Cevaplar.Org

RİSALE-İ NUR DERS NOTLARIM-78

Ders: 26. Söz 2. Mebhas, Beşincisi İzah: Prof. Dr. Alaaddin Başar * “Kader, sebeble müsebbebe bir taalluku var”(


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2015-07-30 15:08:56

Ders: 26. Söz 2. Mebhas, Beşincisi

İzah: Prof. Dr. Alaaddin Başar

* "Kader, sebeble müsebbebe bir taalluku var"(Sözler s: 467) Müsebbeb, netice demek. Ağaç sebeb, meyvesi müsebbeb.. Cenab-ı Hak biliyor ki bu ağaçtan bu meyve olacak. İlim böyle. İlim maluma tabii..Böyle olunca ilim ikisine; sebeb ve neticeye bir taalluk ediyor. Ağaca ayrı, meyveye ayrı taalluk etmiyor.

'Adam tüfek attı, karşısındaki öldürdü.' Olay bu. Cenab-ı Hak ezeli ilmiyle biliyor ki, bu adam tüfek atacak, bu da ölecek. Olay bu olunca, onun yarısını bir tarafa koyamazsın ki. "Atmasaydı" deyince olay ortadan kalkıyor. O zaman diğerinin öleceğine nasıl hükmedeceksin?

Ama olmuş bir hadisede "vadesi bu kadarmış" "böyle olacakmış" demek, bir teselli olarak ve kan davalarının önüne geçmek için söylenir. Ama katil diyemez ki " zaten bu adam ölecekti, benim ne kabahatim var?" veya hırsız diyemez ki "zaten senin malın çalınacaktı? Benim ne suçum var?"O zaman ortada hukuk diye bir şey kalmaz.

* "Cüz'-i ihtiyarînin üss-ül esası olan meyelan"(Sözler s. 467) Mesela buraya derse geldik. Derse gelmeden önce içimizde bir meyil uyandı; "bir derse gitsek" o meyilden sonra içimizde bir müzakere başladı, 'yoksa filan yere mi gitsem?' Demek o meyil hemen hüküm olmadı. Daha sonra derse gitmeye karar verdik. Karar verdiğimizde o meyil olmaktan çıkıyor, irade oluyor. İşte o meyle uyup uymamakla imtihan oluyoruz.

Daha sonra irade ediyoruz, İrade bir sıfat ve mahlûk. Sonra yürüyoruz. Yürümek kudretle oluyor o da bir sıfat ve mahlûk. Mahlûk olmayan bir şey olmalı ki mesul olalım. Maturidi mezhebi o içimizdeki meylin bir emr-i itibari olup mahlûk olmadığını ve kula verilebileceğini söylemiş. Sağ sol kavramları gibi. Sağ diye bir mahlûk var mı? Yok. Eşari mezhebi ise meyelena da irade gibi mahlûk nazarıyla bakmış, onu da kula vermemiş.

Not: Alaaddin Bey "Risale-i Nur'dan Kelimeler ve Cümleler" adlı eserinde, bu hususta şunları demektedir; ""Kader Risalesinde "Cüz'-i ihtiyarinin üss-ül esasının meyelan" olduğu (Sözler) belirtilir. Yani insanın bir şeyi irade etmesinde ilk adım o şeye bir meyil duymasıdır. Bunu takiben irade devreye girer. Şu var ki her meyil hemen irade edilmeyebilir de. Öte yandan insanın her irade ettiği şeyin de mutlaka meydana gelmediği ayrı bir gerçektir. Teşebbüse geçip de başaramadığımız işler sayılamayacak kadar çoktur. Demek oluyor ki, ihtiyarı bir filin yaratılmasında ilk adım, kulun o işe meyletmesidir. Bunu cüz'i irade takip eder, daha sonra ilahi irade ile o iş yaratılır. Sadece meyletmenin illet-i tamme olmadığı açıktır. Böyle bir anlayış, "kul filinin yaratıcısıdır diyen Mutezile mezhebinin görüşünü aksettirir."(a.g.e, Cilt:1, s. 327, Zafer Yayınları, İst. 2007)

Not: 2: Merhum Hulusi Yahyagil ağabey de meseleyi şöyle izah etmektedir; "Öyle ise o meyelân, o tasarruf bir emr-i nisbîdir. Yâni, hârici bir vücûdu bir varlığı yoktur. O meyelânı kulun nasıl kullanacağı, fiil meydâna çıkıncaya kadar belli değildir.

Meselâ, cebinde meyve yemekte kullanacak bir çakısı olana, "sen bunu taşıyorsun, öyle ise bununla bir adamı öldürebilirsin. Bu çakı bir adamı öldürmeye kâfidir" demekle o adamın ihtiyârını kaldırmaya kimsenin hakkı yoktur. Ne zaman o adam meyvede kullandığı çakıyı her hangi bir tahrik ile ihtiyârını şerde kullanır, kendisini tahrik edeni öldürmeye kalkar veya öldürürse, o zaman illet yâni, sebeb tamamlanmıştır. Te'vile kaçmağa mahâl kalmamıştır. Eğer o, tahrike ehemmiyet vermez ve Kur'ânın "sakın yapma!" mâhiyetindeki sâdâ-yı ma'nevisini duyabilir de, terk ederse mes'uliyet yoktur."(Hulusi ağabeyin Kader konusundaki bu izahları gayr-i matbuudur. Derleyen merhum Sami Pala'dır. Salih Okur)

*İllet-i Tamme; Kulun mesuliyetiyle alakalı bir işte irade-i cüz'iye ile irade Külliyenin bir araya gelmesidir. Bir şey hakkında illet-i tamme tahakkuk ettiğinde o şey (ma'lul) mutlaka meydana gelir. Bir başka ifadeyle, o şeyin meydana gelmesi vacip olur. Mesela, görme filinin gerçekleşmesi için göz olmalı, görür halde bulunmalı, ayrıca ışık da olmalıdır. Ama bunlar yeterli değildir. Yani bunlarla illet-i tamme vücut bulmaz.  Bir de kişinin görmeyi irade etmesi ve bu maksatla gözünü açması gerekmektedir.

Eğer bu şart da tahakkuk ederse görme olayı kesin olarak gerçekleşir. Demek ki, her şeyi Allah yaratmakla birlikte, ihtiyari (kulun tercihine bırakılan) bir filin yaratılmasında kulun o fiile meyli de gereklidir; ancak o takdirde illet-i tamme söz konusu olur; O meyil, o irade olmasa fiil yaratılmaz.

Not: Prof. Alaaddin Başar ve Prof. Şadi Eren beylerin hazırlamış oldukları "Risale-i Nur İçin Kavramlar Lügati" adlı değerli eserde bu husus izah edilirken ayrıca şöyle denilmiştir; "Izdırari fiillerde durum böyle değildir. Allah bir şeyi yaratmak istediğinde onun olmasını irade eder, Kur'an'ın ifadesiyle "ona 'ol!' der, o da oluverir. " Zira oluş için gerekli şartlar tamamdır, illet-i tamme vücut bulmuştur.

Cebriyeciler aynı şeyi ihtiyari fiiller için de düşünürler. "Bu fiilleri irade eden de yaratan da Allah 'tır" derler. Bediüzzaman'ın ifadesiyle "O vakit ihtiyar kalmaz. "

Mutezile ise "Kul fiilinin halıkıdır " demekle, Cebriyenin zıddı bir yolda gitmiş olsalar bile bu noktada onlar da kulun ihtiyarını ortadan kaldırmış oluyorlar. Zira, insan iradesi iyiliği ve kötülüğü seçme yetkisine sahip iken güya Cenab-ı Hakk'ı tenzih fikriyle kulu fiilinin yaratıcısı ilan etmekle, onun seçme hürriyetini bir bakıma ortadan kaldırmış oluyorlar.

Mademki insan ruhuna cüz'i irade verilmiş ve ona iyiyi de kötüyü de tercih edebilme hürriyeti tanınmıştır, o halde, bu dünya imtihanının bir gereği olarak, kul iradesini serbestçe kullanabilmelidir.

Nitekim kul, hayrı irade ettiğinde Allah hayrı yaratır, şerri irade ettiğinde de şerri yaratır. İnsan iradesine böyle bir tercih hakkının tanındığı konularda, kul bu tercihini kullanmadığı müddetçe, diğer bütün şartlar mevcut olsa bile illet-i tamme vücut bulmaz ve o şey yaratılmaz"(a.g.e s: 120, Zafer Yayınları, İst. 2006)

*Kulun bir işi yapıp yapmaması tercihidir. Eğer onu zorlayan bir şey olsa zaten irade kalmaz, o zaman da mesul olmaz.

* Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. Yani: Müreccihsiz, sebebsiz rüchaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vaki'dir. (Sözler s:468) Mesela şurada Isparta işi ipek bir halı olsa, diğer yanda makine halı olsa hangisini tercih ederiz. Isparta halıyı..Niye? Çünkü onun çok üstünlüğü var, üstünlüğünden dolayı tercih ettik. Ama ikisi de aynı kalite halı olsa birinden birini tercih de üstünlük söz konusu olmaz.

Falan zat filandan daha âlimdir. Niye? Çünkü filan ilmi daha çok biliyor. Daha çok bilmek tereccüh sebebi oluyor. Onu diğerine tercih ediyoruz. Ama ikisi de eşit ilmi seviyede olsa tercih sebebimiz kalkar. Yani bu bundan daha âlim diyemeyiz.

Not: Bu meseleyi Mehmed Kırkıncı Hocaefendi, Kader Nedir adlı eserinden şöyle izah etmiştir; "Tercih bilâ müreccih câizdir, ifâdesindeki müreccih kelimesi, "tercih ettiren sebep, vasıf, özellik, kısaca üstün sıfat mânâsında kullanılmıştır."( Taftazânî, Şerh-i Makâsıd, 2/129)

Meselâ; altından yapılmış bir kalemin gümüş kalemden üstün ciheti, râcih sıfatı yani tercih edilme sebebi varsa da, altından yapılmış aynı marka ve özellikteki diğer bir kalemden hiçbir üstün tarafı yoktur. Eğer tercih bilâ müreccih muhal olsa, bizim bu iki altın kalemden birini tercih edemememiz gerekir. Halbuki, aynı değer ve özellikteki bu iki kalemden birisini cüz'î irademizle seçebiliyor ve alabiliyoruz. O halde, müreccihsiz tercih câizdir ve daima tatbik edilmektedir.

Yapılmış, meydana gelmiş şeylerde ise, tercih bilâ müreccih muhaldir. Buradaki müreccih kelimesi, tercih edici sebep veya zât, mânâsındadır. Mevcut bir eser, kendisinin var olmasını yoklukta kalmasına tercih eden bir müreccihi gösterir. O müreccih olmaksızın eserin meydana gelmesi muhaldir. İşte ilm-i kelâmdaki tercih bilâ müreccih muhaldir, ifâdesi bu kısım içindir.

Tercih bila müreccih caiz olmakla beraber, tereccüh bila müreccih muhaldir.

Evet, bir şeyin veya şıkkın diğerine tercih edilmesi hâlinde, tercih edilen şeyin veya şıkkın tereccüh ettiğinden, meydana geldiğinden söz edilir. İşte bu tereccüh, müreccihsiz, yâni tercih edici bir sebep veya zât olmaksızın olamaz.

Herhangi bir şey yapıp yapmama hususunda bir karara varmamızdan önce, söz konusu şeyin yapılması ile yapılmaması müsavidir. Yapmayı tercih ettiğimizde, işin yapılması tereccüh etmiş olur. Meselâ, bir cümleyi yazdığımız takdirde cümlenin yazılması yazılmamasına tereccüh etmiştir. İşte bu tereccüh, bir müreccihe yâni tercih yapan bir kâtibe delâlet eder ve onsuz olamaz.

Aynen öyle de, bu kâinatın varlığı gösteriyor ki, onun yaratılması, yoklukta kalmasına tereccüh etmiştir. Bu tereccühün müreccihsiz olması muhaldir. Kâinatın yaratılmasını tercih eden müreccih ise ancak ve ancak Kadîr-i Mürîd olan Allah-u Azîmüşşân'dır

Cenab-ı Hak, kâinatın var olmasını, yoklukta kalmasına tercih etmiştir. Bu hâşâ

Allah'ın ihtiyacından değil, O'nun, lütuf ve kereminden dolayıdır. Bediüzzaman Hazretleri bu hakiklatı şöyle ifade eder:"Cenab-ı Hakk'ın ef'alinde, tercih edici bir garaza, bir illete ihtiyaç yoktur. Ancak tercih edici, Cenab-ı Hakk'ın ihtiyarıdır." (İşârâtü-ül İ'caz)

Not:2- Prof. Dr. Şener Dilek Bey adlı Kader meselesine dair "Niye Ben" adlı eserinde bu hususta şunları demektedir; "Evet, Tercih bila müreccih caizdir ve vakidir. Mesela aynı nitelikte iki saatten birini tercih etsen, "niye tercih ettin, şu saatin ne üstünlüğü var?" diye sorulduğunda; bunun cevabı olarak "hiçbir üstünlüğü yok. Ama, benim iradem yok mu, ben istediğimi seçebilirim" diyebilirsin.

Evet, insan ne kavak ağacı ne de kaldırım taşıdır. İradenin vasfı istediğini tercih etmek, seçmek demektir. Demek tercih bila müreccih caizdir ve vakidir.

Ama tereccüh bila müreccih muhaldir. Mesela bir hattat iradesiyle isterse bir besmele yazar; istemezse yazmaz. Eğer yazmayı irade ederse o zaman 'tercih bila müreccih caizdir ve vakidir' hakikatı zuhur etmiş olur. Yani 'şu besmele bir hattattın iradi tercihi ile yazılmıştır' denilir.

Ama birisi kalksa şöyle bir beyanda bulunsa, "hattat olmadan bu besmele yazılmıştır" derse, işte bu söz batıldır. Yani "tereccüh bila müreccih" muhaldir.(Prof. Dr. Şener Dilek, Niye Ben, sh: 276, Feyza Yayıncılık, İst. 2014)

*İlm-i Sarf kaidesince ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa bir emr-i sabit olan hâsıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kesbimizdir, katil ünvanını da biz alırız. Hâsıl-ı bilmasdar, Hakk'ın mahlukudur. Mes'uliyeti işmam eden birşey, hâsıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz.(Sözler s: 468 )

Mesela yazmak mastardır. Yazma fiildir. Bir de yazı vardır. O da masdarın sonucunda ortaya çıkan şeydir. Bir adam bir yazıyı yazdı, katip ünvanını nereden alıyor? Yazmak masdarından, yazma fiilini tercih etmesinden. Meylini oraya kullanıyor ve netice ortaya çıkıyor. Öldürmek fiilinde de katil, mahlûk olmayan öldürmek fiiline meyil ettiğinden katil ünvanını alıyor. Bunun sonucu( hâsıl-ı bil masdar) ölümü yaratan ise Rabbimiz. Bize düşen sadece o meyil(meyelan) Gerisi o konuda kuvvetimiz ve sonucu Allah yaratıyor.

Not: Bu meseleyi Mehmed Kırkıncı Hocaefendi, merhum Sami Pala'nın bir sorusuna cevaben gönderdiği mektubunda şöyle izah etmiş; "Diğer suâliniz olan "İlm-i sarf kâidesince ism-i fâil, bir emr-i nisbi olan masdardan müştaktır. Yoksa bir emr­­-i sabit olan hâsıl-ı bilmasdardan inşikak etmez" cümlesini şöyle izah edebiliriz.

Bütün masdari ma'nalar (Mesela, okumak, yazmak, burada geçen katl, öldürmek gibi) bir emr-i nisbi ve bir emr-i i'tibaridir. Bunların hâriçte vücudları yoktur ve mahluk değildirler. Mahluk olan, hâsıl-ı bil masdardır (yani, masdardan çıkan şeydir). Mesela, yazı yazmak masdar ise, yazı hasıl-ı bil masdardır. Çünkü yazmak i'tibari bir emirdir ve hariçte vücudu yoktur, yani demek ki mahluk değildir. Yazı ise, o masdardan çıkan bir sonuçtur (yani, Hasıl-ı bil masdardır) ve harici bir vücud sahibidir. Ve biz buradaki misale göre, yazan ünvanını yazıdan değil, yazmaktan alıyoruz. Bu misal gibi, namaz kılmak da masdari bir ma'nadır, mahluk değildir. Namaz kılan kimsenin yaptığı hareketlerin tamamı hâsıl-ı bil masdardır. Cenab-ı Hak tarafından yaratılmışlardır. Bizim iktidarımızda olan, ancak namaz kılıp kılmamayı talep edip etmemektir. Bu ise bir emr-i i'tibaridir.

(Risalede geçen katl, yani öldürmek de bir masdardır, herhangi bir fiil ve hareket ifade etmez. Allah'ın yarattığı budur. Filvaki öldüreni de yaratıyor. Fakat bunlar vazifelidir ve mahduddur. Birincisi Hazret-i Azrail (A.S.); İki, hakimin tayin ettiği cellat; Üç, devletin elbise giydirdiği gazi asker; dört, şartlara uygun nefsini müdafaa eden mazlumdur. Bunlara, öldürdükleri halde katil denmez; bilakis, her birinin bu vazifesinden dolayı şerefli bir ismi ve makamı vardır.)

Şimdi, öldürmek masdarını yaratan Cenab-ı Hak ve hatta vazifelendirdikleri dahi katil ünvanını almadıkları halde, vazifesiz olarak, nefsine tâbi olarak, cezayı da göze alarak öldüren, katil ünvanını alır. Öldürmek olan masdardan değil, öldüren olan hâsıl-ı bil masdardan çıktığı için, bu fiili işleyen katil ünvânını bi hakkın alır.

(Hey katil, Cenab-ı Hak öldürmeyi yarattıysa da seni, öldüren olarak yaratmadı. "Öldürme, katil olursun, Cehenneme gidersin!" diye çok ikazlar, tenbihler de yaptı. Fakat sen emr-i İlahiyi dinlemedin, nefsine uydun. Onun için de, "Mes'ul ve mükellefsin". Cezanı çekeceksin!)

*Meseleyle alakalı Kırkıncı Hocaefendi'nin Kader Nedir adlı eserinden şu izahları da nakletmeden geçemedim; insana Cenâb-ı Hak tarafından ihsan edilen ve ilm-i kelâm âlimlerince irade-i külliye diye adlandırılan insan iradesi mahlûktur, yâni yaratılmıştır. İmam Mâtürîdî insanın irade-i külliyesinin mahlûk olduğunu, fakat bu iradenin bir işi yapıp yapmamaya taallûku demek olan cüz'î iradesinin mahlûk olmadığını kabul etmektedir. İmam Mâtüridî'ye göre cüz'î irade bir emr-i itibarîdir ve insana verilebilir; emr-i itibarî ise mahlûk değildir.

İnsanın bedeni ve onun ihtiva ettiği bütün azaları mahlûk olduğu gibi ruhu ve onun hassası olan bütün duyguları ve lâtifeleri de mahlûktur. Mahlûk olmayan sadece cüz'î iradedir. Eğer onun da Allah tarafından yaratıldığı iddia edilirse, ortada teklife sebep olacak hiçbir şey kalmaz ve insanın bütün fiilleri ıztırarî olur. İnsan o takdirde herşeyi Allah'ın irade ve kudretine tâbi olarak bir cebir altında yapmış olur ve artık insanın ihtiyarî fiillerinden bahsedilemez. Cüz'î iradenin mahlûk olmayıp, emr-i itibarî olması, İslâm'ın tevhid akidesine, yâni herşeyi Allah-u Azimüşşân'ın yarattığı hakikatine aykırı değildir. Evet, hiç şüphe yoktur ki herşeyi yaratan ancak Cenâb-ı Hak'tır. Lâkin cüz'i irade şey tarifi içine girmemektedir. Arapça'da şey "mevcut" eşyadır. Her şeyin hariçte vücudu vardır ve haricî vücudu bulunmayana şey denilmez.

Şey tâbirini bir an için hariçte vücudu bulunmayanlar için de kullandığımızda eşyayı üçe ayırabiliriz: Birincisi, hariçte vücudu olan (var olan) şeyler; ikincisi, mâdum olan (varlığı sözkonusu olmayan) şeyler; üçüncüsü ise mevcut ile mâdum arasında bulunan yâni ne hariçte vücudu olan, ne de yokluğuna hükmedilebilen şeylerdir. İşte, bu üçüncü gruba, emr-i itibarî, emr-i izafî veya emr-i nisbî denir. Fakat, emr-i itibarî denince itibar edilen hayalî bir şey anlamamak gerekir. Bunlar için vücud-u nefsü'l-emriyesi bulunan hakâik-ı nefsü'l-emriyedendirler denilmektedir. Alt-üst, sağ-sol, büyük-küçük, uzak-yakın, az-çok hep bu gruba girer. Bunların hariçte vücudu bulunmamakla birlikte, yoklukları da iddia edilemez. Meselâ, bizim sağ ve sol kollarımızı yaratan Cenâb-ı Hak'tır. Kollar mahlûk olmakla birlikte sağ ve sol mahlûk olmayıp birer emr-i itibarîdir. Aynı şekilde bizi ve babamızı yaratan yine o Vâhid-i Ehad'dir. Biz ve babamız birer mahlûk olduğumuz halde, babalık ve oğulluk birer itibarî emirdir, mahlûk değildirler.

İşte arzu, talep, kesb ve meyelan da denilen cüz'î irade bir emr-i itibarîdir. Hariçte vücudu yoktur ve mahlûk değildir. Yâni, insanın hem küllî iradesi, hem de işlediği fiiller mahlûktur; lâkin küllî iradesiyle bir fiili işlemeye yönelmesi ve o fiili taleb etmesi mahlûk değildir. Bu talep fiil de değildir. İlm-i Kelâm ıstılâhında talep (cüz'î irade) için hâl tâbiri kullanılır.

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır da cüz'î iradenin (talebin) mahlûk olmadığını izah ederken, "Talep bir mevcut değil, mevcutlar mabeyninde (arasında) bir nisbetten, bir izafetten ibarettir ve İrade-i külliye denilen kuvve-i iradiye mahlûktur. Fakat, irade-i cüz'iye ve taleb ve ihtiyârla kesb dediğimiz karar, gayr-i mahlûktur ve bizim bir nisbetimizdir." buyurmaktadır. (Hak Dini Kur'an Dili, Cilt: 1, s, 107)

Aşağıda mastarî mânâlar (okumak, yazmak, gitmek gibi) için yapacağımız açıklamaların bu meseleye biraz daha ışık tutacağı kanaatindeyiz.

Bütün mastarî mânâlar emr-i itibarîdir. Bunların hariçte vücudu yoktur ve mahlûk değillerdir. Mahlûk olan hâsıl-ı bil-mastardır (mastardan çıkan şeydir). Yazı yazmak mastar, yazı ise hâsıl-ı bil-mastardır. Yazı yazmak itibarî bir emirdir, hariçte vücudu yoktur ve mahlûk değildir. Yazı ise hâsıl-ı bil-mastardır ve haricî vücut sahibidir. Biz yazan ünvanını yazıdan değil, yazmaktan alıyoruz. Nitekim, "ilm-i sarf kaidesince ism-i fâil bir emr-i nisbî olan mastardan müştakdır. Yoksa, bir emr-i sabit olan hâsıl-ı bilmastardan inşikak etmez," ifadesi bu hakikati izah etmektedir.

Diğer bir misâl: Su içme fiilinde hem elimiz, hem de su mahlûk olduğu gibi, elimizi hareket ettirerek ağzımıza götürme fiilimiz de mahlûktur. Lâkin içmek mastarı, mahlûk değildir. Zira, hariçte içmek diye bir şey gösterilemez. İşte insanın su içmeyi taleb etmesi ve suyu içmesi hâdisesinde su içmeyi taleb etmek ve su içmek mahlûk olmayıp birer emr-i itibarîdir.

Aynı şekilde arkadaşınıza bir meyve ikram ettiğinizde siz, arkadaşınız ve ona ikram ettiğiniz meyve Cenâb-ı Hakk'ın birer mahlûkusunuz. Lâkin, arkadaşınıza meyve ikram etmeniz mahlûk olmayıp bir emr-i itibarîdir, hariçte vücudu yoktur. Fakat bu ikram inkâr edilemez. İşte, siz mükrim (ikram) eden ünvanını, bu ikramı yapmanızdan kazanırsınız. Yoksa, Mûtezile'nin iddia ettiği gibi, bu ünvanı almanız için meyveyi yaratmanız icab etmez. Meyvenin hâlıkı (yaratıcısı) Cenâb-ı Hak'tır. Siz meyveyi yapmaya değil, onu arkadaşınıza ikram etmeye sahipsiniz. Bu da itibarî bir emir olduğundan, Cenâb-ı Hak'a yaratma cihetiyle ortak olmaktan söz edilemez.

İşte sizin selâhiyetiniz, o meyveyi ikram edip etmemeye meyletmenizdir. İkram etmemeye karar verdiğinizde, sözkonusu fiil meydana gelmez. İkrama karar verdiğinizde ise Cenâb-ı Hakk'ın irade ve kudretiyle kolunuzu hareket ettirerek meyveyi arkadaşınıza verirsiniz.

Yukarıdaki misâller gibi, namaz kılmak da mastarî mânâdır ve mahlûk değildir. Namaz kılan bir kimsenin yaptığı hareketlerin tamamı hâsıl-ı bil-mastardır ve Cenâb-ı Hak tarafından yaratılmaktadır. İnsanın iktidarında olan, namaz kılmayı taleb edip etmemektir. Bunlar ise birer emr-i itibarîdir.

Son olarak bir meseleye daha kısaca temas edelim: Mâtürîdîye mezhebine göre insanların kendi ihtiyarî fiillerinde tesirleri vardır ve bu fiiller iki kudretin, yâni insan kudretiyle Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin, içtimaıyla meydana gelir. Bundan anlaşılan mânâ şudur: Bir insan kendisinde bilkuvve bulunan küllî kudretiyle birçok ihtiyarî fiilleri işleme imkânına sahiptir. Bunlardan birine karar verdiği zaman kudreti cüz'îleşir, yâni o işe yönelir. İşte, insanın ihtiyarî fiillerindeki tesiri, kendisindeki küllî kudreti cüz'î kılmaktan, belki bir işe yönelmekten ibarettir. Bunun üzerine Celîl-i Zülcemîl mutlak kudretiyle o fiili yaratır. İşte, insanın bu teşebbüsü ve Cenâb-ı Hakk'ın da fiili yaratması, iki kudretin içtimaı olarak ifâde edilmiştir. Yâni, ihtiyarî bir fiilin vücûda gelmesinde insan kâsip (kesbeden, taleb eden), Allah-u Teâlâ ise Hâlık'tır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever.

AL-İ İMRAN,134.AYET

GÜNÜN HADİSİ

Gerçek Müslüman

Müslüman, dilinden, elinden müslümanlar selâmette kalan kimsedir. (Buhari, Kitabü'l İman -Abdullâh b. Amr b. Âs)

TARİHTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI