Cevaplar.Org

DERS: 16 YİRMİ ALTINCI MEKTUB DÖRDÜNCÜ MEBHAS DÖRDÜNCÜ MES’ELE

İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüd ettikleri için, her zaman tecdid-i imana muhtaçtır.


M. Ragıp Öncel

İsminur1940@gmail.com

2016-02-01 12:14:29

 

جَدِّدُوا اِيمَانَكُمْ بِلاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ ın hikmetini soruyorsunuz. Onun hikmeti, çok Sözlerde zikredilmiştir. Bir sırr-ı hikmeti şudur ki: İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüd ettikleri için, her zaman tecdid-i imana muhtaçtır. Zira insanın herbir ferdinin manen çok efradı var. Ömrünün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri adedince birer ferd-i âher sayılır. Çünki zaman altına girdiği için o ferd-i vâhid bir model hükmüne geçer, her gün bir ferd-i âher şeklini giyer.

Hem insanda bu taaddüd ve teceddüd olduğu gibi, tavattun ettiği âlem dahi seyyardır. O gider, başkası yerine gelir, daima tenevvü' ediyor; her gün başka bir âlem kapısını açıyor. İman ise hem o şahıstaki her ferdin nur-u hayatıdır, hem girdiği âlemin ziyasıdır. Lâ ilahe illallah ise, o nuru açar bir anahtardır.

Hem insanda madem nefs, heva ve vehim ve şeytan hükmediyorlar, çok vakit imanını rencide etmek için gafletinden istifade ederek çok hileleri ederler, şübhe ve vesveselerle iman nurunu kaparlar. Hem zahir-i şeriata muhalif düşen ve hattâ bazı imamlar nazarında küfür derecesinde tesir eden kelimat ve harekât eksik olmuyor. Onun için her vakit, her saat, her gün tecdid-i imana bir ihtiyaç vardır."

جَدِّدُوا اِيمَانَكُمْ بِلاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ ın hikmetini soruyorsunuz.

''Onun hikmeti, çok Sözlerde zikredilmiştir. Bir sırr-ı hikmeti şudur ki: İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüd ettikleri için, her zaman tecdid-i imana muhtaçtır.''

Bu hadis-i şerif imanınızı, "La ilahe illallah'la tecdit edin" yenileyin manasına geliyor. Peygamber Efendimiz (ASM) bunu sahabe-i kiram efendilerimize söylerken diyor: "Elbiseleriniz eskidiği gibi imanınız da öyle eskir" dolayısıyla 'imanınızı la ilahe illallah'la yenilemek lazım' diye ifade ediyor.

Burada zımni bazı sualler var, Mesela iman eskiyor mu, yıpranıyor mu? Bazen Allah korusun iman insandan uzaklaşıyor mu, insan iman makamından düşebiliyor mu? O zaman bu kelime-i tevhidiyenin sık sık söylenmesinin hikmeti nedir? Hatta buna binaen Cuma akşamlarında mescitlerde tevhid-i iman, tecdid-i iman yaptırırlardı. Ve halen bu adet Anadolu'da devam da ediyor. Bunun hikmeti nedir? Maslahatı nedir? Gayesi nedir? Hedefi nedir? Veya yenilik nasıl olur?

Bunun İslam âlemi açısından bazı sebepleri var, ama Üstad Hazretlerinin getirdiği izah çok antika, çok farklı bir izah. İşte bu derste farklılığın izahı yapılacak.

İnsanın hem kendi şahsı, hem de âlemi her zaman yenilendikleri için her zaman tecdid-i imana muhtaçtır. Senede iki defa şu vücut topyekün hücreleriyle yenileniyor. Yani baktığımız zaman yüz trilyona yakın insanın vücudunda hücre var. Bu hücreler senede iki defa yenilenmiş oluyor. Bu şekilde olduğu gibi insanın şahs-ı manevisi dediğimiz âlemi dahi durmadan değişiyor.

Hava sahifesinde bulutların değişmesi gibi, gece gündüzün ve mevsimlerin değişmesi gibi, maddi havanın manevi havaya, manevi havanın da maddi havaya tesir etmesi gibi insana da her şey tesir ediyor. Hatta kalbi de yani insanın kalp boyutu ki, zaten kalp kelimesinin manası değişen demektir. Kalbetmek altını üstüne getirmek demektir. Yine Peygamber Efendimiz (A.S.M) hadislerinde ifade buyrulduğu gibi, bir kalbin kaynaması bir tencerenin kaynamasından daha şiddetlidir. Dolayısıyla kalpte durmadan değişiklikler oluyor. İşte bu değişikliklere sebebiyet veren şeyler aşağıda tek tek açılacak.

Ama şunu bilelim ki, maddi vücudumuz değiştiği gibi manevi olan vücudumuz da değişiyor. Şahs-ı manevi durmadan şekilden şekle giriyor. Bir söz, insanın âlemini değiştirir; mütebessim hale getirir. Bir söz değiştirir; öfkeli hale getirir. Bir söz değiştirir; tamamen ağlatır, perişan eder veya bir söz değiştirir; isyankâr yapar. Bir söz değiştirir; o insanı küfre kadar götürür. Dolayısıyla öyle şeyler vardır ki, insanın âlemine tesir eder ve o insanın âleminin altını üstüne çevirebilir, menfi manada. Müspet manada da böyledir. Şu derslerden ne kadar istifade edersek o manevi âlemimiz de o kadar nuraniyete doğru değişmiş oluyor.

''Zira insanın her bir ferdinin manen çok efradı var.''

Zahiren bir ferd görüyoruz, ama biz zaman altına girdiğimizden farklı farklı şekil ve suretler gösteriyoruz. Bu, hem zamanın bizden alıp götürmesiyle alakalı, hem de insan iç dünyasının gönül âleminin farklılığıyla alakalı. Mesela, siz bir ordunun bölüğüne şöyle dışarıdan baksanız, bir fotoğraf çekseniz hepsinde nizam, intizam düzeninin fevkalade olduğunu müşahede edersiniz. Peki, manevi bir fotoğrafla bunların iç âlemini ve filmlerini farz-ı muhal çekmek mümkün olsa, kalplerinden gönüllerinden geçeni çekseniz, iniş-çıkışları nasıl görürsünüz? Müthiş bir şey bu! Kimisini melek gibi samimi, hasbi, kimini şeytan gibi habis..vs Tıpkı içleri farklı mahluk olan yumurtalar gibi.

Hz. Üstad'ın bu tür müşahedelerine rastlıyoruz. 28. Mektub'un 4. meselesinde açıklanır. Hapishane müdürüne hitaben: "Fena niyetle geldiğin vakit seni yılan suretinde görüyorum.. "Dikkat et!" ... Zâten selefini çok vakit öyle görüyordum.'' (Mektubat, 389 )

''Ömrünün seneleri adedince,

belki günleri adedince,

belki saatleri adedince birer ferd-i âher sayılır.

Çünki zaman altına girdiği için o ferd-i vâhid bir model hükmüne geçer,

her gün bir ferd-i âher şeklini giyer.''

Suyu düşünün, su renksizdir. Bir nehir düşünün ki altında farklı renkte levhalar olsun. Su da onun üzerinde akıyor. Suyun rengi yok, ama hangi levhanın üzerinde geçerse onun rengini alır. İşte zaman da , insanların ve bütün mahlukatın üzerinden akarken, bugün bu evde bu şekli, bu fotoğrafı alıp götürdüğü gibi, komşu evde de başka bir şeyi alıp götürür.. Ahiret âlemine akıtır.

İşte fotoğraf makineleri bunu gösteriyor. Bilirsiniz, peş peşe fotoğraf çeken makineler var. Bakıyorsun ki, üç beş saniyede yirmi otuz tane poz çekmiş o pozlara dikkat ediyorsunuz her birisinde farklı bir mimik görüyoruz, yani farklı mimik bir düşüncenin neticesidir, insanın halini ve ahvalini ortaya koyuyor. Bir saniye sonra nasıl, iki saniye sonra nasıl, saniyelerle insanın hali ve ahvali ölçülebiliyor ve fotoğraflara yansıyor. Dolayısıyla insan durmadan kendisi bir model olmakla beraber geçmişinde de durmadan adeta fotoğraflar bırakıyor ve o fotoğrafların her birisini ayrı ayrı temaşa etse, işte çocukluk dönemini, gençlik dönemini, ihtiyarlık dönemini vesaire, vesaire. Yoksa bütün bunların hepsine baktığımız zaman insan, ömrünün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri adedince birer ferd-i âher, yani başka başka boyut da şekiller olmuyor mu?

Şu andaki halimiz bizim son ferdimiz, bu dersten çıktığımız zaman ayrı bir son ferd olacağız. Evimizde ayrı bir son ferd daha olacağız, sabaha kalktığımız zaman ayrı bir ferd olacağız...

''Hem insanda bu taaddüd ve teceddüd olduğu gibi,

tavattun ettiği âlem dahi seyyardır. O gider, başkası yerine gelir, daima tenevvü' ediyor;

her gün başka bir âlem kapısını açıyor.''

Askerliğim sırasında albaydan bir söz işitmiştim. Bu dersi okuyunca ne kadar haklı olduğunu anladım. 'Arkadaşlar' dedi, "Dünyanın en keskin nişancıları dahi iki mermiyi aynı yerden geçiremezler, mümkün değil hiç bunun vukuu söz konusu olmamıştır. Aynı yerden geçtiğini zannettiğimiz hedefin veya deliğin mikroskopik incelemeyle kontrol edilse mutlaka kenarından köşesinden ayrı bir delik, yırtık.. farklı görürsünüz." Bundan anlaşılıyor ki bir saniye önce ile bir saniye sonra ikinci tetiğe dokunma arasında bir saniye dahi geçse çok şey değişiyor. Neler değişmiyor ki? Dünya değişiyor, dünyanın yeri de, hedefin atomları da insanın hücreleri de… Hülasa hareket ve faaliyet noktasında farklılıklar oluyor mu?

İnsanın kendisinde bu adetlenme ve yenilenme olduğu gibi, tavattun ettiği alem dahi seyyardır . Sadece mesele bizimle ilgili değil, bizim tutunduğumuz şu âlem, şu dünya dahi nedir? Seyyardır, yerinde durmuyor, hareketi devam ediyor, saniyede otuz kilometre yol alıyor, bir dediğimiz anda Boğaz köprüsünde, iki dediğimiz anda Gebze'de, üç dediğimiz anda İzmit'te bakın müthiş bir şekilde yol alıp gidiyor.

İşte Üstad Hazretleri bunu keşfetmiş. Bu da ayrı bir boyut. İnsan bu değişikliklerin farkında değil. Biz çok sonra fark ediyoruz, "Sen yaşlanmışsın, bak saçın ağarmış… vs." Halbuki bunlar anlık farklılıkların birikiminden gelir. Biz anlık farklılığı fark edemiyoruz, ama yıllık farklılığı fark edebiliyoruz. Allah, anlık değişkenlikleri halk ediyor, yaratıyor. Anında bir kâinattan bir kâinatı alıyor, farklı bir kâinatı yaratıyor.

كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِى شَاْنٍ ٭ فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ

(O, dilediğini dilediği gibi yapar.-Bakara, 16)(O, her an bir tasarruftadır. Rahman,29)

Bir trende yolculuk ettiğinizi düşünün ve pencereden seyrediyorsunuz durmadan görüntüler değişir mi, değişmez mi? Değişir, değil mi. Kameranızı çekseniz, fotoğraflar karelerinize durmadan yeni yeni manzaralar gelecektir. Siz bunu kameralarınıza baktığınız zaman çok rahat bir şekilde görür ve müşahede edersiniz. Farz edelim ki, o âlem karanlık nasıl seyir yapacağız? Manzaraları nasıl alacağız? Mümkün değil. Ancak aydınlıkta ve nuraniyette alınıyor. İşte dünya da seyyar olduğundan dolayı, saniyede otuz kilometre yol aldığından dolayı, bir gün sonra, yirmi dört saat sonra, kim bilir bu dünya hangi âlemlere gidiyor nerelerde oluyor. Dolayısıyla şu âlem de seyyar olduğundan dolayı bu âlemin de nurlandırılması gerekiyor işin ayrı bir boyutu.

Evet insanın tavattun ettiği, yerleştiği âlem de seyyardır. Sadece biz mi değişkeniz. Evimiz de değişken , her an tuğlası.. düşe düşe daha sonra duvarın yıkıldığının farkına varırız. Hayat yaşanmaz hale gelince " Eyvah!" diyoruz, bitmişim ben ihtiyarlamışım. "diyoruz.

"Niyazi-i Mısrî'nin;

Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere,

Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber... dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle yıpranıyor". (Lem'alar,26.Lema,3.Rica,-256)

Yarın bunlar lehimize ve aleyhimize şehadet edeceklerdir.

"Evet rivayetlerde vardır ki; insanın ömür dakikaları insana avdet ederler. Ya gafletle muzlim olarak gelirler veya hasenat-ı muzie ile avdet ederler."(Mesnevi,10.Risale,209) Bu da ayrı bir boyuttur.

''İman ise hem o şahıstaki her ferdin nur-u hayatıdır,

hem girdiği âlemin ziyasıdır. Lâ ilahe illallah ise, o nuru açar bir anahtardır.''

 Yolda gidiyorsunuz gece karanlık arabanızla farları yakmışsınız. Şimdi, o yol boyunca gittiğiniz müddetçe ne olması lazım? Farlarınızın hep yanık olması lazım hele hele hiçbir yerden ışık gelmediği zaman dilimi içerisinde, şöyle farlarınızı bir kapatıverin arabanın içindekiler feryadı figanı koparır; "aman aman yakın yakın zindanın içerisine girdik, karanlıkta boğuluyoruz, nereye gittiğimiz belli değil" bakın müthiş bir karanlık! Âlem aydınlık olması için her an farların yanık olması gerekiyor, değil mi?

İşte insanın da kalp dünyası, ruh dünyası, akıl dünyasında iman noktasında her an lambanın yanıyor olması gerekiyor ki, o şahsi âlemi teceddüt ettikçe hep nurani bir şekilde yenilensin. Sarayda büyük kapısından içeriye girdiğimiz zaman, lambalarının yanmadığını ve karanlık olduğunu görseniz odadan odaya, odadan odaya vesaire hangi odaya girersek, hangi koridorda yürürsek yürüyelim ne yapacağız? Oraları aydınlatmak için düğmelere dokunacağız, yoksa karanlık içerisinde boğulup gideriz!

Aynen bunun gibi, insanın kendi şahsi hayatında da bunların hepsi olması gerekiyor. Cenab-ı Hak insanı nurlandıracak ama nasıl nurlandıracak? Burada Peygamber Efendimiz (ASM)'ın ifade ettiği şekliyle "la ilahe illallah'ı zikretmek o kelamı zikretmek onu nurlandırmak için bir anahtar olarak bize geliyor, ama aynı zamanda yapılan bütün ibadetler de yine bizim âlemimizi nurlandırmak noktasında makamları var, yerleri var. Bu da ayrı bir boyut!..

Bakınız onunla alakalı olarak Bediüzzaman Hazretleri bir şey ifade ediyor:

"Hem bil ki her yeni gün sana hem herkese bir yeni âlemin kapısıdır her yeni gün böyledir. Eğer namaz kılmazsan senin o gün ki âlemin zulümatlı ve perişan bir halde geçer senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder. Zira herkesin her günde şu âlemden bir mahsus âlemi var. Hem o alemin keyfiyeti o adamın kalbine ve ameline tabidir. 

Nasıl ki ayinende görünen muhteşem bir saray ayinenin rengine bakar siyah ise siyah görünür kırmızı ise kırmızı görünür hem onun keyfiyetine bakar o ayine şişesi düzgün ise sarayı güzel gösterir düzgün değil ise çirkin gösterir. En nazik şeyleri kaba gösterdiği misillü sen kalbinle aklınla, amelinle, gönlünle kendi âleminin şeklini değiştirirsin. Ya aleyhinde ya da lehinde şehadet ettirebilirsin." (Sözler,21.Söz,1.Makam,5.İkaz-296)

Bakınız Üstad Hazretleri tek tek saydı. Bizim ayinelerimiz hangileri? Aklımız bir aynadır, kalbimiz bir aynadır, amelimiz aynadır, gönlümüz aynadır, yansıyor. Bu aynaların şekli, şemaili, rengi, yapısı, özellikleri ne ise, içinde görünenler o özelliklere bürünüyorlar. Kırmızı ise kırmızı gösteriyor mavi ise mavi gösteriyor, tümsek ise görüntüyü şekillendiriyor, şeffaf olduğu zaman, tertemiz olduğu zaman, pırıl pırıl olduğu zaman aynısını aksettiriyor.

Bakın kendi aleminin şeklini değiştirirsin ya aleyhinde ya lehinde şehadet ettirebilirsin. Bizim namazımız da bizim elektrik lambamız gibi ona olan niyet, düğmeler mesabesindedir. Niyet ettin, ''Allah-u Ekber'' dedin el bağladın lambaları yaktın alem aydınlandı demektir ki, bu müthiş bir şeydir. Adeta namazın bir elektrik lambası ve namaza niyetin onun düğmesine dokunması gibi o alemin zulümatını dağıtır ve o herc-ü merc-ü dünyeviyedeki karışıklık perişaniyet içindeki tebeddülat ve harekat hikmetli bir intizam ve manidar bir kitabet-i kudret olduğunu gösterir her bir şey "وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ" her şey Allahı hamd ediyor ve tesbih ediyor.

Sen namaz kıldın mıydı senin namazına benzer mevcudat da namaz kılıyor. Senin yapmış olduğun ibadeti mevcudat da yapıyor o da Cenab-ı Hakkı hamd ediyor, o da Cenab-ı Hakkı tesbih ediyor kendi lisanıyla her bir mevcut kendi lisanıyla bunu yapıyor,demektir. İşte namaz kılan o daire içine girdi miydi adeta alemi de namaz kılar olarak görüyor, alemi de ibadet eder olarak görüyor.Böylece alem onun aleminde nurlanmış oluyor ondan dolayı şurada şunu ifade ediyor. Ayet-i Kerime "اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ " Cenab-ı Hak yerin ve göğün nurudur. Yeryüzünü ve gökyüzünü aydınlatan ve nurlandıran Cenab-ı Hakktır.

İşte namaz kılmakla ayrı bir boyutu yakalamış oluyorsun.

Üstad Hazretleri imanı anlatırken Yirmi Üçüncü Söz'de farklı bir şey daha ifade ediyor. Yani o iman nuruyla ışıklanan mümin hem kendisi aydınlandığı gibi hem de kendisi üzerinde Cenab-ı Hakkın yazmış olduğu nakışlar aydınlanıyor. Kendisi okuduğu gibi kendisi üzerindeki nakışlar da okunuyor. Ne gibi? Elektrik lambasının üzerindeki yazılar gibi lambayı yaktığınız zaman kendisi aydınlanıyor üzerindeki yazılar okunuyor, dolayısıyla onun aydınlattığı alemdeki yazılar okunuyor. İman nuruyla insan şu alemde Cenab-ı Hakkın nurundan istifade noktasında Cenab-ı Hakkın yazmış olduğu kitab-ı kebir-i kainatı çok rahat bir şekilde okuyor. (Sözler,23.Söz,1.Nokta-338)

Alem-i ahirette de bunlar bize sevap olarak gelecekler. Bu da pozitif düşüncedir, müspet harekettir, güzel görmek güzel düşünmektir, memnun olmaktır, mutlu olmaktır, stresten, bunalımdan, sıkıntıdan uzak kalmaktır. Bu durumda şu dünyada ibadetin saadet boyutunu gösterir.

Bakınız hadis-i şerifte "la ilahe illallah" kelamının zikredilmesi ifade ediliyor.

Bu zikrin şu dil ile "la ilahe illallah" demek var. Zahiri mana baktığımız zaman bu var, başka ne var? Amiyane olan bir tevhitten, hakiki olan tevhide çıkarmak var. Yani araştırmak ve incelemek, tedkik etmek.

Yani Kur'an okumak işin ayrı boyutudur, Kur'anın izahını okumak ayrı bir boyutudur, o hakaik-i imaniyeyle alakalı meseleleri oturup mütalaa yapmak işin ayrı boyutudur, tezekkür ve tefekkür etmek de işin ayrı boyutudur. İşte bütün bunların hepsi tecdid-i iman sınıfına giriyor.

Üstad Hazretleri buraya kadar "La ilahe İllah'ın" nuru aşan bir anahtar oluğunun insanın hem enfusi ve hem de afaki boyutlarındaki zamana müteallik değişimlerini -şimdiye kadar hiçbir kimsenin bulamadığı bir keşifle- izahını yaptı.

Şimdi gelelim diğer İslam âlimlerinin de, nazara verdiği ve ciltler dolusu kitaplarında yer verdiği insanın nefis, heva ve şeytan boyutu ile ve insandan sudur eden "elfaz-ı küfür" gibi konulara da itibar ederek imana dair olan bir mesele açacak.

İnşallah bir tecdid-i iman ayrıca yapılmış olacak. İnsan günaha girer, tövbe istiğfar eder, tecdid-i iman yapar. Allah'a iltica eder, dua eder, tecdid-i iman yapar. Cenab-ı Hakkın emrini yerine getirir tecdid-i iman yapar. Bütün bunların hepsini bunların içerisine dâhil edebiliriz. Ama uzaklaştıkça, günahlara girdikçe başka şeyler oldukça bunlar da ne yapıyorlar ister istemez orada eskimeye sebebiyet veren şeyler oluyor.

 ''Hem insanda madem nefs, heva ve vehim ve şeytan hükmediyorlar, ''

İnsanın hem şahsi ve hem de âleminin dışında en önemli boyutlardan bir tanesi de budur. Yani insana hükmeden nefis, heva, vehim ve şeytan hucümlarından söz edilecek.

Niçin memlekette asker bulundurulur? Niçin sınırlarda nöbet beklerler? Niçin bu kadar çoklukla bulundurulur? Çünkü memleketin düşmanı vardır da ondan. İlla savaş olması gerekmiyor, illa düşmandan bir ok atılması gerekmiyor, ok atılsa da atılmasa da fark etmez, düşman olduğu müddetçe asker olmak zorundadır, sınırlar beklenmek zorundadır. Memleketin emniyeti ancak böyle tesis edilebilir. Şimdi bakın bizim imanımıza hücum eden düşmanlar da var. Yenilemenin altında yatan sırlardan bir tanesi de bu. Nefis ayrı bir düşman, şeytan ayrı bir düşman, insi şeytanlar ayrı bir düşman, felsefenin hile ve şüpheleri ayrı düşmanlar, maddiyunluk, tabiiyyunluk, felsefenin ortaya koyduğu şeyler, batıl inanç ve itikatlar bütün bu manada olan ne kadar fikir varsa bunların her birisi insandaki imanın düşmanıdır.

Dolayısıyla bu düşmanlar olduğu müddetçe vardır. Olmadığı zaman var mıdır? Neden, çünkü küfür ve küfre ait şey, her zaman vardır ve kıyamete kadar devam eder.Ve şeytan vazifesini kıyamete kadar ifa edeceğine göre bu mücadele de devam edecektir.

Her bir insanın bünyesinde nefs-i emmare vardır. Ve bu kötülükleri ister. Böyle bir şey olmazsa imtihana medar olmaz zaten.

''Çok vakit imanını rencide etmek için gafletinden istifade ederek çok hileleri ederler, şüphe ve vesveselerle iman nurunu kaparlar.''

Dolayısıyla bu insanın bünyesinde olduğu müddetçe ki, nihai ömrüne kadar, son nefesine kadar da onu bırakmayacaktır. Hatta son nefeste en şiddetli hücumunu gerçekleştirecektir. Dolayısıyla insanın o son nefeste dahi o imanını kurtarabilmesi için şu tecdid-i imanın ne kadar bir ihtiyaç olduğu, ne kadar bir zaruret kesbettiği ortaya çıkıyor. Bu da başka bir boyuttur. Düşmanlar çok şiddetli. O lümme-i şeytaniye dediğimiz kalbin hemen yanıbaşında ki, orası şeytanın karakoludur. Şeytan alabildiğine kalbe bombardıman yapıyor, alabildiğine hücumlarını sergiliyor. İşte kalbin kaleleri ne kadar kuvvetli olursa, ne kadar sert, ne kadar sağlam, ne kadar rasih olursa ona tesir etmeyecektir. Fakat şeytan da vazgeçmeyecektir. Bediüzzaman Hazretleri vesvese bahsinde bunu anlatıyor." Şeytan diyor evvela vesveseyi kalbe atar diyor. Eğer orada da muvaffak olamazsa o zaman hayaldeki bazı pis hatıratı önümüze atar. Veya küfre benzer şeyleri orada hayalde işletmeye başlar."(Sözler,21.Söz,2.Makam-298)

Hayaldeki tasarruf insanı mesuliyet altına almaz. Niye? Çünkü hayalidir, müessiriyeti yoktur. Üstad Kastamonu Lahikası'nda öyle diyor. "nasılki âyinede temessül eden pislik, pis değil ve âyinedeki yılan sureti ısırmaz ve ateşin timsali yakmaz. Öyle de, kalbin ve hayalin âyinelerinde rızasız, ihtiyarsız gelen pis ve çirkin ve küfrî hatıralar zarar vermezler."(Kastamonu Lahikası-8)

Bu hususu bilemediği için namazı terk eden bir yığın adam var. "Ben 5 yıldır namaz kılmıyorum, Allah'a karşı samimi değilim. Niye? Ne zaman namaza duruyorum, bütün kötü şeyler aklıma geliyor. Bir selam veriyorum hiçbir şey kalmıyor." diyor. Çünkü niye? Zira, şeytan insanla namaz da uğraşır. Şeytanın işi bu. Namaz dışında niye bizle uğraşsın ki… Zaten şeytanın yoluna gidiyoruz Allah korusun.

Kulun Allah'a en yakın olduğu an, namaz anıdır. Belli ki şeytan seni o zaman vuracaktır. Hırsız ne zaman insanın evine girer? İmkan sahibi olduğu zaman, işte kulun Allah'a en yakın olduğu an da, insanın manen en zenginlik anıdır. Hain olan şeytan da o an bize musallat oluyor. Bu olacak normaldir. Namaz da bir ambulans sesi duydun. Hayal gitmesin mi hastaneye, gider. Bunda bir mahsur yok ki, ama hastaneye gidip de hastaneyi karıştırmak kasten doğru değildir. Ama iradenin dışında aklına gelse bir mahsuru yoktur. Buna tedai(çağrışım) diyor Üstad. Ne namaza ne de kalbine zarar yoktur."Zarar, zann-ı zarardır." Yani beni zarara sokar diye düşünmek zarardır. O zaman şeytan müdahele etmiş oluyor. "Öyle namazı bir daha kılma kardeşim, bak namaza durdun bütün fenalık senin kalbinde.. çekil kılma bu namazı.. Tertemiz ol." Diyor. Bu da mümkün değil. Yani namaz kılma demeye getiriyor. Hayalimize her şey gelebilir.

Hayal, tasavvur, akıl ve buna mümasil nice duygular vardır ki, hemen hemen hepsi kalbin yardımcılarıdır. Biz ilmi, marifeti akıldan aldığımız zaman kalbe indiriyoruz. Akıl orada bir süzgeç vazifesi görüyor. Dolayısıyla kalbin hizmetçisi konumundadır. O zaman kalpte muvaffak olamayan, yani direk kaleye hücum edip te muvaffak olamayan şeytan, bu sefer ne yapacaktır? Kalbin hizmetçilerini elde etmeye çalışacaktır. Hayali elde ederse perişan edecek, aklı elde ederse tamamen perişan edecektir. Dolayısıyla bizim şu ruh dünyamızda nefisle olan mücadele ve şeytanla olan mücadele hiçbir zaman bitmez ve bitmeyecektir. Şeytan hiçbir zaman hücumundan asla ve asla vazgeçmez. Asla vazgeçmediğine göre insanın da kalp ülkesinin etrafındaki kalesini, çok rasih ve sağlam yapması gerekiyor. İşte onun kuvvetli ve rasih olmasının adı nedir? İmanın yenilenmesi ve tahkiki düzeye çıkarılmasıdır. Bu husus Risale-i Nur'un çok yerlerinde zikredilmiştir.

''Hem zahir-i şeriata muhalif düşen ve hattâ bazı imamlar nazarında küfür derecesinde tesir eden kelimat ve harekât eksik olmuyor. Onun için her vakit, her saat, her gün tecdid-i imana bir ihtiyaç vardır.''

Bir diğer boyut ta bu Üstad Hazretleri bunu Tabiat Risalesinde anlatıyor İşte bu mevcudu tabiat yaptı, bu mevcut kendi kendine oldu, bu mevcut sebepler tarafından oldu. Bunlar küfrü işmam eden sözlerdir. İçinde küfür kokusu var. Bir insan kasdi olarak bunları ifade etse küfre girer. Ama kasdi değil de ağzından bilmeyerek çıkmış. Onun için eskilerde adetti, şu anda belki bazı camilerde var. Hemen hemen her Cuma akşamları camilerde hem nikâh, hem de tecdid-i iman yapılırdı. Bunun altında yatan mana budur.

Ama burada Üstad Hazretleri öyle bir noktaya vurgu yapıyor ki, sadece perşembe günkü akşama münhasır değildir bu. Farz edelim ki bu güzel bir adet olmuş olsun. Ama bir insanın tecdid-i imanı her zaman yapması gerekiyor. Çünkü her zaman hücum eden şeyler var. Sınırdaki askerin uyumaması gerekiyor. Çünkü niye? Düşman var. Dolayısıyla bu manayı bu şekilde anlayabiliyoruz. Şunu da özellikle ifade edelim. Mesela diyelim ki, bazen bu gibi sözleri bilinçsizce ifade ediyoruz. Yağmur yağıyor. Şimdi burada Cenab-ı Hakka vermek noktasında yağmur yağdırılıyor ifadesini kullanıyorum. Yani yağmur yağmaz, yağmur yağdırılır doğru, yani yağmur birisi tarafından yağdırılır, kim o? Allah.

Yağmur yağdırılıyor derken de Allah olduğunu ifade etmiyoruz, ama aslında niyetimizde var. Yağmur yağıyor ifadesinde de küfür yoktur yanlış anlaşılmasın. Çünkü yağmur yağıyor cümlesi edilgen bir cümledir. Fiil var ama fiilin öznesi yok, öznenin kim olduğu da belli değil. Ama yağmur yağıyor cümlesini kullanan insana şöyle bir soru sorsak ki, yağmuru kim yağdırıyor? O insan da Allah dedi mi, iş tamam. Ama yağmur sebepler tarafından meydana geliyor dedi ise, orada Allah korusun küfre giriyor. Kasdi olarak ifade etse küfür olur.

Onun için bu gibi buna benzer yani elfaz-ı küfürü intac edecek sözler,bazı imamlar nazarında küfür sayılabileceğinden insanın değil haftanın belirli günlerinde, belki her vakit, her saaat, hatta hergün tecdid-i imana , لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ' ı hakkıyla söylemeye ihtiyacı vardır. Evet, bu da farklı bir boyuttur.

İşte Hz. Üstad; bu derste bizlere sadece mücerred kelime-i tevhidi söylememizin dışında farklı boyutları nazara vererek bu vesile ile manen hasta olan bizlere,

''Siz gayet nâfi' ve her derde deva ve hakikî lezzetli kudsî bir tiryak isterseniz, imanınızı inkişaf ettiriniz. Yani tövbe ve istiğfar ile ve namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kudsî olan imanı ve imandan gelen ilâcı istimal ediniz.'' (Lem'alar, 25. Lema, 25. Deva, 251 )

Anlayabildiğimizi belirtmeye çalıştık. Rabbim istifade etmeyi nasip etsin Âmin

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir.

Şûra, 43

GÜNÜN HADİSİ

Allahu Teala, kulunu helal (kazanç) talebinde yorgun görmeyi sever.

250 Hadis, s.197

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Donanmayı Haliç'e İndirdi.(22 Nisan 1453) *T.B.M.M. Açıldı.(23 Nisan 1920) *Yavuz Sultan Selim Padişah Oldu.( 25 Nisan 1512) *Çernobil Nükleer Faciası.(26 Nisan 1986) *Sultan II.Abdülhamid Han Tahttan İndirildi.(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI