KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-7

İSTANBUL’DAN VEDANÂME Ey koca İstanbul!. müsâvât ve uhuvveti sende devr-i istibdadda, yalnız tımarhanede.. meşrutiyette, yalnız tevkifhanede gördüm. Elveda ey gelin libası giymiş acûze-i şemtâ!.. Usandım, sen zehirli bala benzersin.Belki medenî libası giymiş vahşi adama benzersin. Sureten ne kadar medenîli¬ğin var; sireten dahi nifak, sefahet, ağraz içinde o kadar, o derece vahşî¬sin; tam dünyaya benzersin


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2017-12-08 21:40:53

İSTANBUL'DAN VEDANÂME

Ey koca İstanbul!. müsâvât ve uhuvveti sende devr-i istibdadda, yalnız tımarhanede.. meşrutiyette, yalnız tevkifhanede gördüm. Elveda ey gelin libası giymiş acûze-i şemtâ!.. Usandım, sen zehirli bala benzersin.Belki medenî libası giymiş vahşi adama benzersin. Sureten ne kadar medenîli­ğin var; sireten dahi nifak, sefahet, ağraz içinde o kadar, o derece vahşî­sin; tam dünyaya benzersin. Dünyaya geldiğime ben de pişman oldum. Riyanın sözünü seni tasavvur ettikçe tahattur ediyorum.

Eğer medeniyet böyle tecavüzatı haysiyetşikanâne; ve iftiraat-ı nifak-cuyane ve fikr-i intikam-ı bi insafane ve muğalatat-ı şeytanetkârane ve diyanette ha­rekat-ı lâübaliyaneye müsaid bir zemin ise; herkes şahid olsun ki, o saa­det-saray-ı medeniyet tesmiye olunan, akreb ve yılanların yuvaları olan böyle mahall-i ağraza; Kürdistanın, hürriyet-i mutlakın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet haymelerini tercih ediyorum. Zîrâ burada görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü ni­yet ve selâmet-i kalb, Kürdistanın dağlarında tam mânâsıyla hükümfermadır.(1)

Tenbih

Medeniyetten istifam, sizi düşündürecek. Evet böyle istibdad ve sefahet ve zilletle memzuç medeniyete, bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet, eşhası fakir ve sefih ve ahlâksız eder. Fakat hakikî medeniyet nev'-i insaniyetin terakki ve tekemmülüne ve mahiyet-i nev'iyesinin kuvve­den fiile çıkmasına hizmet eder, bu nokta-i nazardan medeniyeti istememek, insaniyeti istememektir.

Hem de mânâ-yı meşrutiyete ibtila ve muhabbetimin sebebi budur ki: Asya ve Âlem-i İslâmiyetin istikbalde firdevs-i terakkisinin birinci kapısı, meşrutiyet ve hürriyettir. Ve tali' ve taht ve baht-ı İslâm'ın anahtarı da meşrutiyet­teki şûradır. Zîrâ şimdiye kadar üçyüz milyon İslâm, ecanibin istibdad-ı manevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i millet, âlemde bahusus bundan sonra Asya'da hükümferma olduğu halde herbir ferd-i müslüman, hâkimiyetin bir cüz-ü hakikîsine mâlik olur. Ve hürriyet, üçyüz milyon İslâmı esaretten halâs etmeğe bir çare-i yegânedir. Farz-ı muhal olarak burada yirmi milyon nüfus, tesis-i hürriyette çok zarardîde olsalar da feda olsunlar. Yirmiyi verir, üçyüzü alırız.

Diriğa!. Bizdeki anasır, hava gibi muhtelittir. Su gibi mümteziç ol­mamış. İnşâallah elektrik-i hakâik-i İslâmiyetle imtizaç ederek, ziya-yı maarif ve hararetiyle kuvvet tevlid ederek, bir mizac-ı mutedile-i adalet vücûda gelecektir.

Yaşasın meşrutiyet-i meşrua!.. Sağ olsun hakikat-ı Şeriatın terbiyesin­den çıkan neyyir-i hürriyet!.. (2)İstibdadın Garibüzzamanı...

Meşrutiyetin Bediüzzamanı...

Şimdikinin de Bid'atüzzamanı...

Said-i Kürdî(3)

MEŞRUTİYET İÇİN ŞARK AŞİRETLERİNİ DOLAŞMASI

* Yâ eyyühennazır! Hasenatı seyyiatına, sevabı hatasına tereccüh edenler mağfiret ve affa müstehaktırlar.

İşte iki inkılâb beni iki te'lif-i müşevveşe mecbur etti. İki rıhlet dahi iki kitabı ilham ettirdi. Şu eserlerden herbirisi Kürd olduğu gibi; aynı halde Türk, aynı vakitte Arabdır.

Güya herbir eser Arab abâsını iktisa' ve Türk pantolonu giymiş kü­lâhlı bir Kürddür. Böyle acîbü'ş-şekil bir te'lif, te'lif kanununa muhale­fetle muaheze olunmamak gerektir...

Evet benim hakkım sükût idi. Zîrâ âcizim. Bilirim âsârım rağbete şâ­yan değildir. Fakat Sa'dî'nin:

…olan matemâlûd ve hikmetâmiz kelamının verdiği himmet... Hem de be­nim gibi iktidarsızların mahcubiyetlerini izale ile meydan-ı hamiyete çıkmağa cesâret vermek için nümûne-i imtisal olmağa olan arzu... Hem de eserin bizzat rağbete şâyan olmasa da, benim gibi me'mul olmayan birisinden küçük bir eser dahi bir nev'i antikalık rağbetine şâyân olma­sına olan ümîd beni eser yazmağa cesaret vermişlerdir. Yoksa ben bilmez değilim ki, eserlerim bâzen hem hakîkat-şiken hem nazım-şiken hem üslûb-şiken hem hayal-şiken hem hiss-şiken hem ifrat-âlûddur. Lâkin ne yapayım başka türlü de olamazdı. Zîrâ tam bir asrı bir seneye sığıştıran...

 

Ve yedinci asırdan onüçüncü asra kadar benim gibi kurun-u vusta adamlarının hayalini yuvarlandırmakla; herbir asır bir hiss ve bir tesiri karıştırıp birinci eserimi ilham eden Temmuzun inkılab-ı mes'ûdinin teş­vikiyle... Hemde bütün devâîr ve tabakat-ı mütedahile-i mütesâfileyi ka­rış­tıran; ve istibdadın tazyik-i mecnûnanesiyle vücûda atılan; ve doktor­ların tokatıyla ademden tımarhane kapısıyla dışarıya fırlayan cinnet hâtı­ratı olan eserimi tekmil edip "İki Mekteb-i Musibetin şehâdetnâmesi"ni ib­raza beni mecbur eden Mart ve Mayıs meş'um ve müthiş olan ihtilâl ve inkı­labının verdiği heyecan ile... Hem de gayet mütenevvia ve muhtelife tebayi' ve hissiyatı tazammun eden ve o "İki Reçeteyi" vücûda getiren üssülesas mesleğim elmas misâl olan İslâmiyet hissinin sadefi ve Kürdlükle memzuç olan milliyet fikrinin verdiği ders ile şöyle eserleri intac etti. Demek herbir eserim birkaç asrın fezlekesi... Ve Kürd taifele­rinin tabiatlarının enmuzeci... Ve gayet muhtelife etvarımın nümunesi ol­duğundan hakiki intizâm onda aramak abestir.

Evet edebin değil belki edebiyatın kanununa karşı âsarımı muhalefete sevk eden yedi esbabdır:

Evvelâ: Sabâvetimden beri kâh kuyu dibinde kâh minare başında gibi fehmen isti'dâdlarda bulunuyorum. Kâh gayet dakik bir hakikat da­vetsiz elime geliyor. Kâh gayet tanışım, dostum olmuş bir hakikat ecnebi olup tanımıyorum. Hatta bir günde kâh gayet cahil, kâh tecrübeli bir si­yasî gibi işe karışmak isterim.

Sâniyen: Meşrutiyetin fecr-i sâdıkına kadar inşa' ve kitabette tamamen hem ümmî hem acemi idim. Her ne ki, inşa ettimse, üstadımız olan meş­rutiyetten öğrendim. Cînân-ı cenânda yemişler kemâle ermemiş iken ko­pardım. Eğer size ekşi gelirse, yüzünüzü ekşitip abûs, kamtarîr olmayı­nız.

Sâlisen: Müstehak olmadığım teveccüh-ü âmmeden neş'et eden bir şöhret-i kâzibe, bana tahmil ettiği vazife-i mühimme ile aczden neş'et eden atlamak nümayişe sahte ehliyetle ehil olmadığım bir şeye giriş­meğe mecbur oldum...

Râbian: Fıtraten bendeki gurur, milliyeten bendeki fahriye, mesleken bendeki tahdîs-i nimet, meşreben bendeki meyl-i tefevvuk, kavmiyeten bendeki meyl-i tecellüd ve meyl-i nümayiş; Şâş adama eser­lerimde hakîkattan fazla bir enaniyet gösteriyor. Evet enaniyet var. Be­nim değil milletimin enaniyetidir. Benlik var. Benim değil sınıfım olan melâik-i medârisin izzetidir.

Hâmisen: Ben Kürdçe düşünürüm, Türkçe ve Arabça yazıyorum. Mat­baa-i hayaldeki mütercim acemî, ya kalbin sözünü iyi anlamıyor. Veya lisanın diline âşina değildir. Hem Türkçenin sarf, nahvini bilmedi­ğimden mânâya giydirdiğim üslûbun düğmeleri pek karışık oluyor. Hatta "evet, işte, şimdi, hemde, zîra, olan, şu, bu" tekerrürleri sizin gibi beni de usandırıyor. Başkasının tashîhine de kat'iyyen razı olamıyorum. Zîra külahıma püskül takmak gibi, başkasının sözü sözlerimle hiç münasebet ve ülfet peyda etmiyor. Sözlerimden tevahhuş eder.

Sâdisen: Tabiatımdaki ifrat cihetiyle düşündüğümden mütercim-i hayalînin tercümesinde, hattatın imlâsında, tâbi'-ın tab'ında, mûtalı'ın fehminde bazen yanlış düşmekle güzel bir hakikat çirkinleşiyor.

Sâbian: Şu "Saykal-ı İslâmiyet" ve "Ekrad Reçetesi" olan iki eser, o dehşetli dağ ve dere ve sahraların kuvve-i münbitesi fevkalâde neşv ü nema vererek kırk elli gün zarfında hem yeşillendi... Hem cesim bir şe­cere oldu... Hem meyve verdi.

Evet öyle bir vakitte vücûda geldi ki; dağlar beni derelerin yed-i haşinine fırlatıyordu. Onlar da beni sahraların yüzlerine çarpıyordu. Sonra hamiyet-i milliye ve hamiyet-i İslâmiye şu iki sınıf meyveleri dağ başın­dan koparıp, ve bazen rüzgâr vurup, derenin dibine düşmüş mey­veleri ilaç için toplayıp, medine-i medeniyetin çarşısına getirdiler. Hatta bir kısmı Bâşid dağının yemişidir. Bir taîfesi... "Ferraşin" ovasının meyvesi­dir. Bir miktarı Beytüşşebab deresinde kırmızılanmış semeresidir.

İşte şu iki eseri yazdığım vakit, zaman kısa... Mekân vahşi... Ben seyyah... Zihin müşevveş... vücûd yarım hasta... Yazmak acele olduğun­dan elbette müşevveş olur.

Ey ehl-i insaf! Mazaretim bu... Kabul ederseniz, insafın şe'nidir. Etmezseniz emin olunuz; size minnet etmem. Hiçte kabul etmeyiniz. Sizin minnetiniz dağ başında olsun. Size beğendirmek için değil, belki hakka hizmet için yazdım, vesselâm.

Şu eserin nağamatını dinlemek için bir Kürd cesedini giymek, bir vahşi hayalini başına takmak gerektir. Yoksa ne istima' helâl, ne sema' tatlı olur.

Ebû Lâşey' Said(4) 

* Emma ba'd: Ehl-i hamiyetin nazarına arz ediyorum ki: Vakta meşru­tiyetin ikinci yaşında İstanbul'un temsil ettiği asırdan tarihvâri bir na­zarla göçüp Kurun-u Vustaya karşı aşağıya inmekle, Aşâir-i Ekrâdın içinde cevelân ile bahardan güze bir rihlet-i sayfiye; güzden bahara bilad-ı Arabiyeden bir rıhlet-i şitaiyye ettim. Dağ ve sahrayı bir medrese ederek meşrûtiyeti ders verdim. Birden bana göründü ki; meşrûtiyeti gâ­yet garîb bir surette telakki etmişler. Her tarafın şüphe ve sualleri ağleb bir dereden gelmiş gibi gördüm.

 

İşte teşhîs-i maraz için miftah-ı kelamı onlara verdim; dedim siz sual ediniz, ben de ona göre cevap vereyim. Onlar istihsan ettiler. Zîra Kürdlerin tabiat-ı meşrutiyetperveranelerine binaen dersi münazara ve münakaşa suretiyle okuyorlar. Onun içindir ki; medreseleri küçük bir meclis-i meb'usan-ı ilmiyeyi andırıyor. İşte tâmimen lil-fâide suallerini cevaplarımla musafaha ettirerek şu kitabı yazdım. Tâ birbirine muave­nette bulunsun. Hem de görmediğim Ekrad ve emsâline şu kitap bana bilvekalet onlarla konuşarak cevap versin. Hem de lisanları kalblerine tercümanlık edemeyenlere bedelen suâl etsin.

Elhasıl: Şu kitap tarafımdan cevap, onların canibinden suâl etmek vazifesiyle mükelleftir. Hem de siyaset tabiblerine teşhis-i illete dair hiz­met ile muvazzaftır.

Ey ehl-i hamiyet anlayınız! Kürd ve emsâli, fikren meşrûtiyetperver olmuş ve oluyorlar. Lâkin bazı me'murin, fiilen meşrutiyetperver olması müşkül­dür. Halbuki akılları gözlerinde olan avama ders veren fiildir.(5)

* S- Ey Seyda! İstanbul'a gittin, bu inkılâb-ı azimi gördün, mühim işler içine girdin. Bize ne getirdin?

C- Müjde getirdim!...

S: Müjde ne demek?... Bazılar bize "sizin için fenalık var," di­yor­lar?

C- Nurdan zarar gelmez. Gelirse, huffaşa gelir. Murdar şeylere gelir. Size cemi-i kuvvetimle yalnız Kürdistana değil, belki âleme işittirecek tarzda bağırarak müjde veriyorum ki; umum İslâmın, lâsiyyemâ Osmanîlerin, bâhusus Ekradın saadetinin fecr-i sâdıkının geldiğini hatta Bâşid başında görüyorum.(6)

 

* S- İfrat ediyorsun, hayali hakikat gösteriyorsun. Bizi de techil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak(7)

 

C- Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedenni dünyası olsun?... Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım:

 

Ey üçyüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitane Nur'un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temaşa eden Said'ler, Hamza'lar, Ömer'ler, Osman'lar, Tahir'ler, Yusuf'lar, Ahmed'ler vesaireler!.. Sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, "Sadakte" deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum.

 

Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin (8)mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kal'anın başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan هَنِيئًا لَكُمْ sadâsını işiteceksiniz.

وَلَوْ مِنَ الشَّاهِدِ عَلَى طَيْفِ الضَّيْفِ

 

Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsız ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın(9)hakaikını hayal tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki; şu kitabın mesaili hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir.

 

Ey muhatablarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani onüçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum, sureten medenî ve dinde lâkayd ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları câmiye davet ediyorum.

 

İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyet'i bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Mesîl-i neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; ta ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..(10)

* S- Eskiler bizden a'lâ veya bizim gibi; gelenler bizden daha fena gelecekler?

C- (11) Ey Kürdler! (12) acaba şimdi bir miting yapsam; sizin ikibin sene evvel ecdadınızı ve iki asır sonradaki evlâdınızı şu gürültühane olan asr-ı hazır meclisine davet etsem... Acaba eski ecdadınız demiyecekler mi ki:

"Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhat! Bizi akîm bir kıyas ettiniz!."

Hem de sol safında duran şehristan-ı istikbalden gelen evlâdınız, sağdakileri tasdik ederek demiyecekler mi ki:

"Ey tenbel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğra ve kübrası? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rabteden hadd-i evsatı? Heyhat!.. Ne müşagabeli bir kıyas oldunuz!" (13)

İşte ey Kürdler (14) Manzara-i hayal (15) üstünde gördünüz ki, şu bü­yük mitingde iki taraf da sizi protesto ettiler.(16)

* Hînâ, meşrutiyette tövbenin kapısı açıktır ve tövbe edenler çoktur. Şimdiki rüesaya tevbih ve ta'nifte hakkım yoktur. Ben taşımı sâbıka atı­yorum. Bazılarının hatırı kırılsa da mazur tutulsun. Yalnız hakkın hatırı kı­rılmasın. Zîrâ milletin hatırı, onların hatırından daha âlî, daha gâlîdir.(17)

 

* Misafirperverlik müstahsen bir âdetimiz olduğunu bilirken, neden kimseye misafir olmuyorsun? Talebelerinizi de ekmeğimizi yemekten, hediyemizi almaktan men' ediyorsun. Hâlbuki size iyilik etmek borcumuzdur ve hakkınızdır. İşte şu âdetimiz قَدْ اَكَلَ الدَّهْرُ عَلَيْهَا وَ شَرِبَ . Neden şu âdet-i müstemirreyi tezyif ediyorsun?

C- Evvela: İlim azizdir, zelil etmek istemem. Hem de size göstermek isterim ki: Bir kısım ehl-i ilim vardır ki; dünyaya tenezzül etmez ve san'at-ı ilmi, medar-ı maişet etmez. Talebe ise, cerrar ve seeleden ayrıdır.

Sâniyen: Vazifelerinde ihmal ile kanaat gösteren ve maaşlarıyla kanaat etmeyen; harcırahları ellerini misafirlikten çektirmemiş olan bazı memurlara fiilen nasihat etmek isterim.

 Sâlisen: Vâridat-ı zulmiyeleri kesilmiş olan bazı büyüklere, zulümat-ı zulme sapıp pek geniş açtığı masarıfın kapısının seddine yol gösteriyorum.

 Râbian: Millet içinde seyahat edenler, acaba millet için mi veyahut keyif için midir? Bir mizan göstermekle hile ve hamiyete bir mehenk gösteriyorum.

S- Sen halkın ihsanına mani oluyorsun. Acaba bundan sehavetin tezyifi çıkmaz mı?

C- İhsan ihsandır, eğer nev'e olsa veya muhtaca ve fakire olsa... Sehavet o vakit tam sehavettir, eğer millet için olsa; yahut milleti tazammun eden bir ferde olsa güzeldir. Şayet muhtaç olmayan şahsa olsa, şahsı tenbel eder, çingeneliğe alıştırır. Elhasıl: Millet bâkidir; ferd fâni...(18)

S- Mütegallib başlar, kendi kendilerine düştüler. Zulmün kapısı, onların yüzlerine karşı kapatıldı. Düşenlere ayak vurulmaz. Sekeratta olanları bırak kendi haline... Sekeratını tamam etsin.

C- İsterim ki: Hürriyet-i şer'iyenin sünnetini onlara ezber ettireceğim. Eğer ölmedilerse temessül etsinler. Evet, yalnız istibdadın kuvveti ile terbiye olan başlar, bil'istihkak düştüler. Lâkin içlerinde gayet hamiyetli adamlar var, onlara teşekkür ederiz. Bazı mütekâsil var, onlardan şikâyet ederiz. Bazı mütehayyir, mütereddid var; onları irşad etmek isteriz. Bazı ölmüşler var, miraslarını muhafaza etmek isteriz. Tâ yeni çıkmalar almasınlar.

نَعَمْ اَنَّ بَيْنَهُمْ حُمَاةً لِلْمِلِّيَّةِ فَنَشْكُرُهُمْ وَ مُتَكَاسِلِينَ فَنَشْكُوهُمْ وَ مُتَحَيِّرِينَ فَنُرْشِدُهُمْ وَ اَمْوَاتًا فَنُحَافِظُ عَلَى مِيرَاثِهِمْ لِئَلاَّ يَاْخُذَهُ مَنْ...

S- Sen eskiden umum şeyhlere muhabbet, hattâ müteşeyyihlere de hüsn-ü zan ederdin. Neden şimdi bid'aya düşmüş bir kısım müteşeyyihlere hücum ediyorsun?

C- Bazan adavet, şiddet-i muhabbetten gelir. Evet, nefsim için onları ne kadar severdim. Nefs-i İslâmiyet için bin derece daha ziyade onlara âşıktım. {1: Şu üslûb, bir silsilenin mübarek hırkalarının parçalarından dikilmiştir. Yani: Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbanî, Hâlid Ziyaeddin, Seyyid Taha, Seyyid Sıbgatullah ve Seyda gibi evliyaya işaret var.}

وَلَقَدِ انْتَقَشَ فِى سُوَيْدَاءِ قُلُوبِهِمِ الطَّاهِرَةِ الصِّبْغَةُ الرَّبَّانِيَّةُ وَ فِى خَلَدِهِمْ ضِيَاءُ الْحَقِيقَةِ

نَدِيمَانْ بَادَهَا خُورْدَنْد رَفْتَنْد تَهِى خُمْخَانَهَا كَرْدَنْدُ و رَفْتَنْد

Lâkin onların asl-ı esas-ı mesleği, kulûbün tenviri ve rabtı, yani fazilet-i İslâmiye üzerine sülûk.. yani hamiyet-i İslâmiye ile tahattüm.. yani İslâmiyet için hayatta zühd ve ravhı terk.. Yani ihlas için terk-i menafi'-i şahsî.. Yani tesis-i muhabbet-i umumiyeye teveccüh.. yani ittihad-ı İslâmiyeye hizmet ve irşad...

S- Daima ittihad-ı İslâmdan bahsedersin. Sen bize tarif et?

C- İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi ismindeki eserimde tarif etmişim. Şimdi ileride o kasr-ı muallânın bir taşını, bir nakşını göstereceğim. İşte, kâ'be-i saadetimiz olan ittihad-ı münevver-i İslâmın Hacer-ül Esved'i, Kâ'be-i Mükerremedir; ve dürret-i beyzası, Ravza-i Mutahhara'dır; Mekke-i Mükerreme'si, Ceziret-ül Arab'dır; Medine-i medeniyet-i münevveresi, tam hürriyet-i şer'iyeyi tatbik eden Devlet-i Osmaniye'dir. Eğer İslâmiyet milliyetini ve ittihad-ı İslâmın taşını ve nakşını istersen, işte bak! Hayâ ve hamiyetten neş'et eden civanmerdane humret (1); hürmet ve merhametten tevellüd eden masumane tebessüm (2); fesahat ve melahattan hasıl olan ruhanî halâvet (3); aşk-ı şebabîden, şevk-i baharîden neş'et eden semavî neş'e (4); hüzn-ü gurubîden, ferah-ı seherîden vücuda gelen melekûtî lezzet (5); hüsn-ü mücerredden, cemal-i mücelladan tecelli eden mukaddes zînet (6);(19) birbiri ile imtizaç edip, ondan çıkan levn-i nuranî ancak o şark ve garbın kab-ı kavseyni olan kâ'be-i saadetinin tâk-ı muallâsının kavs-i kuzahının elvan-ı seb'asının lacivert levninin timsali, belki şu levnin manzarası bir derece irae edilebilir. Lâkin ittihad, cehl ile olmaz. İttihad, imtizac-ı efkârdır. İmtizac-ı efkâr, marifetin şua'-ı elektrikiyle olur.

S- Neden eskiden sükût ettin?

C- {1: Lisan-ı Arabî'nin elzemiyetini düşündüğüm vakitte söylemişim.}

ِلاَنَّ اْلاِسْتِبْدَادَ كَانَ مَانِعًا ِلْلاِتِّحَادِ فَكُنْتُ سَكَتُّ عَلَى جَمْرِ الْغَضَى

S- Bid'alara düşen şeyhlere hücum hatardır. İçlerinde evliya bulunur.

اَلاَّ تَخَافُ اَنْ تُصِيبَهُمْ بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحَ عَلَى مَا فَعَلْتَ مِنَ النَّادِمِينَ

Cevab: {2: Mürşidler şu tekkede, yani bu ibarette toplanmışlar. Ziyaret etmeden geçme. Yani hem Mevlevî, hem Kadirî, hem Nakşî, hem Bektaşî'ye işaret var.}

اِنَّ الْمَوْلَى جَلَّ جَلَالُهُ قَدْ وَسَمَ بِقُدْرَتِهِ عَلَى جِبَاهِهِمِ الرَّفِيعَةِ نَقْشَ الْحَقِيقَةِ وَمُرَادِى اَنْ اُرْشِدَ مَنْ طَاشَ فَهْمُهُ مِنْ ذٰلِكَ النَّقْشِ

Evet benim hücumum onların aleyhinde değil, lehlerindedir. Tâ ki onların suretiyle kendini gösteren bazı ehliyetsiz, onların kıymetini tenzil etmesin.

 

Beni tehdid ile vazgeçiremezler. Azm-i kat'î ile maksadımın yoluna tesadüf eden herbir mehalike gireceğim. Şu hayat-ı dünyeviyeyi edna bir Ermeni, milleti için feda ettiği halde; ben ki, şu hayat ile alâkam pek zayıf... Bahusus yedi defadır şu hayat elimden uçacaktı, emaneten elimde bırakılmış. Bunu vermekten minnet etmek hakkım değildir.

O ruh, kafesten ağaca uçmak; akıl, re'sten yeise kaçmak istedikleri halde, ileride feda için ibka edildi. Bu hayat ile tehdid etmek hiçtir. Kaldı ki, hayat-ı uhreviye ile tehdid ediyorlar. Ondan da hiç minnet çekmem. Şimdiki nâr-ı teessüfle muhterik bir ruh olsun, onların bedduasıyla Cehennem'de yansın; o teessüf ateşini içinden çıkarmak ile vicdan, maksaddan bir Firdevs tazammun ettiği gibi, hayal dahi emelden bir Cennet'i teşkil edecektir. Umumun malûmu olsun ki: İki elimde iki hayatımı tutmuşum, iki hasım için iki meydan-ı mübarezede iki harb ile meşgulüm. Tek hayatlı olan adam meydanıma çıkmasın.

Dipnotlar 

1-Asar-ı Bediiyye-s: 509

2-Senin bu siyasî ümidlerin şimdiye kadar boşa çıktı. İnşaallah başka surette zuhur eder. –Müellif–

3-Asar-ı Bediiyye-s: 511

4-Asar-ı Bediiyye-s: 357-359

5-Asar-ı Bediiyye-s: 357-359

6-Asar-ı Bediiyye-s: 361

7-Muhtemeldir ki, burada büyük bir veli; Eski Said'in Risale-i Nur'un dar dairesini gayet geniş ve siyasî bir daire olarak bir hiss-i kabl-el vuku'la kırk sene evvel hissederek, bu risaledeki çok cevabları o histen neş'et ettiğinden, o veli yalnız bu noktada itiraz etmiş.

8-Medreset-üz Zehra'nın Van'daki nümunesi olan ve vefat eden Horhor Medresesi'nin mezar taşı hükmünde bulunan Van Kal'ası demektir

9-İstikbalde te'lif edilecek Risale-i Nur Külliyatını hiss-i kabl-el vuku' ile haber veriyor.

10-Asar-ı Bediiyye-s: 403-404

11-Antikalığı için bu cevab dahi yazıldı. –Müellif–

12-Nüsha: Ey Türkler ve Kürdler ve Nurcular. –Müellif–

13-Fenn-i Mantık'ın tabiratı. O zaman İlm-i Mantık dersini alan talebeleri, o mecliste bulunmasından öyle söylemiş. –Müellif–

14-Ve ey inkılab softaları! –Müellif–

15-Hayal dahi bir simotoğraftır. –Müellif–

16-Asar-ı Bediiyye-s: 404-405

17-Asar-ı Bediiyye-s: 408

18-Asar-ı Bediiyye-s: 416-417

19-Haşiye: Şu müselsel üslûbdaki fıkralar; herbiri İslâmiyetin bir şuaına, bir hüsnüne, bir seciyesine, bir rabıtasına, bir temeline işarettir.

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-59

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-59

Bugünlerde, manevî bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim. Size, bir hülâsasını beyan ede

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-58

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-58

Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Müfarakat-ı umumiye hengâmı olan harab-ı dünyadan haber

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-57

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-57

Şeytanla bir Münazara *Bu risalenin te'lifinden onbir sene evvel Ramazan-ı Şerifte İstanbul'da

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-56

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-56

Irkçı Olmadığı Eğer derseniz: Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende unsuriyet-perverlik fik

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-55

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-55

AHLAK-I ÂLİYESİNDEN BİR NEBZE Eski Said’in Ahlakı İstiğnası *Eski Said minnet almazdı.

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-54

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-54

VASİYETNAMESİ * Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsinin sermayesini, ken

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-53

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-53

TARİHÇE-İ HAYATIN NEŞREDİLMESİ * Tahsin’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat yirmi büyük mecm

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-52

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-52

Mahkeme Reisine: Pek çok uzun ve mazlumane macera-yı hayatıma dair şu gayet kısa ifademi dinle

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-51

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-51

ISPARTA DÖNEMİ-1953-1960 * Ben Isparta'ya geldiğim vakit, Isparta'da İmam-Hatib ve Vaiz Mektebi

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-50

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-50

DEMOKRAT PARTİYE İKAZ, İRŞAD VE TAVSİYELERİ * Kırk seneden beri takib ettiğim ve Sultan Re

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-49

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-49

Bu mübarek gecede pek şiddetli bir ihtar kalbime geldi ki: İstanbul'daki Üniversiteciler Eski Sa

Bilin ki, Allah'ın lâneti zâlimlerin üzerinedir.

Hûd,18

GÜNÜN HADİSİ

"Allah katında, duadan daha kıymetli bir ibadet yoktur."

Tirmizî

TARİHTE BU HAFTA

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI