Cevaplar.Org

İNAM MUHİDDİNOĞLU HOCAEFENDİ(1913-1995)

Bayburt âlimlerinden İnam Hoca hakkında zaman zaman bazı hatıralar duyardım. En son olarak muhterem Şener Dilek ağabeyimin “Niçin Yaratıldı Şu İnsan” adlı eserini okuduğumda, kısa da olsa bu zat hakkında bilgi kırıntılarını bir araya getirerek sitemizin “Nurun Mütevazı Çehreleri” başlıklı bölümünde neşretmek arzu ettim. Geçen Nisan ayında İstanbul’da görüştüğümüz oğlu Muhyiddin ağabey de gerek babasıyla alakalı bazı hatıraları anlatmakla ve gerekse İnam Hocamızın fotoğraflarını vererek yardımcı oldu. O, hatıralarını anlatırken, İnam Hocamızın hem talebesi hem yeğeni Necati Kılıçoğlu hocamız da hazır bulundu ve o da bazı hatıralarını lütfetti. Her ikisine de teşekkür ediyorum.


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2015-05-08 14:26:16

TAKDİM

Bayburt âlimlerinden İnam Hoca hakkında zaman zaman bazı hatıralar duyardım. En son olarak muhterem Şener Dilek ağabeyimin "Niçin Yaratıldı Şu İnsan" adlı eserini okuduğumda, kısa da olsa bu zat hakkında bilgi kırıntılarını bir araya getirerek sitemizin "Nurun Mütevazı Çehreleri" başlıklı bölümünde neşretmek arzu ettim.

Geçen Nisan ayında İstanbul'da görüştüğümüz oğlu Muhyiddin ağabey de gerek babasıyla alakalı bazı hatıraları anlatmakla ve gerekse İnam Hocamızın fotoğraflarını vererek yardımcı oldu. O, hatıralarını anlatırken, İnam Hocamızın hem talebesi hem yeğeni Necati Kılıçoğlu hocamız da hazır bulundu ve o da bazı hatıralarını lütfetti. Her ikisine de teşekkür ediyorum.

Cenab-ı Hak İnam Hocaefendi'ye rahmetiyle muamelede bulunsun. İnşallah kendisiyle alakalı hatıraları olanlara bir şekilde ulaşabilirsek, bu çalışma daha genişler. Saygılarımla Salih Okur/cevaplar.org

DOĞUMU VE AİLESİ

İnam Efendi 1913 senesinde(Rumi 1326) Bayburt'ta dünyaya gelir. Oğlu Cemalledin beyin nakline göre kendisi; "Birinci Dünya Harbinin sonlarında, Ruslaırn Erzurum'dan geri çekişilerini hayal meyal hatırlıyorum" dermiş."

Kendisi eski tabirle hocazâdedir. Babası ve dedesi ulemadandır. Oğlu Muhyiddin Bey bu konuda şunları anlatıyor;

"Benim dedemin babası hoca. İsmi Osman Efendi. Kendisi, Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi hazretlerinin müridlerinden. Otuz beş sene İstanbul'da okumuş. Ondan sonra doğum yeri Of'a gelmiş. Daha sonra Bayburt'a gelmişler.

Dedem Muhyiddin Efendi de âlim bir zat. 1920'li yıllarda inkılâplar olup dine karşı baskılar başlayınca kitapları saklamışlar. Dedem de üzüntüden verem olmuş, ölmüş."

Prof. Dr. Musa Kazım Yılmaz Bey, Muhyiddin Efendi hakkında "İnam Hoca'nın babası çok meşhur bir hocaydı. Döneminin en iyi âlimlerinden ve müderrislerinden sayılırdı. Belki beş deve yükünden fazla kitabı vardı" diye yazmaktadır.

KISA SÜREN TAHSİLİ

Babası Muhyiddin Efendi'nin 1926'da vefatı üzerine İnam Efendi'nin tahsili inkıtaa uğrar. Oğlu Muhyiddin Bey; "Babam 14 yaşına kadar dedemde hafızlığını yapmış, Arapça da okumuş. Galiba Molla Cami'ye kadar okumuş. Dedem vefat edip, Arapça tedrisat da yasaklanınca, okumayı bırakmış."

O günler maddi manevi çok elemli günlerdir. Torunu Ahmed Muhiddinoğlu beyin anlattığı şu hatıra bir neslin dramını özetler gibidir; "1994 yılında, vefatından bir sene evvel biz Bursa'da oturuyor idik ve dedem son olarak o yaz bize gelmiş, bir ay kadar bizde kalmıştı. Ben o dönemde üniversiteye hazırlanıyordum ve kendisi ile ilgilenme fırsatı buldum. O dönemlerde dedemin eski hatıralarını kendisinden dinler, birinci dünya savaşı ve sonrası Türkiye'sinin şartlarında yaşadığı zor yaşam sürecine şahit olurduk ve bu hatıraların sonunda her zaman söylediği bir şey vardı; "bana deseler ki 'seni 18 yaşındaki delikanlı haline geri götüreceğiz ama yine aynı hayatı yaşayacaksın, kesinlikle kabul etmem. O günleri bir daha yaşamak istemem" derdi ve sonuna eklerdi; " Azrail şu an gelse, boynuna sarılacağım."

Muhyiddin bey der ki; "Bir müddet köyde rençperlikle meşgul olmuş. Daha sonra anasından izin almış, gurbete İstanbul'a gitmiş." 

İLİM TALEBELİĞİNDEN MÜTEAHHİTLİĞE

Prof. Dr. Şener Dilek bey, rahmetli hocamızın bundan sonraki serüvenini şöyle anlatıyor; "Gençlik çağına gelince köyde emsalleri İstanbul'un yolunu tutmuşlar .. İstanbul'un taşı toprağı altın diye .. Köyden pek çok genç İstanbul'a gidince, o da annesinden izin almış, İstanbul'un yolunu tutmuş ..O günkü şartlar içinde önce inşaatlarda amele olarak çalışmış.

Rahmetli İnam Hoca İstanbul hatıralarını şöyle anlatmıştı; "İnşaatlarda amele olarak çalıştım. Gündeliğim o günün parası ile otuz kuruştu. Bir müddet otuz kuruş gündelikle çalıştım. Sonra tetkik ettim, baktım duvar ören ustaların gündelikleri üç lira .. Arada çok büyük fark vardı. Üç lira nerede, otuz kuruş nerede? Kendi kendime karar verdim: 'Usta olmam lazım! Başka çarem yok!' dedim.

Para biriktirdim, ustaların alet ve takımlarını aldım. Daha yakından ve dikkatli bir biçimde ustaları izlemeye başladım. Bir kaç ay içinde işi kavradım.

Bir inşaatta çalışmaya başlarken, inşaat ekibinin başındaki adam bana sordu: 'Usta mısın, amele misin? Ben de: 'Ustayım! ' dedim. Böylece duvar ustalığına başladım. O gün üç lira alınca, heyecan ve zevkimden sabaha kadar uyuyamadım.

Birkaç yıl inşaatlarda duvar ustası olarak çalıştım. Gün geçtikçe maharetimi pekiştirdim. O zamanlar yollarda taştan örme kemerli köprüler yapılıyordu. Baktım kemerli köprü yapan taşeron ustalar bir köprüden üç bin lira kazanıyorlar. Ekibimi kurdum, taşeron olarak bir köprüyü üstlendim. Yapıp bitirdim. Arkasından iki, üç, beş .. İşleri büyütmeye başladım.

Sonra piyasayı tetkik ettim. Bina inşaatlarının daha karlı olduğunu gördüm. Bu sefer inşaat işleri ile ilgilenmeye başladım. İnşaatlarda taşeronluk yaptım. Cenab-ı Hak da önümüzü açtı. Elhamdülillah on onbeş yıl içinde İstanbul'un en tanınmış taşeronları arasına girdim.

Benim çalıştırdığım işçilerin ekserisi hemşerimdi. Birçoğu bizim köyden ve yakın civardaki köylerden gelen kişilerdi. Garibanlar İstanbul' da perişan olmasınlar diye onları öncelikle tercih ediyor, inşaatlarımda çalıştırıyordum."

Prof. Dr. Musa Kazım Yılmaz Bey ise hocanın dünyevi işlerininin gelişmesi hakkında şunları yazıyor; "İnam o sıralarda 35 yaşlarında, yaşını başını almış, çoluk-çocuk sahibi bir iş adamıydı. Oysa babası "Bir gün gelir de oğlum benim gibi bir âlim olur" umuduyla kitaplarını kıskançlıkla muhafaza etmişti. Oysa kitaplar, evdeki tozlu raflarda onu bekliyordu."

DÖNÜŞÜNE VESİLE BİR HADİSE

Yine Şener beyi dinleyelim; "Bir gün sabahın erken saatlerinde inşaat mahalline uğradım. Tabi o zamanlar kılık kıyafetim dikkat çekiciydi. Üzerimde lacivert bir takım elbise, grand tuvalet.. Tam bir ekabir..

İnşaatın yanı başında bir kahvehane vardı. Kahvehaneye gittim. Benim geldiğimi gören hemşerilerim hemen ayağa kalktılar; 'buyur, buyur' dediler. Kahvehanede oturdum, çayımı içmeye başladım.

O gün bizim köyden yaşlı bir zat da kahvehanede imiş. Sonradan öğrendim. Benim ondan haberim yoktu. O zat babamı ve dedemi çok yakından tanıyormuş. O yaşlı zat, benim kılık kıyafetime, oturuş kalkışıma bakmış; ahval ve hareketim anlaşılıyor ki onun hiç hoşuna gitmemiş. Hiç beğenmemiş, çok rahatsız olmuş ..

Çay içerken arkamdan oldukça gür bir ses duydum.

- "Şu zalim var ya, şu zalim!.."

Dondum. Baktım parmağı ile beni işaret ediyor. Hiddetli bir tavır içinde:

- "Bakın şuna! Şu zalim var ya şu zalim! Bunun dedesi Osmanlı döneminin meşhur müderrislerindendi, çok büyük bir âlim, fazıl ve kâmil bir zattı. Babası da iyi bir âlimdi. Şeytan bu zalimin dedesini kandıramadı, babasını da kandıramadı, ama dedesinden ve babasından alamadığı intikamını bu zalimden aldı .. Bu zalimden!" dedi.

Bu sözleri işitince, sanki başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Rengim, benzim soldu. Nefesim kesildi. Konuşmaya takatim kalmadı. Hemen oradan kalktım. Evime gittim.

Eve kapandım, birkaç gün işe gitmedim. Üzüntü ve sıkıntıdan ellerimde ve yüzümde yaralar çıktı. Sonra yatağa düştüm. Hastanede yattım iki üç ay kadar. Sonra uzun uzun düşündüm, karar verdim:

"Memleketime döneceğim ve yarım kalmış ilmimi tamamlayacağım. İlmimi ikmal ettikten sonra tekrar işlerime döneceğim" dedim.

Hastaneden çıktıktan sonra yeğenlerimi çağırdım, işi onlara devrettim. Bayburt'a döndüm."

Horasanlı Hacı Fikri Bayraktar amcamız, rahmetli İnam Hoca'nın hastalığı sırasında gördüğü manevi bazı müşahedelerin de dönüşünde rol oynadığını anlatmaktadır; "O adamın dediklerinin tesiri de var ama kısa bir zaman sonra hastalanıyor. Hastalığında ona çok sıkıntı veriyorlar; "niye filan yerin çimentosunu az koydun, niye demirini az koydun?" diye epey sıkıntı oluyor. Hastalıktan kalkıp iyi olduktan sonra müteahhitliği bırakıyor."

İLİM ÖĞRENMENİN YAŞI OLMAZ

Evet, İnam Hoca ciddi bir azim ve gayret ile Bayburt'a döner, 37 yaşında yeniden ilme başlar. Bayburt ulemasından Ahmed Efendi'den ders alır. Daha sonra imamlık imtihanlarına girip imam olur.

Yakın dostu Mehmed Kırkıncı Hocaefendi bir sohbetinde İnam Hoca'nın o yıllara dair bir hatırasını şöyle anlatır; "Rahmetli İn'am Hoca anlatmıştı; Eskiden köylerde fiske lambalar vardı. Tenekeden yapar, fitil takarlardı. Bir köyün ağası Bayburt'a gitmiş. O zaman yeni çıkan fanus içindeki gaz lambalarından görmüş, bir tanesini satın almış, köye getirmiş. Akşam köy odasında millet toplanmış, hayretle bu yeni lambaya bakıyorlar, elden ele gezdiriyorlarmış. İçlerinden saf birisi; "Aman ya Rabbi" demiş "bunu yarattın, yarattın da, bu kulpunu nasıl taktın?" 

İmamlık yaptığı seneler karşılaştığı bazı hadiseleri oğlu Muhyiddin Bey şöyle anlatıyor; "İmam olmuş ama daha ezanlar Türkçe okunuyormuş. Babamın kardeşime anlattığına göre, bir gün Bayburt müftüsü Kazım Köklü camide vaaz ederken, ona bir not getirmişler. Notta "14 Haziran 1950'de ezanın asli şekliyle, Arapça olarak okunacağı" yazılıymış. Bu notu görünce müftünün üzüntüden rengi kaçmış. Bunlar Halk Partisinin müftüleri..

O sıralar olan bir şey daha var. Bu halkçı müftü gitmiş ama yeni gelen müftü de öyleymiş. Bir gün babama demiş ki, "ben sana izin vereyim de git köyüne, bizim parti için propaganda yap." Babam "Hocam sizin parti hangi parti?" diye sormuş. O da "halk partisi" deyince babam; "Ben gideceğim köylülere "bu halk partisine rey verin" diyeceğim, köylüler de diyecek ki "biz İnam'ı şehre Müslüman olarak göndermiştik, gâvur olarak köye döndü." Babamın böyle karşı çıkması üzerine müftü, babamı kenar bir camiye verdi, onu hatırlıyorum. Neyse 1956'ya kadar Bayburt'ta kaldık. Sonra Erzurum'a geldik."

ERZURUM'A GELİŞİ

 Bayburt'tan Erzurum'a gelen hocamız Erzurum'un kırk senelik müftüsü ve "zamanın Taftezanisi" olarak anılan merhum Solakzâde Sadık Efendi'nin huzuruna çıkar. Hocaefendi'deki ilme aşkı gören Sadık Efendi kendisini Kurşunlu Camiine imam olarak tayin eder. Muhyiddin bey bu hususta da şunları demektedir; "Erzurum müftüsü Solakzâde Sadık Efendi vardı. O, babamı bir camiye imam olarak vazifelendirmiş. Babamın hafızlığı kuvvetliydi. Kur'an'ı da güzel okurdu. Böylece Erzurum'da kaldık. Babam 1978'de emekli oldu."

Hocaefendi bu dönemde hem Sadık Efendi'den hem de daha sonra Erzurum müftüsü olan Sakıp Danışman Hocaefendi'den ders okumuştur. Oğlu Muhyiddin Efendi'nin bu devre ait bir hatırası şöyle; "Ben ilkokula gidiyordum. Erzurum müftüsü Sakıp Efendi'nin Zeynal Camiinde medresesi vardı, orada ders okuturdu. Babam ondan ders okurdu. Bir gün beni de yanında götürmüştü. Ramazan da yaklaşmıştı. Babam dersten sonra "hocam" dedi, "buna oruç tutturacak mıyım tutturmayacak mıyım?" Sakıp Efendi bir bana bir de babam baktı, sertçe "ya yedirecek misin?" dedi. O günden bugüne orucumu bırakmadım."

Necati Kılıçoğlu hocamız onun Erzurum'a geldikten sonraki ilim serüvenini şöyle anlatıyor; "Bayburt'tan Erzurum'a imam olarak geldiğinde ilme çok merakı varmış. Zaten dedesi ve babası da hoca..Bakmış ki her bir hoca farklı yerlerde ders okutuyor. O da vurmuş kitapları koltuk altına. Gitmiş Sadık Efendi'nin dersine, oradan çıkmuş Sakıp Efendi'nin dersine, oradan çıkmış Osman Bektaş hocanın dersine.. Müftü Sadık Efendi dışarıdan meseleyi fark etmiş, demiş ki; "bu çocuğa yazık oluyor, bu hiçbir şey alamayacak böyle." Plansız, programsız oldu muydu, bir şey elde edilmiyor. Kendisi demişti ki; "ben üç dört sene sonra yanlış yaptığımı fark ettim" ve ondan sonra hocaları azaltmış ve derslerini bir programa koymuş.

 Zaten daha sonra da Kırkıncı hocamla tanışmışlar. Hocamla 1960 ihtilalinden evvel tanışmışlar. Hocam ihtilal sonrası eve geldikten sonra beraber okumuş, ders müzakere etmişler." 

 Musa Şekerci Hocaefendi diyor ki; "İnam hocanın sarf ve nahivi çok iyiydi. Feraiz ilmini de güzel bilirdi."

MEHMED KIRKINCI HOCAEFENDİYLE TANIŞMASI

Erzurum'a geldikten kısa bir süre sonra Mehmed Kırkıncı Hocaefendiyle tanışır. Bu tanışma İnam Hocaefendi'nin hayatında bir dönüm noktası olur. Kendisinden 18 yaş genç olan bu zatın adeta bir bendesi ve talebesi olmuştur. Oğlu Muhyiddin beyi dinleyelim; "Gider gitmez Kırkıncı Hocayla tanışmışlar. 24 saatin 15 saatini beraber geçirirlerdi. Kurşunlu camiinin etrafındaki medreselerden kavak ağacının altındaki medresede (bir numara) babamın dershanesi vardı. Kırkıncı hocayla birlikte orada Arapça okuturlardı."

Hacı Fikri Bayraktar şöyle anlatıyor; "Kırkıncı Hocayı da çok seven bir insandı. Kırkıncı Hocam hapse düştüğü zaman İnam Hoca gitmiş savcılığa müracaat etmiş "ben hapislere vaaz etmek istiyorum" demiş. Vazife almış. Böylece her gün Kırkıncı Hocamla oturmuş. Diyordu ki; "Ben bu hocaya aşığım." O derecede Kırkıncı Hocamı severdi."

Oğlu Muhyiddin bey, babasının Kırkıncı Hocaya hürmetini şöyle anlatır; "Hayatta tek karşı çıkmadığı adam o.. Kırkıncı Hocama "mantık küpü" adını koymuştu. "Ama" derdi "bizim oradaki küpler gibi değil ha! Karadeniz gibi bir küp."

Yeğeni ve talebesi Necati Kılıçoğlu hocamız da şunları ifade etmektedir; "İnam hoca sinirli, tez kızan birisiydi. Ama hayatta kızmadığı, kırmadığı tek kişi Kırkıncı hocamdı. Mesela İnam hoca Erzurum eski müftülerinden Osman Bektaş hocadan da okumuştur. Onunla da bayağı teşrik-i mesai etmişlerdir. Ama bir seferinde ceketini çıkardı, Bektaş hocanın üzerine yürüdü. O da; "biliyorum, İnam Efendi döversin, döversin" dedi. Hayatında kızmadığı tek kişi Kırkıncı Hoca. Ona hiç kızmadı, küsmedi, darılmadı. "O ne derse, o mesele haktır, doğrudur" böyle düşünürdü.

Mesela birisi ona bir meseleyi söylese ama o kabul edemese, hemen hocama dönerdi; "böyle mi, doğru mu" diye sorar, o da "evet böyle" dese, "tamam o zaman mesele yok" derdi. Ona çok teslimiyeti vardı." 

Musa Şekerci hocamızın şahidliği de aynı minvaldedir; "Rahmetli İnam hocamın hocama çok teslimiyeti vardı. Mesela bir meselede biz talebeler olarak onun anlayışının tam tersinde bir fikir beyan ediyoruz. O anda hocam da sükût halinde..Dönüp hocama diyor ki; "sen de böyle mi diyirsen?" Hocam da "Evet, ben de öyle diyirem" diyor. Bunun üzere İnam hoca; "Ehh öyleyse mesele yok" diyor..

Prof. Dr. Şener Dilek beyin şahitliği de şöyledir; "Mehmet Kırkıncı Hocamızla da çok yakın dostluğu vardı. Birlikte Arapça metinleri mütalaa ederlerdi.

Dindarlara ilişildiği o dönemlerde, bir gün İnam Hoca, Kırkıncı Hocaya sormuş; "Yarın Cuma'da vaaz edeceğim. Ne konuşsam daha iyi olur?" Kırkıncı Hoca İnam Hocanın o celalli, tavizsiz halini bildiği için; elini sakalına atmış, biraz durmuş ve latife tarzında:

-"Hocaefendi, hiç konuşmasan daha iyi olur!" demiş ..Gülüşmüşler..

O, latifeyi ciddiye almış:

-"Peki " demiş, o hafta vaaz etmemiş."

Prof. Dr. Musa Kazım Yılmaz Bey de bu konuda şöyle demektedir; "İnam Hoca uzun yıllar Kurşunlu camisinde imamlık yaptı. Babasının kitaplarını da caminin hücrelerinde muhafaza ediyor ve istifade ediyordu. Hayatı boyunca hem ders veriyor, hem de kendisinden daha âlim birisini gördüğünde ondan ders almaya başlıyordu. 1995'de vefat edinceye kadar uzun yıllar Mehmet Kırkıncı Hocaefendi ile Arapça ders müzakere etmişti." Yine Musa Kazım hocamız anlatıyor: "

Prof. Dr. Musa Kazım Yılmaz bey anlatıyor: " İlk derse başladığımızda bu fakirden başka, eski Erzurum müftüsü ve din İşleri Yüksek kurulu üyesi M. Zeki Karakaya, Prof. Dr. Hüseyin Yaşar ve Prof. Dr. Ali Bakkal da vardı. Bazen ders esnasında Kırkıncı Hocama, "Hocam şurası şöyle de okunamaz mı?" gibi bir soru sorardım. Kırkıncı Hocam böyle şeyleri olgunlukla karşılardı. Ancak İn'am Hoca bunu bir itiraz ve bir hürmetsizlik kabul ederek dersten sonra bana, "Ya sen Hocaya ne söylirsen böyle?" dedi. Ben de, "Farklı bir okuma şeklinin olup olmayacağını Hocama sordum, kötü bir niyetim yok" dedim. İn'am Hoca, "Sen Hoca efendiden daha iyi mi bilirsen ki böyle soru sorirsen?" dedi. Ben de konuyu nazik bir dille izah ettim. Sonra durumu Kırkıncı Hocama arz ettim. Hocam bu tür soruların hürmetsizlik sayılmadığını, aksine ilme kapı açtığını söyleyince İn'am Hoca rahatladı.

Prof. Dr. Musa Kazım Yılmaz bey anlatıyor: " İlk derse başladığımızda bu fakirden başka, eski Erzurum müftüsü ve din İşleri Yüksek kurulu üyesi M. Zeki Karakaya, Prof. Dr. Hüseyin Yaşar ve Prof. Dr. Ali Bakkal da vardı. Bazen ders esnasında Kırkıncı Hocama, "Hocam şurası şöyle de okunamaz mı?" gibi bir soru sorardım. Kırkıncı Hocam böyle şeyleri olgunlukla karşılardı. Ancak İn'am Hoca bunu bir itiraz ve bir hürmetsizlik kabul ederek dersten sonra bana, "Ya sen Hocaya ne söylirsen böyle?" dedi. Ben de, "Farklı bir okuma şeklinin olup olmayacağını Hocama sordum, kötü bir niyetim yok" dedim. İn'am Hoca, "Sen Hoca efendiden daha iyi mi bilirsen ki böyle soru sorirsen?" dedi. Ben de konuyu nazik bir dille izah ettim. Sonra durumu Kırkıncı Hocama arz ettim. Hocam bu tür soruların hürmetsizlik sayılmadığını, aksine ilme kapı açtığını söyleyince İn'am Hoca rahatladı."

 

Muhammed Kırkıncıoğlu bey anlatıyor; "Hocamdan 15 yaş büyük olmasına rağmen hocama karşı çok saygısı ve sevgisi vardı. Bir gün eski Kümbet'e geldiğimde içeriden gürültüler geliyordu. Sandım ki hocamla İnam hocam dövüşüyor. Meğerse hocamın elini öpmeye çalışıyor, hocam da elini çekmeye çalışıyor. O sırada hocam çok sinirlendi, dedi; "bak, bir daha böyle yapma..Israr etme ya, rahatsız oluyorum" dedi.

Yine Muhammed beyden başka bir tatlı hatıra; " İnam Efendi sert yapılı bir insan olmasına rağmen hocam bir meselede; "tamam İnam Efendi" dedi mi, hiç konuşmaz, susardı. Hocama karşı derin bir hürmeti gerçekten vardı.

İnam efendi namazlarını vazifeli olduğu camide kıldırdıktan sonra Kümbet'e gelirdi. Erken geldiği zaman bir tarafa oturur, cemaatin namazını bitirmesini beklerdi. Bir gün Kümbet'e yeni bir adama gelmişti. Namaz kılarken ayaklarını yerden kesince, İnam efendi bunu fark etmiş. Biraz da sertçe adamı ikaz etmek istediğinde hocam müdahale ederek; "tamam İnam efendi" dedi. İnam efendi daha hiç konuşmadı. Adamın da kalbi kırılmamış oldu.

Demek Şercil abi o hadiseyi unutmamış. O adamın tekrar bir gelişinde biz çay doldururken hocama sordu; "Hocam secdede kaç uzuv olması lazım? Ayaklarımı secde ederken yerden kaldırsam, namazıma zarar verir mi?" dedi. Hocam dedi ki; "Şercil Efendi, iki ayağını da kesersen, namazın bozulur." Yani adamı hiç muhatap almadan doğrusunu gösterdiler. Orada hocam İnam hocaya hiç fırsat vermedi yani.. 

İLİM SOFRALARINDAN BAZI HATIRALAR

İnam Hoca ilme çok müştak bir zattır. Prof. Dr. Şener Dilek Bey bu konuda şunları demektedir; "Kırkıncı Hocamızın ders mahalline gittiğim zamanlar, İnam Hoca'yı onunla Arapça ders mütalaasında görürdüm. İlme, tetebbuata fevkalade iştiyakı vardı İnam Hocamızın ..Kurşunlu Camisi'ndeki odasında da talebelere ders okutur, ilimle meşgul olurdu."

"Yetmişli yıllarda tanıdım İnam Hocayı.. Erzurum Kurşunlu Camisi'nde imamlık yapıyordu. Benim ilk görev yerim Erzurum Ticaret Lisesiydi. ı97ı-ı972 yıllarında meslek dersleri öğretmeni olarak görev yaptım o lisede.. Okulumuz, Kurşunlu Camisi'ne çok yakındı. Çoğu zaman Cuma namazlarını o camide eda ederdik. Kurşunlu Camisi, eski tarihi bir cami, külliye şeklinde inşa edilmişti.

Caminin tam karşısında küçük bir odası vardı İnam Hoca'nın .. Ara sıra yanına uğrar, çayını içer, sohbet ederdik."

Buralarda kurulan ilim sofrasına zaman zaman misafir olan Prof. Dr. Sadi Çöğenli Bey şöyle der; "İnam hocanın ibaresi iyi idi. Allah rahmet eylesin. Arabî metni sağlam okurdu. İntikali biraz geçti, Kırkıncı Hoca hemen İnam Hoca'ya anlayamadığı yerleri anlatırdı."

Talebesi Necati Kılıçoğlu hocamızı dinleyelim; "Alet ilimlerini İnam hocamdan okudum. Molla Cami'ye kadar olan sarf ve nahve dair eserleri onun yanında bitirdim. Bana da çok emeği vardır. İnam hocanın sarf ve nahiv ilimlerindeki bilgisi çok güzeldi. Sarfın her konusunu teferruatıyla bilirdi ve okuturdu. Ders okuma aşığı bir zattı." 

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz Bey de Erzurum Yüksek İslam Enstitüsüne geldiği yıllarda hocamızla tanışan bahtiyarlardandır. Şöyle anlatır; "Hatta çok tatlı bir hatıram var. Merhum İnam Hocaefendi'den ben Mir'at'in metnini istedim. O da "yırtarsın sen bu kitabı, gençsin, çocuksun" dedi. Kırkıncı Hocam " ver Ahmet Hoca'ya" dedi. Kırkıncı Hocam çok sert konuşur ona, çok samimiler çünkü. Sonradan Kırkıncı Hocama; "Niye bu kitabımı çocuğa verdin. Yırtacak, getirecek. Metinden ne anlar?" demiş. Kırkıncı Hocam; "Ne anlar değil. O bizim dersten tatmin olmadı. Kendi başına okuyup bitirecek. Biz 10 sayfa okuyana kadar o Mir'at'ı bitirir" demiş. Kırkıncı Hocam tabii büyük bir insan, istikbali gören bir insan. Hakikaten bitirdim.

Ardından Usul-i Hadis'ten Tedrib-ür Ravi'yi tercüme ettim. O da 700 sayfalık bir eser. Tedrib-ür Ravi, İmam Nevevi'nin usul-i hadis ilmine dair Takrib adlı eserine İmam Suyuti'nin yazdığı şerhtir.

Bunları takiben bizim meselede geriye bir tek Usul-id Din ve İlm-i Kelam kaldı. Bu konuda çok hoca aradım. Tabii diyebilirim ki, Kırkıncı hocam Doğuda bu alanda en güçlü insan. Kelam ilminde ve Mantık'ta zirvede bir insan. Kendisine gittim, "Hocam ders okumak istiyorum" dedim. Dedi ki; " Akgündüz hoca, ders okuma kelimesini bırak. Beraber mütalaa edelim." "Neyi mütalaa edelim?" diye sordum. "Kadı Beydavi'nin Şerh-i Tavâli'ini mütalaa edelim" dedi. Bu, meşhur bir eserdir. Nasirüddin Tusi'nin et Tecrid adlı eserine Kadı Beydavi'nin yazdığı şerhtir. Çok ağır bir metindir. Bu kitabı 11 ay okuyarak bitirdik. On gün kadar İn'am Hocam devam etti. "Kusura bakmayın. Ben ne okuduğunuzu anlayamıyorum, terk ediyorum. Size ayak uydurmam mümkün değil" dedi.

Daha sonra İnam Hocamın da katılımıyla Elmalılı Tefsirini satır satır Kırkıncı Hocamla birlikte okuduk. Yani onun tabiriyle "mütalaa ettik."

İnam hocamızın talebelerinden Necati Kılıçoğlu Hoca anlatıyor; "Seksen ihtilalinden sonraydı. Kurşunlu Camindeki medresede Kırkıncı Hocam kuşluk namazı kılıyor, Efendi dayım(İnam Hoca) ders okutuyor, ben de çay hazırlıyordum. O sırada ders okuyan arkadaş, ibareyi yanlış okudu. Efendi dayım "öyle değil böyle" dedi. O arkadaş ta "ben de öyle dedim" dedi. Efendi dayım bir şey demedi. Arkadaş biraz sonra tekrar yanlış okudu. Yine Efendi dayım düzeltti. O arkadaş yine "ben de öyle dedim" dedi. O sırada hocam da namazı bitirdi. Sonra o arkadaşa dönerek "Ulan rezil, ulan kepaze, hem yanlış okuyorsun hem de koskoca hocayı yalancı çıkarıyorsun" diyerek öyle bir kızdı ki, o zamana kadar hocamın öyle kızdığını hiç görmemiştim."

İNÖNÜ'YE HAKARET'TEN MAHKEMELİK OLUŞU

"Bayburt'un insanları genellikle merttir, serttir, dürüst ve samimidir. İnam Hoca Bayburt'ta doğmuş, 0 beldeden hisse almış ki, suyu biraz sertti hocamızın. Celalliydi. Ama o sertliği içinde gayet hasbi ve samimi idi. Vaaz ederken bazen celallenir, dobra dobra konuşurdu" der Şener Dilek bey.

1964 senesinde İsmet Paşa'nın başbakan olduğu sıralar hocamızın başına bu sebeple bir hadise gelir. Oğlu Muhyiddin Bey bu konuda şöyle demektedir; "babam kürsüde Halk partisi devrinde laikliğin din düşmanlığı olarak kullanıldığından bahisle "bunu yapanlar da gâvurdur" demiş. Orada Türk Ticaret Bankası vardı. Oranın müdürü sıkı Halk Partili idi. Camide babamı dinleyenlerden bir esnaf ona gitmiş, "bak camide hoca böyle böyle vaaz etti, siz hâlâ bu gâvurun peşinden gidiyorsunuz" demiş. Müdür "öyle mi" demiş, adam yanından ayrıldıktan sonra savcıya telefon açmış. Savcı kendisinin şehir kulübünden arkadaşı imiş. "Bak, Kurşunlu Camii imamı böyle söylüyor" demiş. Savcı da notunu almış, babamı ifadeye çağırmışlar."

Talebesi ve yeğeni Necati Kılıçoğlu Hocamız o günün şahitlerinden; "Bir gün ikindi namazını kılmış çıkarken iki tane sivil polis İnam Hocamın yanına gelerek "hocam karakola kadar gidebilir miyiz?" dediler. "Hayırdır" dedi hocam. Polisler, "bir ifadenize başvuracağız da" dediler."

Muhyiddin bey hadisenin devamını şöyle anlatıyor; "O zaman Adalet Partisi il başkanı rahmetli Ömer Arı'nın da hemen haberi olmuş. O da hemen emniyete gitmiş. Emniyet müdürüne; "ya savcının lafıyla bu hocanın yakasını neden tuttunuz? Serbest bırakın" diyor. O da diyor ki; "Hocayı çağıralım, konuşalım." Bu arada savcının isimlerini verdiği şahitleri de çağırıyorlar. Şahitler "biz öyle bir şey duymadık" diyorlar. Emniyet müdürü diyor ki; "Hocam hadisenin şahitleri yok. Sen de "ben ne dediğimi bilmiyorum" deyiver. Babam; "Ya hâkim bana ' hocam dinine imanına, sen ne dediğini bilir misen bilmez misen' derse, ne diyeceğim" diyor. Ve mahkemede de o gün dediklerini aynen diyor."

MAHKEME SAFAHATI

Bu konuda Şener Dilek Bey şöyle demektedir; "1960 ihtilalinin yaşandığı o çalkantılı dönemde, camide vaaz ederken

"Sen İnönü'ye hakaret ettin!" diye alıp götürmüşler İnam Hocayı. Hâkim sormuş "İsmin ne?

"İnam."

"Ne demek İnam? Bu ne biçim isim?"

-"Hâkim Bey sen anlamazsın! Eneme, yunimu, inam.. ifal babından gelir!" demiş.

Prof. Dr. Musa Kazım Yılmaz beyin bu hususta naklettikleri de ilginçtir; "Bir gün camide vaaz verirken İsmet İnönü'nün dinle ilgili olarak yaptığı bir konuşmasını ele almış ve böyle diyen birisinin dinden çıkacağını ve gâvur olacağını söylemişti. Erzurum savcısı da durumu bir telgrafla başbakana bildirerek, davacı olup olmadığını, böyle bir imam hakkında ne yapılması gerektiğini sorar. Başbakan: "Onu ifadeye çağırın. Eğer, ben öyle demek istemedim, maksadım o değildi, derse ne âlâ; ama ısrar ederse takipsizlik kararı verin ve ceza vermeyin" der.

Bunun üzerine hâkim, İnam Hocayı mahkemeye çağırır ve sorar: "Hocam, Siz Sayın başbakana kâfir demek istemediniz, öyle değil mi? Siz herhalde, o günahkâr biridir, İslam'ın yolunda değildir, demek istediniz, değil mi?"

İnam Hoca kararlı bir şekilde cevap verir: "Yahu, şimdi bu beyaz sakalımla yalan mı söyleyeyim yani… Ben ona kâfir olur, dedim. Şimdi de diyorum. Bizim kitaplarımızda böyle yazılıdır." Hâkim ve savcı, hocanın bu cesaretine hayran kalırlar ve gülerler.

Oğlu Muhyiddin beyin anlattığına göre, hocamız mahkemede yalana tenezzül etmez ve camide ne dediyse mahkemede tekrarlar; "Ama o zaman halk oraya toplanmıştı, o gün tevkif edemediler. İki ay sonra Karslı bir hâkim tevkif etti. Bize "hoca yatak istiyor" diye haber geldi. Altmış altı gün yattı. 1966'da Demirel zamanındaki afla dışarı çıktı."

İNAM HOCA'DAN ENTERESAN BİR HATIRA;

Osman Zengin Bey anlatıyor: "Erzurum'da eskiden bir İnam Hoca vardı. Rahmetli iyi bir Nur Talebesiydi ve imamlık yaptığı camide de, Nurları anlatırdı. İşte o zat, bundan yıllar önce, mesai arkadaşımız olan oğlunun yanına gelmiş ve beraberce Bursa'dan Erzurum'a dönüyorlarmış.

Bir müddet yol aldıktan sonra akşam namazının vakti girmiş, o zaman 90 yaş civarında olan İnam Hoca eğilerek şoföre, "Şoför bey, akşam namazının vakti girdi, müsait bir yerde dur da namazımızı kılalım" demiş. Şoför de, umursamaz bir tavırla, "Hacım, sonra kaza yaparsın" demiş. Bu söz, hocayı şaşkınlığa uğratmış, çünkü genellikle doğu otobüsleri bu namaz hususunda hassas olduklarından hiç öyle bir cevap beklemiyormuş.

Hoca, oturduğu ön koltuktan hemen ani bir hareketle yerinden kalkıp, direksiyona yapışmış. Şoför şaşırmış, "Ne yapıyorsun hacım?" demiş. Hoca da Erzurum şivesiyle "Kalk hemşerim, arabayı ben süreceğim" demiş. Tabiî herkeste bir şaşkınlık ve merak... Şoför, "Hacım sen bunu nasıl sürersin?" deyince, "Niye ula? Bak gördün mü, olmir değil mi? Ben senin işine garışmirem de, sen benim işime garişirsen... Kalkmış bir de namaz hususunda fetva verirsen. Ben hocayam, fetva verilecekse onu ben bilirem" deyince, tabiî şoför, müsait bir yerde namaz molası vermek mecburiyetinde kalmış."

VEFATI

Bu ilim aşığı zat, 1978'de imamlıktan emekli olduktan sonra da ilim öğrenmekten ve öğretmekten geri kalmaz. Merhum Kırkıncı Hocamızın yeğeni Muhammed Kırkıncıoğlu beyefendi bizle onun son zamanlarına dair şu etkileyici hatırayı paylaşıyor; "Hocamın ondan çok etkilendiği şöyle de bir hatırası oldu. İnam hoca hastalandı. Hocam; "İnam efendiyi gidip bir ziyaret edelim" dedi. Gittik, evine çıktık. Yatakta yatıyordu, kaldırdılar, oturdu. Hocam ısrar etti; "hocam, rahatsız olma" filan dediyse de, kendilerini oturtmalarını istedi. Sohbet, muhabbet derken bayağı bir oturduk. İnam hoca bir ara dedi ki; "Hocam, kendi kendime diyorum ki; "ben bu dünyada daha niye yaşıyorum ki, gerçek yurdumuza bir gitsem diyorum. Ama ben anlayamıyorum, daha neden yaşıyorum ki.."

Hocam bir şeyler söyledi, "dünyada kalmak, iki rekat namaz daha hayırlıdır, faziletlidir" filan dediyse de, İnam Hocanın bu sözleri çok hoşuna gitti. İnam hocanın sakalının iki tarafından tuttu, böyle sıvazladı. Sarıldı; "biz kalkalım" dedi.

Hocam onun o sözlerinden gerçekten çok etkilendi; "Allah Allah" dedi, "maşallah, işte gerçek yurduna hasret duyan bir insan" dedi, Kümbet'e kadar çok taaccüb etti.

Ve nihayet 22 Mayıs 1995'te, seksen beş yaşında bu fani hayata gözlerini yumar. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın.

Çalışmamızı muhterem Şener Dilek beyin o güzel ifadeleri ile tamamlayalım;

"Evet, uzun bir ömür yaşadı İnam Hocamız ..

Dönmedi bir daha İstanbul'a ..

Dönmedi bir daha taşa, duvara, inşaata ..

Dönmedi bir daha paraya, pula, servete ..

Bir ömür boyu ilme, ibadete ve hizmete yöneldi..

Döndü Rabb-i Rahimine ..

Döndü Halık-ı Kerimine ..

İlim ile ömrünü tamamladı. .

Talim ile ömrünü sürdürdü..

Sonra her fani gibi göçtü Rahmet-i Rahman' a .. Rahmetullahi aleyh ..

KAYNAKLAR

1-Oğlu Muhyiddin Muhyiddinoğlu ve talebesi Necati Kılıçoğlu ile görüşmemiz-02.04. 2015

2-Horasanlı Hacı Fikri Bayraktar Bey ile 01.04. 2015 tarihindeki görüşmemiz

3-Prof. Dr. Şener Dilek, Niçin Yaratıldı Şu İnsan, Feyza Yayıncılık, İst. 2009

4- www.cevaplar.org/index.php-content_view=4240&ctgr_id=138.htm

5-http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=7866

6-http://www.balikligol.com/yazar/erzurumlu-inam-hoca-ve-ismet-pasa-2250.html

7-Ahmed Akgündüz Hoca'nın Dost TV'de "Ömre Vefa" programındaki hatıraları

8-Muhammed Kırkıncıoğlu ile 2021 Haziran ayındaki görüşmemiz

9-Musa Şekerci Hoca ile 13 Temmuz 2021 tarihli görüşmemiz

10-Necati Kılıçoğlu Hoca ile 21 Ağustos 2021 tarihli görüşmemiz.

11-https://www.risalehaber.com/musa-kazim-yilmaz-erzurumlu-inam-hoca-ve-ismet-pasa-25317yy.htm

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Gökleri ve yeri yerli yerince yarattı. Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş ancak O'nadır.

et-Teğabün: 3

GÜNÜN HADİSİ

Harb bir hiledir.

Buhari, Cihad 157; Müslim, Cihad 18, (1740)

TARİHTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI