Cevaplar.Org

MUHAKEMAT NOTLARI-20

Ders: Muhakemat, 20. Ders (1. Makale, 12. Mukaddime) İzah: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz *“Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur.”(Muhakemat, s. 49) Eğer bir insan bir şeyin özüne ulaşamıyorsa kabuklarla meşgul olur. Not: Prof. Dr. Şadi Eren Hocamız bu vecizeyi şöyle açıklıyor; “Cevizin kabuğu olur


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2020-11-09 09:13:35

Ders: Muhakemat, 20. Ders (1. Makale, 12. Mukaddime)

İzah: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

*"Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur."(Muhakemat, s. 49) Eğer bir insan bir şeyin özüne ulaşamıyorsa kabuklarla meşgul olur.

Not: Prof. Dr. Şadi Eren Hocamız bu vecizeyi şöyle açıklıyor; "Cevizin kabuğu olur, bir de içi. Asıl önemli olan kabuğu kırıp öze ulaşmaktır. Onun gibi, dini metinlerde asıl önemli olan onların verdiği mesaj iken, bazı kimseler ayrıntılara takılıp kalabilmektedirler. Mesela Kur'an-ı Kerim'de Hazret-i Musa'ya bir mucize olarak bir asânın verildiği anlatılır. Bazıları bu asânın tarihi ve seyri ile ilgili hayli konuşmuşlar, hatta "cennetten gelme bir asâ olduğunu" bile söylemişlerdir. Tahirül Mevlevi bunu şöyle değerlendirir; "Dünya koyunlarını gütmek için Cennetten asâ getirmeye gerek yoktur. Keramet asâda değil, Musa'da idi." (Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s. 173, İzmir, 2014)

Sadi Şirazi de öze dikkat çekenlerdendir; "Kur'an'ın nüzulünden maksat, iyi ahlakı öğrenmektir. Yoksa sadece yazılı sureyi okumak demek değildir."

Not: 2: Üstad Bediüzzaman'ın Muhakemat'ı yazmasında bir maksat da, zihinleri kabuktan öze çevirmektir diye düşünüyorum. Çünkü insanoğlunun genel bir sorunu; özü bırakıp, kabuklarla meşgul olmak. Hayatın her anında ve tabakasında birçok misalleri de karşımıza çıkmıyor değil.

Üstad, Muhakemat'ın başında; "İslâmiyetin mağz ve lübbünü terk ederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık"(Muhakemat. 9) diye feryat eder. Mesela Kur'an'ın kıssadan hisse olmak üzere verdiği tarihi vakıalar, sırf öz olduğu için ve vahyin mesajı evrensel olduğundan, olayların yeri, tarihi ve tarihi şahıslardan fazla bahsetmez. Ancak onların neleri nasıl ve niçin yaptıklarından bahsederek, bizlere örnek verir.

Ama insanların çoğu bu özle yetinmez. Bunu 1996'da yaptığı bir Muhakemat dersinde Akgündüz Hoca şöyle anlatır; "Halkın ekseriyeti ana meseleden ziyade teferruat ile uğraşır, İsrailiyatın yayılış sebeplerinden biri budur. Bazı misalleri;

Ashab-ı Kehf'in köpeğinin türü neydi, Musa(aleyhisselam)'ın asası hangi ağaçtan yapılmıştı? Hz. İbrahim'in ihya ettiği kuşların türleri neydi? v.s Halk verilmek istenen mesajdan ziyade, öğrenilmesinin kendisini ilgilendirmediği böyle şeyleri merak eder. Kıssacılar da ona göre şeyler ya uydurur, ya da İsrailiyattan bulur. Tibyan  tefsirinde böyle İsrailiyat çok..

Gaziantep'te bir camide imamlık yapıyordum. Biri geldi, "hocam bir müşkülüm var, ne olur hallet. Hocalara sordum, bilemediler" dedi. Ne olduğunu sordum. Dedi ki; "Hocam, Hz. İbrahim'in(a.s) kestiği koçun etini acaba kimler yedi?" Dedim; "Kardeşim, vallahi ben yemedim, yiyenleri de bilmiyorum. Dünyada ve ahirette bunu öğrenmenin de bize hiçbir faidesi yok."

*"Hakikatı tanımayan hayalâta sapar." (Muhakemat, s.49) Gerçek manayı bilmiyorsan, hayallerle meşgul olursun. 

"Sırat-ı müstakimi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer."(Muhakemat, s. 49)

Not: Üstadın da işaret ettiği gibi Sırat-ı Müstakim vahyin çizgisidir; "Sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur'anın cadde-i nuraniyesidir ki en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semavî ve rahmanî ve nuranî bir meslektir.(Sözler s.546)

"Sırat-ı müstakim; şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülâsasından hâsıl olan adl ü adalete işarettir."(İşarat-ül İ'caz, s. 23)

Bu yoldan şaşan, ferdi, içtimai, fikri hata ve sıkıntılara düşer; "hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin bütün yollarında, istikamet en faydalı ve kolay ve kısadır. Ve sırat-ı müstakim kaybedilse, o yollar pek belalı ve uzun ve zararlı olur. (Şualar, s. 616)

Bir de daha özel manada sırat-ı müstakim çizgisi Ehl-i Sünnet Vel Cemaat adıyla âlem-i İslam'ın yüzde doksanını temsil eden Sünni çizgidir ki, itidalin remzidir. Üstad buna işaretle "Âlem-i İslâmda Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi, hakaik-i Kur'aniyeyi ve imaniyeyi istikamet dairesinde hüve hüvesine Sünnet-i Seniyeye ittiba' ederek muhafaza etmişler"(Mektubat, s. 342)

Bu çizgiden sapan tüm bid'a akımlar ifrat ve tefrit çizgilerinde gezinir, dururlar. Mesela Kader meselesinde Cebriye ve Kaderiyye gibi.(Salih Okur)

Not: 2. İfrat ve tefrit'in yani aşırılığın insan fıtratını rahatsız etmesi hakkında Blaise Pascal'ın iki sözünü nakletmeden geçemeyeceğiz; "Duygularımız aşırılıkları kabul etmez; çok gürültü bizi rahatsız eder. Keskin ışık gözlerimizi kamaştırır. Çok yakınlık ve uzaklık, görüşe engel olur. Sözü çok uzatmak ya da kısa kesmek söylenen sözün değerini azaltır. Çok fazla zevk, acı ve hayal kırıklığıyla biter. Aşırı boyun eğme can sıkar."

"İki türlü aşırılık vardır; Mantığı hesaba katmamak ve mantıktan başka bir şey tanımamak." (Şerif Oktürk, Konuşma, Sanat Ve Güzel Sözler Antolojisi, Cilt, 1, s. 117, Kastaş Yayınları, İst. 1983, 1. Baskı)

*"Müvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır."(Muhakemat, s.49) Dengesiz olan adam çok aldanır ve aldatır. 

Not: Üstad bu manada yedinci Mukaddimede "Evet muvazenesiz vaizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebeb olmuşlardır.(Muhakemat; s. 32) demektedir.

Yine aynı Mukaddimenin hatimesinde der ki; "Ey hariçten ve uzaktan İslâmiyeti tenkid etmeye çalışan insafsızlar! Aldanmayın.. muhakeme edin.. nazar-ı sathî ile iktifa etmeyiniz... Zira şu sizin bahanelerinize sebeb olanlar, lisan-ı şeriatte ülema-i sû' ile müsemmadırlar. Onların müvazenesizlik, zahirperestliklerinden neş'et eden hicabın maverasına bakınız. Göreceksiniz ki: Herbir hakikat-ı İslâmiye necm-i münir gibi bürhan-ı neyyirdir."(Muhakemat, s. 34 )

Sözler'de de hakikatın dengesini yitirenler hakkında; "Bâtın-ı umûra gidip, Sünnet-i Seniyeye ittiba etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden fırak-ı dâllenin bütün imamları hakaikın tenasübünü, müvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid'aya, dalalete düşüp bir cemaat-ı beşeriyeyi yanlış yola sevketmişler(Sözler, s. 442) demektedir.

Not: 2: Prof. Dr. Şadi Eren bey, "Muhakemat Notlarında" bu sözü şöyle izah etmiş; "Mesela, emir sığasının hangi manalarda kullanılabildiğini bilmeyen birisi, Kur'an'da geçen "avlanın"(Maide: 5/2) ve "evlenin"(Nisa, 4/3) emirlerini vücub için zanneder. Böylece ihramdan çıkınca avlanmaya gider, evlenmeyen din âlimlerine dil uzatır.

Hâlbuki Kur'an ayetlerini sadece zahirine göre yorumlamak insanı yanıltabilir. Zira Kur'an ayetlerinde emir her zaman vücub ifade etmez. Bazı emirler "böyle yapabilirsiniz" şeklinde ibaha manası taşır, o işin mübahlığını gösterir." (Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s. 174, İzmir, 2014)

*"Zahirperestleri aldatan bir sebeb: Kıssanın hisse ile münasebeti ve mukaddemenin maksud ile zihinde mukareneti, vücud-u haricîde olan mukarenetle iltibas olunmasıdır.(Muhakemat, s.49)

Not; "Kıssa hisse içindir. Mukaddime de maksuda ulaşmak için basamak ve merdiven gibidir. Bunların zihinde beraber ve yan yana olmaları gerçekte de de beraber ve yan yana olmalarını gerektirmez." (Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s. 174, İzmir, 2014)

Not: 2: Âcizane görebildiğim kadarıyla, bu sözü izah etmek isteyenler Akgündüz hoca da dâhil, Birinci Makale'nin Dördüncü Meselesine dikkat etmemişler. Hâlbuki Üstad "Bu noktaya dikkat et, sonra muhtaç olacaksın."(Muhakemat, s49) diyerek Mukaddimede zikrettiği esasların tatbikini Meselelerde göstereceğini söylemiş oluyor. Zaten Dördüncü meselede de " Bundan sonra On ikinci Mukaddeme'nin fatihasında bir tevil-i âher sana feth-i bâb eder(Muhakemat, s. 69) Yani Üstadın zihindeki mukarenetini bahsettiği hususlar; Sevr ve hut, Zülkarneyn'in güneşi bir balçıkta batıyor bulması, Kafdağı, dağların bir direk olarak yeryüzüne çıkılması gibi, Mukaddemelerden sonra gelen sekiz meseledeki hususlardır. Bunların zihinde yan yana durmaları harici vücutta aynı şekilde olmalarını gerektirmez.

Mesela Zülkarneyn aleyhisselam'ın gözünde Güneşin çamurlu bir gözede gurub eder görünmesi, hariçte de öyle olmasını gerektirmez. Veya istiva manası meliklerin tahtlarına yerleşip oturduğu şeklinde zihinde yer alması Allahu Teâlâ'nın arşa istivasının da böyle olduğunu gerektirmez.

Üstad buna Vesvese Risalesinde şöyle değiniyor; " Fenn-i Beyan'da beyan olunduğu gibi, "Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet ise, hayalde sebeb-i kurbiyettir." Yani: İki zıddın suretlerinin cem'ine vasıta, bir münasebet-i hayaliyedir. Bu münasebetle gelen tahattura, tedai-yi efkâr tabir edilir. (Sözler, s. 275)

"Hem de ihtilâlatı tevlid eden, ihtilafatı îka' eden, hurafatı icad eden, mübalağatı intac eden esbabın birisi ve belki en birincisi, hilkatte olan hüsün ve azamet ve ulviyete adem-i kanaattır."(Muhakemat, s. 49 )

Not: Bu bahis 7. Mukaddimede de işlenmiş. Akgündüz hoca'nın 1990larda yaptığı Muhakemat dersinden bazı izahlarını hülasa olarak nakledelim. "İhtilal demek, bozulma demek. Devletin çarklarının dışarıdan bir müdahale ile bozulmasına da ihtilal diyoruz ya. Demek mübalağa illa bir yerde karışıklık çıkaracak. Hakikatın dengesini bozacak. Mesela diyorsun ki; "Mahmut iyi bir tıp doktoru veya dâhiliye mütehassısı." Veya "filan çok iyi bir marangoz" Tamam, buraya kadar güzel. "Dünyaya hiç onun gibi usta gelmemiş" ya etme eyleme, güzel bir şeyi çirkinleştirdin"

"Mesela bir kardeşimiz iyi bir göz doktoru.. Ben desem ki "bu kardeşimiz bu sahada dünyada tekdir, ondan daha üstünü yoktur." Ya etme eyleme.. Bu bir istibdaddır."

"Mesela desem ki "şu arkadaş göz mütehassısı.. Şaşılıktan iyi anlar. Retinayı çok iyi bilir.." Bakın nizam ihlal olmadı. Ama eklesem, "böbrek hususunda dünyada eşi benzeri yoktur." Meselenin nizamı bozulmaya başlar. Bir de desem ki; "Apandisit ameliyatında zaten Türkiye'de tek." Konunun nizamı alt üst olur.."

"Bir mantık kaidesi: "bir şey sabit olduğunda levazımatı ile sabit olur." Mesela desen ki "şu genç arslan gibi. Sadece başı 40 kilo." O zaman, vücudunun da 400 kilo olması gerekir. Bak güzellik, denge bozuldu." 

İhtilafı ika etmesine bir misal; "İnhisarcılık bir istibdaddır. "Sadece İslam'a biz hizmet ediyoruz. Bu meseleyi dünyada sadece benim efendim, hocam bilir" vs gibi."

"Hilkatte olan hüsün ve azamet ve ulviyete adem-i kanaattır." Bu meseleyle alakalı Akgündüz hoca o zamanlar şu hatırasını da anlatıyor; "Erzurum'da Üniversite Camiinde imamlık yaptığım dönemdi. O zaman da Adıyaman'daki Şeyh Raşid Efendi'nin hakikaten çok büyük hizmetleri vardı. Mesela bazı geceler Üniversite Camiinde üç yüz kişi gelip zikir yapıyorlardı. Bana diyorlardı; "hocam, müsaade eder misin?" Diyordum; "müsaade ne demek, mümkün olsa ben de gelirdim. Ne demek, Allah'ı zikredecekler de müsaade etmeyeceğim. Bize sadece dua etmek düşer."

O sıralarda birisi bana dedi ki; "Hocam bu zatı(Raşid Efendiyi) tanıyor musunuz?

Dedim ki, "tanımıyorum, ama hürmet ediyorum. "Allah muvaffak etsin" diyorum.

Dedi ki; "Hocam, buradaki halifesini tanıyor musunuz?"

Dedim, "tanımıyorum."

Dedi ki; "hocam, halifesi ile her gün görüşüyorlarmış."

"Fazla masraflı olmuyor mu her gün telefonla görüşmek?" dedim.

Dedi ki; "Hocam, anlamadınız, manevi telefonla görüşüyorlar."

Dedim ki, "mübarek, sen bu sözü bana söyle de, başkasına söyleme. Bu söz onun aleyhinde bir söz. Aleyhinde konuşmaktır. Çünkü bir peygamberin mucizesi bile devamlı değildir. Devamlı olsa, her zaman herkese imam olmaz. Peygambere nasip olmayan bir iş, nasıl bir veliyullaha nasip olur? İnsaf et. Bu onu medh değil, zem etmektir."

Not: Buna benzer bir mübalağayı, merhum Seyda Muhammed Emin Er Efendi'nin oğlu İbrahim Halil Er Hocamız şöyle anlatıyor; "Babam ve bazı talebeleri Menzil'e gitmişlerdi. Şeyh Raşid'in yanına. Bu sırada bir minibüsün şarampole yuvarlandığı haberi geldi. Şeyh, babam ve sofiler yardım için oraya gittiler. Bir halat atıp, arabayı çektiler.

Bu sırada babamla şeyh peş peşe çekiyorlardı. Hatta babam gülerek anlatırdı; "bazen araba ağırlaşır, ben şeyhin üzerine düşerdim. Bazen de şeyh bizim üzerimize düşerdi. Düşe kalka arabayı çektik. Daha sonra biz Antep'e döndüğümüzde duydum ki müridleri olayı şöyle anlatıyor. "bir araba şarampole yuvarlanıyor, şeyh gelip serçe parmağıyla bunu kaldırıp çıkarıyor." Babam bunu müridlerin yalanlarına örnek olarak hep anlatırdı.

Bu olayın içinde olan, yani babamla birlikte olan eniştem de olayla ilgili şu anektodu anlattı: Şeyh, babam ve talebeleri arabayı çıkarmaya çalışıyorlar. Güçleri yetmiyor. Bunun üzerine Şeyh Raşid Kürtçe olarak "hele gaziya sofiya kın" yani "sofileri çağırın" diyor. Gelen sofilerin yardımıyla araba çıkartılıyor."

https://www.facebook.com/pg/muhammedeminerseyda/posts/

Not: 2: Mübalağalar ile hakikatlerin yerle bir olması ile alakalı başka bir hadiseyi de yine İbrahim Halil Er Hocanın bir yazısından nakledelim; Hz. Ömer hakkında uydurulan Nuşirevan hikâyesi. Bu hikâye çok meşhurdur, sosyal medyada sürekli dolaşır ve işin ilginç yanı birçok âlim ve akademisyenler de sorgulamadan paylaşır.

Hikâyeye göre Şam Valisi Sa'd b. Ebi Vakkas (bazı rivayetlerde İskenderiye valisi yapılır) ve bazı rivayetlerde de Şam valisi olarak Amr b. As ismi zikredilir... Gerçekte Amr b. As (ra) Şam valiliğini, Sa'd b. Ebi Vakkas (ra) da hiçbir zaman İskenderiye valiliğini yapmamıştır.

Hikâyeye göre bu valiler bir büyük cami yapmak isterler ve kimi rivayete göre bir Yahudi adam, kimi rivayete göre de bir Hristiyan kadın'ın evini de zorla alırlar. Bunun üzerine bu kişiler üşenmeyip Medine'ye Halife Hz. Ömer (ra)'ya şikâyet ederler ve o da "Ben Nuşirevan'dan daha az adil değilim" yazan bir mektup verir. Mektubu görün valilerin benzi atar ve hemen ilgili kişilerin evlerini ona verirler.
Bir kere hikayede Hz. Ömer'in adaletini vurgulamak ve abartmak için iki büyük sahabeyi yerle yeksan ediyorlar.... Onlar zalim ve gayri adil, mazlum olan kişiler onların şerrinden Hz. Ömer'e sığınıyorlar. Hikâyeyi uyduranlar için böyle bir detayın önemi yok...
Devamında ilgili valiler kararlarından dönmelerinin nedenini de şöyle anlatıyorlar. "İslam'dan önce Hz. Ömer ile birlikte İran'a satmak için deve götürüyorlar (bu da rivayetlerde değişiyor). Orada mallarına güçlü bir şahıs el koyuyor. Bunlar da durumu İran Kisrası Nuşirevan Adil'e anlatıyorlar. Nuşirevan da mallarını alıp verdiği gibi o kişileri de şehrin çıkış kapısına asıyor. Üstelik o kişiler Nuşirevan'ın oğlu ve veziriymiş..

Burada da ciddi bir anakronizm ortaya çıkıyor. Çünkü hikâyeyi uyduranlar zaman ve tarihi dikkate almıyorlar. Buradaki temel yanlışlık da Nuşirevan öldüğünde daha Hz. Ömer doğmamıştı... Yani Hz. Ömer, doğmadan önce de ticaret yapıyordu. Nuşirevan, 579 yılında ölürken, Hz. Ömer 581 yılında doğuyordu...
Sorun değil, bu kadar kusur kadı kızında da bulunur...

Amaç, Hz. Ömer'in adaletiyle nam salmış olan Nuşirevan-ı Adil'den daha adil olduğunu vurgulamaktır.. Bu uğurda hikâyeler uydurmak mubah... En acı olanı da ilim ehli bildiğimiz insanların bu masalları hiç sorgulamadan nakletmeleri, cami minberlerinde hatiplerin bunu halka anlatması ve insanlarımızın da bir güzel duygulanması... Hz. Ömer'in büyüklüğü için böyle hikâyelere ihtiyaç yok...

İşte burada Üstadın iki ifadesini nakletmenin sırasıdır; "Ey hakikatı çıplak görmek isteyen zât!.. Bu mukaddemeye dikkat et; zira hurafatın kapısı bu yerden açılır. Ve bab-ı tahkik dahi bunun ile seddolur. Hem de kıssadan hisse ve meyl-üt terakkiyle mütekaddimînin esasları üzerine bina ve seleflerin mevrusatında tasarruf ve ziyadeye cesaret bu şûristanda mahvolur. Muhakemat ( s:24 )

"İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir. Bir dane-i hakikat bir harman hayalâta müreccahtır. İhsan-ı İlahî ile tavsifte kanaat etmek farzdır. Muhakemat (s: 25)

*Üstad bundan sonra diyor ki; "Fakat cehl-i mürekkebin hemşiresi ve nazar-ı sathînin annesi olan ülfet, mübalağacıların gözlerini kapatmıştır."(Muhakemat, s. 49) Biliyorsunuz cehalet iki kısımdır. Bir Cehl-i basit, bir şeyi bilmemek. Hepimizde vardır bu. Ama bir de Cehl-i mürekkep vardır, hem bilmemek, hem de bilmediğini bilmemek. Ülfet ise cehl-i mürekkebin kız kardeşi ve yüzeysel bakışın(nazar-ı sathinin) annesidir.

Not: Ülfet; insanın bir şeye alıştığı için, o alıştığı devamlı gördüğü şeye karşı bakar kör olması halidir. Bu dünyaya gözümüzü açtığımızdan beri devamlı kudret işaretlerini, ayetlerini görür dururuz da onlara artık bakar kör oluruz. Buna ülfet denilir. Onun için ayet-i kerimede;

وَكَأَيِّن مِّن آيَةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ يَمُرُّونَ عَلَيْهَا وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ

"Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler. ( Yusuf: 12/105) buyrulur. Hani Fulton Oursler'in şahane bir sözü vardır; "Güneş yüzyılda bir doğsaydı, hiç kimse bu manzarayı kaçırmayacak, Tanrı'nın mucizesi göklere hayat verirken, tüm yataklar boş kalacaktı."(Salih Okur)

Not: 2: Prof. Dr. Şener Dilek bey bir derste diyor ki; "Sathi nazarların çok cihetleri var. İlimde sathi nazar, bir ibareyi anlamakta sathi nazar, kâinata bakışta sathi nazar, tedbirde sathi nazar. Mesela ilimde sathi nazarda bakıyor, "tamam bu budur, ben böyle anladım" diyor. Orada kalıyor. Tabii, anladığı, gördüğü, bildiği de ne? İşin yüzeyi, zevahiri. Yani kabukta ve kışırda dolanıyor, içine giremiyor. İçine nüfuz edemediği için de tefekkürün hakikatına ulaşamıyor. Tefekkürün hakikatına ulaşamayınca da gaflet tabakalarını hakkıyla dağıtamıyor. Üstad; "Tefekkür, gafleti izale eder. (Mesnevi-i Nuriye s. 147) diyor. Görüyor.. Ama intikal derinliği çok sathi."

Üstadın burada değindiği ilimlere sathi bakışı da yine en güzel şekilde Hazret-i Üstad Kızıl İcaz'da izah etmiştir. Biz de Niyazi Beki ve Akgündüz şerhlerinden müşterek bir meali veriyoruz; " İlim bir gıdadır, mutlaka hazmedilmesi gerektir. Rahvan bir at gibi acele koşan zihin, hakikatların üzerinden kayarak geçer ve hakikatler o zihnin elinde parçalanır. Orada sabit durmaz ve zihinden çıkar gider. Daha sonra zihin, gelişme kabiliyetini kaybeden o hakikatlerin parçalarını kendi hafızasında toplamaya çalışır. Fakat onlar ne hazmedilir ne de yeşerir ve zihin o hakikatleri sadece kusar ve bazen de kokuşur. Zihin sathiliği bize bulaşan en şiddetli bir hastalıktır."(Prof. Dr. Niyazi Beki, Kızıl İcaz Şerhi, s. 224, Tenvir Neşriyat, İst. 2020, 1. Baskı, Prof. Dr. Ahmed Akgündüz, Kızıl İcaz Şerhi, s. 353-354, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İst. 2o2o, 2. Baskı) 

*" Hem de meyl-ül mübalağatı tevlid eden, beşerin kendi meylini kuvveden fiile çıkarmasına meyelan-ı fıtriyesidir. Zira meyillerinden birisi; hayret verecek acib şeyleri görmeye ve göstermeye ve teceddüde ve icada olan meylidir. Buna binaen vakta beşer, nazar-ı sathî ile kâinat kaplarında ülfet kapağı altında olan gıda-yı ruhanîyi zevkedemediğinden kabı ve kapağı yalamakla usanmak ve kanaatsızlık ve hârikulâdeye meyil ve hayalâta iştihadan başka netice vermediğinden meyl-i hârikulâde ile ya teceddüd veya tervic için meyl-ül mübalağa tevellüd eder.

Not: Prof. Dr. Şadi Eren bey diyor ki; "Öyle anlaşılıyor ki, kâinatın mevcut şeklinden tefekkür yoluyla istifade edemeyip insanın ruhani gıdasını alamaması, içinde bal olan bir kavanozun kabını ve kapağını yalamakla oyalanmaya benzer." (Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s. 178, İzmir, 2014)

Bu oyalanmanın neleri getirdiğini de Prof. Dr. Şener Dilek Bey bir derste şöyle açıklıyor; "Allah'ın sanatında i'caz vardır. Allah'ın sanatı mucizedir. Ülfet, o i'cazı göremez.

Düşünelim, bir hastanede bir kadın iki başlı bir çocuk doğursa veya vücutları yapışık iki çocuk doğursa, bu farfaralı gazeteler hemen hastaneye koşar, bunu haber yapmakla uğraşırlar. Şimdi soru; iki başlı çocuk mu daha mucize ve harikadır, yoksa tek başlı çocuk mu daha mucize ve harikadır? Dört elli, on elli, ahtapot gibi bir çocuk mu daha antika ve mu'cizdir? İki elli olan insan mı daha antika ve mu'cizdir? Aslında onların adiyat sırasında gördükleri her şey en harika ve en mu'cizdir. Kâinatta Allah'ın sanat eserlerindeki i'cazı göremeyen insan, ülfete düşüyor. Ülfete düştüğü zaman da o mananın hakikatı âleminde silikleşiyor. Orijinalitesini kaybediyor." Bu sefer hakikatın güzelliği ile tatmin olamayan insan ruhu acaiplikler, mübalağalar, süslemelerle doymaya çalışıyor. Bir şeyi anlatırken Allah'ın kudretinin o şeye verdiği ile kanaat edemiyor, mübalağalara başvuruyor. Mübalağa bu şekliyle kudret-i İlahiye iftira ve sanat-ı İlahiyeye kanaatsızlık olmuş oluyor.

"O mübalağa ise, dağ tepesinde bir kartopu gibi yuvarlamakla tâ hayalin yüksek zirvesinden lisana kadar tekerlense, sonra lisandan lisana yuvarlanıp giderken kendi hakikatının çok parçalarını dağıtmakla beraber, her lisandan meyl-ül mübalağa ile çok hayalâtı kendine toplar, şape gibi büyür.(Muhakemat, s. 50)

Çığ, başlangıçta küçük bir taştır. Ama ona kar sarıla sarıla büyüyor, bir felaket haline geliyor. Mübalağa da böyle. Dilden dile nakledilirken herkes bir şey katıyor, dillerde yuvarlana yuvarlana büyüyor ve sonunda hakikatı ezip geçiyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Gökleri ve yeri yerli yerince yarattı. Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş ancak O'nadır.

et-Teğabün: 3

GÜNÜN HADİSİ

İslam hakkında.

"İslam beş esas üzerine bina edilmiştir: Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduguna şehadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, Kabe'ye haccetmek, Ramazan orucu tutmak" Buhari-İman:1

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Donanmayı Haliç'e İndirdi.(22 Nisan 1453) *T.B.M.M. Açıldı.(23 Nisan 1920) *Yavuz Sultan Selim Padişah Oldu.( 25 Nisan 1512) *Çernobil Nükleer Faciası.(26 Nisan 1986) *Sultan II.Abdülhamid Han Tahttan İndirildi.(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI