Cevaplar.Org

MUHAKEMAT DERSLERİ-14

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Yedinci Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Bu mukaddimede de çok önemli ölçüler verilmektedir onlardan biri de buradaki mevzu bahis edilen mübalağadır. İlk olarak şunu nazara veriyor Hz. Üstad; çok önemli bir ölçü ki; “mübalağa ihtilalcidir.”


Serkan Çakır

serkancakir82@hotmail.com

2021-01-15 08:41:24

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Yedinci Mukaddime 

İzah: Prof. Dr. Şener Dilek

Bu mukaddimede de çok önemli ölçüler verilmektedir onlardan biri de buradaki mevzu bahis edilen mübalağadır. İlk olarak şunu nazara veriyor Hz. Üstad; çok önemli bir ölçü ki; "mübalağa ihtilalcidir." 

Peki, nasıl anlayabiliriz bunu? Mesela bir insan bir şeyden lezzet alıyorsa, onu ziyadesiyle gündeme getiriyor. Diyelim ki Urfa ya gitti. Yemek için dolaştı. Baktı çiğ köfte yoğurulmuş, biber vs her şey güzel, yedi. Biraz da acıkmış, biraz da memleketini özlemiş, belki de belde özlemi de var. Ve iştihanın farkı gibi birçok şeyi beraber düşünelim. Şimdi çiğköfteyi yedi, lezzet aldı mı aldı, lezzetten sonra hemen meyl-i mübalağayla; "dün gece bir çiğköfte yedik. Var ya, hiç bir şehirde şimdiye kadar böyle bir çiğköfte emin ol yemedim!" diyor. İşte bu beyan mübalağaya bir misal… Hem hakikatı incitti, hem vasfettiği şeyde mübalağa yaptı.

Mesela bir adam pazarlamacı. Ama çok uyanık bir pazarlamacı. Malı satacak, öyle meth ediyor ki, olduğundan fazla ve farklı göstererek yapıyor bunu.

Nasrettin hocanın yaşlı bir merkebi varmış. Yaşlanmış olan bu merkebi hanımı gidip satmasını ve daha dayanıklı, güçlü bir merkep almasını söylemiş. Nasreddin hoca merkebi alıp pazara satmaya götürmüş. Pazarcıya "bunu sat" demiş. Pazarcı başlamış merkebi meth etmeye. Öyle meth etmiş ki, Nasrettin hoca, merkebi hakkındaki meziyetleri işitince, sattığı merkebi geri almış. Eve merkebiyle dönünce hanımı "Ne oldu hocaefendi niye satmadın? Merkebi geri getirdin?" Hoca merhum demiş ki; "hanım hanım, bu merkebin bu kadar meziyeti varmış ta biz şimdiye kadar görmemişiz." 

*Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meyl-üt tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meyl-ül mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meyl-ül mübalağa ile, hayali hakikata karıştırmaktır. (Muhakemat, s. 32)

Yani insanlar da beğendiği şeyde ifrat ediyor. Bu duygu bu seciye ve ahlak eşyada, malzemede, insanları tanıtmakta, ulemada, meşayıhta, evde ya da kamil insanlarda, hepsinde geçerli olan bir durum. "Benim şeyhim var ya, yeryüzünde bir tane. Kerameti, keşfiyatı böyle şöyle." Olduğundan fazla vasf ediyor ve bu hususta da bir damlayı derya gösteriyor. Veya vasf ettiğinde hikaye ettiği şeyi abartıyor. Mesela bütün insanların, kavimlerin destanlarına bakın; o hikayeler meyl-i mübalağa ile şişirilmiştir. İranlılar da bu mübalağa çok öne geçmiş, Zaloğlu Rüstem meselesini hatırlarsak, buna çok açık bir örnektir. 

"Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesad, medhinden zemm, tahsininden kubh tevellüd eder."(Muhakemat, s. 32) Fazla mübalağa tezyifi de ortaya çıkarır. İnsan fıtratında da bazı ölçüler ve milyarlar vardır. O ölçüler, sünnetullah kanununu aştıktan sonra, o taltif tam zıddına döner ve dinleyenlere "artık yeter" dedirtir. Mesela avcı hikayelerine bakın, bu vasıfları onlarda görmek mümkündür. Adam ormana gidiyor, "bir ağacın kavuğundan 40 tane kurt çıktı" diyor. Dinleyenlerden birisi diyor ki; "etme eyleme, bir ağacın kovuğuna 40 tane kurt sığar mı?" Avcı : "ya 40 değil ama nereden baksan 30 tane vardı"

Muhatabı itiraza devam ediyor; "ya etme eyleme, 30 tane" olur mu? Akıl var, mantık var ! Avcı sayıyı aşağıya çekiyor: 20 tane… on tane… İtiraz eden kabul etmiyor. "Doğru söyle!" diye ısrar edince, avcı 

"O ağacın kavuğunun içinden bir ses geldi, Ya o ses ne idi?"

Bir sese mübalağa ile 40 tane kurdu iblağ etmiş. İnsanların mizacında var. Vasf ettiği şeyi çoğu zaman abartıyor, olduğundan fazla gösteriyor Bu da hakikatı incitiyor. İşin gerçeği ne ise o… Bir şeyi mübalağa etmekle onun kadir ve kıymeti ortaya çıkmaz. Şu yüzük nedir, gümüştür. Evirsen de, çevirsen de gümüştür bu, altın olmaz. Gümüş'ü altın olarak takdim etmek olmaz. Hayatın her sahasında, cemiyet hayatının her bünyesinde de mübalağa vardır. Mübalağa intizamı bozar, taltiften tahkir çıkar.

Mübalağa kainattaki hüsnü bozuyor, tenasübü bozuyor. Bütün dünya hikayelerinde devlerden bahis edilir ve devler aslında mübalağa ile şişirilmiş kişiliklerdir. Batı dünyası hikayelerindeki devler bu cinsten olduğu gibi, doğuda da bundan farksız değildir. Mübalağa ile şişirilmiş elli metre boyunda tek gözlü varlıklar… İranlıların bununla alakadar çok mübalağalı hikayeleri var. Güya Uc bin Unuk diye bir adam denize girince, deniz adamın dizine kadar geliyormuş. Denize açıldığı zaman elini okyanusun suyuna daldırıp çıkartıyor, bir balığı güneşe tutup, pişirip yiyormuş. Sünnetullah kanununa göre bir insanın boyu bir seksen, bir doksan … Hadi diyelim iki, iki buçuk metre olsun… Ama on beş metre, yirmi metre, elli metre olmaz.

"Nasıl ki bir ilâcı istihsan edip izdiyad etmek, devayı dâ'e inkılab etmektir" (Muhakemat, s. 32) Her ilacın içinde zehirli madde bulunabilir. Bütün antibiyotiklerde içine bir ölçek kadar koyuyorlar. Bir ölçek kararı ne kadar lazımsa, o kadar koyuyorlar. Vasıflarda ve sıfatlarda da öyle, şerhler ve izahlar da böyle. O kayıt ve kuyudun içerisinde ölçü ve mihenkle meseleye bakmak lazım ki, hakikat zayi olmasın. Tarih boyunca bazı insanlara yarı ilah manası verilmiş; ölmez, hiç yemez, hiç uyumaz, bin kişiye mukabil gelir. Aklı böyle, gözü böyle vs hep ütopik hayal ürünü. Bu da bir kanun: ilacı fazla verdin mi, dozajındaki dengeyi bozdun mu hayatı götürür, ifsat eder. 

"Öyle de hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalağalı tergib ve terhib ile, gıybeti katle müsavi veya ayakta bevletmek zina derecesinde göstermek veya bir dirhemi tasadduk etmek hacca mukabil tutmak gibi müvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar.(Muhakemat, s.32)

Hak mübalağaya muhtaç değildir. Hakkın kendisi haktır hakikattir. Hak başka desteğe muin ve müzahire muhtaç değildir. Hak ile amil olmak lazımdır. İslamiyet'te korkutmak var, bir de teşvik etmek var. Burada ölçüyü muhafaza etmek gerektir. "Gıybet katl gibidir" dersen, o zaman sabahtan akşama kadar gıybet yapılıyor ki, Allah affetsin, bu asırda gıybet tiryakiliği var. Şu telefonlardaki mesajlar da gıybet hükmündedir. Hem de yazılı gıybet ki, silinmiyor. Gıybet tescil olunmuş oluyor. Bu asırda gıybet umumi bir belva. Akşama kadar su içer gibi gıybet ediliyor. "Gıybet katil gibidir" böyle hükmettiği zaman demek, bilgisiz insan diyor ki; "adam öldürmek basit bir şeymiş." Gıybetin zararını insanlara aktarmak isterken, katlin cinayetini hafiflettin, dengeyi bozdun. "Gıybet katil gibidir" (Müsned-ül Firdevs 3/116-117; Muhtar-ül Ehadîs sh: 49; Kenz-ul Ummal 3/586; Es-Siyer-ül Kebir - İmam-ı Muhammed 4/1514)böyle bir hadis var. Peki, bu hadisi nasıl yorumlayacağız? Bazen mutlak mananın içinde bir fert bulunur. Bir fert bir mekanda, bir zamanda öyle bir hususiyet ortaya çıkar ki, o zaman bir gıybet katilden daha fazla zarar getirebilir. Ama o her gıybet mi, hayır. Türkiye'de bir bardak suyu her yerde bulabilirsin, hatta ekonomik bir değeri de yok. Hangi kapıyı çalsan, su ver dersen oradaki insan verir mi, verir. Bakın su bedava. Ama bir mekanda, bir zamanda öyle bir kıymet kazanır ki, dünyayı versen, bir bardak su alamazsın, Her mekanda her yerde her zamanda değil. Şimdi bunu umum ve mutlak alıp her gıybet böyledir dersek, katl manasını tahfif eder, dengeyi mizanı bozarsın. Çölde susuz kalmış bir bardak suya ihtiyacı olan kişi için bir bardak su dünya kadar kıymetli olur sair zaman belki o kadar değil ama öyle bir zaman ve mekân ki o bir bardak su, bir saltanat kadar kıymet kazanır. Şeyh Sadi Şirazi "Gülistan" isimli eserinde; develerinde altın, gümüş, yakut yüklü olan bir tacir çölde susuzluktan ölmüş ve kum üzerine "Bir bardak suya bütün varlığımı verirdim" diye yazmış diyor.

Bazı kitaplarda anlatılıyor; bir kadının çocuğu olmuyormuş. Kadın bir sihirbaza gitmiş, "benim evladım olmuyor" Adam demiş ki; "yatarken kocanın saçından biraz kesersin, ondan sonra da ben sihir yaparım, senin çocuğun olur." Sihirbaz sonra gitmiş, kadının kocasının yanına. "Bak" demiş, "senin haberin olsun, gece hanımın bıçakla seni boğazlayacak" Akşam oluyor, kadın sihir için eşinin saçından makasla bir parça almak için hareket ediyor. Eşi de uyuma numarası yapıyor. Kadın makasla geliyor, tam yaklaşınca adam fırlıyor; "demek ki sen beni öldüreceksin" diyor, kadını öldürüyor. Sihirbaz ise kadının akrabalarına gidiyor; "haberiniz var mı, haberiniz var mı filan adam sizin kardeşinizi öldürdü" diyor, iki aşireti birbirine vurduruyor. Bir yalan yüzünde onlarca kişi telef oluyor. İşte böyle bir gıybet, bir yalan aileleri, cemiyetleri, saltanatları yıkabilir. Ama her gıybet değil. Bunu umum ve mutlak aldığımız zaman, o zaman hakikat incinir ve denge bozulur.

Ayakta abdesti bozmak, hadiste efendimiz (aleyhissalatu vesselam) buyuruyor ki; "ayakta bevl etmek kabir azabına sebebiyet verir." İslamiyet'teki ki taharete dikkat etmek, abdest alırken teyakkuzda olma noktasından bir ikazdır. Ayakta bevl etmeyi getirip zina gibi göstermek hakikati incitiyor. O zaman bu zina gayet basitmiş gibi bir düşünceye sebebiyet veriyor. Bu gibi şeyler mizan-ı şeriatın ölçüsünü bozuyor. 

"Bir dirhem sadaka, hacca mukabil gelir" tarzındaki bir ifade de haccı tahfif(hafife alma) manasına gelir. Ama öyle bir zaman olur ki, bazen bir dirhem sadaka rahmeti ilahiyenin celbine vasıta olur. Bazen öyle bir mekân, öyle bir zaman olur ki, bir dirhem sadaka o müminin cehennemden kurtulmasına vesile olabilir. Bunları, ahkama medar meseleleri ifrat ve tefrite sokmadan, mübalağa ile değil, mizan-ı şeriatın ölçüsü içerisinde ifade etmek gerektir. Burada ulemaya, hakikatı tebliğ edenlere çok ehemmiyetli bir görev düşmüş oluyor; vasf ettiğin şeyi olduğu gibi vasfet, ifrat ve tefrit cehennemine düşme. 

*"Bu sırra binaen: Vaiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır. Evet, müvazenesiz vaizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebeb olmuşlardır(Muhakemat, s. 32) Burada ölçü şöyle; Münazarat'ta var ya, vaizler daha açıkçası bugünkü manada İslamiyet'i tebliğ eden insanlarda olması lazım olan mümeyyiz vasıfları, ölçüleri koyuyor. Hepimizin bir tebliğ dairesi vardır. Bir insan babadır, amcadır, öğretmendir, yeğendir, kardeştir. Bu vasıflar itibariyle pek çok kişilerle alakadarlığı vardır. Hikmetle ve muhakeme ile konuşmak gerekir. Zira mübalağada hikmet zayi oluyor, hakikat inciniyor. Vaizde ism-i hakime medar muhakeme olmalı ki, mizan-ı şeriatın ölçüsüne muvafık ve mutabık konuşabilsin.

*Meselâ: İnşikak-ı Kamer olan mu'cize-i mütevatire-i bahireyi, meyl-ül mücazefe ile, arza nüzul ile peygamberin cebine girip çıkmış olan ilâve, o güneş-misal mu'cizeyi Süha yıldızı gibi mahfî ve kamer-misal olan bürhan-ı nübüvveti münhasif ettiği gibi münkirlerinin bahanelerine kapılar açtı.(Muhakemat, s. 32) Peygamberimizin(aleyhissalatu vesselam) mucizesi, ayın ikiye bölünmesi Kur'an-ı Kerim'de ayeti kerimede geçiyor. (bkz. Kamer Suresi; 54/1)

Müşriklerin hiçbiri kamer olayına itiraz edemedi, "böyle bir şey olmadı, böyle bir şey yaşamadık" diyemediler. "Niye Kur'an-ı Kerim de böyle bir ayet var" demediler. Ne dediler peki, tevil ettiler "Muhammed'in(sallallahu aleyhi ve sellem) sihri semaya çıktı" dediler. Kuran ifade ediyor, Efendimiz(aleyhissalatu vesselam) bu mucizeyi göstermiş. Tamam, bunu anlatacaksın. İnanır ya da inanmaz, kabul eder, etmez o muhatabın problemi. Ama bunu meyli mübalağa ile "peygamberimiz bunu ikiye böldü, sonra avucuna aldı, koydu, cebine getirdi" deyip güya peygamberimizin mucizesini mükemmel göstermeye çalışırsan hem efendimize iftira etmiş, hem de dine hurafe katmış olursun. Böyle uydurma sözler hakikatı incitir. Bazı dine lakayt insanlar da senin uydurma sözlerine bakıp "bu din hurafe, koskoca ay avuca girer mi, cebe sığar mı, diyerek onu gerekçe göstererek senin mübalağandan dolayı dinin kutsiyetine ve peygamberimizin aleyhissalatu vesselam mucizesine itiraz ediyor. Buna da sen sebebiyet veriyorsun.

*"Hâsıl-ı kelâm: Her muhibb-i dine ve âşık-ı hakikata lâzımdır: Her şeyin kıymetine kanaat etmek ve mücazefe ve tecavüz etmemektir. Zira mücazefe kudrete iftiradır ve "Daire-i imkânda daha ahsen yoktur" olan sözü, İmam-ı Gazalî'ye dediren hilkatteki kemal ve hüsne adem-i kanaattır ve istihfaf demektir.(Muhakemat, s.32 ) Fıtrata bakın, analiz edin. Allah'ın yarattığı her şey en bedi, en güzel, en makuldür. Yani Cenabı Hak bir şeyi hangi mana için yaratmış ise ona verdiği aza ve cihazat, donatım tam ona mutabıktır, ne eksik ne fazladır. Mesela bir malzeme alıyorsunuz, kutuyu açıyorsunuz, buzdolabı vs hemen servis geliyor, her şey hazır, kuruyor çalışıyor. Nasıl gelmiş, fabrikadan paketlenmiş ve hazır gelmiş, şu anda teknoloji inkişaf ettiği nispette tanzim ve tatbik çok kolay oluyor. İlim ve teknoloji kemale giderken israf yok maslahata mutabık. Bu adam malzemeyi getirdiği zaman fazla bir parça da yok, eksik de yok. Hemen montajlama yapılıyor. 

Kâinatta yaratılan masnuata dikkat ve ibretle bakın! Allah ne yaratmış ise en bedidir, en güzeldir en mükemmeldir. Cenab-ı Hak hangi eşyaya, hangi mahlûkata hangi mana yüklemiş ise, o manayı mutabık şekilde istidat vermiş, donatım vermiş, kabiliyet vermiş, öyle yaratmış. Onun için İmam-ı Gazali hazretleri diyor; "daire-i imkânda daha bedii yoktur." Allah ne yarattıysa mükemmeldir. Dolayısıyla Allah insanı ahsen-i takvim de yaratmış. İnsan en güzel bir mahlûk. İnsanı tasvir ederken olduğundan fazla abartmanın manası yok. En güzel, en mükemmel, en bedii istidat ve kabiliyet insanda var. Olduğu gibi anlat; saçı başı böyle şöyle deyip abarttığın zaman, hilkatteki tenasübe muhalefet etmiş oluyorsun ve istihfaf oluyor. Allah'ın kader takdirini, Cenab-ı Hakk'ın mukadderat ölçülerini hafife almak gibi oluyor. Bu neye benzer? Mimar Sinan Süleymaniye camisini yaptı. Sen de çıkmış diyorsun; "Ya bu caminin niye şurası burası eksik" Oysa camide noksanlık yok. Noksanlık senin kafanda. Sen Mimar Sinan'ın yaptığı eserin üzerine fırça mı atacaksın, taş mı dikeceksin, çivi mi çakacaksın? Dünyanın en maharetli mimarının yaptığı eser..

 Evet, Mimar Sinan'ın eseri güzel.. Doğru… Ya hakîm-ı Zülcemal olan Allah-u Azimüşan'ın eserleri Nasıl? İşte insan! Cenab-ı Hakk'ın ahsen-i takvimde yarattığı en mükemmel, en latif, en güzel, en cami ve en hakikattar bir eser… Dolayısıyla insanın güzelliğindeki bu tenasübü görmeyip hafife almak ve tahrif etmek, sanat-ı ilahiyeye iftiradır. Hilkatteki tenasüb ve letaife, muadelet ve hikmete münafidir. Bu hakikatlerin ötesinde mübalağa ile şişirmek hakikati köreltmek demektir. 

*"Ey muhatab efendi! Bazan bürhanın hizmetini temsil de görüyor. Öyleyse bak nasıl elmas, altun, gümüş, rasas, hadîd ilh... herbirinin birer kıymet ve hâsiyet-i mahsusası vardır ve mütehaliftir. Öyle de: Dinin makasıdı, kıymet ve edillece mütefavittir. Birinin yeri hayal olsa, ötekinin vicdandır. Beriki, sırrın sırrındadır. Evet, ticarette bir fels veya on para yerinde bir elmas veya bir altunu verse, nasıl sefahetine hüküm ve tasarruftan haczolunur. Aks-i kaziyye ile olsa, pek yerinde yuha işitecek. Ve tüccar olmaya bedel, hayyal bir maskara olduğu gibi. Kezalik hakaik-i diniyeyi temyiz etmeyen ve herbirisine müstehak olduğu hak ve itibarı vermeyen ve her hükümde şeriatın sikkesini tanımayan, hattâ o fabrika-i muazzamadaki eczalar, herbiri mihveri üzerinde hareketine sekte veren gayr-ı mümeyyizler, herbiri bir acemî adama benzer ki; gayet muntazam ve cesîm bir makina içinde küçük ve latif bir çarkı görüyor ki, hareket ve vaziyette büyük çarklara nazar-ı sathîsince münasib görünmediğinden, makine fenninde behresizliğiyle beraber, gurur-u nefs nazar-ı sathîsini iğfal ile aldatarak, ıslah niyetiyle vaz'-ı muntazamadan tağyire teşebbüs edip bilmediği halde fabrikayı herc ü merc eder, başını yer...(Muhakemat, s.33)

Bir kuyumcu dükkânına gittin mi, altın var, yakut var, muhtelif taşlar var. Hepsinin kendi kadri kıymeti ayrı ayrıdır. Hatta kullanım sahası da ayrıdır. Özellikle kadr ve kıymeti itibariyle onları yukarıdan aşağı doğru tasnif edebilirsiniz. Din ve şeriatla ilgili meseleler de öyledir. Bazı meseleler vardır ki, altın gibidir, olmazsa olmazdır; itikat ile ilgili hakikatler bunlardır. Onlardan vazgeçilmez, onların hıfz ve muhafazası lazımdır. Ama İslamiyet'le ilgili bazı meseleler vardır ki, onun teferruatını bilmemek insana ne bir noksanlık getirir, bilmemekten dolayı da ahirette bir mesuliyet olmaz. Misal; "Cennetteki yemekleri nasıl yiyeceğiz?" Ne kadar tahayyül ve tasavvur etsen cennet yemeklerini burada anlayamazsın. Bununla ilgili hadislerde bir bilgi bulmuşsan onun çerçevesinde bak. Cenab-ı Hak bunu sana ahirette sormayacak. Ama insan itikattan sorgulanacak, ibadetten sorgulanacak, büyük günahlardan sorgulanacak. Ama bilmesi, anlaması çok elzem olmayan bazı hususiyetler var ki, onu sadece malumat olarak bilse kâfidir. 

Elhasıl: Şeriatın her bir hükmünde Şâri'in bir sikke-i itibarı vardır. O sikkeyi okumak lâzımdır. Sikkenin kıymetinden başka o hüküm her şeyden müstağnidir. (Muhakemat, s. 33) Demek burada işin önemine göre hayatımızı tanzim etme noktasında bir ölçü ortaya çıkıyor buna fıkıhta "ef'ali mükellefin" deniyor. Şu farzdır bitti, şu vaciptir, şu sünnettir, şu mekruhtur şu da haramdır. Yüz tane, bin tane nafile bir farza mukabil gelemez. Her şeyin üzerindeki itibar sikkesini iyice anlamak lazımdır. Ramazan geliyor, bir adam dese; "Ramazan'da oruç tutmayacağım, on bir ay oruç tutacağım" On bir ay değil, yüz on bir ay oruç tutsan, bu Ramazana mukabil gelmez, farzın terki ahirette azaptır. 

Sikke-i itibar noktasında Müslümanın meslek ve meşrebini de tanzim etmesi gerekir. Burada çok önemli bir ölçü var. Öncelik farzlar, sonra vacip, sonra sünnet, sonra nafileler geliyor. Bazen bazı kimseler nafileleri öne çıkarıyor, farzları geri bıraktırıyor. Şimdi üç ayları tutmak nafile. Ama tebliğ farz, ilim tahsili, hakikat-ı Kur'an iyeyi tahsil manası, nafile ibadetten çok daha kıymetli. Bu cihette farz ibadetler üzerine meşrebini inşa etmek gerektir.

Müslüman hayat güzergâhı üzerinde zaman tanziminde fedakârlık, hamiyet, tebliğ, hizmetle ilgili meselelerin tanziminde, önce farzları öne almak, farzlarda derinleşmek, farzlara çok önem vermek gerek.

Bazı ibadetler var ki farzdır, bazıları vacip, bazıları sünnettir. Şu da haramdır, bu ölçüleri ve muvazeneyi çok iyi bilmek lazım. Allah indinde en kıymetli ibadet farz ibadettir. Allah'ın marziyatına giden ilk yol farzların icra ve ifasıdır. Sonra nafile ibadetler gelir. Gece bin rekat teheccüd namazı kıl, ama sabah namazını kılma. Sen kazandın mı, kaybettin mi? Sen kaybettin! Zekat farzdır, bazı ulema demişler ki; "verdiğin bağışları hep zekat niyetiyle ver." Niye, "tam nisabı hesap edememiş veya yapamamışsan, servetin kârını tam hesap etmemiş isen, mesela senede senin zekatın 100.000 TL onun altına düştün mü, ahirette hesap var. Ama 200 TL hayır hasenat yapmışsın, o hayır hasenat o ayrı o nafile kısmı. Bazı ulema "verdiğini zekat olarak ver zekat nisaba gelip doldurmuşsan, ondan sonrası nafile oluyor, ama seni de mükellefiyetten kurtarmış oluyor" diyorlar. 

"Hem de lafz-perdazane ve mübalağa-cûyane ve ifratperveranelerin tezyin ve tasarruflarından bin derece müstağnidir. Dikkat olunsun ki, böyle mücazifler nasihat ettikleri vakitte nazar-ı hakikatte ne derece çirkin oluyorlar. Ezcümle: Bunlardan birisi bir mecma'-ı azîmde müskirattan tenfir yolunda zecr-i şer'î ile kanaat etmeden öyle birşey demiş ki, yazmasından ben hicab ettim. Yazdıktan sonra çizdim. Ey herif!. Bu sözlerinle şeriata adavet ediyorsun. Faraza sadîk olsan, sadîk-ı ahmak olursun. Adüvv-üd dinden daha muzırsın.(Muhakemat, s. 34 )

Ey herif bu sözlerinle Şeriattaki dengeyi bozuyorsun. Sadık ahmak din düşmanından daha ziyade dine daha zarar verir kudsiyetini bozar hakikate ilişir. İslami ölçüyü tebdil ve tagyir eder. Kendi kafasında güya iyilik yapayım derken hak ve hakikati tezyif ve tahkir eder, din düşmanından daha ziyade zarar verir. Muhakemat'ın başında üstadın bir cümlesi var; Üstad, Muhakemat'ı yazmış. Bu Muhakemat'ı te'lif etmesinin sebebini bu paragrafta izah etmiş. Kısaca;

1-İslam'da sırat-ı müstakimi göstermek, 

2-Din düşmanlarının İslam hakkındaki şek ve şüphelerine cevap vermek, şüphelerini reddedip yaptıklarını yüzlerine çarpmak. 

3-Ehl-i ifrat, güya sadık ahmak, şeriata iktifa etmeyip mübalağa ile yalanlarla işi abartarak çizgiyi taşırmış mizan-ı şeriatın ölçüleri bozanları da tard etmek, onların dine sokmak istediği mübalâğadan İslamiyet'in münezzeh olduğunu ifade etmek.

4-Asıl rehberi hakikat, İslam âleminin istikbaline yol açan sıratı müstakimde çalışan muhakkikin-i İslam ve âkil sıddıklara yardım etmek. 

Yani buradan ne çıkıyor bize akıllı adam lazım! Meczuplarla, hayallerle, rüyalarla, mübalağalarla ve yalanlarla din tahkim olmaz. Bunlar dinin muhafazasını, kutsiyetini kırar İslamiyet'in izzetini paralar ve parçalar. Hâl-i alem bunu apaçık ortaya koyuyor; "ben rüyada böyle gördüm, şöyle gördüm" Şeriat rüyaya göre tahkim ve tanzim edilmez. Şeriatta rüya delil değildir. Rüya üzerine fetva bina edilmez. Onun için İslam fıkhı rüyayı şer'i delil kabul etmemiş. Adam sıkıyor; yalanın biri bin para, "ben Peygamberimizi(aleyhissalatu vesselam) her zaman, her hafta görüyorum!" Protokoldeki yerine bak, şöyle böyle vs. 

Selef-i Salihin demişlerdir ki; "bir insanı havada uçar görseniz, o eğer o sünneti seniyeye ve esasat-ı İslamiyeye muhalif ise, mutabık değilse, küreği al vur kanadına, yere düşür." Filan zat uçuyor, havada tayeran ediyormuş, uçmaysa kuşlar da uçuyor, kargalar da uçuyor, ördekler de uçuyor, biz mizan-ı şeriat ararız. Ahkâmı yaşamazsa bile ahkâmı hak bilmek üzerine haktır. Bin senedir ehl-i sünnet ve'l cemaat bu esas üzerine yaşamışlardır. Keşfiyat ya nuranidir ya zulmanidir. Bazen zulmani olur, şeytan tuzağına düşürür.

Şah-ı Geylani hazretleri buyururlar ki: "Bir gün muhteşem bir ışık göründü, onunla gökyüzü doldu. Arasından bir şekil belirdi de bana hitaben dedi ki: Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim. Ben sana bütün haramları helâl yaptım." Ben de ona, "defol melun, dedim. Böyle der demez o ışık karanlığa dönüştü. O şekil duman haline geldi ve bir ses: "Ey Abdülkâdir, Allah seni derin bilginden ve geniş fıkıh malumatından dolayı kurtardı. Yoksa ben bu yolla yetmiş tasavvuf erbabını yoldan çıkardım, dedi. Ben de; "bu Rabbimin bana bir lütfudur" dedim." Birisi: Efendimiz, onun şeytan olduğunu nasıl anladınız? deyince, "Ben haramları sana helâl kıldım demesinden anladım." Buyurdu..(Tabakât el-Kübrâ, Şa'rânî, c.1, s.120 ve Tabakât-i Hanâbile, İbn Receb)

Şu söz de onun buyruklarındandır:

"Eğer Allah'ın sınırlarından (şeriatın hükümlerinden) bir çizgiyi çiğnersen bil ki fitneye düştün ve şeytan seninle oyun oynuyor demektir. Derhal şeriatın emrine dön, ona sıkı sarıl, nefsin isteklerine karşı koy. Çünkü şeriatın içermediği her hakikat bâtıldır, geçersizdir." (Tabakât el-Kübrâ, Şa'rânî, c.1, s.120 ve Tabakât-i Hanâbile, İbn Receb)

HATİME

*"Ey hariçten ve uzaktan İslamiyet'i tenkid etmeye çalışan insafsızlar!...Aldanmayın, muhakeme edin; nazar-ı sathi ile iktifa etmeyiniz… Muhakemat ( 34 )

İnsanları yanlışa sevk eden, hakikatten uzaklaştıran bir sebeb de, tetkik edilmesi ve dikkatle araştırılması gereken meselelere karşı lakayt kalmak ve uzaktan uzağa bakmaktır. Çünkü hariçten nazar edenler, işin hakikatini asla öğrenemezler; kışırda, kabukta dolaşıp dururlar. Hele de İslam gibi en son, en mükemmel, en ulvi ve semavi bir din-i mukaddese karşı lakayt kalmak, insana asla yakışmaz.

Bir kişi, İslam'la tanışmak, İslam dinini cidden öğrenmek istiyorsa, İslamiyet'in getirdiği hakikatleri mantık ve muhakeme, insaf ve hakşinaslıkla muhakeme etmeli; asla sath-i nazar ile bakmamalıdır. Çünkü sathi nazar zulümattır. Hakikati perdeler.

*"Zira, şu sizin bahanelerinize sebeb olan olanlar, lisan-ı şeriatte ulema-i sû' ile müsammadırlar. Onların muvazenesizlik, zahirperestliklerinden neş'et eden hicabın maverasına bakınız. Göreceksiniz ki; herbir hakikat-ı İslamiye, necm-i münir gibi bürhan-ı neyyirdir. Nakş-ı Ezel ve Ebed, üzerinde görünüyor. Evet, Kelam-ı Ezeliden gelen, ebede gidecektir." (Muhakemat, s.34)

"Aldanan ve aldatan, nefsin ihaneti içinde bataklığa sapan, amelsiz ve istikametsiz, muvazenesiz, zahirperest "ulema-i sû" denilen içi boş, ruhu karanlık kimselerin yanlış, yalan ve çaptırıcı beyanlarıyla oturup kalkanlar, hiç şübhesiz yarasalar gibi, karanlıklarda kalırlar. Hakikat güneşini asla göremezler. Ancak, bu perdeleri aşanlar, bu karanlık hicapları marifet gözlüğüyle yırtanlar her bir hakikat-ı İslamiyenin parlayan yıldızlar misali nasıl bir nurlu bürhan olduğunu görecek; ve her bir hakikat-ı islamiyenin üzerinde nakş-ı ezel ve ebedin turra-ı vahdetini, sikke-i tevhidini müşahade edeceklerdir. Çünkü, Kur'an-ı Azimüşşan mucizdir. Ezeliden gelmiş, ebede gidecektir.

"Fakat esefa!..Hubb-u nefis ve tarafdar-ı nefis ve acz ve enaniyetten neş'et eden teberri-i nefs ile kendi kabahatini başkasına atıyor. Şöyle yalnışa muhtemel olan sözünü veya hataya kabil olan fiilini, bir büyük zata veyahut muteber bir kitaba, hatta bazan dine, çok defa hadise en nihayet kadere isnad etmekle, kendini teberri etmek istiyor. Hâşâ, sümme hâşâ… Nurdan zulmet gelmez. Kendi ayinesinde görünen yıldızları setretse de, semadaki yıldızları setredemez. Fakat kendi göremez. (Muhakemat, s. 34)

Bu paragraf, insanları manen kör eden ve yalnışlara sevk eden saikleri çok hakimane ifade ediyor. Bunlar birer ölçü, bir mikyas…

Bakın:

Nefsini seven ve nefsine taraftar olanlar,

yetersiz, nakıs ve kifayetsiz kişiler,

enaniyetten kaynaklanan bir his ile nefislerini temize çıkaranlar…

İşte bunlar: kendi kabahatlarını başkalarına atarlar.

Kabahatlarına birer kılıf uydururlar. Yani daha açıkçası, yalan ve yanlış söz ve fiillerini ya büyük bir zata, ya da muteber bir kitaba isnad ederler. Hatta bazen dine, hadislere, kadere yükleyerek işin içinden sıyrılıp çıkarlar."

*"Ey mu'teriz ağa!.. Ağlamak isteyen çocuk gibi veya intikam isteyen kînadar düşman gibi bahane mahane aramakla, hilaf-ı şeriatle vücuda gelen ahvali ve su-i tefehhümden neş'et eden şübehatı senet tutmak, İslamiyete leke getirmek pek büyük insafsızlıktır. Zira, bir Müslimin herbir sıfatı İslamiyetten neş'et etmek lazım gelmez.(Muhakemat, s. 34)

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

MUHAKEMAT DERSLERİ-17

MUHAKEMAT DERSLERİ-17

“Nasıl ki zaman-ı saadette ve selef-i sâlihîn zamanlarında hükümferma hak ve bürhan ve ak

MUHAKEMAT DERSLERİ-16

MUHAKEMAT DERSLERİ-16

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, 8. Mukaddime(devam) İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Hem de istibdad

MUHAKEMAT DERSLERİ-15

MUHAKEMAT DERSLERİ-15

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, 8. Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Bu Mukaddimenin çok h

MUHAKEMAT DERSLERİ-14

MUHAKEMAT DERSLERİ-14

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Yedinci Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Bu mukaddimede d

MUHAKEMAT DERSLERİ-13

MUHAKEMAT DERSLERİ-13

Ders: Muhakemat, 6. Mukaddime, İşaret’ten devam İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *“Bu mukaddeme

MUHAKEMAT DERSLERİ-12

MUHAKEMAT DERSLERİ-12

Ders: Muhakemat Birinci Makale, Altıncı Mukaddeme İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *“Tefsirde mez

MUHAKEMAT DERSLERİ-11

MUHAKEMAT DERSLERİ-11

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Beşinci Mukaddeme İzah: Prof. Dr. Şener Dilek “Mecaz, ilmi

MUHAKEMAT DERSLERİ-10

MUHAKEMAT DERSLERİ-10

Ders: Muhakemat Dersleri (10.Ders), Birinci Makale, Dördüncü Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener D

MUHAKEMAT DERSLERİ-9

MUHAKEMAT DERSLERİ-9

Ders: Muhakemat Dersleri (9.Ders), Birinci Makale, Üçüncü Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dil

MUHAKEMAT DERSLERİ-8

MUHAKEMAT DERSLERİ-8

Ders: Muhakemat Dersleri (8.Ders), Birinci Makale, İkinci Mukaddime’nin devamı İzah: Prof. Dr.

MUHAKEMAT DERSLERİ-7

MUHAKEMAT DERSLERİ-7

Ders: Muhakemat Dersleri (7.Ders), Birinci Makale, İkinci Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek

İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir.

Yasin, 77

GÜNÜN HADİSİ

"Kişi, dostunun dini üzeredir. Bu nedenle, kiminle dost olacağına dikkat etsin!"

Ebû Hureyre radıyallahu anh. Ebû Dâvud.

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii Tekrar İbadete Açıldı(15 Nisan 1772) *Şeyhülislam İbn-i Kemal'in Vefatı(16 Nisan 1534) *Einstein'in Ölümü(18 Nisan 1955) *93 Harbi Başladı(19 Nisan 1877) *Miladi Takvime Göre Efendimiz'in(s.a.v) Doğumu(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI