Cevaplar.Org

İRŞAD’DA MUHATABIN DURUMUNU NAZARA ALMAK

İrşat Edileceklerin Durumu Kur'an'ın irşat ve hidayetinde, muhatabın durumu, ihtiyacı önem arz etmektedir. "ite ot, ata et vermek" ne kadar yanlış ise, muhatabın ihtiyacını karşılamayan bir irşat da o kadar yanlıştır. Onun için öncelikle muhatapları Müslüman ve Müslüman olmayanlar olarak belirlemekte fayda vardır. Kur'an'da geçen "hidayet" kavramı da farklı


Niyazi Beki(Prof. Dr.)

niyazibeki@gmail.com

2017-02-16 12:50:29

Ä°rÅŸat Edileceklerin Durumu

Kur'an'ın irşat ve hidayetinde, muhatabın durumu, ihtiyacı önem arz etmektedir. "ite ot, ata et vermek" ne kadar yanlış ise, muhatabın ihtiyacını karşılamayan bir irşat da o kadar yanlıştır. Onun için öncelikle muhatapları Müslüman ve Müslüman olmayanlar olarak belirlemekte fayda vardır. Kur'an'da geçen "hidayet" kavramı da farklı kesimlere göre farklı bir anlam ifade etmektedir. Örneğin; takva sahibi bir müminin hidayeti, onun doğru yolda sebat ettiğini, günahkârr bir Müslüman'ın hidayeti, onun tevbe edip günahlardan uzaklaştığını, bir gayr-ı Müslimin hidayeti ise, onun İslam dinini kabul edip imana geldiğini anlatmaktadır. Hidayet de bir irşat kavramı olduğuna göre, aynı şeyler irşat için de geçerlidir.

1. Müslümanlar:

İman zaafı içinde olan kişilerin inançları, kuvvetli delillerle takviye edilmeli ve tereddütleri kesin bilgilerle giderilmelidir. Kimin ne kadar imana sahip olduğu elbette bilinmez. Fakat insanların yaşadıkları hayat tarzı, sahip oldukları imanın derecesi hakkında bir fikir verir. Bu açıdan bakıldığında, farz ve vacipleri bile yapmayan bir insanın kuvvetli bir imana sahip olduğunu iddia etmek çok zordur. Kur'an'ın baştan sona kadar, her fırsatta iman esaslarına dikkat çekmesi ve: "Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara iman edin!"(1) buyurması, imanı olmayanların yanında, imanlı kişilerin de imânlarını güçlendirecek hususlara muhtaç olduklarını göstermektedir.

Müminler, bu felaket asrının inançlara ve inananlara yönelik müthiş hücumları karşısında, kesin delillere dayalı tahkikî imânı elde etmek ve bu imânlarını, güzel ahlâk, amel-i salih ve günahlardan uzak kalmakla ispatlamak zorundadırlar. Bunları yapmak için de, belki her asırdakinden fazla teşvik ve uyarılara muhtaçtırlar. Şu husus unutulmamalıdır ki, İslam dininin bir kanadı iman, bir kanadı da salih amel teşkil etmektedir. Allah'ın emir ve yasaklarından ibaret olan Salih amel, imanın bir gereği ve bir yansımasıdır. Bu yüzdendir ki, ehl-i sünnet âlimleri:"Salih amel, imanın mütemmim bir parçasıdır" demişler. İman ile amel arasındaki ilişkiye dikkat çeken pek çok ayet mevcuttur. Anacak bir-iki tanesini zikretmekle iktifa edeceğiz:

"Ey iman edenler! Allah'a itâat edin, peygambere ve sizden olan idarecilere de (Allah'a muhalif olmadığı sürece) itâat edin! Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve âhiret gününe (gerçekten) inanıyorsanız, onu Allah'a ve Resûl'üne götürün. Bu daha hayırlıdır ve sonuç bakımından da daha güzeldir"(2) ayetinde, iman ile itaatin bir arada zikredilerek, amel ile iman arasındaki sıkı ilişkiye vurgu yapılmıştır. Allah ve resülüne itaat etmek, onların emir ve yasaklarına uymak demektir ki, Salih amelin ta kendisidir.

"Onlar, kendilerine meleklerin gelmesini, veya Rabbinin (emrinin) gelmesini, yahut Rabbinin bazı âyetlerinin (mucizelerinin) gelmesini mi bekliyorlar? Oysa, Rabbinin alâmetlerinden bir kısmının geleceği gün, daha önce iman etmemiş ya da (salih emel işleyerek) imanında bir hayır kazanmamış olan bir kimseye artık imanı fayda vermez. De ki: Bekleyin şüphesiz biz de beklemekteyiz"(3) ayetinde ise, bu ilişki çok çarpıcı bir şekilde orta konmuştur.

Bir kimse, her şeyin apaçık ortaya çıktığı ve dolayısıyla imtihan sırrının kalktığı bir günde (yani; ister dünyanın ölümü olan büyük kıyametin, ister kişinin ölümü olan küçük kıyametin gözle görülür hâl aldığı bir zamanda, söz gelişi; kıyametin en belirgin alameti olan güneşin batıdan doğduğu veya şahsî kıyametin en belirgin alameti olan hayat güneşinin grup etmeye yüz tuttuğu bir anda) iman etse, yahut daha önce iman edip de, imanının gereği olan salih amel işleyerek imanında bir hayır kazanmamış olduğu halde, söz konusu günde salih bir amel işlese, onun ne bu imanı ve ne de işlediği güzel ameli kendisine bir fayda verir.

2. Gayr-i Müslimler

a. Ehl-i Kitab

Bir hastanın durumu neyi gerektirirse, ona göre bir tedavi yöntemi uygulamak, tıp ilminin tartışılmaz bir kuralıdır. Bu kural, insan vücuduna ait hastalıklar için geçerli olduğu gibi; insanların ruhuna, kalbine ve manevî latifelerine ait olan (ruhî, kalbî ve imânî) hastalıklar için de geçerlidir. Bu hastalıkların tedavisi, (manevî doktorlar olan) mürşitlerin eliyle gerçekleşir. Bu bakımdan mürşitler, hastalarının durumunu göz önünde bulundurmak ve ona göre bir yol çizmek zorundadırlar. 

Bilindiği gibi, eski zamanlarda iman esasları günümüzdeki gibi sarsılmadığı ve gönüllerdeki yerleri sağlam olduğu için, bütün irşat faaliyetleri (Allah rızasına uygun olan) salih amellerin takviyesine hasredilmiştir. Halbuki bu asırda pozitivist akımlar imânın temel esaslarına hücum etmekte ve imânı zayıf olanları şüpheye düşürmektedir. Bu sebepledir ki, asrımızın tabibi olan Bediüzzaman Said Nursî, eserlerinde bu noktaya dikkat çekmiş ve bütün mesaisini iman esaslarının tahkik ve tahkimine sarf ettiğini belirtmiştir.(4)

Kur'an-ı Hakim, Ehl-i Kitab'a, (kendilerine Müslümanlar gibi kitap indirilen Hıristiyan ve Yahudilere) çok önem vermiş ve onlarla yapılacak tartışmalarda daha dikkatli olunmasını emretmiştir.

"Kitap ehliyle ancak en güzel bir şekilde tartışın. - yalnız onlardan zulmedenler müstesna- Onlara deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir. Ve biz Ona teslim olmuşuzdur."(5)

Bediüzzaman, "Takva sahipleri öyle kimseler ki, sana indirilene de, senden önce indirilene de imân ederler"(6)mealindeki âyeti tefsir ederken, özetle şu görüşlere yer vermektedir:

"Kur'an-ı Kerim, o cümlede Ehl-i kitabı imânâ teşvik etmekle onlara bir ünsiyet, bir suhulet / kolaylık gösteriyor. Gönüllerini İslâm'a ısındıran bir üslubu kullanıyor. Ve adeta şöyle diyor: 'Ey Ehl-i kitap!. İslâmiyet'i kabul etmekte size bir meşakkat yoktur. Size ağır gelmesin!. Zira size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak itikadatınızı / inançlarınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz!.' diye teklifte bulunuyor. Zira Kur'an, bütün kütüb-ü salifenin / daha önce nâzil olan mukaddes kitapların güzelliklerini ve eski şeriatlarının kavaid-i esasiyelerini cem'etmiş olduğundan, usulde muaddil ve mükemmildir. Yani ta'dil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tagâyyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat / teferruat kısmında müessistir. Bunda aklî ve mantıkî olmayan bir cihet yoktur. Evet mevasim-i erbaada / dört mevsimde giyecek, yiyecek ve sair ilaçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik, hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre, ahkam-ı fer'iyede tebeddül vardır. Çünkü fer'î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamânâ göre mazarrat olur. Veya bir ilaç bir şahsa deva iken, şahs-i âhere / diğer bir şahsa dâ' / dert olur. Bu sırdandır ki, Kur'an fer'î hükümlerden bir kısmını nesh etmiştir / kaldırmıştır. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir."(7)

Bediüzzaman, Kur'an'da geçen "Ehl-i kitap" kavramına orijinal bir anlam yüklemiş, işi sırf bilinen Ehl-i kitapla sınırlı bırakmayıp, o kavramın sözlük anlamı itibariyle gösterdiği "okumuş, tahsil görmüş kesim"i de içine alacak şekilde geniş bir insan kitlesine yaymıştır. Ona göre, "Ehl-i kitap" tabiri, aynı zamanda "ehl-i mektep" anlamındadır:

"Kur'an'ın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve râsihdir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur'an'ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hâzır ve şu asrın Ehl-i kitap insanları Kur'an'ın "Yâ ehl'el-kitab!. Yâ ehl'el-kitab!." hitab-ı mürşidanesine o kadar muhtaçtır ki, güya o hitap doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve "Yâ ehl'el-kitab" lâfzı, "Yâ ehle'l-mekteb" mânâsını dahi tazammun eder / içine alır. Bütün şiddetiyle, bütün tazeliğiyle, bütün şebabetiyle "Ey Ehl-i Kitap!. Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin!."(8) sayhasını âlemin aktarına savuruyor.(9)

b. Ehl-i Kitap Olmayanlar

Kur'an'ın Mekke'de inen surelerinin ilk muhatapları, ehl-i kitap olmayan müşriklerdi. Bu sebeple Mekkî surelerin en çok işlediği konuların başında, tevhit inancı ve haşir akidesi gibi imân esasları gelmektedir. Yine aynı maksatla, "Yaratan Rabbinin adıyla oku!." mealinde nâzil olan ilk âyette, her şeyi "Rab" ismiyle terbiye edip düzenleyen ve yönetip idare eden kâinatın yaratıcısına dikkat çekilmiştir. Adı ne olursa olsun, kitap ehli olmayanlar, doğruları öğrenmek için (Ehl-i kitaba nispeten) daha fazla bir bilgiye muhtaçtır. Bununla beraber yanlış bilgiyi düzeltmek, yeni bilgi vermekten daha zordur. İşte bu asırda, bir şehir hükmüne gelen dünyamızda, bütün düşünceler ve kültürler birbirinin etki alanına girmiştir. Bir bakıma hepsi de birbirlerinin iyi yönlerinden olduğu kadar, kötü yönlerinden de etkilenmiştir. Bu sebeple, asrımızın kendine özgü bir yapısı bulunmaktadır. Bu yapı "cehl-i mürekkep" / "Bilmemekle beraber, bilmediğini de bilmemek" şeklinde ifade edilen yanlış bir bilgi ağının örgüsüdür. Maddeci bir görüşü yansıtan bu yapı 17. asırda başlamış ve 20. asırda zirveye ulaşmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri, insanların sübjektif bakışları sebebiyle meselelerin mahiyetini değiştirebildiğini, elması kömür, kömürü de elmas halinde gösterebilen bir cerbeze ve demagojiye sahip olduğunu belirtmiş, bu yüzden de, söz konusu bakış açısını Kur'an'ın ders verdiği hakikatlerin lehinde değiştirmeye çalışmıştır. Eserlerinde, müspet ilmin pencerelerinden imânî meselelere baktırmasının hikmeti budur. Bunu yaparken, hiçbir zaman müspet ilmin verilerini sarsılmaz birer gerçek olarak kabul etmemiş Kur'an'ın yorumlarını onlara tabi kılmamıştır.

Bediüzzaman'a göre, müspet ilmin konu edindiği kâinat kitabı, Kur'an'ın da ders verdiği hususlardır. Aradaki fark, bakış açısıdır. Fen ilimleri, kâinattan bahsederken, onu yaratan kudreti hesaba katmaz. Dünyanın ve güneşin büyüklüğünü, ya da aralarındaki uzaklığı anlatırken, o küreleri uzay boşluğuna yerleştiren, görünmez bağlarla birbirine bağlayan, onları bir Mevlevî gibi döndürerek mevsimleri yaratan Zat'tan bahsetmez. Kur'an'ın kâinattan bahsetmesi ise, Allah hesabınadır. Diğer bir ifadeyle, Allah'ın birliğine ve haşrin varlığına delil göstermek içindir. Bu delillerin temel noktası ise, iki ana unsurda düğümlenir:

Birincisi: "İhtira" delilidir ki, hiç bir nesnenin yokluk âleminden varlık âlemine geçecek kadar güçlü olamadığını, bu yüzden de, ancak ilmi ve kudreti sonsuz bir yaratıcı tarafından var edildiğini, zaten sonsuz ihtimaller içinde en güzel şekli ve keyfiyeti kazanmış olarak varlık âlemine çıkmasının da, ancak böyle mümkün olabileceğini göstermektir.

İkincisi: Varlıkların, kendi güçlerinin çok üstünde hikmetler gösterdiğini ve menfaatler sağladığını gözler önüne seren "İnâyet" delilidir.(10)

Dipnotlar

1-Nisa, 4/136.

2-Nisa, 4/59.

3-Enam, 6/158.

4-Nursî, Mektûbat, 58.

5-Ankebût, 29/46.

6-Bakara, 2/3.

7-Nursî, İşarat'ul-İ'caz, 50.

8-Al-i Ä°mran, 3/64.

9-Nursî, Sözler, 407.

10-bk. Nursî, Mesnevi-i Nuriye, 252.

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

Sakın israf etmeyin, çünkü Allah israf edenleri sevmez.

En'âm, 141

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Kim, rızkının Allah tarafından genişletilmesini, ecelinin uzatılmasını isterse sıla-i rahim yapsın.

Müslim, 2318

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Fatih Donanmayı Haliç'e İndirdi.(22 Nisan 1453) *T.B.M.M. Açıldı.(23 Nisan 1920) *Yavuz Sultan Selim Padişah Oldu.( 25 Nisan 1512) *Çernobil Nükleer Faciası.(26 Nisan 1986) *Sultan II.Abdülhamid Han Tahttan İndirildi.(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI