Cevaplar.Org

ERZURUM TEDÂİLERİ-5

1956 yılında “Erzurum’a Üniversite açılacak.” diye söylentiler çıktı. Ben üniversitenin buraya açılmasını hiç istemiyordum. Çünkü 1940’larda Erzurum’un çarşılarında ihramlı bile olsa bir tek kadın görülmezdi. Üniversite açılınca o günün şartlarında Erzurum’daki manevî havanın bozulacağı endişesine kapıldım.


Mehmed Kırkıncı

.

2021-11-07 23:08:12

ERZURUM'A ÜNİVERSİTE'NİN AÇILMASI 

1956 yılında "Erzurum'a Üniversite açılacak." diye söylentiler çıktı. Ben üniversitenin buraya açılmasını hiç istemiyordum. Çünkü 1940'larda Erzurum'un çarşılarında ihramlı bile olsa bir tek kadın görülmezdi. Üniversite açılınca o günün şartlarında Erzurum'daki manevî havanın bozulacağı endişesine kapıldım.

 Bugünkü Şair Nef'î İlkokulu boşaltılıp üniversiteye tahsis edildi. Bu binada ilk olarak Ziraat Fakültesi açıldı. Prof. Dr. Mehmet Kaplan'ı da rektör olarak tayin ettiler.

O yıllarda, ağır bakımda vazife gören İbrahim Okur ile Mehmet Şanlı adında iki astsubayla tanıştık. Onlar tatil günlerinde gelip Risale-i Nur okuyorlardı. Mehmet Şanlı daha sonra Medine'ye gitti ve orada vefat etti.

Bir gün Astsubay İbrahim Okur ile Mehmet Şanlı yanıma geldiler:

"Hocam, bizim içimizde Üstad'ı görmek için bir iştiyak doğdu. Şimdi izinliyiz. Bize bir mektup yazsan da gidip Üstad'ı ziyaret edelim." dediler. Üstadı ziyaret edenlerin takip edildiklerini, kendilerinin subay oldukları için vazifelerine zarar gelebileceğini anlattımsa da dinlemediler, "Ne olursa olsun, biz gideceğiz." dediler. "Siz bilirsiniz." dedim ve Üstad'a bir mektup yazarak onlara verdim. Yakalanabilirler diye çok endişeleniyordum. Mektubumda İbrahim ve Mehmet Beylerin sadık birer nur talebesi olduklarından bahsettim. Üniversiteyle ilgili hiç bir şey yazmamıştım. Üstad benim mektubumu Zübeyir Ağabey'e okutmuş. Zübeyr Ağabey'e "Zübeyir, yaz." demiş, "Orada açılan üniversite benim üniversitem olacak. Orada benim talebelerim okuyacaklar." 

Üstad Hazretlerinden bu mektubu alınca, mektubun benim endişelerime cevap olduğunu anladım ve kanaatimi tashih ettim. Bu mektup hepimizi şevke getirdi ve üniversite hizmetine karşı kalplerimizde büyük bir sevgi uyandı.

 Her geçen gün cemaatimizin sayısı artıyordu. Çünkü eserler ve sohbetler dinleyen kişilere yeni bir ruh kazandırıyordu. Zira Risale-i Nur öyle bir nur-u marifet ve öyle bir ulvi hakikattır ki, insanı engin ve zengin aşk ve şevk deryasına daldırır. İmanı inkişaf ettirir, kalpleri nurlandırır, istidatı zenginleştirir, duyguları safileştirir, süfli arzuları tasaffi eder, insanı fikren ulvileştirir, evc-i kemalata çıkarır, marifetin şahikasına yükseltir ve kurb-u ilahiyeye vâsıl eder.  

Risale-i Nur, marifette, feyizde, ulviyette, nuraniyette ve letafette emsalsizdir. Ondaki ulvi marifet tecellileri, gaflet ve zulmetle kapanan gözleri nuraniyetle açar, insanı intibaha getirir. İnsan basiret gözünü açınca, karanlıklar bütünüyle zail olur, imanı ziyadeleştirir. İman öyle büyük bir nimettir ki, onun fazilet ve kıymetine asla paha biçilmez. İman şerefiyle şereflenmek ne büyük bir lütuf, ne âli bir ikram ve ne tükenmez bir ihsandır. Çünkü iman, saadet-i ebediyenin anahtarıdır. İman sayesinde insanın aklı, ruhu, kalbi ve diğer hasseleri tenevvür eder. Allah'a, peygamberlere, asfiya ve evliyalara dost eder.

Risale-i Nur, imanı kuvvetlendirir, marifeti ziyadeleştirir, vicdanlara sürur, ruhlara inşirah verir; fikirleri ulvileştirir, irfan ve marifet âlemine nice kapılar açtırır ve tefekkürü derinleştirir. Risale-i Nur, insanı ebedi saadet ve selamete ulaştırır, ona en büyük, en ulvi ve en güzel nimetlerden biri olan muhabbeti bahşeder. Risale-i Nurları okuyup tefekküre dalan bir insanın kalbinde muhabbet-i ilahiye, zihninde nice âli hakikatler ve fikrinde nice ulvi hisler meydana gelir. Güneşin cihana envar-ı feyzini ve ziyasını akıtıp âlemi nura gark ettiği gibi, Risale-i Nur'ları okuyan insanın da kalbini öyle bir nur istila eder ki, onu marifet deryasına daldırır, huzur ve saadete gark eder. İnsan bu eserleri okudukça Cenab-ı Hakk'ın azametinin, kudretinin, ilim ve iradesinin hariçte tecessüm etmiş bir şekli olan bu kâinat kitabını meftunane bir temaşaya dalar, fikri onun ulviyetine karşı cevelan eder. Her temaşada nazarlarda bin barika-i hikmet, bin bediye-i ulviyet hâsıl olur. Bu muallâ kâinatın nasıl bir ayna, hüccet ve burhan olduğunu idrak eder.

Evet kâinat öyle letafetli, cazibeli, nurani ve berrak bir ayna, bir nesim-i can fezadır ki, feyz-i tecellisinden akıllar hayran kalır. Evet temaşa ve tefekkürde öyle bir ruhaniyet, nuraniyet, letafet vardır ki, feyzi ile gönülleri vecde, şevki ile ruhları ihtizaza getirir.

Çok şükür Erzurum Risale-i Nur'un bir tedris mektebi haline geldi. Her semtte, her ilçede mülk dershanelerimiz var. Erzurum'da yetişen imanlı, şuurlu, gayretli, hamiyetli, âlicenap, vatanperver ve ahlak-ı hasene ile bezenmiş Nur Talebeleri Türkiye'nin her tarafında ve dünyanın birçok ülkesinde hizmetlerine devam etmektedirler.

Bütün Nur talebelerin en büyük gayesi, Kur'an'ın asrımızdaki manevi reçeteleri olan Risale-i Nur eserlerini okumak, anlatmak, iman hizmetinde bulunmak, gençliği imansızlıktan, ahlâksızlıktan, her türlü menfi ideolojiden ve anarşiden muhafaza etmek, vatanına ve milletine faydalı birer fertler haline getirmektir.

 Davamız uğrunda nice eza ve cefalara maruz kaldık, sürekli takibat altına alındık, defalarca sorgulandık, sabahlara kadar karakollarda bekletildik. Kitaplarımız yakıldı. 1973 Yılında dört ay hapis yattık, 1960 İhtilalinde de altı ay hapis yattım.

Bütün nur talebeleri gibi bizler de daima Üstadımızın müspet hareket metodunu rehber ederek, eza ve cefalara maruz kaldığımız hâlde, yılmadan, usanmadan ve hapislere aldırmadan hizmetimize devam ettik; önümüze çıkan bütün manileri aştık.

1960 İHTİLÂLİNDEN SONRA ERZURUM'DA DERSLER  1960 İhtilalinde Murat Paşa'daki medresemiz sökülünce Darağaç Camisinin medresesinde Risale-i Nurları okumaya başladık. Yine takip ediliyorduk. Fakat hiç korkmuyorduk; sanki arkamızda manevî bir güç vardı. Bu arada evlerde de dersler yapmak istedik, fakat herkes evine ders almaktan çekiniyordu. Sonunda belediyede memur Davut Bey'in evinde birkaç kişiyle ders okumaya başladık. Tam o sıralarda rüyamda Üstadı gördüm, bana "Osman Demirci Hocayla seni kardeş ettim." dedi. Osman Demirci Hoca'nın derslere gelmesi de o zamanlara rastlar. Zamanla Davut Efendinin evinden başka bir evde de ders okumaya başladık. Çadırcı Kemal Özabacıgil, bizimle hiç ilgisi olmadığı halde bir gün:

"Hocam, hafta da bir gün de bizim eve gelin. Bizde de ders okuyun." dedi. Haftada bir gün de onlara gittik. Bu şekilde derslere devam ettik. Yine gözler üzerimizdeydi.

O sıralarda Naim Hoca dersleri nasıl yaptığımızı sordu. Ben de çok zor durumda olduğumuzu, sürekli takip edildiğimizi, evlerde ders okuduğumuzu anlattım. Naim Hoca da:

"Cumartesi günleri de bizim eve gelin, bizde ders okuyun." dedi. Cumartesi günü yanıma üniversitede okuyan Nur talebelerinden de birkaç kişiyi alarak Naim Hocanın evine gittim. Biz ders okurken Naim Hoca köşede oturup sigarasını içiyordu. Ama bizi de çok seviyordu. Ders bittikten sonra çay getirtiyordu. Böylece uzun süre Naim Hoca'nın evinde derslere devam ettik.

Bütün takiplere rağmen biz kendimizi arkamızda manevî bir ordu varmış gibi hissediyor ve derslere devam ediyorduk. Rahmetli Müftü Sakıp Efendi, bizim için:

"Bu Kırkıncı Hoca daha dün sürgünden geldi, bu gün ders okutmaya başladı. Biz niye duruyoruz?" demiş. Ondan sonra Erzurum'daki bütün müderrisler Arapça derslerine tekrar başladılar. Kur'an Kursları tekrar faal duruma geldi.

Biz sürekli takibat altında olduğumuzdan yer değiştiriyorduk. Bir gün de, Darağaç yanındaki cami medresesine polisler gelmişler, bakmışlar ki medrese kapalı, bizi aramaya başlamışlar. Biz dersten sonra Vahdettin Hızıroğlu ile birlikte Darağaç'tan çıkıp medreseye doğru gelirken birkaç polis ve başlarında bir komiser karşımıza çıktı ve: "Siz dersten geliyorsunuz. Yürüyün emniyete gideceğiz." dediler. Ne kadar itiraz ettikse de dinlemediler. Bizi önce Tebriz Kapı Karakoluna götürdüler. Gece yarısına kadar hakaret edip çok sıkıntı çektirdiler. Diğer polislere de "Nurcuların azılılarını yakaladık." diye telefonlar açtılar. Biraz sonra etrafımıza büyük bir polis topluluğu yığıldı. Her biri farklı kıyafetteydi. Fakat onlara polis diyebilmek çok zordu. Bize karşı:

 "Sizin kökünüzü kazıyacağız. Siz lâik devlete karşısınız." gibi sözler söylüyorlardı. Sonra başımıza birisini nöbetçi bıraktılar.

"Sabaha kadar bunların başında dur. Sabah gider evlerinde arama yaparız." dediler. O gün de İstanbul'dan yeni kitaplar gelmişti ve hepsi evde idi. Bu durumdan çok rahatsız oldum. Kendimizden hiç endişe etmiyordum. Tek korkum kitaplardı. Çünkü kitapları bulunca hemen yakıyorlardı.

Başımıza bıraktıkları genç polis çok mülayim birisiydi. Yeni evliymiş.

"Hocam size bir çay demleyeyim." dedi. Sonra evlilikle ilgili bazı sorular sordu. Ben kitaplardan dolayı sürekli sıkıntıdaydım. Bir türlü yatamadım. Sabah namazının vakti girince namazı kıldık. Bekçiler yavaş yavaş karakola gelip rapor veriyorlardı. Bizim tanıdığımız İsmail isminde bir bekçi vardı. O da karakola geldi. Ben kendisiyle pek konuşmazdım. Yanıma gelerek:

"Hocam siz burada ne arıyorsunuz?" dedi.

"İsmail, sesini çıkartma. Bizim eve koş, kardeşim Hacı Musa'ya söyle, evdeki kitapları kaldırsın." dedim. İsmail hemen koşarak gitti. Ben de rahatladım.

Biraz sonra da kardeşim Hacı Musa geldi. Bizim karakola götürüldüğümüzden onun haberi yoktu.

"Ağabey, hayırdır. Nedir bu haliniz?" diye sordu. Ben hemen kitapları sordum. Kaldırdığını ve münasip yerlere sakladığını söyledi.

Daha sonra polisler önce bizim eve, ardından Vahdettin Hızıroğlu'nun evine gitmişler, ama hiçbir şey bulamamışlar. Daha sonra bizi savcıya götürdüler. Savcı, komisere:

"Nerede yakaladınız bunları?" diye sordu.

O da; "Sokakta yakaladık." deyince savcı birden hiddetlendi, komiseri azarladı ve yanından kovdu. Onlar gittikten sonra bana döndü ve şöyle dedi: "Hoca, niye böyle hallere düşüyorsun. Bak, Müftü Efendi de hoca. Sen de onun gibi yapsan ya. Ne için böyle devletin yasakladığı kitapları okuyorsun. Zaten camilerde vaaz ediyorsun. Bak talebe de okutuyorsun. Daha ne istiyorsun?" dedi. Sonra Vahdettin'e dönerek:

"Sen küçük bir memursun. Çoluk çocuğun var. Git dairene çalış. Burada işin ne?" dedi. Sonra bizi bıraktılar.

Bir gün Hacı Süleyman Arı: "Hocam, bu iş böyle yürümez. Siz bir ev kiralayın, ben kirasını öderim." dedi. Çok sevindik. Hemen ev aramaya başladık. Sonunda kiralık bir ev tuttuk, fakat bir müddet sonra ev sahibi evin anahtarını geri istedi, biz bu duruma şaşırdık ve evin anahtarını verdik. Bir başka ev tuttuk. Fakat çok geçmeden o evin sahibi de anahtarı geri istedi. Meğer bizim Nurcu olduğumuzu öğrenince başlarına kötü bir iş gelmesinden korkup evlerini kiraya vermekten vazgeçiyorlarmış.

Bu şekilde derslere devam ederken yine Hacı Süleyman Arı "Madem bize kiraya bile ev vermiyorlar, öyle ise biz de satın alırız. Siz bir ev bulun, aranızda para toplayın, ben üstünü tamamlarım." dedi. Biz de araya araya bugünkü Karanlık Kümbet'in yanındaki evi bulduk. Hemen evin sahipleriyle görüştük. Biz kümbetin yanındayken Muhammed Şercil Ağabey geldi.

"Burası bizim olacak. Çünkü bu gece rüyamda bu kümbette yatan zatı gördüm. Bize hoşamedî etti." dedi. Böylece hem ferahladık, hem de ümitlendik. Neticede evi on dört bin liraya satın aldık. 1961 yılında Kümbet'e girmiş olduk. Ondan sonra yerimiz belli oldu. Yerimiz belli olduğu için polisler de rahatlıkla bizi gözetliyorlardı. İki-üç günde bir gelip beni emniyete götürüyorlar ve Kümbet'e gelenlerin kimler olduğunu soruyorlardı.

"Ben hocayım, benim ziyaretime çok gelen olur." diyorsam da bir türlü dinletemiyordum. Bu hal yıllarca devam etti.

O zamanlar dersleri haftada iki gün (Pazartesi, Perşembe) günleri yapıyorduk. Takipler sıklaşınca "tedbir olarak ne yapabiliriz?" diye kendi aramızda bir müşavere yaptık. Üniversite nur talebelerinden Alaaddin Başar, Zübeyir Ağabey'in "Tedbiri azamî hizmet içinde görüyoruz." sözünü hatırlattı. Biz de Zübeyir Ağabey'in tavsiyesine uyarak dersleri haftada yedi güne çıkardık. Cemaati ikiye ayırdık. Böylece haftada 14 ders yapılmaya başlandı.

O sıralarda ihtilâlin etkisi hâlâ devam ediyordu. İki haftada bir üniversitedeki solcu öğrenciler Cumhuriyet caddesine çıkıp, sol ellerini havaya kaldırarak Müslümanlara hakaretler ediyor, gösteri ve yürüyüş yapıyorlardı. Bu olaylardan sonra reformcular ortaya çıktı ve ezanın Türkçe okunması, Kur'an'ın tercüme edilmesi, ibadetlerin Türkçe yapılması gibi görüşler ortaya attılar. O sırada Ömer Nasuhi Bilmen Bey, Diyanet İşleri Reisi idi.

1973 Yılında Tutuklandık 

9 Mart 1973 yılının Cumartesi günü idi. Kardeşim Hacı Musa'nın evinde ders yapıyorduk. Ders esnasında içeriye bir grup sivil polis girdi. Hiç unutmam Uhuvvet Risalesini okuyorduk. Dersi Necati Kurşunoğlu okuyordu ve ben de açıklama yapıyordum. Bizi alıp jandarma karakoluna götürdüler ve iki gün (Pazartesi gününe kadar) orada gözaltında tutulduk. Sonra ifadelerimizi aldılar. Ehl-i hamiyet olan birçok Erzurumlu gözaltında olduğumuz jandarma binasının etrafını sardı. Pazartesi günü bizi mahkemeye çıkardılar. Mahkeme gece yarısına kadar sürdü. 69 kişiden, içlerinde benim, Hacı Musa'nın ve Alaaddin Başar'ın da bulunduğu 12 kişiyi tevkif ettiler.

 Bizi gece yarısı hapishaneye götürdüler. Hapishane müdürü, "Hocam hepinizi bir koğuşa koyamam. Sen yanına bir kişi al, sizleri ikişerli olarak dağıtmak zorundayım." dedi. Ben de yanıma Vahdet Yılmaz'ı aldım. Bizi 9. koğuşa götürdüler. Koğuşa girdiğimizde herkes yatıyordu. Biz koğuşa girince birden hepsi kalktılar. İçlerinde on seneden fazla hapis yatanlar varmış. Bize, "Siz 69'lardan mısınız?" diye sordular. Meğer radyo bizim tutuklandığımızı haber vermiş, onlar da bizim gelmemizi bekliyorlarmış.

 Hapishanenin âdetiymiş oraya girenlere, hapse niçin düştüklerini sorarlarmış. "Ben suçsuzdum." diyenlere de, "Yahu seni camiden mi getirdiler?" diye çıkışır, alay ederlermiş. Biz hapse girince, "Şimdi hakikaten camiden gelen tutukluları gördük!" dediler.

Erzurum Kapalı Cezaevi Türkiye'nin en bakımsız, sıhhî noktadan en kötü hapishanelerinden biriydi. Koğuşlarda yaklaşık 20-23 kişi kalıyordu. Koğuşta iki katlı uzunca sedirler vardı. Herkes yatağını toplayıp duvara doğru dayar, böylece yataklar yastık vazifesi görürdü. Yatakların önünde L şeklinde uzun koridorlar teşekkül ederdi. Yemek, içmek, ibadet gibi ihtiyaçlar bu boş sahada yapılır, koğuş akşamları kilitlenirdi. Kapının girişinde bir tane tuvalet vardı. Henüz havalar tam ısınmadığından koğuşun ortasındaki sobaya yer yer odun atılır, sobanın dumanı, sigara dumanları ve tuvaletin kokusu birbirine karışırdı. Temiz bir hava teneffüs etmek ve abdestlerimizi rahat almak için sabahı beklerdik. Bu olumsuz şartlara rağmen bize o mekânı sevdiren güzel şeyler de mevcuttu.

Mahkûmlarla uzun sohbetler yapar, sorularını cevaplandırırdık. Aramızdaki muhabbet her geçen gün daha da artıyordu. Bir ay sonra, bizim koğuşumuzda da, kardeşlerimizin kaldıkları koğuşlarda da namaz kılmayan pek az kişi kalmıştı. Bütün mahkûmlar namaz kılmaya başladılar.

İki ay yattıktan sonra mahkemeye çıkarıldık. Diğer arkadaşlarımız da sanık sıfatıyla mahkemeye geldiler. Bilirsiniz ağır ceza mahkemeleri dinleyicilere açıktır. Fakat bizim davada 69 sanık bulunduğundan dinleyici kısmı da sanıklara tahsis edilmişti. Dışarından dinleyici alınmadı. Biz mevkuf olarak yargılanan on iki kişi en önde oturduk. Bizi dinleyici bölümünden ayıran bir korkuluk vardı. Mahkememize rahmetli Bekir Berk Ağabey katıldı. Erzurum Barosu'ndan Hakkı Yıldırım, Fahreddin Gülseven ve Lütfü Esengün de duruşmaya katılmışlardı. Duruşma sırasında tarihi bir sahne yaşandı. Şahit sıfatıyla dinlenmek üzere duruşmaya katılan komisere Ağır Ceza Reisi Necati Bey gördüklerini anlatmasını söyledi. O da birisinin ders okuduğunu benim de açıklamalar yaptığımı söyledi. O sırada Avukat Hakkı Yıldırım Bey hiç beklenmedik bir soru sordu:

"Reis Bey, dedi, komiser arkadaşa bir sorsanız ki Mehmet Kırkıncı Hocayı tanıyor mu? Lütfen bize göstersin." Hepimiz bu soruyu kendi iç âlemimizde yersiz bulduk. Komiserin beni tanıyacağından emindik. Zaten tutuklu olan on iki kişi en önde oturuyorduk. Bu on iki kişiye şöyle bir baksa sakallı olduğum için hemen gösterebilir diye düşündük. Fakat adam bu soru karşısında paniğe kapıldı. Bizim arkamızdaki sıralara göz gezdirmeye başladı. En arka sırada oturmuş bulunan mühendis Orhan Bey, acaba komiser kimi gösterecek diye merak ederek yerinden biraz doğrulmuş ve bakışlarıyla komiseri takip etmeye başlamış. Panik içerisindeki komiser hemen Orhan Beyi göstererek:

"İşte bu!" deyince, mahkeme salonunda herkes kahkahalarla gülmeye başladı. Hâkim Necati Bey kızarak: "Ne gülüyorsunuz? Burada tiyatro oynatmıyoruz." dediyse de fazla tesirli olamadı. Komiser, alaylı tebessümler arasında çehresi kıpkırmızı olmuş bir vaziyette salondan ayrılıp gitti.

O celsede mevkuf kardeşlerimizden bir kısmını tahliye ettiler. Ben, kardeşim Hacı Musa, Necati Kurşunoğlu, Vahdet Yılmaz ve Bekir Kaban ikinci celseye kalmıştık. Sonraki celsede de bizler tahliye olduk. Daha sonra af kanunu çıktı ve dava böylece kapanmış oldu.

Hapiste bulunduğumuz dört aylık sürede içerisinde sürekli Risale-i Nur okuduk ve cemaat halinde namazlarımızı kıldık. Hapishanede bir huzur havası oluşmuş, tam manasıyla bir Medrese-yi Yusufiye haline gelmişti..

Hapiste kaldığımız süre içerisinde birkaç kez mahkemeye çıkarıldık. Savcı bizim hakkımızda, "Devletin siyasî, iktisadî ve hukukî temel nizamlarını değiştirmek ve laikliğe aykırı hareket etmek" suçlarından dava açtı.

Bir duruşmada, "Savcı Bey elindeki kitaba bir bakar mısın? O kitap uhuvvet risalesidir. Mevzusu kardeşliktir. Uhuvvetin devleti veya laikliği yıkmakla ne alakası var. Hem siz şu laikliğin tarifini bir yapın da, biz de ona göre hareket edelim. Bir daha laikliği yıkmaya çalışmayalım." dedim. Fakat savcı laikliğin tarifini yapamadı.

Bu vesileyle, Zübeyir Ağabeyin şu örnek davranışını ve hassasiyetini de nazarınıza sunmak isterim. Yine bir gün bana Erzurum'da hizmete ait olan mülklerin tapusunun kimin üzerine olduğunu ve benim üzerime tapu kaydı olup olmadığını sordu. Ben de onları nur talebelerin üzerine tapu yaptırdığımı söyleyince şöyle dedi: Hocam, benim üzerime hizmet adına kayıtlı hiçbir şey yoktur, ben üzerime hiçbir şey almadım. Konya'da bulunan kardeşimi de bir gün yanıma çağırdım ve ona şöyle dedim: "Eğer ben öldükten sonra herhangi bir kimse benden alacağı olduğunu söylerse onu hemen ver; fakat benim kendisinde alacağım var olduğunu söyleyerek bir şey getirirse onu alma dedim."

Zübeyir ağabeyin bu davranışı bana örnek oldu ve 1979 da Erzurum Kültür ve Eğitim Vakfını kurduk ve hizmetin bütün mal varlığını bu vakfa tapu ettik.

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.

3, Kadir

GÜNÜN HADİSİ

"Şüphesiz Allah, verdiği nimetin eserini kulunun üzerinde görmek ister."

Tirmizî.

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Donanmayı Haliç'e İndirdi.(22 Nisan 1453) *T.B.M.M. Açıldı.(23 Nisan 1920) *Yavuz Sultan Selim Padişah Oldu.( 25 Nisan 1512) *Çernobil Nükleer Faciası.(26 Nisan 1986) *Sultan II.Abdülhamid Han Tahttan İndirildi.(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI