Cevaplar.Org

RÄ°SALE-Ä° NUR DERS NOTLARIM-118

Ders: Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal, Birinci Meyve İzah: Prof. Dr. Alaaddin Başar *Nasıl meyvenin çekirdeği meyveden süzülmüş, meyve de ağaçtan süzülmüş. O halde o çekirdek bütün ağaçla alakadar. İnsan da bir bakıma annesinden süzülmüş, annesini seviyorsa, insan kâinattan süzüldüğü için kâinatla alakası var.


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2016-06-01 12:04:00

Ders: Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal, Birinci Meyve

Ä°zah: Prof. Dr. Alaaddin BaÅŸar

*Nasıl meyvenin çekirdeği meyveden süzülmüş, meyve de ağaçtan süzülmüş. O halde o çekirdek bütün ağaçla alakadar. İnsan da bir bakıma annesinden süzülmüş, annesini seviyorsa, insan kâinattan süzüldüğü için kâinatla alakası var.

* "Evet, insan evvela nefsini sever. Sonra akaribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever." (Sözler, s: 358) Bu da normal. Üstad sevginin bir sebebinin de yakınlık olduğunu söylüyor. İnsan öncelikle kendine yakın. Meyve'nin Dördüncü Meselesinde diyor ya, kendimizden yüzde yüz sorumluyuz. Bu ayrı konu da, kısaca temas edip geçelim. Akrabalarımıza gelince bize yakınlık durumlarına göre sorumluluklarımız değişiyor. Toplum hayatına açıldıkça sorumluluk oranı gittikçe düşüyor. Kendimizden yüzde yüz sorumluyuz, çünkü kendi kendimize yön verebiliyoruz. Kalktık buraya derse geldik değil mi? Rahat kendimizi derse getirdik. Ama akrabalarımızı rahat derse getirebiliyor muyuz? Çoluk çocuğumuzu rahat derse getirebiliyor muyuz? Onlara söylüyoruz, çağırıyoruz, o kadar. Demek insan önce kendisiyle alakadar ve kendisini seviyor.

Not: İnsanın önce kendisini sevmesi, merhum Mehmed Akif beyin şu şiirini hatıra getirdi;

Tek hakîkat var, evet, bellediğim dünyadan,

Elli, altmış sene gezdimse de, şaşkın şaşkın:

Hepimiz kendimizin, bağrı yanık âşıkıyız;

Sâde, i'lânı çekilmez bu acâib aşkın.(Salih Okur)

*"Sonra akaribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever."(Sözler, s:358) Hayvanlar âleminde bu yok. Bir hayvan kendi komşusunu da tanımaz. Diğer ağıldakileri bilmez, öteki köydekileri hiç tanımaz zaten. Onun için bir hayvanın üzüntüsü de, sevinci de sınırlı. Bir hayvanı görsen, düşünüyor? Ne dersin; "Acaba amcası mı ölmüş, halası mı ölmüş, dayısı mı ölmüş' der misin? Demezsin, hayvan bu. Ne konu-komşu bilir, ne şehir bilir, ne memleket bilir. Çok dar bir dairesi var, elemi de sevinci de o dar daire ile sınırlı. İnsan öyle değil, kendisine üzülüyor, yakınlarında bir problem varsa, onlara üzülüyor, komşusuna üzülüyor, bir şehirde olan bir elemi hissediyor, bütün dünya ile hatta kâinat ile alakası var.

Peki, Allah bizi niye böyle yaratmış? Gam çekelim diye mi? Hayvanlar elemsiz yaşıyorlar, biz sıkıntı çekiyoruz. Demek ki biz bu elemlerden fayda göreceğiz. Allah namına sevmekten de sevap alıyoruz, derece alıyoruz. Allah namına gazap etmekten de sevap ve derece alıyoruz.

*"Hâlbuki şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor."(Sözler, s: 358) Rüzgâr devaranından maksat, zaman demek. Fırtına estiğinde her şeyi sağa sola savuruyor, öyle de zaman nehri akıyor, herkesi bir tarafa götürüyor. Zaman fırtınası geçtiğinde her şey değişmiş oluyor, gençken ihtiyar oluyorsun, sıhhatliyken hasta oluyorsun, sağlamsın, sakat oluyorsun. Bir yakınını kaybediyorsun, ilaahir..Sürekli bu rüzgar herkese bir türlü tesir ediyor.

*Dünyaya ne kadar fazla bağlandık mı, kopması o kadar zor oluyor.

Not: 1: Kazanlı merhum Abdülaziz Bekkine hazretlerinin çok hoşuma giden bir sözü var; "Dünyaya kiracı olarak yerleş, ev sahibi olarak yerleşirsen gitmesi zor olur."

Hz. Mevlana da Mesnevi'de şöyle buyurur;

Her ki şirin miziyed ü telh mürd

Her ki û tenra perested can nebürd

"Tatlılık yani refah içinde yaşayan kimsenin ölümü acı olur. Çünkü alışılmış şeyden ayrılması güç olur. Bedenine tapan (yani nefsin her arzusunu yerine getiren) canını kurtaramaz.(Salih Okur)

Not-2: Merhum Tahir-ül Mevlevi, Şerh-i Mesnevi adlı muhalled eserinde diyor ki; "Dünya, sureti su gibi latiftir. Fakat dikkat edilecek olursa, ateş gibi de yakıcıdır. Şu fani cihanın yakıcı olduğunu anlamak için uzun boylu düşünmeye lüzum yoktur. Onun üstünde mevcut nimetlerden birinin elimizden çıkması yüreğimizi yakar. Mesela sevdiklerimizden birinin ölümü yahut para cüzdanımızın aşırılması hiç değilse, yeni elbisemizin lekelenmesi yahut yırtılması gibi haller, derecesine göre kalbimizi kasar kavurur.

Keza, meslekte terakki edememek, nefsin istediği gibi geçinememek, talep edilen şeylerden mahrum kalmak gibi haller de hepimizi üzüntüye sevk eder. Hâlâ dünyada bu üzüntülerden kurtulduğumuz an pek nadirdir. O halde dünyanın su gibi latif görünen yakıcı bir âlem olduğu tebeyyün eder."(Salih Okur)

*Demek ayrılıklardan elem çekiyorsak kabahati biraz bizde. Gönlümüzü sebeplere fazla kaptırmayacağız.

*Peki, dünyayı hiç sevmeyecekmişiz? Terk mi edeceğiz? Üstad ona da bir ölçü veriyor; "Dört şey için dünyayı kesben değil, kalben terk etmek lâzımdır."(Mesnevi-i Nuriye, s: 125) Gittin, mağazanda çalıştın, para kazandın. Eve geldin mi artık evdeki işine bakacaksın, Kafan yine mağarada oldu mu, olmaz. Yani dünyayı çalışma yönünden değil kalben terk edeceğiz, ona bağlanmayacağız. Bağlandın mı ne olur, ders onu izah ediyor, ayrılırken rahatsız olursun.

Not: Sahabeler dünyayı kazanç olarak terk etmemişler, kazanmışlar ama bu onların kalbini değiştirmemiş. Merhum İskilipli Atıf Efendi bu konuda şunları yazıyor; "Ashab-ı Kiram hazretleri de rızkını talep konusunda son derece gayret gösterip de kendi el emeklerini yemeye ehemmiyet verirlerdi. Bu cümleden olarak Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir bin Avvam hazretleri vefatında bin at, bin cariye geriye bırakmakla beraber, terk ettiği malların kıymeti büyük bir yekûn teşkil etmekteydi. Hz. Talha'nın Irak'ta mevcut olan emlak akarından beher gün bin altın, başka yerdeki mülklerden de pek çok irat hâsıl olmaktaydı. Abdurrahman bin Afv hazretleri de bin at, bin deve, on bin koyuna sahip olduğu halde vefatlarında terekesinin dörtte biri 84.000 altına ulaşmıştı. Hz. Osman da servet sahibi idi. Hatta vefatlarında bir milyon dirhem ve bir milyonu mütecaviz dinar terk ettiği rivayet edilmektedir.

Artık bu kadar izahtan anlaşılıyor ki, zahid asla malı olmayan kimse değil, belki bütün dünya malı kendisinin olsa bile, mal ile kalbi meşgul olmayan kimsedir. İşte bunun için İmam-ı Ali(k.v) hazretleri buyurmuşlardır ki; "Bir kimse yeryüzünde bulunan bütün şeyleri alıp onlarla Allah'ın rızasını murad ederse, Cenab-ı Hak'tan yüz çevirmiş sayılmaz."

Not: 2: Bu konuda Hz. Mevlana'nın Mesnevisinden de iki beyit nakledelim;

Çist dünya ez Hud'a gafil bûden

Ni kumas u nukre û ferzend u zen

"Dünya nedir? Allah'tan gafil olmaktır. Kumaş, gümüş, evlad u iyâl değildir."

Mal râ ger behr-i Hak bâşi hâmul

Nima malu salihun handes Rasul

 "Malı Allah rızası için hâmil olursan, öyle mal hakkında Peygamber(a.s.m) "Helal mal salih bir kimse için ne iyidir" buyurmuştur.

Not: 3: Merhum Mehmed Kırkıncı Hocaefendi, Üstadın yukarıda geçen vecizesini şöyle izah etmektedir; "İnsan dünyaya çalışmalı, muvaffakiyetin şartlarını hakkıyla yerine ge­tirmeli, fakat asla ona kalbini bağlamamalıdır.

Bilindiği gibi insan, ineğin sütünü sağar, etinden istifade eder, fakat onu odasının başköşesine bağlamaz. İneğin yeri oda değil, ahırdır.

Öyle de, insan dünyadan istifade eder, para kazanır, mal mülk sahibi olur. Bunlar dünya hayatı için gereklidir, fakat insan bunları vesile olarak bilmeli, gaye yapmamalıdır. İnsan parasını kalbine değil, kasasına koymalı. Keza, sarayını gönlüne değil arsasına kurmalıdır. Zira, kalb Samediyetin âyinesidir, marifet ve muhabbete mahal olmak için yaratılmıştır.

İnsan, Beytullah mesabesindeki kalbine servet, makam, teveccüh-ü nas gibi şeyleri koymamalı ve o kalbin nezahetine halel vermemelidir.(Mehmed Kırkıncı, Nükteler, s: 30, Erzurum Kültür Eğitim Vakfı Yayınları, İst. 1987)

*Üstad bir şeyin üç sebebten dolayı sevileceği hakkında şöyle diyor; "Seyyid Şerif-i Cürcanî "Şerh-ül Mevakıf"ta demiş ki: "Sebeb-i muhabbet ya lezzet veya menfaat, ya müşakelet (yani meyl-i cinsiyet), ya kemaldir. Çünki kemal, mahbub-u lizâtihîdir." Yani, ne şeyi seversen ya lezzet için seversin, ya menfaat için, ya evlâda meyil gibi bir müşakele-i cinsiye için, ya kemal olduğu için seversin."(Sözler, s: 619)

Sevdiğin şeyi eğer güzelliğinden dolayı seviyorsan o güzellik Cenab-ı Hakkın isimlerinin gölgelerinin gölgesi. Kemalinden dolayı seviyorsan, yine o kemal, Cenab-ı Hakkın isimlerinin kemalinin gölgesinin gölgesi. Biz gölgeler âlemindeyiz yani, gölgeleri seviyoruz, gölgelere bağlanıyoruz.

 *Üstad çok meseleleri güneş misaliyle aydınlatmış. Şimdi bir güneş var, bir de onun aynadaki misalleri var Aynalardaki güneşler hakiki güneşin yansımaları. Gökteki hakiki güneşe gönlünü bağlarsan, aynalar kırılsa da elem çekme, güneş yerinde duruyor.

İşte fanilerdeki güzellik ve kemalat da Şems-i Ezeli'nin yansımaları. Sevdiğimiz insanlardaki tüm kemalat Onun Cemal ve Kemalinin gölgesinin gölgesi. Böyle düşündüğümüzde sevgimiz Allah için olur ve her şeyi ve herkesi ızdırapsız sevebiliriz.

Not: Bunu izah sadedinde yine Abdülaziz Bekkine(k.s)'nin şu vecizesini nakledelim; "Allah ister ki, kulunun gönlü Kendisinde olsun."(Salih Okur)

* "Birkaç Söz'de kat'î isbat etmişiz ki; asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, acizden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibariyle sen, onlarla Fâtır-ı Zülcelal'in kemal, cemal, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun."(Sözler, s: 359) Buradaki kusurdan maksat noksanlık demektir. Günah demek değil. Her günah kusurdur ama her kusur günah değildir. Unutmak bir kusurdur ama günah değildir. Yorulmak bir kusurdur ama günah değildir. İnsanın unutması, yorulması, uyuması, iradesinin cüz'i olması; bir anda iki şeyi irade edememesi vs. bütün bunlar insanın noksanlığından. Bu noksanlıklar onu bu noksanlıklardan beri olan Allah'a ulaştırıyor, O'na sığındırıyor. Acz ise bir şeye güç yetirememek demektir. Fakr da ihtiyaç sahibi olmaktır. Bir şeye ihtiyacımız varsa, onun fakiriyiz. Buradaki fakirlikten kasıt, Türkçedeki fakirlik değil. Göze muhtacız, onun fakiriyiz, göz yapamıyoruz, onun aciziyiz. Meyveye muhtacız, onu fakiriyiz, meyveyi yapamıyoruz, onun aciziyiz. Bahara muhtacız, fakiriz. Getiremiyoruz, aciziz. Neye muhtaçsak onun fakiriyiz. Bu manada insanın fakrı sonsuz. Aczimiz de sonsuz, hiçbirini yapamıyoruz. Niye böyle yaratılmışız? Cenab-ı Hakkın kudretine, rahmetine, kemaline ayna olalım diye..

*Ne kadar aciz, ne kadar fakir, ne kadar nakıssak o kadar esma-i İlahi bizde tecelli ediyor. İnsan da kendisinde tecelli eden esma miktarınca kıymet kazanıyor.

*Nefs-i mutmainne mertebesine gelen bir kişi günahtan iğreniyor. Günahın küçüğü büyüğü fak etmiyor, hepsinden iğreniyor. Mesela nefis bize içki iç der mi? Demez. Belli bir imani hakikat dersi almışız. Kumar oyna der mi, demez. Ama "gıybet et" der mi, der ve diyor.

*İnsanın fıtratında kendini methetmek ve noksanlıklardan tenzih etmek duygusu var. Kendine toz kondurmak istemez. Açık açık yanlış yapıyor; "yok" diyor, "sen bilmezsin ben onu niye yaptım." Niye yaptın? Cahillikten yaptın işte. O yaptığı şeyin hikmetlerini bulmaya çalışıyor. Bu da nefsin bir oyunu. Çünkü insan hatasını görse telafi cihetine gider. Nefis hem hata ediyor, hem de hatasını kabul etmiyor ki ona tevbe ve telafi etsin. Hâlbuki bu duygu insana Cenab-ı Hakkı tenzih ve medh için verilmiş. Biz yanlış yere sarf ediyoruz ve cezasını da görüyoruz.

*"Öyle ise nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster."(Sözler, s:359) Hüve, 'O' demek malum, ene 'ben' demek. Ben kendime malik değilim dedin mi, Malik-i Hakikiyi buluyorsun. Kendime malikim dedin mi Malik-i Hakiki'den gaflet ediyorsun. Kendi gücüne kuvvetine güvendin mi, Allah'ın güç ve kuvvetinden insan gaflet ediyor.

*Lezzetler de elemler de iki kısım; cismani lezzetler, ruhani lezzetler. Cismani elemler, ruhani elemler. Yemek yemekten lezzet alıyoruz, dilimiz o lezzete muhatap oluyor. İlim öğrenmekten de lezzet alıyoruz, orada da akıl muhatap oluyor. Marifetullahtan da lezzet alıyoruz orada da kalbimiz muhatap oluyor.

Üstad bir yerde çok güzel bir misal veriyor; Padişah sana bir elma gönderse onda iki lezzet var; bir elmanın kendi lezzeti, bir de iltifat-ı şahane lezzeti, yani padişahın sana hediye göndermesinin lezzeti, bu ruhani lezzet elmanın lezzetinden fazla. Her elma yeyişimizde keşke bu manayı düşünebilsek. Padişah-ı ezeli o nimeti bizzat sana göndermiş. İnsan bunu düşünerek o nimeti yese ne kadar lezzet alır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.

SAFF, 3

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Her kim bir namazı (kılmayı) unutursa (onu) hatırladığında kılsın. Onun bundan başka keffâreti yoktur.

KİTÂBU MEVÂKÎTİ'S-SALÂT-Buhari

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI