Cevaplar.Org

PROF. DR FARUK BEŞER HOCAMIZ İLE GÜNCEL MESELELER ÜZERİNE–2

-Türkiye Müslümanlarının 70’li, 80’li yıllardaki çok sıkı görüşlerinde şimdi tam tersine bir yumuşama görüyoruz. Sizce bu sağlıklı mı?


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2008-08-12 08:25:16

-Türkiye Müslümanlarının 70'li, 80'li yıllardaki çok sıkı görüşlerinde şimdi tam tersine bir yumuşama görüyoruz. Sizce bu sağlıklı mı?

-Evet, yumuşaması sağlıklıdır. Şu açıdan sağlıklıdır; Evvela şunu kabul edelim ki, Türkiye Müslümanları dünyanın hiçbir yerindeki Müslümanların yaşamadıkları bir tecrübe yaşadılar. Yani, 600 yıllık bir devlet, şu kadar yüzyıllık bir hilafet… Ondan sonra büyük devrimler... ve bu devrimler ile her şeyin alt üst olması... Her şeyin değişmesi… Her şeyiniz değişiyor; diliniz değişiyor, kültürünüz değişiyor, kitaplarınız değişiyor… Hocalarınız gidiyor, yok ortalıkta.. Kimisi idam ediliyor, kimisi kabuğuna çekiliyor, kimisi ülkeyi terk ediyor ve bir fetret dönemi yaşıyorsunuz.. Ne kadar? Elli yıla yakın bir fetret dönemi yaşıyorsunuz..

Bilen yok..Sadece orada burada gizlice Kur'an okumayı sürdürenler var. Bunun ötesinde İslam namına bir şey bilen yok..

Sonra ellili yıllarda İmam Hatipler açılıyor ve tekrar filizleniyor, öğrenmeye başlanıyor..O zaman görülüyor ki geçmişle bağınız kopmuş sizin, bir ara dönem geçmiş. Geleneği olmayan bir düşünce, bir din olamaz. Oysa sizin geleneğiniz kopmuş. Ve siz yeniden bir hüdayı nabit gibi yeşermişsiniz.

Yani bir tarafa uçan bir tohum düşünün. Gitmiş bir taşın üzerinde tekrar filizlenmiş. Taşın üzerinde filizlenmişsiniz. Altta toprak filan yok. Derken köklerinizi salacak yerler aramışsınız. Hiç alakası olmayan insanlar bulmuşsunuz. Mısır'dan, Pakistan'dan, Hindistan'dan falan filan.. Kitaplarını tercüme edip onlardan bir şeyler almışsınız. Ve aldığınız bu şeylerle yeni bir İslam anlayışı oluşturmuşsunuz.

Dolayısıyla o dönemde dindar olan insanlar çok ihtiyatlı, çok dikkatli "aman yanlış yapmayalım" "aman en iyisini yapalım" düşüncesinde olmak zorunda kalmışlar. Çünkü o dönemde dindar olan insan kaya gibi imana sahip demek. Kolay bir şey değil o zaman dindar olmak.

Böyle olunca da "aman onu yapma, günah", "bunu yapma, olmaz" "yanlış yaparız" endişesiyle çok sıkı hareket etmişler.

Mesela, ben Hayreddin Bey'den (Karaman) dinlemiştim; "Altmışlı yıllarda, biz Ömer Nasuhi Hocayla İstanbul müftülüğünde ders yaparken, anlamak için okuyabilir miyiz diye sadece fıkıh kitapları tartışılıyordu. "Kur'an-ı Kerim ve Buhari anlamak için okunmaz. Bunlar sadece teberrüken (bereket umulmak için) okunur, yangın olmasın diye okunur, şu olsun diye okunur". Bunda herkes müttefikti.

Ama "acaba fıkıh kitaplarını anlamak için okumak caiz midir?" diye düşünülüyor, tartışılıyordu. O zaman elhamdülillah "fıkıh kitaplarını anlamak için okumak caizdir" diye bir görüş hâkim oldu.

Yani bakın, 60'lı yıllarda bunlar konuşuluyordu ve bu insanların haklı tarafları vardı. Korkuyorlar çünkü.. "İnsanlar Kur'an'ı anlamaya çalışırlarsa yanlış hükümler çıkarırlar. Çünkü kökleri yok. Kimden öğrensinler?"

Bunlar korkmalarında haklıydılar. Fakat söyledikleri elbette doğru değildi. Sonradan bunun böyle olmadığı ortaya çıkınca, herkes birden, sanki bir engel vardı da kalktı gibi "Kur'an-ı Kerim'i biz de anlarız " gibi düşüncelerle hücuma geçti.

Tabii, burada da ne oldu? Yetkili yetkisiz, anlayan anlamayan herkes "biz de anlarız be" diye ahkâm çıkarmaya kalktı. 70'li yıllarda, belki 80'li yıllarda sürdü bu furya. Böyle, Kuran'ın, sünnetin hafife alındığı, "Efendim herkes anlayabilir" diyerek, herkesin kendi başına, hatta meallerden ahkâm çıkarmaya çalıştığı bir dönem yaşandı. Böyle bir hareket başladı o zaman.

-Mealcilik..

-Mealcilik başladı.. "Kur'an İslam'ı" gibi söylemleri çıktı. Demin bahsettiğimiz zincirlerden boşanan insanlar, "yahu biz de anlarız" demeye başladılar. Sonra sonra-elhamdülillah-90'lardan sonra, hatta 2000'den sonra taşlar yerine oturmaya başladı.

Mesela 90'lı yıllarda "tarihsellik edebiyatı" çıktı. Nasıl anlayacağız sorusu soruldu. "Batıda bu işi, halletmişler, Kitab-ı Mukaddes tarihselcilikle, hermenotikle anlaşılmış. Biz de bunu Kur'an-ı Kerim'e uygulayalım" filan dediler.

Bunu diyenler samimi arkadaşlardı. Ankara ekolu diyelim bunlara. Allah onlardan razı olsun, bizi tahrik ettiler. Biz de okuduk, meselenin ne olduğunu öğrenme durumunda kaldık. Eğer onlar tahrik etmeseydi biz de okuma ihtiyacını duymayacaktık. Dolayısıyla, iyi bir şey yaptılar. Fakat o Ankara ekolunu, Kur'an İslamcılarından ayrılan bir tarafları vardı; samimiydiler. Doğruyu, hakikati arıyorlardı. Hızlı idiler belki, ama gerçeği arıyorlardı. Ve bence pek çoğu itibarıyla da buldular. Şu anda öyle görüyorum. Yani o ekole mensup arkadaşlar, "yahu bu kadar da olmaz, şunlar şunlar olmaz" diye, doğruları gördüğünde kabul ediyorlar. Yeter ki onlara doğruları gösterecek kıratta, seviyede insanlar olsun.

Onlar iyi insanlar..güzel insanlar..Ha, ondan sonra her şey yeniden yerli yerine oturmaya başladı. Taşlar yerine oturuyor elhamdülillah. Ne kadar sonra? Takriben bizim bu fetret döneminden 60–70 yıl geçtikten sonra…

Şimdi dünyaya entegre olduk, tekrar dünyadaki İslami gelişmelere eklemlendik. Onlardan da haberdar olduk. Ama bu arada bizim bazı avantajlı taraflarımız da oldu. Bazı ülkelerde hâlâ, aslında Müslümanların geri kalmasına sebep olan hantal gelenek onları tutuyor, onlara ayak bağı oluyor..

Biz de ise, bana göre devrimlerin iyi bir tarafı oldu, öyle söylüyorum. Bizi serbest düşünmeye sevk etti. Serbest düşünmeden sonra biz biraz bocaladık. Ne yapacağımızı şaşırdık. Öteye beriye yalpaladık. Ama sonra geldik, işi rayına oturttuk. Geleneğin de hantal tarafından kurtulduk.

Gelenek biliyorsunuz iki anlamda kullanılıyor;

1- Hz. Âdem'den günümüze değişmeden gelen değerler. Bu gerekli. Bunsuz bir din olmaz. Hatta bunsuz bir düşünce sistemi olmaz.

2- Bir de, geleneğe zamanla eklemlenen, o gelenektenmiş gibi sayılan, "aman bu da gelenekte var, bunu da bırakmayalım" diye tutulan yanlış düşünceler var, yanlışlar var. Buna da isterseniz "gelenekçilik" diyelim. Biz bu gelenekçilikten kurtulduk. Ama geleneği de şimdi tekrar bulmaya başladık. Yani, gelenek olmalı.. Ama o geleneğe eklemlenen yanlış ve hantal düşünceler bizi engellememeli. Biz elhamdülillah şimdi onlardan sıyrılma durumundayız. Bu açıdan bakıldığında, değişik ülkelerde hocalık yapmış biri olarak söylüyorum, Türkiye'deki bu düşünce seviyesi pek çok Arap ülkesinden daha ileridir.

Evet, gerçi bizde geleneği tamamen kopardılar. Ama biz onun hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu anladık. Geleneği tekrar kurmaya çalıştık. Hantal kısmından da kurtulduk. Şimdi Türkiye'de daha sağlıklı bir anlama gelişiyor diye ben şahsen seviniyorum ve ümitliyim.

-Hocam, kolektif içtihadı gerektiren ve şu anda karar bağlanması gereken yeni meseleler var mı? Bunları vuzuha kavuşturan heyetler mevcut mu?

-Elbette var ve bunlar oluyor da. Uluslararası fıkıh konseyi var. Âlimler her sene toplanıyorlar. Tartışılacak konuları önce ortaya koyuyorlar. Sonra onları ehline dağıtıyorlar.

Eskiden de böyle bir ihtiyaç vardı. Ama imkân yoktu, yapamamışlar. Bir örnek vereyim. Hamileliğin en uzun süresini Kur'an-ı Kerim bize söylemiyor. Sünnet de söylemiyor. Bu tıbbi, biyolojik bir mesele. Ama bunu Hz. Aişe validemiz 4 yıldır diye söylüyor. Bir başkası yedi yıldır diyor. Öbürü beş yıldır diyor. Bu, fıkha böyle yansıyor. Fıkıhçı bu meseleyi sahabeden gelen bir görüş olarak alıyor, uyguluyor.

Mesela bugün Maliki mezhebinde hamileliğin en uzun süresi yedi yıldır. Şafiilere göre beş yıldır. Hanefilerde dört yıldır. Buna terettüp eden dünya kadar hüküm var.

Ben espri olarak talebelere söylüyorum, diyorum ki, Karadeniz'den Temel kalksa, Almanya'ya gitse, yedi yıl kalsa. Tam yedi yıl dolmak üzere iken gelse baksa ki çocuğu olmuş. "Fadime bu kimden" dese, "Ee senden" diyecek Fadime. "Olur mu böyle şey" deyip mahkemelik olsalar, mahkeme de o Maliki mezhebinin fetvasını ortaya çıkaracak, diyecek ki, "arkadaş, bu hukuken mümkün. Dolayısıyla, bu çocuk sendendir. Nesebi senden sabit olur, sana mirasçıdır. Kadına zina iftirasında bulunamazsın. Kötü bir şey söyleyemezsin" diyecek.

Oysa bunu bize söyleyen din değil. Ve yedi sene süren bir hamileliğin olması da mümkün değil. Bu mesele tıbbi bir mesele. Mesela, Zahiri mezhebi bunu anlamış ve demiş ki "Efendim, bu dini bir mesel değil. Bunu doktorlara sorarız."

Şimdi, o zaman da böyle yapsalardı, doktorlarla beraber çalışmış olsalardı keşke. Ve bugüne taşırsak bunu "Arkadaş, bu işin uzmanı olan Jinekologlar, kimler varsa.. İmanlı olması yeterli. Yani imanlı olması da şunun için, İslam'a kasıtlı olarak ters bir bilgi vermesin. Adil olsun, dürüst olsun. Böyle uzmanlarla birlikte bu gibi konular uzmanları ile tartışılsa " bunu istisnaları var mı arkadaş? Yüz de bir de, binde bir de, milyonda bir istisna da hüküm olarak karşımıza çıkar bir gün. Ama tıp bunu istisnaları olmayacağında, "bu dokuz ay ile dokuz ay yirmi gün arası olur" veya "sekiz ay ile dokuz ay yirmi gün arası olur, başka olmazda ittifak ediyorsa, fakih onlarla beraber düşünmek zorundadır bunu.

Çünkü fıkıh büyük ölçüde zamanı okumaktır. Bilimin geldiği, gelişmelerin geldiği noktaya fakih onlara bakacak,biyolojiye bakacak,onlara bilmediklerini soracak, ondan sonra "böyleyse bunun hükmü budur diyecek..

 

Zamanımız varsa size çarpıcı bir örnek vereyim; Ben sınıflarda öğrencilere bu misali anlatırken kahkahalarla gülüyorlar. Bizim Hanefi mezhebinin Zahir'ür Rivaye dediğimiz görüşlerini toplamayı hedefleyen, temel kaynaklarından birisi olan Mavsili'nin el-İhtiyar adlı kitabında ki, Mavsili bu temel kaynakları toplamış, özetlemiş ve sonra da bunlara şerh yapmış. Yani Hanefilerin ilk İmamlarına ait olduğu kesin olan görüşler bunlar.

Orada mestler üzerinde mesh bahsinde bir fetva var. Diyor ki; mesh için elinin kullandığı ıslaklığı yetmez. Yeni bir su alacak, o su ile ayağını meshetmiş olacak. Bu suyu bulamazsa, yağmur yağıyor olsa, elini tutsa, yağmurdan aldığı su ile yapsa olur mu, olur diyor. Efendim dışarıda abdest alırken, sabahleyin otların üzerinde meydana gelen çiylere elini sürse, onlarla meshetse olur mu? "Ve kıyle la yecuz" diyor. "Dendiğine göre olmaz". Böyle bir ifade kullanıyor, belli ki doğruluğundan o da çok emin değil. Neden olmaz? "Çünkü" diyor, otların üzerinde meydana gelen çiğler, damlacıklar, sabahleyin denizden kafasını uzatıp karaya doğru soluyan bir deniz canavarının soluğundan hâsıl olan ıslaklıklardır. Bir hayvandan hâsıl olan ıslaklıklar da onun eti hükmünde olduğu için pistirler. Onlarla olan bir mesh olmaz."

Bunu okuduğumuzda öğrenci gülüyor. Diyorum ki "Neden gülüyorsunuz? Bu fakih ne yapıyor? Önce yanındaki insanlara soruyor, "bu çiyler nasıl meydana gelir" zamanının biyologlarına soruyor veya tabiat uzmanlarına soruyor. Onlar da bunun bir deniz canavarının solumasının eseri olduğunu söylüyorlar. Fakih de onlardan aldığı bilgiler ışığında böyle bir fetva veriyor. Kendi zamanına göre ya da verilen bilgilere göre yanlış mı yapıyor?

Bir misal daha vereyim: Ramazanın ve bayramların tespiti konusunda bu günkü fukahamız gerçekten çok geri bir konumdadırlar. Hâlâ Efendimizin(Aleyhissalatu vesselam) hadislerini doğru anlamadıkları kanaatindeyim. Efendimiz buyuruyor ki, "Biz ümmi bir milletiz, okuma yazma ve hesap bilmiyoruz. Aylar da ya yirmi dokuz ya otuz olur. O halde hilali gördüğünüzde oruca başlayın, tekrar gördüğünüz de bitirip bayram edin." Bu ölçü şaşmaz. Her zaman için geçerlidir. Ama bizimkiler sadece "hilali gördüğünüzde oruca başlayın" cümlesini alıp, "demek ki Ramazan'ı tespit etmenin tek yolu budur" diyorlar.

Oysa hicri beşinci asırdaki fakih meseleyi anlamış ve "bir gün hesaplar görmeden daha kesin sonuç verirse, o zaman görmeye değil, hesaba itibar edilir" demiş. Biz şimdi meseleyi bütün olarak ele aldığımızda çok kolay olduğunu görüyoruz. Kavuşum denen bir olgu var, onu kesin bilebiliyorsanız Ramazan'ın tespiti de o kadar kesin olur.

Bendeniz konu ile on sene meşgul oldum, anladıklarımı çeşitli mahfillerde anlattım, ama usul bilgisi olmayanların bunu doğru anlayacağı kanaatinde de değilim.

-Efendim verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederim.

- EstaÄŸfurullah..

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

EMRAH ÇETİN, 2008-09-02 04:55:54

Faruk Beşer Hoca eskiden dine karşı söz söylerken çok dikkatli davranırdı. En azından kitaplarında öyle bir üslup göze çarpıyordu. Ancak son zamanlarda dine karşı bir lakaydlık tavrı gözüküyor. Bilmem artık çok medyaya çok çıktığından mı olsa gerek; medyatik hocaların sürüklendiği girdaba o da kapılmışa benziyor. Hocamızı en kısa zamanda eskiden aldığı ilmin hürmetine kendini hesaba çekmeye davet ederim. hayırlı ramazanlar.

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

Akif Cömert, 2008-08-18 23:15:35

Ebubekir Sifil bey, 18. Ağustos'ta Milli Gazete'deki yazısında "www.cevaplar.org sitesi ilgi çekici röportajlarıyla göz dolduruyor. Prof. Dr. Faruk Beşer hocayla yapılan röportaj da bunlardan birisi. Hoca röportajda calib-i dikkat şeyler söylemiş. Bütün halinde okunması gerekiyor." diyerek, son röportajımızı değerlendirmeye başlamış. Cumaretesi de devam edeceğini yazmış. Kendisine teşekkürler ediyoruz.

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

Tuba cevizli, 2008-08-15 04:29:30

Güzel bir söyleşi olmuş. ellerinize sağlık

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DÄ°ÄžER YAZILAR

(Resulüm!) Sana bu mübarek Kitab'ı, ayetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.

Sa'd, 29

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Sehavet sahibi Allah'a yakındır, insanlara yakındır, cennete yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri ise Allah'tan uzaktır, insanlardan uzaktır, cennetten uzaktır, cehenneme yakındır. Cahil sehavet sahibini Allah, cimri ibadet düşkününden daha çok sever."

Tirmizi, Birr 40, (1962)

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Fatih Donanmayı Haliç'e İndirdi.(22 Nisan 1453) *T.B.M.M. Açıldı.(23 Nisan 1920) *Yavuz Sultan Selim Padişah Oldu.( 25 Nisan 1512) *Çernobil Nükleer Faciası.(26 Nisan 1986) *Sultan II.Abdülhamid Han Tahttan İndirildi.(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI