Cevaplar.Org

KADER RİSALESİ ŞERHİ-3

Kaderin Cây-ı İstimali “Evet, manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı isti-mali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye’sin ve hüz-nün ilâcıdır. Yoksa maasi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebeb olsun.” (Sözler, 463-464) ŞERH:


Niyazi Beki(Prof. Dr.)

niyazibeki@gmail.com

2020-12-22 10:00:55

Kaderin Cây-ı İstimali

"Evet, manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı isti-mali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye'sin ve hüz-nün ilâcıdır. Yoksa maasi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebeb olsun." (Sözler, 463-464)

ŞERH:

Kadere iman, insanın elini kolunu bağlayan bir zincir olmadığı gibi, cüz'î iradeye iman da insanın dilediği her-şeyi yapabilme gücüne sahip olduğunu göstermez. Bilakis, kadere yapışmak avam/halk tabakası için bir ruhsattır. Bu ruhsat da, günah işlemek için bir bahane hazırlamaya, ge-lecekte olacak olayları kadere bağlamak suretiyle tembellik döşeğinde yan gelip yatmaya, kendisinin eli-kolu bağlı -sorumsuz- bir pozisyonda olduğunu tasavvur etmeye yönelik bir yaklaşıma izin vermez. Aksine bu ruhsat, avamın yaralarına merhem olması için yalnız geçmişte/daha önce olmuş hüzünlü olayları ve hâl-i hazırdaki üzüntülü musibetleri kapsamaktadır.

Bilindiği üzere, İslâm hukukunda azimet ve ruhsatların yeri önemlidir. İnsanlar, ruhani ve cismani güçleri nispetin-de azimeti veya ruhsatı kullanabilirler. İmam-ı Şa'rani, dört mezhebin görüşlerini karşılaştırdığı "el-Mizanu'l-Kübra" adlı eserinde, şu mütalaada bulunmuştur: "Bu dört mezhebin hepsi, suyunu İslâm şeriatının havuzundan alıyorlar. İnsanlara rahmet olan İslâm dininin hükümleri prensip olarak iki kısma ayrılır: Azimetler ve ruhsatlar. İlahi hikmetin münasip görmesiyle tahakkuk eden bu mezheplerin istinbatları (Hüküm ve anlam çıkarmaları), içtihatları, bu iki ölçünün ekseninde cereyan etmektedir. Bazen iki mezhepte azimet çizgisinde bir hüküm verilirken, diğer iki mezhepte ruhsat çizgisi esas alınmıştır. Meselâ: Dört mezhep imamları, nikâh akdinin şahitlerin huzurunda olmasının gerekli olduğu konusunda ittifak etmişler. Fakat şahitlerin keyfiyeti konusunda farklı içtihatlar yapmışlardır. İmam Azam'a göre, nikâh akdinin sahih olması için bir erkek, iki kadının şahitliği yeterlidir. Buna karşılık, İmam Malik, İmam Şafii ve İmam Ahmed'in bir kavline göre, nikâh akdinin sahih olması için iki erkek şarttır. Böylece, Hanefi mezhebi bu konuda ruhsat/hafif tarafı, diğerleri ise, azimet/ağır tarafı tercih etmişler.(1)

İşte Üstad da buradaki içtihadında, zayıf ve güçlü olanları ayrı iki kefeye koymak suretiyle bir hüküm vermekten yana olmuştur. "Evet, manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı istimali var" ifadesinde, ruhsatla amel edebilen (ilim, iman ve salih amel noktasında) zayıf olan kimselerin-bazı durumlarda- kadere yapışmalarının caiz olduğu fetvası yer almıştır. Kaderin avam tarafından kullanılabileceği durumların da belli şartlara bağlı olduğu hususu, "Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye'sin ve hüznün ilâcıdır" sözleriyle ifade edilmiştir. Demek ki, kadere yapış-ma ruhsatı, yalnız ilim ve amel bakımından terakki etmemiş halk kesimi içindir. Bu da geleceğe değil, geçmiş zaman dilimine ait ve musibetlere yönelik durumlarda geçerlidir. Buna göre, ruhani ve cismani tarafı kuvvetli olan kimselerin bu ruhsata değil, azimete bakmaları, mazi ve musibetlerde de işin faturasını kadere kesmemeleri gerekir. Masiyet ve gelecek zamana bakan işlerde hiç kimsenin kaderi mazeret olarak gösterme hakkı yoktur. Üstadın "Yoksa (kaderin câ-yı istimali) maâsi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebeb olsun" şeklindeki ifadesi bu konuda çok açıktır.

Dikkat edilirse, avam için verilen bu ruhsatın kullanım alanında özgür iradenin zaten müdahalesi yoktur. Çünkü insanın özgür iradesi, ne başa gelen musibetlere ne de gelecek zamana nüfuzu söz konusudur. Özgür iradenin devre dışı kaldığı yerlerde teslimiyet ve tevekkül etmek-ten başka çıkış yolu yoktur. Üstad Bediüzzaman'ın –özetle verdiğimiz- aşağıdaki değerlendirmesi, bu konuda oldukça ufuk açıcıdır:

"Mer'ayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musab (hedef) olan bir koyun, lisan-ı hâliyle: 'Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faidemizi düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim' diye kendisi döner, sürü de döner. Ey nefis! Sen o koyundan daha fazla âsi ve dâll/şaşkın değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman, (Şüphesiz biz Allah'ın sanatı olup O'ndan geldik ve yine şüphesiz ki biz en son mutlaka O'na döneceğiz) söyle ve Merci-i Hakikî'ye (her konuda müracaat edilen yegâne merci olan Rabbine) dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden daha ziyade düşünür." (Mesnevi-i Nuriye, 120)

Bunun anlamı şudur:

Kadere iman eden Mukaddire (kaderi takdir edene) güvenle bakar. Sonsuz rahmet ve hikmetle takdirde bulunan Allah'ın kaderine itiraz parmağını uzatmak son derece yanlıştır! Rabbanî kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar. Rahmanî merhameti itham eden rahmetten mahrum kalır.

Kadere itiraz etmek, rahmete şüphe ile bakmak dinî/ manevi bir musibettir. Böyle durumlarda bütün zerrelerimizle feryat edip Allah'ın dergâhına iltica etmeliyiz. Zira Kur'an'da tavsif edildiği şeklin dışında bir tarzda Allah'ı tasavvur etmek, İslam akidesinin dışına çıkmak anlamına gelir. Kur'an'da kendisini "çok bağışlayan, çok affeden, kullarına çok yumuşak davranan, çok âdil, çok kerim/cömert, mazeretleri ve özürleri çokça kabul eden, Rahman ve Rahîm olarak" takdim eden Rabbimizin bizim hakkımızda verdiği kaderî kararlarını, kazaî muamelesini, bu sıfatlara aykırı bir tarzda değerlendirmek, Allah'a ve Kur'an'a olan hakiki imanla bağdaşmaz.

Bu konuda şuursuz hayvanlardan daha aşağı düşmemek gerekir. Bir koyun sürüsü, çobandan gelen bir taşın lüzumsuz olmadığı, bir oyun ve eğlence olsun diye atılmadığı, bilakis, başkasına ait bir tarlaya, bir mer'aya dâhil olmak gibi, tehlikeli bir oluşuma karşı bir uyarı olduğunu hisseder ve geri döner. Çobanlarının kendilerinden daha fazla kendilerini koruduğuna, başlarına bir sıkıntının gelmemesi için merhametlice bir uyarıda bulunduğuna, bu sebeple biraz incitse de bu taşın atılmasından ötürü şikâyet değil, teşekkür etmelerinin gereğine inanırlar. Çoban taşının isabet etmesinden sonra derhal mer'aya giden yolu değiştirip geri dönmeleri bu teşekkür ve memnuniyetin fiili bir tezahürüdür. Koyundan daha şaşkın, daha akılsız olmayan insanın kader tarafından kendisine atılan bela ve musibet taşlarının şefkatli bir uyarı olduğuna inanması, kazaya rıza göstermesi, Rabbine itimat etmesi, kulluğun olmazsa olmaz şartıdır.

Unutmamak gerekir ki, Allah'ın uyarıları, sıkıştırmaları, darlığa sokmaları, kullarını sonsuz merhametinin kucağına atılmasını sağlamaya yöneliktir. Zira bu uyarılar, insana kulluğun mayası olan âcizliği ve Allah'tan korkup yine onun merhametine sığınmayı öğretir. Üstadın ifadesiyle: "Ârif-i billah (Marifetullahta terakki edip Allah'ı yakından tanıyan kimse), aczden, mehafetullahtan telezzüz eder. Evet, havfta (Allah korkusunda) lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sual edilse: "En leziz ve en tatlı haletin nedir?" Belki diyecek: "Aczimi, za'fımı anlayıp, vâlidemin tatlı tokatından korkarak yine vâlidemin şefkatli sinesine sığındığım halettir." Hâlbuki bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem'a-i tecelli-i rahmettir. Onun içindir ki: Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah'a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçi yapmışlar" (Sözler, s. 32)

"Maddî hastalıklar da çok ağır geldiği veya ubudiyete/ kulluk görevlerinin yerine getirilmesine mani' olduğu zaman, Rabbimize iltica edebiliriz. Fakat mu'terizane/kade-re itiraz eder veya müştekiyane/kaderden şikâyet eder bir surette değil, belki mütezellilane (zillet içinde, saygılı bir duruşla) ve istimdadkârane (yardım talebinde bulunan bir âciz tavrıyla) iltica edilmeli. Madem onun rububiyetine razıyız, ububiyeti noktasında (kulluk şuurunu pekiştirme adına) verdiği şeye rıza lâzım. Kaza ve kaderine itirazı işmam eder (itiraz kokan) bir tarzda "Ah! Of!" edip şekva etmek; bir nevi kaderi tenkiddir, rahîmiyetini ittihamdır. Kaderi tenkid eden, başını örse vurur kırar. Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır. Kırılmış el ile intikam almak için o eli istimal etmek, nasıl kırılmasını tezyid ediyor/ arttırıyor. Öyle de: Musibete giriftar olan adam, itirazkâra-ne şekva ve merakla (Niye böyle oldu, diye hüzünlü bir merakla) onu karşılamak, musibeti ikileştiriyor. (Lem'alar, s. 12)

Demek mümin kimseye düşen, Allah'ın adaletine, rahmetine ve hikmetine güvenmektir. Sabır ile nefes almak, tevekkül ile teneffüs etmektir.

-devam edecek-

 

 

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

O halde sabret. Sonunda kazanacak olanlar, elbette Allah'tan korkup sakınanlardır.

Hûd, 49

GÜNÜN HADİSİ

"Her şeyin bir alameti vardır. İmanın alameti de namazdır."

Münavi

TARİHTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI