Cevaplar.Org

ABDÜRREŞİD İBRAHİM-2.Bölüm


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2005-12-17 11:40:10

NEÅžRÄ°YAT HÄ°ZMETLERÄ°

Hapisten tahliye olduktan sonra Petersburg'a yerleşti. Rus hâkimiyetindeki Türkler arasında siyasi ve dini bir birlik kurmak amacıyla Ülfet adlı bir dergi çıkardı. Ülfet, bütün Rusya'da büyük bir ilgiye mazhar oldu, hatta Türkistan'da gördüğü aşırı alaka yüzünden polis kayıtlarına "zararlı neşriyat" olarak geçti. Ülfet, Türkçe yayın yapıyordu ve Osmanlı Türkleri ile Rusya Müslüman Türk boyları arasında bir dil bağı işlevi de görüyordu. 85. sayısında Rus hükümeti tarafından kapatılan dergi, dini meselelere ağırlık verdiği için medrese talebeleri tarafından da büyük bir ilgiyle takip ediliyordu.

Ülfet'e olan teveccüh Tilmiz'i doğurdu. Tilmiz mecmuası Arapça yayın yapıyordu. 1906'da başladığı yayın hayatına Rus idaresi 1907'de son verdi. Bu mecmuanın çıkmasından amaç da; Türkçe bilmeyen Kafkas Müslümanları gibi kardeşlerimizle ortak bir lisanda birleşmek ve onları da dünya Müslümanlarının durumundan haberdar etmekti.
Ülfet ve Tilmiz'in ardı ardına kapatılması da Abdürreşid Efendi'yi yıldırmadı ve Kazak şivesiyle yayın tapan Serke'yi çıkardı.
Safahat'ta bu hizmetleri kendi dilinden şöyle anlatılır:

"Evvela gizlice bir matbaa tesis ettim.
Beş on öksüz bularak basmacılık öğrettim.
Kalemim çok pürüzlüydü, fakat çaresi ne?
Sonra, bilmem kimin üslubu avamın nesine!
Dilimin döndüğü şiveyle bütün gün yazdım;
Okuyanlar o kadar çoktu ki, hiç ummazdım.
Usta, asarını verdikçe çocuklar bastı;
Altı ay geçti, bizim matbaanın çıktı adı.
Göğsü imanlı beş on tane fedai gelerek,
Dediler; "Sen ne basarsan, onu tevzi edecek
Vasıtan işte biziz, korkulacak şey yoktur...
Para lazımsa da bildir ki, verenler bulunur."
Bir cerideyle hemen başlayıverdim vaaza.
Zaten en başlıca yol halkı budur ikaza."

Diğer yandan halkın desteği ile büyük bir eğitim seferberliği de başlamıştır:

"Parasızlıktı bidayette işin korkulusu
Ağniya(zenginler) altını bezletti, etekler dolusu.
Açtık oldukça güzel medreseler, mektepler.
Okuyup yazmayı tamime çalıştık yer yer.
Tatarın yüzde bugün altmışı hakkıyla okur.
Rusların halbuki nispetleri gayet dûndur."

ÅžURA

1905 yılına gelinirken artık Rus çarlığı çatırdama sinyallerini vermeye başlamıştı. Japon yenilgisi, ardından başarısız ihtilal girişimi Petersburg'un demir pençesini gevşetmesi gerektiğini göstermişti. Bu suni hürriyet teneffüsünden her kavim gibi Rusya Müslümanları da yararlanmak istediler ve haklarını aramaya başladılar. Bu girişimlerin de başını yine Kadı Abdürreşid çekiyordu.

İlk önce bir araya gelinmeliydi. Müslümanların münevver kesimi ve zengin tabakanın katılımıyla Mekerce'de(Nijni Novgorod) büyük bir toplantı yapılması kararlaştırıldıysa da, Rus yetkililer buna izin vermedi.

Ama Abdürreşid Efendi yılacak, vazgeçecek gibi değildi. Yine onun teklifiyle bu toplantı gizlice Oka nehrinde, kiralanmış bir gemide yapıldı. Burada, Rusya'daki Müslümanların bir çatı altında meselelerinin müzakere edilmesi ve savunulması fikri kabul edildi. Abdürreşid İbrahim Petersburg'a döndüğünde derhal "Bin Üç Yüz Senelik Nazra" adlı eserini neşretti. Bu eserinde Müslümanların birlik olmalarının ehemmiyeti dile getirilmişti.

13 Ocak 1906'da ikinci toplantı gerçekleştirildi ve Abdürreşid Efendinin hazırladığı "ittifak nizamnamesi" oy birliğince kabul edildi. Öte yandan yine onun öncülüğünde Rusya Müslümanlarının Muhtariyet(Özerklik) meselesi gündeme getirildi. Bu fikir Rus meclisi Duma'daki Müslüman milletvekilleri vesilesi ile her yer ve her vasatta dile getirilmeye başladı. Abdürreşid İbrahim bu konudaki görüşlerini kaleme aldığı "Aftonomiya" risalesinde açıkça dile getirdi.
Ancak, dediğimiz gibi hürriyet ortamı kısa sürdü. İstibdat geri dönmüştü. Yeniden baskı idaresine dönülünce birçok Müslüman aydın soluğu hapiste ve sürgünde aldı. Abdürreşid İbrahim'in dergileri kapatıldı ve Rusya'da kalmak can güvenliği için tehdit oluşturmaya başladı. Bunun üzerine Rusya'dan ayrılmaya karar verdi:

"İşte biz böyle didinmekte, çalışmakta iken.
Bir sabah üç tanıdık, seslenerek pencereden,
Dediler: "Şimdi hükümet basacak matbaanı...
Durmanın vakti değildir. Hadi kaldır tabanı."
Bir işaretle çocuklar çekilip ta geriye,
Daldılar hepsi birer sesleri çıkmaz deliğe.
Onların nevbeti geçmiş, sıra gelmişti bana.
Yolu tuttum, yalnızca doğruca Türkistan'a."

Ä°KÄ°NCÄ° BÃœYÃœK SEYAHAT(1907-1910)

TÃœRKÄ°STAN

Böylece Abdürreşid İbrahim Efendi üç sene sürecek büyük yolculuğuna başlıyordu. Ama bu bir alelade seyahat değildi. Bu, İslam âleminin sorunlarını, ümmetin durumunu vicdanı devamlı o ümmet için atan bir müminin yerinde gözlemlemesi, tarihe şahitliği idi. Bu bereketli seyahat çok şükür kendisi tarafından kaleme alınarak bize ulaşmış bulunuyor. Okumayanların ilk elde hemen okumalarını salık vereceğimiz bu nefis hatırat "Âlem-i İslam" adıyla neşredilmiş ve Kadı Abdürreşid'in en baş eseri olarak tanınmıştır.

Mehmed Akif, Sırat-ı Müstakim'de yayınlanan "Gayet Mühim Bir Eser" başlıklı bir yazısında bu kıymetli eser hakkında şunları yazıyor: "Ben çoktan beri bu kadar samimî, bu kadar müfîd lâkin bu kadar müessir kitap okuduğumu hatırlamıyorum. Araplar "Söz ruhtan çıkarsa ruha girer; ağızdan çıkarsa kulağın hududunu aşmaz." derler ki ne kadar doğrudur! Bakılsa Abdürreşid'in yazısında hiç bir sanat yok, hiç bir incelik yok. Lâkin hiç bir sanatın, hiç bir inceliğin ruhta husule getiremeyeceği teessüratı bu tabiî, samîmi sözler ani bir surette hâsıl ediyorlar." (Not: Bulabilenlerin İslam harfleri ile olan baskısını okumalarını, yoksa İşaret Yayınları tarafından Sayın Ertuğrul Özalp beyin editörlüğünde gerçekleşen enfes baskısını tavsiye ederim. Mehmed Paksu'nun sadeleştirerek 1987'de Yeni Asya yayınevince yapılan baskısını tavsiye etmiyoruz. Çünkü yanlış sadeleştirmeler ve atlamalar var.)

1907 sonlarında Batı Türkistan şehirlerini dolaştı ve ahalinin durumuna yakinen şahit oldu. Durum içler acısıydı: "Bugüne kadar Türkistan Müslümanları için bir mektep yoktur. Rusça bilen bir adam yerli Müslümanlar arasında nadir bulunur. Misyonerlerin korkusundan Müslümanlar bugüne kadar evlatlarını Rus mekteplerine veremiyorlar. Şu suretle tüm Türkistan Müslümanları cehalet deryasına gark olmuşlar, ahlak bozukluğu ve içki müptelalığı süratli bir şekilde artmaktadır. İnsan bu cihetleri gördükçe adeta "Türkistan milleti ölüme mahkûm bir millettir" diyeceği geliyor.

"Sormayın gördüğüm alemleri hiç söylemeyeyim;
Yâdı temkinimi sarsar da kan ağlar yüreğim.
O Buhara! O mübarek, muazzam toprak.
Zilletin koynuna girmiş uyuyor müstağrak.
İbn-i Sinaları yüzlerce doğurmuş o iklim,
Tek çocuk vermiyor ağuşuna ilmin ne akim.
O rasadhane-i dünya, o Semerkand'ı bile.
Öyle dalmış ki hurufata mazisiyle;
Ay tutulmuş, "Kovalım şeytanı kalkın!" diyerek,
Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek!
Bu havalide cehalet ne kadar çoksa, nifak,
Daha salgın, daha dehşetli...Umumen ahlak.
Çok bozuk az gelecek namütenahi düşkün.
Öyle murdarını görmekteki insan fuhşun.
Bırakın, söyleyemez, mevkiimiz camidir.
Başka yer olsa da, tafsile hâyâ manidir.
Ya taassupları? Hiç sorma nasıl maskaraca.
O, uzun hırkasının yenleri yerlerde hoca,
Hem bakarsın eşi yok dine teaddisinde(tecavüzünde)
Hem ne söylersen olur dini hemen rencide.
Milletin hayrı için ne düşünsen; bidat.
Şer'i tağyir ile, terzil ise-haşa- sünnet.
Ne Huda'dan sıkılırlar, ne de Peygamberden.
Bu ilimsiz hocalardan, bu beyinsizlerden.
Çekecek memleketin hali ne olmaz? Düşünün!
Sayısız medrese var gerçi Buhara'da bugün.
Okunandan ne haber? On para etmez fenler,
Ne bu dünyada soran var, ne de ukbada geçer."

"…Buhara halkının tümünde bu düşünce bâki ise de, ulema tamamıyla bunun aksinedir. Öğretim usulü berbat, bir kitabın mukaddimesini beş senede tahsil ederler. Yirmi- otuz sene medrese odasında oturur, bütün ömrünü lisan tahsilinde geçirir. Tahsil sonunda iki kelime Arapça konuşamadığı gibi, bir satır da Arapça bir şey yazmaktan acizdir. Bütün medreseler, bütün Buhara talebesi bu kapsamlı ümitsizlik haline bakarak lisan-ı hal ile feryat eder ki; "Bizim hücrelerimizde oturarak zayi etmiş ve etmekte olduğunuz ömürlerin hesabını kıyamet gününde vakıf sahipleri huzurunda nasıl vereceksiniz?"

Ama seyyahımız bütün bütün ümitsiz değildi, gençlerde bir uyanma başlamıştı. Ne yazık ki bu bir fecr-i kazibti. Ve sanki merhum bunu takip eden ve 70-80 sene sonra O mübarek Maveraünnehir topraklarında, anayurdumuzda doğacak fecr-i sadıkı müjdeliyor, oralara el verecek yiğitleri tebrik ediyordu;
"Şu kadar var ki şebâbında(gençlerinde) ufak bir gayret
Başlamış…Bir gün olup parlayacaktır elbet.
O zaman iÅŸte ÅŸu toprak yeniden iÅŸlenerek,
Bu filizler gibi binler fidan besleyecek!"

Abdürreşid Efendi Batı ve Doğu Türkistan'ı kapsayan bu bir senelik seyahatinde bir taraftan ileri gelen kimselerle görüşerek Rus hükümetine karşı ortak hareket edilmesi için uğraşıyor, öte taraftan da medreselerin ıslahı ve usul-i cedit mekteplerinin kurulması için çalışıyordu. Memleketi Tara'ya döndükten kısa bir süre sonra ailesini alarak Kazan şehrine yerleştirdi. Kazan'da hemen siyasi faaliyetlere başlayarak Dördüncü Müslüman kongresinin toplanması için hazırlıklara girişti. Yine gizlice bir gemide gerçekleşen toplantıda eğitimle alakalı bir komite oluşturularak öğretmenlik yaşına gelmiş Kazan bölgesindeki gençlerin İstanbul'a gönderilerek eğitim almaları kararlaştırıldı. Bu sayede birçok genç Türkiye'ye gelmiştir.

1908 Eylülünde seyahatinin kalan kısmını tamamlamak üzere Kazan'dan yola çıktı. Seyahate çıkışını şöyle anlatmaktadır; "Önümde bir giden, arkamda bir çeken yok idi, yalnız himmet kemerini bele bağlayarak, tevekkül asâsını ele aldım. Yalnız ilâ-yı kelimetullah halis niyetiyle, Allah ipine sarılma fikrini tervic ve takviye mukaddes emeli uğruna çoluk çocuğumu ve mini mini ciğerparelerim olan masumlarımı Allah'a emanet ederek yola çıktım."

 

JAPONYA

Sibirya üzerinden Moğolistan- Mançurya'ya geçerek başladığı yolculuk Buradan gemi yolculuğu ile Japonya'ya uzandı. Eserinin büyük kısmını Japonya'ya ayrılmıştır. O Japon milletine hayran olmuştu:

"DoÄŸruluk, ahde vefa, va'de sadakat, ÅŸefkat;
Acizin hakkını İ'lâya samimi gayret;
En ufak şeyle kanaat, çoğa kudret varken;
Yine ifrat ile vermek, veren eller darken;
Kimsenin ırzına, namusuna yan bakmayarak,
Yedi kat ellerin evladını kardeş tanımak;
Öleceksin! denilen noktada merdane sebat;
Yeri gelsin, gülerek, oynayarak terk-i hayat,
İhtirasat-ı hususiyyeyi söyletmeyerek,
Nef-i ÅŸahsiyi umumunkine kurban etmek...
Daha bunlar gibi çok nadire gördüm orada.
Ademin en temiz ahfadına malik bir ada.
Medeniyyet girebilmiş yalınız fenniyle...
O da sahiplerinin lahik olan izniyle.
Dikilip sahile binlerce basiret, iman;
Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan!
Garbın eşyası, eğer kıymeti haizse yürür;
Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür!
Gece gündüz açık evler, kapılar mandalsız;
Herkesin sandığı meydanda, bilinmez hırsız.
Ya o mahviyyeti insan göremez bir yerde...
Togo(*)'nun umduğunuz tavrı mı vardır? Nerde!
"Gidelim!" der, götürür! Sonra gelip ta yanıma;
Çay boşaltırdı ben içtikçe hemen fincanıma.
Müslümanlık sanırım parlayacaktır orda;
Sade Osmanlıların gayreti lazım arada.
Misyonerler, gece gündüz yeri devretmedeler,
Ulema, vahy-i Ä°lahiyi mi bilmem, bekler?

Bediüzzaman hazretleri de "Divan-ı Harbi Örfi" adlı şaheserinde aynı meseleye parmak basar; "Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki, onlar Avrupa'dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler."

Tabii burada şunu belirtmekte fayda var; Japonya'nın bu hali 1910 seneleridir. Maalesef İkinci Dünya Savaşının galipleri bu ülkeyi işgal ederken kökleri ile birlikte işgal etmişlerdir. Her türlü melanetleri ile bu temiz insanları delik deşik bırakmışlardır. Onun için bir büyüğümüz haklı olarak şöyle demektedir: "Amerikan düşmanlığı, milliyetçilik duygusu ve ezilmişlik hissinin esas alınarak gerçekleştirilen Japon hamlesi, katiyen uzun ömürlü olamaz. Çünkü ister siyasî, ister ekonomik, isterse kültürel olsun, her türlü kalkınmanın uzun ömürlü olması, sağlam temeller üzerine kurulmasına bağlıdır. Halbûki, Japon kalkınmasında kalıcı esaslar değil, reaksiyoner çıkışlar hakimdir. Nitekim, Batı bugün Japonya'ya fuhuştan tutun da, içki ve kumara kadar her türlü melanet ve sefahati sokmuş durumda. Daha başka ülkeler gibi, Batı'nın bu oyununa düşmüş ve mozaiği delik-deşik olmuş bulunan Japon saltanatının uzun ömürlü olması herhalde düşünülemez."

Abdürreşid İbrahim kaldığı süre boyunca Japonya'da büyük alakaya mazhar oldu. Japon imparatorluk ailesi ile yakın dostluk kurdu. Japon eğitim sistemini yakından inceledi. Birçok cemiyet ve şerefine verilen ziyafetlere katıldı. Düzenlenen toplantı ve konferanslara iştirak etti. Meramını anlatacak kadar Japonca öğrendi. İslam hakkında Misyonerler tarafından yayılan yanlış kanaatleri tashih etti. Japon gazeteleri bu konuşma ve konferansları ertesi gün okuyucularına aktardığından hayranları gittikçe arttı. İlk önce bir kısım üst düzey Japon diplomatlar İslam'la şereflendi. Onların da gayretleri ile Abdürreşid İbrahim "Asya Gi Kay" adlı derneği kurdu. Bu derneğin amacı Uzakdoğu halkları arasında dayanışma ve yardımlaşma ve İslami davet idi. Başkanlığına da eski bir Samuray olan ve İslam'a girerek Ebubekir adını alan Japon diplomat Ohara getirildi. Dernek, Daito isimli bir de broşür çıkarmaya başladı. Öte yandan Tokyo'da bir cami için arsa alınarak yapımına başlandı. Bunlar Japonya'daki ilk İslam kıvılcımlarıydı.

KORE

Seyyahımız içinden hiç gelmese de planı gereği Japonya'dan ayrılmak zorunda kaldı. Bindiği gemi 19.06.1909'da Kore'nin Pusan limanına vardı. Pusan kasabasında yaşadığı bir ilginç hatırayı burada derc etmek istiyorum. Yalnız burada şu hususa dikkat çekmek gerekiyor; Şark insanları umumiyet itibarıyla duygusal, mert, misafirperver, cesur, izzet-i nefs sahibi insanlardır. Bu topraklarda akıldan ziyade kalp hâkimdir. Ve batı medeniyeti şenaat ve denaatleri ile giremediği müddetçe de bu saf doku bozulmadan yüzlerce sene kalabilmiştir.

Mesela Abdürreşid Efendinin izahatına göre "Eskiden Bir Koreli katiyen yalan söylemezmiş. Hatta bir adamın yalan söylediği ortaya çıkarsa babası evlatlıktan çıkarırlarmış. Fuhuş eskiden hiç yokken bu on sene içinde o da başlamış ve ilerlemiş." İnsan bunun gibi şeyleri duyunca bir düşünürün şu sözünü hatırlamadan edemiyor: "İnsanlığın en büyük düşmanları Avrupa'dan çıkmıştır." Elhak doğru bir sözdür…

Şöyle diyor merhum seyyahımız; "Kayıkçı bizi vapurdan karaya götürdü. Ufak para bulunmadığından tabii olarak yarım yen verdim. Kayıkçı bizim parayı aldı, bir tarafa gitti. Ben dikkate almadım. Hepsi altı kuruş bir para. Gümrükten eşyalarımızı topladığım gibi rikşe(İnsanın çektiği bir ulaşım aracı) ile tren istasyonuna gittik. Trenin hareketine vakit varmış. Biz de biraz yemek filan yeyelim diyerek orada bulunan Japon misafirhanesine girdik. Misafirhaneden çıktığım zaman fukara bir adam bize dört kuruş kadar para veriyor. Dedim; "Bu ne parası?" "Kayıkçıya elli sin vermişsiniz, onun fazlası" İşte fıtri terbiye. Avrupalıların vahşi ve barbar tabir ettikleri şarkta neler var? Bir kere ehemmiyetsiz bir para sonrada o gümrük sahilinden trene kadar yirmi dakikalık bir mesafe. Kim arayacak, kim bulacak? Fakat Şark terbiyesi kul hakkına başka gözle bakar."

ÇİN

Kore'de bir hafta kalan Abdürreşid İbrahim oradan trenle Çin'e yöneldi. Oradaki bazı izlenimleri şöyle; "Bugün bütün Çin'de-Türkistan Çin'i, Kansu, Şansi vilayetleri müstesna olarak- İslam'ın yalnız adı kalmış." Maalesef, Asr-ı Saadetten hemen sonra İslam'la tanışmasına karşın yüzyılların getirdiği ilgisizlik ve kopukluk bu toprakları İslam'dan hayli uzaklaştırmış, Çin dinleri ile karışık bir hale getirmiş. "İslam tarihlerinde Çin Müslümanları hakkında hiçbir şekilde malumat yoktur. Zaten biz Müslümanlar öyle bir hale gelmişiz, ne mazimiz malum, ne halimiz, ne istikbalimiz."
Bir de aynı ifadeleri Safahat'tan takip edelim;

"Çin'de, Mançurya'da din bir gelenek başka değil.
Müslüman unsuru gayet geri, gayet cahil.

Acaba meyl-i teali ne demek onlarca
"Böyle gördük dedemizden" sesi milyonlarca

Kafadan aynı tehevvürle bakarsın çıkıyor.
Arş-ı âmali bu söz tâ temelinden yıkıyor.

Görenek hem yalnız Çin'de mi salgın nerde
Hep Musab alem-i İslam o amansız derde.

Getirin mağrib-i Asya'dan bir Müslümanı
Bir de Çin surunun altında uzanmış yatanı.

Dinleyin her birinin ruhunu, mutlak gelecek
Böyle gördük dedemizden sesi titrek titrek.

Böyle gördük dedemizden sözü dinen merdud.
Acaba saha-i tatbiki neden nâ mahdud

Çünkü biz bilmiyoruz dini. Evet bilseydik.
Çare yok göstermezdik bu kadar sersemlik."

Çin'de namazlar bile bir acayip hale gelmiştir; "Ah o biçare namazda okunan hutbe! Ben önce zannettim ki hutbeyi Çin lisanıyla okuyor da anlamıyorum. Sonra dikkat ettim, meğer Arapça okuyormuş. Sonra namaza kalktık. Burada okunan Fatiha, neuzu billah. Çok acı haller. Fatiha'nın tamamından "Alemin" ile "nestein" anlaşılabiliyor."

"Fatiha, öyle Fatiha ki insanın tüyleri ürperir. O mübarek Fatiha suresi ağlıyordu. Neyse o gece zaten yorulmuş bulunuyordum. Uzun bir düşünce ile yattım. Uydum, bütün rüyalarım mübarek Fatiha suresi üzerinde geçti. Ah! Biçare İslamiyet, neler gelmiş başına? Milyonlarca Müslüman ne halde bulunuyor? Bunları düşünen rahat uyur mu?"
İşin daha acıklı tarafı bir Çinli Mollaya dedikleridir; "Çin'de ulema içinde sizden daha muktedir, sizden daha çok laf anlar bir adam görmedim. Ama ne yazık ki sizin de okuyuşunuz la namaz caiz olacak kadar değildir. Siz İbrahim Halebi'nin Zellet'ül Kâri meselesini bir kere daha iyice mütalaa ediniz. Kendi namazınızın caiz olmadığına kendiniz fetva verirsiniz."
"Bu havalidekiler pek yaya kalmış dince
Öyle Kur'an okurlar ki sanırsın Çince.

Bütün adetleri ayin-i Mecusiye karib.
Bir şehadet getirirler o da oldukça garib."

Çin halkı arasında dinin usul ve füru tamamıyla unutulmuş, nafilelerle farzlar yer değiştirmişti: "Mesela namaz sadece ahun(molla) ve talebelere mahsus bir ibadettir. Ama Zilhicce'nin on gününde oruç tutmak her Müslüman'a farzdır, böyle telakki olunmuş. Benim o günlerde oruçlu olmadığıma çok şaşırırlardı, Ente alim la yasum(alim olmana rağmen oruç tutmuyorsun) diyerek bir nefret nazarıyla bakarlardı."

Tabii bu yozlaşmış telakki ile kadınlarda tesettür kalkmış, kıyafetler Budistlere benzemiş, uyuşturucu iptila şeklinde yayılmış, pislik almış başını gitmiş. O derece ki Pekin'in pisliği için Abdürreşid İbrahim'in şu tespiti manidar; " Bizim İstanbul'un en pis caddesi Pekin'in en temiz caddelerinden daha temizdir." Tabii bu yirminci asrın başlarındaki Çin'in bir fotoğrafı…
Bir de Zavallı Çin halkının İngiliz, Fransız, Alman ortak güçlerince 1900 senesinde elim bir şeklinde katliamına da değinmek gerekiyor. Batılı "hümanist" dostlarımızın yaptıklarını devamlı hatırda tutmak gerekiyor zira: "1900 senesinde Plâgovişçiki'de suçsuz Çinlileri Amur nehrine döktüler. Kız ve erkek çocuklarını, hatta hamile ve emzikli kadınları karnında ve kucağında bulunan çocuklarıyla beraber sürü sürü Amur nehrine attılar. Amur nehri üzerinde 3 km kadar bir mesafe insan cesedinden köprü haline gelmişti." Bravo doğrusu şu batılılara. Bir de "yavuz hırsız" misali üste çıkmaları ve bizdeki batıcı entel cücelere ve saf halk yığınlarına yutturmaları yok mu?...

Avrupalıların Çinlilere yaptıkları baskılara bir küçük numune daha verelim; "..Değil yalnız misyonerler, hatta ecnebi subayları bile bazen Çinlilerin saçlarını, bazen de başlarını keserlerdi. Çin hükümeti de niçin kestiklerini soramazdı. Hatta bir subay Harbin sokağında birinin kafasını kesmişti. O vakit subayın ahbaplarından biri "ne için kestin?" diye sormuş, subay "kılıcımı denedim" diye gülmüş."

OSMANLI SEVGÄ°SÄ°

Seyyahımız gezdiği yerlerin hepsinde Osmanlıya ve hilafete büyük bir bağlılık görür: "O da gariptir ki Müslümanlar her nerede olurlarsa olsunlar, hep Osmanlıların meftunu ve dostu olup, hep kendi aralarında Osmanlıdan birkaç tüccarı görmek arzusunda bulunuyorlardı."
"Yalınız hepsi de hürmetle anar namınızı
Hiç unutmam, sarılıp hırkama bir Çinli kızı

Ne diyor anlamadım, söyledi bir çok şeyler
Sonra meyus olarak ağladı, biçare meğer

Bana sultanı sorarmış da "nasıldır?" dermiş.
Yol yakın olsa imiş, gelmeyi isterlermiş."


Maalesef ne Osmanlı ne de Cumhuriyet devlet ricali bu büyük desteği görebilmişlerdir. Zira çoğu batı şarabıyla sarhoş bu insanların önlerini görmeleri zordur. Nerde kaldı onu görmek… Bakın Osmanlı konsolosluklarının haline: "Osmanlı konsolosluklarında ne oruç tutan var, ne namaz kılan var."

HÄ°NT ALT KITASI

Abdürreşid İbrahim 7 Ağustos 1909 tarihinde Singapur'a vardı. Bura halkı da kendisini büyük bir coşku ile karşıladılar. Adada bulunduğu müddetçe Müslümanlara ittihad-ı İslam ağırlıklı vaazlar ve sohbetler yaptı, onları uyudukları uykudan uyandırmak istedi. Şii ve Sünni Müslümanlara yönelik şu ikazı hepimiz için biraz durup düşünmeyi gerektirmiyor mu?: " Bin üç yüz sene önce geçmiş adamlara lanet okuyacağımıza bu saat bizim hayatımıza taarruz etmekte olanlara hiç olmazsa "ne yapıyorsunuz? " dersek daha münasip olmaz mı?"

"Bin üç yüz sene önce vefat etmişleri biz diriltemeyeceğiz. O geçti. Oradan bahsedersek birbirimizin kalbini rencide etmekten başka bir netice vermez. Bugünkü ihtiyaçlarımızı düşünelim. Ve büyük düşmanlarımıza karşı şimdiki halimizi ve geleceğimizi düşünelim."
Singapur'da parası bittiği için yolculuğuna devam edemiyordu. Ama durumu fark eden Müslümanlar biletini alarak onu Hindistan'a trenle yolcu ettiler.

Hind alt kıtası o sıralar İslam'ın en büyük düşmanı İngilizler tarafından idare ediliyordu. Abdürreşid İbrahim bu durumu şöyle açıklıyor: "Hindistan'da İngiliz zulmü tahammül edilecek gibi değildir."

Yine şu tespiti önemli; "İngiltere devletinin elinde bulundurduğu arazinin bütün mahsulü sizin bildiğiniz gibi, yirminci asırda bundan yüz sene önceki mahsulüne nispeten yarıya düşmüştür. Hiç şüphe etmeyiniz, İngiltere devleti Hindistan'ı harap etmek için yaratılmış çekirgedir dersem hata değildir."

İngilizler bu toprakları sömürmekle kalmamış Kadiyanilik ve emsali birçok haşerenin türemesine de zemin hazırlamışlardır. "Hindistan esasen mezhep yuvasıdır" ve "Hindistan'da İngilizlerin paralarını kuvveti ile meydana gelmiş yeni yeni mezhepler pek çok olup hepsinden birer numune de Bombay'da bulunur."

Gerçi "Hintliler eskiden beri esarete alışkın bir millettir. İngiltere hükümeti ne kadar zulmederse eder, bir Hindli yine ses çıkarmaz." "Hindliler bu zilleti tamamıyla kabul ediyorlar. Değil avamı, belki Londra'da tahsil görmüş subayları da aleni olarak tahkirleri olduğu gibi kabul ediyorlar. Ben bir iki subay ile görüşüp sordum: "Niçin size İngiliz subayları ellerini vermiyorlar? Ve niçin maaşlarınız müsavi değil? Buna nasıl tahammül ediyorsunuz? Dediğimde ne cevap verirlerse beğenirsiniz?: "İngilizler sahiptir" cevabını veriyorlar. Biliyorsunuz ki, Hindistan'da 'Sahip' deme 'efendi' demektir. Bir İngiliz kim olursa olsun, amele olsun, Hindlilere efendidir."
Hindistan'da İngilizlerin katliamları da insanı ürpertici cinsten. Sadece bir tanesine kısaca yer verelim. 1857'de Guvanpur şehrini topa tutarak otuz bin insanı öldürmüşler; bir kısmını diri diri Ganj nehrinde boğarak ve bir çok âlimleri de yine diri diri gaz döküp ateşte yakarak yok etmişlerdir. Abdürreşid İbrahim anlatıyor: " Silahsız biçareleri evlerinden alarak takım takım biner adamı birden topa tutmuşlar. Bu vahşetleri icra ettikleri zaman medeni generaller kahkahalarla gülerlermiş. Bilhassa büyük âlimleri ateşe attıkları vakit generallerden birisi ellerini çırparak alkışlar, boğula boğula güler, sesi çıktığı kadar bağıra bağıra çırpınır, adeta sevincinden çıldırırmış. Ben ne zamanki o halleri gözleri ile gören ihtiyarlardan dinledimse, yarım asır sonra söylendiği halde o vahşetten kan ağlamamak mümkün değildi. Hele Mevlevi Can Muhammed Şah Merheti Sahip cenaplarından dinlediğim zaman ister istemez gözlerimden yarım saat yaş dökülmüştü. Kendileri yetmiş beş, belki daha yaşlı, hem bembeyaz sakalla kafasını sallayarak: "Otuz bin adamı zulmen öldürdüler, onlardan bin kişisi âlimlerdi" dediği zaman sakallarından gözyaşları burçak burçak yuvarlanıyordu."
Onun nihai görüşü şöyledir-ki İstikbal fiilin onu tasdik etmiştir-: "Hindistan'da hiç şüphe yoktur ki, İngilizlerin yerleri daha çok sarsılacaktır."

İngilizler Abdürreşid İbrahim gibi bir ismin bu topraklarda bulunmasından son derece rahatsız oldular, onu taciz ettiler, nezarete attılar, peşine casuslarını saldılar. Mesela bu casuslardan birisinin kendisini takibini şöyle anlatır: "Gece yarısından sonra saat üç sıralarında tren Bombay durağına geldiği zaman bizim haşerat uyumakta idi. Ben de hemen vagondan indim. Yoluma devam ettim. Büyük cadde ile İslam mahallesine gitmekte iken kasaphane hizasında haşerat koşarak benim arkamdan yetişti. Sokak da gayet tenha. Beni tutacak olmuştu. Orada bir yumruk yuvarladım. Bir daha, bir daha, o düdük çalarak geriye doğru yollandı. Ben orada Ömer Efendinin bulunduğu Şahcihan oteline girdim. Artık bir daha ne o beni gördü, ne ben onu. İşte İngilizlerin misafirperverliği."

"Hindi baştan başa gezmekti muradım, lakin.
Nerde olsam beni takibi yüzünden polisin.
Takatım bitti de vazgeçmede muztar kaldım.
Kaldım amma yine her mahfile az çok daldım."

Hindistan'da daha fazla kalmasının tehlike arz etmesi üzerine 7 Ekim 1909'da, yanında Japon mühtedisi Ömer Yamaoka olduğu halde Bombay'dan gemi ile Hicaz'a hareket etti…
-Devam edecek-

(*) 1905'te Rus –Japon savaşında deniz muharebelerinde Rus donanmasını tersyüz eden ünlü Japon amirali

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DÄ°ÄžER YAZILAR

Maide-7

"Allah'ın, üzerinizdeki nimetini ve "İşittik, itaat ettik" dediğinizde sizden aldığı ve kendisiyle sizi bağladığı ahdini hatırlayın. Allah'tan korkun, çünkü Allah göğüslerin özünü çok iyi bilir."

GÃœNÃœN HADÄ°SÄ°

Allah her şeye güzel davranmayı emretmiştir. Öyle ise öldüreceğiniz zaman bile güzel öldürün. Hayvan keseceğiniz zaman güzel kesin. Sizden biri bıçağını bilesin ve kestiği hayvanı rahatlatsın.

Müslim

TARÄ°HTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SÄ°TE HARÄ°TASI