyi koruduğunu ve görüşünün sizden daha basiretli olduğunu söylerim" dedi. Haricîler "Sen hidayete tâbi olmuyor, adlarına bakarak adamlara tâbi oluyorsun" dediler, Abdullah'ı nehrin kenarına götürdüler ve orada kestiler.
Diğer yandan bir Hıristiyan'dan bir hurma ağacı istediler, adam "alın, sizin olsun" dedi. Onlar ise "Vallahi bunu parasız almayız" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hıristiyan adam "Bu ne garip şey, Abdullah b. Habbab gibi bir adamı öldürüyorsunuz, fakat bizim hurma ağacımızı para vermeden almak istemiyorsunuz?" dedi.(El-Müberrid, el-Kâmil, C. 2, Sh. 135. İstikâmet Matbaası baskısı Kahire, Tarîh-i Taberî C. 5, Sh. 81, Darül Maarif baskısı, Kahire)
Dinde mutaassıp, muhakeme-i akliyede noksan bu insanlar. Bedeviler hakkında bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur;
قُل لَّمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِن قُولُوا أَسْلَمْنَا
"müminiz demeyin, müslümanız deyiniz"(Hucurat: 49/14) İslam'a teslim olmuş, ama iman yeteri kadar inkişaf etmemiş. Öyle olunca ne oluyor, iltizam, yani taraftarlık. İslam âleminde bu iltizam, bu taraftarlığın, fanatikliğin en açık numunesi haricilerdir.
Bu fanatiklik her şeyde geçerlidir. Bugün futbol olaylarına bakın, adam bir takımın fanatiği. Fanatiğin işi maç bittikten sonra başlıyor. Oyun biter, onlar sahaya iner, kazandı mı kutlar, kazanmadığı zaman yıkar, parçalar. Bir futbolcu ağlamaz ama fanatik hüngür hüngür ağlıyor. İslam dünyasında bütün problemleri ateşleyenler ve sahaya inenlerin ekserisi fanatiklerdir.
*"İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti îfa edemedik" (Muhakemat, s. 9) Dinin hakkını vermek, İslam'ın, iman ve kulluğun hakkını vermek. İşte adalet ve muadelet. Adalet önce insanın kendi âleminde yaşanacak, adalet ihkak-ı haktır. Peki, sen kulluğun hakkını verdin mi? Hatırlarsak, Efendimiz (aleyhissalatu vesselam) üç defa bedeviye namazını tekrar ettirdi, böyle namaz olmaz, namazın hakkını ver, ibadetin hakkını, adaletin hakkını ver.
İslam, iman, hadisler, ulema bir nimettir. Bütün bu nimetlerle buraya geldik, bu nimetlerin hakkını vermemek olmaz. Ayette
لَئِن شَكَرْتُمْ لأَزِيدَنَّكُمْ
"Celâlim hakkı için, şükrederseniz elbette size artırırım"(İbrahim; 14/7) buyruluyor..
*"Tâ o da bizden nefret ederek evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi."(Muhakemat, s: 9) Evhamlar ve hayaller İslamiyet'in özünü kapattı.
*"Hem de hakkı var. Zira biz İsrailiyatı usûlüne ve hikâyatı akaidine ve mecazatı hakaikine karıştırarak kıymetini takdir edemedik.(Muhakemat, s. 9)
Şimdi üç tane mesele var. Niye İslamiyet'in hakkını veremedik, ona lazım hürmeti gösteremedik.
Birisi; İsrailiyatı usulüne karıştırdık.
İki; hikâyeleri akaide karıştırdık ve
Üçüncüsü; mecazı hakaike karıştırdık ve kıymetini takdir edemedik.
Medine döneminde bir kısım İsrail âlimleri müslüman oldular, en başta Abdullah İbni Selam. O, Yahudilerin büyük âlimlerindendi. Ondan sonra Ka'b ve diğerleri. Onların Tevrat'ta ki bildikleri, müslüman olunca onlarla beraber geldi. Ben-i İsrail'den gelmeleri, tevhid ve imandan gelmeleri dolayısıyla sahabeler o cihette onlara daha fazla itibar ettiler. Çünkü İslamiyet gelmeden önce Araplar putperesttiler ve semavi dini bilmiyorlardı. Hanif dini vardı ama örtülü idi, herkese açık değildi. Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam ve bazı muvahhitlerin hayatında tezahür ediyordu.
Onlar bazı meclislerde İsrailiyattan bazı hikâyeler anlattılar. O hikâyeler avam-ı nasın kulağına girdi ve sonra akaidi ve usulü esasatı bilmeyince, bir kuşaktan sonra insanların âleminde usuller ve hakikattaki marifetler geride kaldı, İsrailiyat ve mecaz öne geçti. Ta ki avamın terazisi hassas olmadığı için, bir kısım lakayt müslümanlar ibadet ve taatte geri kalarak, o hikâyeleri, o İsrailiyattan gelen rivayetleri aldılar, sanki esasat gibi kabul ettiler.
Mesela halk arasına girmiş bir İsrailiyat'ta deniliyor ki; Hz. Musa aleyhisselam bakmış biri namaz kılıyor. Namazı kılarken 'değneğim, sopam' diyerek secdeye gidiyor.. Sonra bu adam kendini yola vurup gitmiş. Hz. Musa da, "ben bunu çağırayım, hakikatı talim edeyim" diye suyun kenarından gidiyor. Fakat çoban suyun üzerinde giderken, Hz. Musa'nın ayağı suya batıyormuş."
Şimdi bunu usulle mukayese edelim; bir peygamberi âmi bir müslümanla mukayese etmek kıyas-ı maal farıktır ve kıyas-ı akimdir. Hiçbir cihette bir peygamber avam-ı nastan biri ile kıyasa girmez, peygamberi ancak peygamberlerle kıyas edebilirsin.
İstatistikte, ilim dünyasında ölçü budur; kategoriye ayırıyorsan, fakir bir insanı zengin bir insanla kıyas et, nasıl kıyas edeceksin? Fakat iki milyoneri ve iki fabrika tüccarını kıyas edebilirsin. Köydeki iki ağayı da, iki müderrisi de kıyas edebilirsin ama bir müderris ile bir cahili kıyasa sokamazsın, bu yanlıştır. Hz. Musa aleyhisselam ulu'l azim ve kitab sahibi, şerefli bir peygamber.
İkincisi burada namazın tahfifi(hafife alınması) var.
Sonra "değneğim, sopam" demekle namaz kılınmaz, namazı hafife almak İslamiyet'te küfürdür. Zira en büyük ibadettir. Tadil-i erkân üç mezhepte farz, bir mezhepte vacibtir. Usule göre onun namazı makbul değil, müfsit ve fasit. Onun namazı olmaz. Şeriat o namazı kabul etmiyor.
Sonra 'vurmuş suyu geçmiş, ulu'l azim bir peygamberin ayağı suya batmış, bu küllühüm yalandır. Şimdi adam bunu getiriyor, diyor ki "bunun namazına ilişme, namaz kıldı. Sen benim içime bak, samimiyet yeter" diyor.
Hâlbuki erkân, usul, talim, tadil-i erkân var. "Benim kalbim çok temiz" demekle olmuyor. Beynamaz insanlar, İsrailiyattan gelen hikâyeleri sanki esasattan, Kur'an getirmiş gibi ve sanki hükümmüş gibi almışlar ve yapılması gereken sorumluluktan görevden uzaklaşmışlar. Bu tip hikâyeleri daha ziyade sarhoş, ibadet ve taatten mahrum kişiler istimal ediyor. İşte "Cenab-ı Hak falanı affetti" vb. gibi.
Allah affeder ama onun iradesine bağlı. Ama İslamiyet ölçü getirmiş. Hadis-i şerifler var; Efendimiz buyuruyor ki; "İkindi namazını terk eden kimsenin işlediği amelleri boşa gitmiş gibi olur." (Buhari, Mevakit 15) "Sabah namazının iki rekat sünneti dünya ve içindekilerin hepsinden daha hayırlıdır. (Müslim, Müsafirin 96) Şimdi hadislerdeki İslami ölçüleri, peygamberimizin (aleyhissalatu vesselam) muamelatını, İslam'ın temel esaslarını itibara almıyor, İsrailiyattan bir hikaye alıyor, bir hüccet gibi, ayet ve delilmiş gibi kabul ediyor..Maalesef bunun sıkıntı ve sancılarını tarih boyunca çok yaşadık ve şimdi de yaşıyoruz.
*"mecazatı hakaikine karıştırarak" (Muhakemat, s. 9) Mecaz ise örtülü bir manadır. Mecazdan matlup, mecazın arkasındaki manayı istihrac etmektir. Zamanla mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikat telakki edilir.
Mesela bir divan var ve yaşlı insanlar oturmuşlar. Bir meseleyi tahlil edecek yaşlı âlim bir zat ve yanında on yaşında bir çocuk ta oturuyor ve dinliyor. Dese ki "ben geçen hamama gittim, karşımda bir aslan yıkanıyordu ama nasıl bir aslan?" Çocuk onu duyuyor ve büyüyor ve diyor ki "ben filan zamanda, elli sene önce bir Müçtehidden, bir kâmil zattan duydum, "yemin billâh, ben hamama gittim, hamamda karşımda bir aslan yıkanıyordu" demişti. Demek ki eskiden hamamlara aslanlar giriyormuş." Mecaz var burada. Aslan gibi yiğit bir İslam mücahidi karşıda yıkanıyor. Burada mecaz hakikat oldu, o da ondan ona, kuşaktan kuşağa yayıldı..
İslamiyet'le alakadar bazı mecazlar hakikat telakki edilmiş. Bunlar da akaidi ve usulü incitiyor. Metodolojiyi, İslam'ın temel esas ve prensiplerini tağyir ve tebdil ediyor. İnsanları hakikatten adım adım uzaklaştırıyor ve bunun faturası zillet ve sefalet oluyor.
Bu yazıya yorum yazın
Bu yazıya gelen yorumlar.
DİĞER YAZILAR
Elbette onların etleri ve kanları Allah'a ulaşmayacaktır. Ancak O'na sizin takvanız erecektir. Onları bu şekilde sizin buyruğunuza verdi ki, size yolunu gösterdiğinden dolayı, Allah'ı tekbir ile yüceltesiniz.
Hac:37
GÜNÜN HADİSİ
"Kişi, dostunun dini üzeredir. Bu nedenle, kiminle dost olacağına dikkat etsin!"
Ebû Dâvud
SON YORUMLAR
- Bütün beytlerin tercümesini gönderebilir misiniz? sitede sadece son birkaç...
- Fıtrat, namaz, tevafuk, sırlar ve tüm bunların sahibi zişanı İlahi kusur...
- Selamünaleyküm İnternette mütalaalı risale i nur dersleri diye arama yapt...
- bu kıymetli yazıdan dolayı ahmed izz kardeşimize teşekkür ederiz çok mani...
- selamün aleyküm Ahmed kardeşimizi tebrik ediyor ve bu faideli tercümelerin...
- Yanında okuyan diğer öğrencileri; Molla Muhammed Kasori Molla Muhammed Era...
- Benim merhum babam Molla İbrahim Azizi de onun yanında icazeti tamamlamıştı...
- Teşekkürler. Sanırım Envar neşriyat idi.Tam hatırlayamıyorum.....
- Çok güzel bir çalışma Rabbım ilminizi arttırsın bu çalışmalarınızı...
- Merhaba, Ben Foliant yayınlarından uğur. Sizinle iletişim kurmak istiyoruz ...
TARİHTE BU HAFTA
*Nizamü'l-Mülk'ün Şehadeti(14 Ekim 1092) *II.Kosova Zaferi(17 Ekim 1448) *Gedik Ahmed Paşa'nın Vefatı(18 Ekim 1482)
ANKET
Sitemizle nasıl tanıştınız?
Yükleniyor...