BATI’YA KARŞI İSLÂM-WILLIAM I. CLEVELAND- 4. BÖLÜM

İSLÂMCI MİLLİYETÇİLİĞİN MÜDAFAASI: ARAP DOĞU Doğu’da Suriye ayaklanmasının başarısızlığından ve Fas’ta Abdulkerim’in yakalanmasından sonra, Avrupa imparatorluk güçleri Arap ülkelerini sıkı kontrolleri altına aldılar. (s. 141) (…) Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü Cenevre’den izleyen Şekip Arslan, tam bir ümitsizlik içindeydi:


Yusuf Çağlayan

y_caglayan@yahoo.com.tr

2019-07-08 15:07:16

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

İSLÂMCI MİLLİYETÇİLİĞİN MÜDAFAASI: ARAP DOĞU

Doğu'da Suriye ayaklanmasının başarısızlığından ve Fas'ta Abdulkerim'in yakalanmasından sonra, Avrupa imparatorluk güçleri Arap ülkelerini sıkı kontrolleri altına aldılar. (s. 141)

(…) Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünü Cenevre'den izleyen Şekip Arslan, tam bir ümitsizlik içindeydi:

"Şu son günlerde derin bir ümitsizlik içindeyim. Acılar, bıkkınlıklar yığılıyor ve umut da yok. Utançla geçen şu günlerde umutsuz olmamak ne mümkün! Suriye'ye bakıyoruz; Fransız pençesinde. (…) Irak'a bakıyoruz; İngiltere'nin elinde esir. (…) Filistin'e bakıyoruz; İngiltere Yahudileri dolduruyor, Arapları boşaltıyor. (…) Mısır'a yöneliyoruz; bakıyoruz ki İngiltere, ganimet olarak Sudan kendisine verilmediği sürece sınırlı, arızalı bir bağımsızlığı bile çok görüyor."

(…) Arada bir kendisini saran ümitsizliğin karşısında daima bir inat vardı; o inat onu vesayetini genişletmeye ve protestosunu sürdürmeye itiyordu : "Bence bugünkü şartlara teslim olanların mazeretleri geçersizdir. Eğer dinlerine kılıçla hizmet edemiyorlarsa, kalemle hizmet etmeleri gerekir. O da olmuyorsa sesleriyle, mümkün değilse kalpleriyle hizmet etmeleri gerekir." (s.142)

(…) Başka yetenekli ve adanmış çağdaşlar da vardır, ama bunların her biri öylesine bir bölge ile bağımlı görülmektedirler ki ( Zağlul Mısır'la, Riyad El-Sulh Lübnan'la, Allel El-Fasi Fas ile) daha geniş bir kitleye ulaşmak bakımından ne eğilimleri ne de fırsatları vardır. Şekip Arslan ise Fas'tan Arabistan'a, Bosna-Hersek'ten Filistin'e kadar birçok siyasî ve kültürel harekete, ismiyle, prestijiyle ve fizikî varlığı ile sahip çıkmaya çalışmıştır. Çağdaşlarından biri onun için şöyle demektedir : " Şekip Arslan hayatını bir mücahid olarak idrak etmiştir; davası hürriyet ve bağımsızlıktı; her bölgedeki Arapların bağımsızlığı ve her ülkedeki Müslümanların bağımsızlığı. Onun cihadı kendi yurdu ile sınırlı değildir, onun ötesinde yükselen bir mücadeledir ki özünde yatan düstur, her zulmün reddi, her baskıya direniş ve her yerde zayıfların yardımına koşmaktır." (s.144)

(…) 1930'larda aylık gazete olarak başlayan ve Arslan'ın en çok sevilen yayın organı olan La Nation Arabe (Arap Milleti), Suriye-Filistin delegasyonunun yayın organı olmak iddiasındaydı ve Şekip Arslan ile İhsan El-Cabiri tarafından müştereken yayımlanıyordu (Fransızca). (s.145)

(…) Seyahatten yorgunluk duymuyordu, dünyanın çeşitli (s.146) bölgelerine yaptığı sıkıntılı geziler onun 'başedilmez mücahid' olarak iyice ünlenmesini temin ediyordu. Örneğin 1927'de ABD'de geçirdiği dört aydan sonra Moskova'da bir konferansa katılıyordu; 1934'te altı aylık bir süre içinde Budapeşte'ye kadar Balkan turuna çıkıyor, Yemen'de bir anlaşmazlığa hakemlik yaptıktan sonra Roma'da iki kez Mussolini ile bulunuyor, akabinde Kudüs'de İngiliz komiseri ile yemek yiyordu. Sanki modern Afgani olmuştu, İslâm âleminde ve Avrupa'da ayak basmadık yer bırakmıyor, yeni müridler kazanıyor, bazı Arap hükümdarları endişelere sürüklüyor, kendini adım adım izleyen İngiliz ve Fransız yetkililerinin merak dolu nazarlarına ve yorumlarına konu oluyordu.

(…) Bu seyahatler içinde fevkalade önemli olanlardan birisi, 1929'daki Hacc'dır. Bu Hacc, temel bir İslamî vecibenin yerine getirilmesinin ötesinde gayelere matuf(dönük) bir girişimdir; bu girişimde Emir'in İslâmî dayanışma ve Arap liderliği konularındaki görüşleri kristalize olmuştur.

(…) Suriye'nin parçalanması ve siyasî elitinin dağılması neticesinde Arap nüvesinin gerek manevî gerek fani siyaseti; İngiliz idarecilerin gözetimi altında Haşimîlerin (s.147) eline geçecek gibiydi. İngilizler Şerif Hüseyin'i Hicaz Kralı olarak tanıyorlardı ve Hüseyin, Atatürk'ün iki gün önce lağvettiği Hilâfete hemen talip olacak kadar cüretkârdı. Şerif'in oğlu Abdullah Ürdün'e önce Emir, daha sonra da Kral oluyordu, bir diğer oğul Faysal da 1921'de Irak Kralı ilân edilmiştir. Hanedan'ın bu şekilde genişlemesi, bölgenin hırslı liderlerinden Mısır Kralı Fuad'ı rahatsız ediyordu. Fuad halife olmak peşindeydi.

Şekip Arslan, hacc hazırlığındayken, liderlik yarışına üçüncü bir musabık eklendi. Abdulaziz İbn Suud imkânsız bir çıkışı gerçekleştiriyor, 1910'lardaki belli-belirsiz Şeyh hüviyetinden bir anda sıyrılarak, 1926'da İngiltere'nin, Fransa'nın ve Sovyet Rusya'nın "Hicaz Kralı, Necd ve Havalisinin Sultanı" dediği kişi oluyordu.

(…) Şerif Hüseyin'i mağlup eden Suud 1926'da Mekke'yi işgal edince, Sabık Halife (Hicaz Kralı) Kıbrıs adasında sürgüne ve unutulmuşluğa mahkûm oldu. (s. 148)

(…) Şerif Hüseyin'in düşmesinden hemen sonra, 1926'da Kral Fuad taraftarları Kahire'de bir Hilâfet Kongresi topladılar. (…) İbn Suud, aynı yıl uluslar arası bir toplantı tertip etti. Mekke'de yapılan "İslâm Dünyası Kongresi" başlıklı toplantıya çeşitli İslâm hükümetlerinin gönderdiği delegasyonlar katılarak, bütün Müslümanları ilgilendiren meseleleri ele aldılar.

Mekke Kongresi'nin (…) delegeler bir Daimî Komisyon tayin etmişlerdir. Kongrede hazır bulunmayan Arslan'a bir sandalye ayrılmış, (…) mevkiine hukukî işlerlik kazandırılmıştır. (s.149)

(…) Türkiye'de Hilâfet'in lağvedilişinden sonra, Reşid Rıza gibi Şekip Arslan da bu makamın, yerine iadesi görüşünü benimsemiş ve makamın sahibi olacak kişinin hem maddî hem manevî güce sahip olması gerektiğini savunmuştur. (s. 150)

(…) Şekip Arslan, (…) Kendi çağının Müslüman Arap şahsiyetleri içinde yegânelik arz eden bir durum, onun Orta Avrupa'daki Müslüman liderlerle bağ kurmak, kurulu bağları güçlendirmek istemesidir. Emir'e göre bu insanlar dindaşlarınca terk edilmiş ve Hıristiyanlar denizinde kendi hallerine bırakılmışlardı. 1932 yazı sonlarına ve tekrar 1934 Ocak ve Şubat'ında, Balkanlarda bir seyahate çıkar ve Budapeşte'ye kadar gider. Bu da bize bir kere daha onun Osmanlı mazisine olan bağlılığını hatırlatmaktadır. Örneğin Emir, Bosna Müslümanlarına gösterdiği ilgiyi Hindistan Müslümanlarına göstermemiştir. (s.158)

(…) Balkanlardaki Müslüman liderler onu candan benimserler. Arslan'ın hayranlarına bir grup insan daha katılmıştır.

(…) Gerçi Doğu ulemasını, Avrupalı dindaşlarını teşkilâtlandırmaya ikna edememiştir ama bunu kendisi yapacaktır. (…) Arslan, Avrupa Müslümanları Kongresi'nin fikir babası değildir ama önde gelen savunucularından ve organizatörlerindendir (12-15 Eylül 1935 / Cenevre). (s. 159)

(…) Onun göstermek istediği şey, Müslümanların problemlerinin bölgelerle sınırlı olmadığı, 'bütün Müslümanların problemi olduğudur. (s. 160)

(…) Arslan, kendisi için yarattığı çoğul rolleri, aktif olarak Filistin davasına angaje olmakta kullandı. Milletler Cemiyeti indinde temsilci rolüyle, Daimî Manda Encümeni'ne bir dizi dilekçe yağdırdı; gaye Filistin mevzuunun bir kenara itilmesine engel olmaktı. Mümeyyiz bir şahsiyet olarak, kendini Siyon liderleriyle masaya oturacak güçte hissediyordu. Eylül 1934'te David Ben-Gurion, Arslan ve Cabir'i Cenevre'deki apartmanında ziyaret etti.

Kalemi kuvvetli bir gazeteci olarak Arslan, uluslar arası arenanın Filistin sorunu açısından önemini kavramakla kalmıyordu; ayrıca o arenaya diğer Arap yayımcılar (publicist) gibi girebiliyordu.

(…) İngilizlerin, Araplara tepeden bakmaları yüzünden Filistin'i bir Yahudi devletine dönüştürebileceklerini düşündüklerini yazarken, bir Osmanlı-Arap aristokratının duyarlılığını gösteriyordu. Arslan aynı yazıda sert bir tonla diyordu ki " Ve esasen bu tavır belli bir gerçekliğe de sahip, zira Araplar birbirleriyle çekişmekten Siyonizme karşı tek cephe oluşturmaya fırsat bulamıyorlar!" (s.161)

Yusuf Çağlayan

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

(Resulüm!) Sana bu mübarek Kitab'ı, ayetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.

Sa'd, 29

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

"Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri, orucu açtığı zamanki sevincidir, diğeri de Rabbine kavuştuğu zamanki sevincidir. Oruçlunun ağzından çıkan koku (haluf), Allah indinde misk kokusundan daha hoştur."

Ebu Hüreyre

TARÄ°HTE BU HAFTA

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI