Cevaplar.Org

KIZIL İCAZ NOTLARI-2-devam

Ders: Kızıl İcaz-2(kalan yerden devam) İzah: Ali Haydar Çetintürk Hocaefendi *Hazret-i Üstad kendisi İşaratü’l İcaz’da ب’nin müteallıki’nin istiane için olduğunu söyledi.


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2020-12-01 16:54:35

Ders: Kızıl İcaz-2(kalan yerden devam)

İzah: Ali Haydar Çetintürk Hocaefendi

*Hazret-i Üstad kendisi İşaratü'l İcaz'da ب'nin müteallıki'nin istiane için olduğunu söyledi.

Not: Üstadın ibaresi şöyledir; "اللّٰهِ öyle müstakil bir nurdur ki, bu nur hiçbir şeye bağlı değildir. Hattâ bu nurun "câr ve mecrur"u bile hiçbir şeye muhtaç değildir. Ancak ب harfinden müstefad olan اَسْتَعِينُ veya örfen malûm olan اَتَيَمَّنُ veyahut mukadder olan قُلْ ün istilzam ettiği اِقْرَاْ fiillerinden birine mütealliktir(İşarat-ül İ'caz, s. 14) ve yine şöyle diyor; "Ve keza teyemmün, teberrük ve istiane gibi çok vecihleri hâvi; ve tevhid, tenzih, sena, celal ve cemal ve ihsan gibi çok makamları tazammun; ve tevhid ve nübüvvet, haşir ve adalet gibi makasıd-ı erbaaya işaret eden Besmele, zikredilen yerlerin her birisinde bu vecihlerden, bu makamlardan biri itibariyle zikredilmiş ve edilmektedir. Maahaza hangi surede tekerrür varsa, o surenin ruhuyla münasib olan bir vecih bizzât kasdedilmekle, öteki vecihlerin istitradî ve tebaî zikirleri, belâgata münafî değildir.(İşarat-ül İ'caz, s. 31)

Not: 2: Hazret-i Üstad'ın Emirdağı'nda Santral Sabri, Sıddık Süleyman'a Arabî İşarat-ül İ'caz'dan verdiği bir ders var. Tercümesini de bizzat kendisi yapmış. Orada diyor ki; "Harfler ve cüzlerinden evvelâ ( بَا ) nın fenn-i sarfça bir manası istianedir. Bir mana-yı örfîsi teberrük manası olmasından, bu ( بَا ) nın merci-i müteallikı kendi manasından çıkan اَسْتَعِينُ ve اَتَيَمَّنُ fiillerine bağlanıyor. Veyahut Bismillah'taki perdesinde قُلْ (söyle) den çıkan اِقْرَاْ (oku) fiiline bakar. Yani: "Ya Rabbi, ben senin isminin yardımıyla ve onun bereketiyle okuyacağım. Her şey senin kudretinle ve icadınla ve tevfikinle olduğu gibi, yalnız ve yalnız senin isminle başlıyorum." Demek Bismillah'tan sonra اقرأ okumak lafzı, âhirinde mukadder olmasından hem ihlas, hem tevhidi ifade eder.(Emirdağ Lahikası-2, s. 97)

*Orada istiane için dediği için muhtemelen, burada musahebe için olduğunu zikretti. Çünkü koca koca âlimler ب'nin müteallıki'nin istiane için olduğunu söylüyor. Üstad da bunu söylüyor. Neden burada böyle söylüyor? Çünkü dediğimiz gibi "لكل مقام مقال" "her makam için ayrı bir söz vardır." İşaratü'l İ'caz da odur. Ama burada okuduğumuz ilim Mantık ilmi olduğu için, Mantık ilmi Kelam ilmiyle alakadar olduğu için, Üstadın burada ب'nin müteallıki'yla alakalı öyle bir şey söylemesi lazım ki, burada biz bu kelime üzerine kafa yoralım, konuşalım ve itikad meselelerine girmiş olalım.

Şimdi okumaya başlayalım;

الباء للمصاحبة لاللاستعانة

" ب' harf-i cerri musahabe içindir, istiane için değildir." Dediğimiz gibi musahabe; beraberlik, istiane; yardım talep etmek demektir. Burada aslında Hazret-i Üstad ne demiş oluyor? Kul fiilinin hâlıkı değildir demiş oluyor. Ben, Abdülmecid Efendi'nin haşiyesini okumaya başlamadan evvel zann-ı galibim ile "bu böyledir" dedim. Derinlemesine incelediğimde bir şeyler ortaya çıktı, yazdım ama Abdülmecid Efendi'nin haşiyesinde de aynı şeyi görünce, biraz cesaret kendime geldi "tamam" dedim "Abdülmecid Efendi de böyle söylüyorsa, bu iş olacak" gibi kafamda bir ışık çaktı.

Peki, niçin musahebe içindir?

لان الكسب

"Çünkü muhakkak kesb" yani ba'nın müteallıkı olan masdar(bu metinde te'lifi, bunu gibi yapmak, etmek gibi masdarlar vs.), تابع للخلق O kesbi yapana tabidir.

والمصدر فرع للحاصل بالمصدر

"Masdar ise" burada "fer'un" diyor ama burada bu kelime beni çok aşırı yordu. Lugavi olarak içinden çıkmak için uydurdum, uydurdum, kendi kendime bayağı bir şeyler uydurdum. Daha sonra Abdülmecid Efendi'nin Haşiyesinde fer'un yerine شرط şartun'u görünce, rahatladım. Bu fer'un kelimesi baskı hatası olabilir mi? Muhtemel diyorum..

Not: Kızıl İcaz'ı şerh eden kıymetli Niyazi Beki hocamıza 28.11.2020 Cumartesi günü bu fer'un meselesini telefonda sordum. Kendisi de bu fer'un kelimesinde çok takıldığını, daha sonra İhsan Kasım Salihi beyin tahkik ettiği Kızıl İcaz'da "şartun" kelimesini görünce rahatladığını söyledi(Salih Okur)

*Yani mana şöyle oluyor; "Masdar ise masdar ile olan şey için şarttır." Buradaki masdar hangisiydi? "Te'lifi" Peki ondan hâsıl olan şey ne? Te'lifat. Peki, ne demiş oluyoruz bununla? Benim bu telif'imin Allah'ın yaratmasıyla muhaseYAbesi vardır. Yani bu te'lifi yapan benim fakat o te'lifi yaratan Allah'tır Celle Celaluhu. Yani ben yaptığım işin failiyim, kâsibiyim(kazananı) değil mi? Hâlık'ı(yaradanı) değilim. O zaman burada şu mana çıkıyor; "kul fiilinin hâlıkı değildir."

Aynen İşaratü'l İ'caz'da geçtiği gibi-katl ve darb masdarlarında fiilleri yapan kullar olmakla beraber, o fiillerden meydana gelen elem ve ölümü yaratan Allah'tır Celle Celaluhu.

Not: İşaratü'l İcaz'da geçen yer; "Meselâ darb ve katle terettüb eden elem ve ölüm gibi hâsıl-ı bil'masdar ile tabir edilen şey, mahlûk ve sabit olmakla beraber, camiddir. İlm-i sarfta malûmdur ki, camidlerden ism-i fâil gibi sıfatlar yapılamaz. Ancak kesbî, nisbî, itibarî olan mana-yı masdarîden yapılabilir. Öyle ise, ölümün hâlıkı, katil değildir. Öyle ise, Ehl-i İtizal'in hatalarına, hata nazarıyla bakılmalıdır.(İşarat-ül İ'caz, s. 73)

"Biz Ehl-i Sünnet Ve-l Cemaat, Ehl-i İtizal'e karşı diyoruz ki: Abd, kesb denilen masdardan neş'et eden, hâsıl-ı bil'masdar olan esere hâlık değildir. Abdin elinde ancak ve ancak kesb vardır. Zira Allah'tan başka müessir-i hakikî yoktur. Zâten tevhid de öyle ister. (İşarat-ül İ'caz, s. 73)

Üstad aynı meseleye Kader Risalesinde ise şöyle değinir; " Eğer desen: Madem katli halk eden Hak'tır. Niçin bana katil denilir?

Elcevab: Çünki İlm-i Sarf kaidesince ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa bir emr-i sabit olan hâsıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kesbimizdir, katil ünvanını da biz alırız. Hâsıl-ı bilmasdar, Hakk'ın mahlûkudur. Mes'uliyeti işmam eden birşey, hâsıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz.(Sözler, s. 468)

*Yani bu darbı(vurmayı) yapan ben olduğum halde, bundan hâsıl olan elemi yaratan Allahu Azimüşşan'dır ki, Kur'an'da buyurdu;

وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ

"Hâlbuki sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı"(Saffat: 37/96)

Hatta;

وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاءَ اللَّهُ

"Allah dilemedikçe siz hiçbir şeyi isteyemezsiniz." (İnsan Sûresi, 76/30) buyrulur ki, benim anlamakta çok zorlandığım ayetlerden birisidir bu. Ta ki İşarat'ül İ'caz'ı okuyuncaya kadar. İşaratü'l İcaz'ı okuyunca kafamda bir ışık çaktı. O kafamda çakan ışıkla alakalı da buraya bir-iki not aldım. Beraber mütalaasını yapabiliriz.

"Siz dileyemezsiniz" buyuruyor Mevla, "Allah dilemedikçe" Yani sizin dilemenizi de Allah diliyor. Allah Allah.. Bunun izahı çok zor bir şey..

Netice Hz. Üstad, İşaratü'l İcaz'da bu meseleyle alakalı hayati bir noktaya dikkat çekiyor. Zaten kendisi de "hayati bir noktadır" diyor.

Not: Üstadın ifadesi şöyle; "Kesb denilen masdarda, çekirdek ve ukde-i hayatiye meyelandır. Bu düğümün açılmasıyla, mes'eledeki düğüm de açılır.(İşarat-ül İ'caz, s. 73)

*Yine Üstad meyelanın peşi sıra şunu zikrediyor; "Allah'ın fiilleri sebeplerle illetlenmez şeklinde bir ibare geçiyor."

Not: "Cenab-ı Hakk'ın ef'alinde, tercih edici bir garaza, bir illete ihtiyaç yoktur. Ancak tercih edici, Cenab-ı Hakk'ın ihtiyarıdır."(İşarat-ül İ'caz, s. 73) Bu iki şey benim biraz önümü açtı. Bunun dışında anlamakta zorlanıyorum. Halen de anlamış değilim 

وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاءَ اللَّهُ

ayet-i kerimesini… Burada Hazret-i Üstad masdarın kesbinde hayati nokta meyelandır diyor.

Not: Değerli hocamız Prof. Dr. Şadi Eren Beyefendi bu konuda şunları ifade etmiş; "İnsan bir şeye önce meyleder, ardından ona yönelir, teşebbüste bulunur. Kesb insandan, yaratma fiili ise Allah'tandır. Kuran;

وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاءَ اللَّهُ

 "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz" der.(İnsan/Dehr suresi: 76/30) Yani, insanın fiillerinde o sorumlu olması için bir iradesi söz konusudur. Ama bu, o fiili yaratmak manasına gelmez. O fiilleri yaratan Allah'tır. Asansördeki insanı düşünelim. Yükselmek veya aşağıya inmesi için yaptığı şey sadece asansörün düğmesine basmaktır. Yükselmek veya aşağıya inmek bu parmakla basmaya terettüp etmekle beraber, o insan bu fiilinin yaratıcısı değildir. Sözgelimi, cereyan olmadığında istediği kadar düğmeye bassın, bir sonuç elde edemez. İnsanın kesbi ve Allah'ın yaratmasına bu misalden bakılabilir." (Prof. Dr. Şadi Eren, İşaratü'l İcaz Tercüme ve Dipnotlar, s. 130, İzmir, 2013, 4. Baskı)

Not: 2: Merhum Mehmed Kırkıncı Hocaefendi de "Kader Nedir" adlı şaheserinde meyelan ve kesb hususunda şunları yazmaktadır; "Arapça'da şey "mevcut" eşyadır. Her şeyin hariçte vücudu vardır ve haricî vücudu bulunmayana şey denilmez.

Şey tâbirini bir an için hariçte vücudu bulunmayanlar için de kullandığımızda eşyayı üçe ayırabiliriz: Birincisi, hariçte vücudu olan (var olan) şeyler; ikincisi, mâdum olan (varlığı sözkonusu olmayan) şeyler; üçüncüsü ise mevcut ile mâdum arasında bulunan yâni ne hariçte vücudu olan, ne de yokluğuna hükmedilebilen şeylerdir. İşte, bu üçüncü gruba, emr-i itibarî, emr-i izafî veya emr-i nisbî denir. Fakat, emr-i itibarî denince itibar edilen hayalî bir şey anlamamak gerekir. Bunlar için vücud-u nefsü'l-emriyesi bulunan hakâik-ı nefsü'l-emriyedendirler denilmektedir. Alt-üst, sağ-sol, büyük-küçük, uzak-yakın, az-çok hep bu gruba girer. Bunların hariçte vücudu bulunmamakla birlikte, yoklukları da iddia edilemez. Meselâ, bizim sağ ve sol kollarımızı yaratan Cenâb-ı Hak'tır. Kollar mahlûk olmakla birlikte sağ ve sol mahlûk olmayıp birer emr-i itibarîdir. Aynı şekilde bizi ve babamızı yaratan yine o Vâhid-i Ehad'dir. Biz ve babamız birer mahlûk olduğumuz halde, babalık ve oğulluk birer itibarî emirdir, mahlûk değildirler.

İşte arzu, talep, kesb ve meyelan da denilen cüz'î irade bir emr-i itibarîdir. Hariçte vücudu yoktur ve mahlûk değildir. Yâni, insanın hem küllî iradesi, hem de işlediği fiiller mahlûktur; lâkin küllî iradesiyle bir fiili işlemeye yönelmesi ve o fiili taleb etmesi mahlûk değildir. Bu talep fiil de değildir. İlm-i Kelâm ıstılâhında talep (cüz'î irade) için hâl tâbiri kullanılır.

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır da cüz'î iradenin (talebin) mahlûk olmadığını izah ederken, "Talep bir mevcut değil, mevcutlar mabeyninde (arasında) bir nisbetten, bir izafetten ibarettir ve İrade-i külliye denilen kuvve-i iradiye mahlûktur. Fakat irade-i cüz'iye ve taleb ve ihtiyârla kesb dediğimiz karar, gayr-i mahlûktur ve bizim bir nisbetimizdir." buyurmaktadır. (Hak Dini Kur'an Dili, cilt: 1, s, 107)

Aşağıda mastarî mânâlar (okumak, yazmak, gitmek gibi) için yapacağımız açıklamaların bu meseleye biraz daha ışık tutacağı kanaatindeyiz.

Bütün mastarî mânâlar emr-i itibarîdir. Bunların hariçte vücudu yoktur ve mahlûk değillerdir. Mahlûk olan hâsıl-ı bil-mastardır (mastardan çıkan şeydir). Yazı yazmak mastar, yazı ise hâsıl-ı bil-mastardır. Yazı yazmak itibarî bir emirdir, hariçte vücudu yoktur ve mahlûk değildir. Yazı ise hâsıl-ı bil-mastardır ve haricî vücut sahibidir. Biz yazan ünvanını yazıdan değil, yazmaktan alıyoruz. Nitekim, "ilm-i sarf kaidesince ism-i fâil bir emr-i nisbî olan mastardan müştakdır. Yoksa, bir emr-i sabit olan hâsıl-ı bilmastardan inşikak etmez," ifadesi bu hakikati izah etmektedir.

Diğer bir misâl: Su içme fiilinde hem elimiz, hem de su mahlûk olduğu gibi, elimizi hareket ettirerek ağzımıza götürme fiilimiz de mahlûktur. Lâkin içmek mastarı, mahlûk değildir. Zira, hariçte içmek diye bir şey gösterilemez. İşte insanın su içmeyi taleb etmesi ve suyu içmesi hâdisesinde su içmeyi taleb etmek ve su içmek mahlûk olmayıp birer emr-i itibarîdir.

Aynı şekilde arkadaşınıza bir meyve ikram ettiğinizde siz, arkadaşınız ve ona ikram ettiğiniz meyve Cenâb-ı Hakk'ın birer mahlûkusunuz. Lâkin, arkadaşınıza meyve ikram etmeniz mahlûk olmayıp bir emr-i itibarîdir, hariçte vücudu yoktur. Fakat bu ikram inkâr edilemez. İşte, siz mükrim (ikram) eden ünvanını, bu ikramı yapmanızdan kazanırsınız. Yoksa, Mûtezile'nin iddia ettiği gibi, bu ünvanı almanız için meyveyi yaratmanız icab etmez. Meyvenin hâlıkı (yaratıcısı) Cenâb-ı Hak'tır. Siz meyveyi yapmaya değil, onu arkadaşınıza ikram etmeye sahipsiniz. Bu da itibarî bir emir olduğundan, Cenâb-ı Hak'a yaratma cihetiyle ortak olmaktan söz edilemez.

İşte sizin selâhiyetiniz, o meyveyi ikram edip etmemeye meyletmenizdir. İkram etmemeye karar verdiğinizde, söz konusu fiil meydana gelmez. İkrama karar verdiğinizde ise Cenâb-ı Hakk'ın irade ve kudretiyle kolunuzu hareket ettirerek meyveyi arkadaşınıza verirsiniz.

Yukarıdaki misâller gibi, namaz kılmak da mastarî mânâdır ve mahlûk değildir. Namaz kılan bir kimsenin yaptığı hareketlerin tamamı hâsıl-ı bil-mastardır ve Cenâb-ı Hak tarafından yaratılmaktadır. İnsanın iktidarında olan, namaz kılmayı taleb edip etmemektir. Bunlar ise birer emr-i itibarîdir.(Mehmed Kırkıncı, Kader Nedir, s. 96-99, Zafer Yayınları, İst. 1993) 

*Meyelan; kulun meyletmesi..Bu meyelanın da anlaşılması için şunun anlaşılması lazım; "Tereccuh bila müreccih muhaldir. Tercih bila müreccih ise caizdir" demişti. Ne demek bunlar? Tercih kelimesi racceha, yureccahu, tercih şeklinde tef'il babında gelir, lugavi manası olarak tercih manasındadır. Ama tereccuh olduğu zaman da terecceha yetereccehu tereccuhen şeklinde tefaul babından yani binasının tekellüf için olduğu tefaul babından geldiği zaman da manası şuydu; âlânın ednaya tercih edilmesi..

Misal verecek olursak; bir makalenin yazılmış olması yazılmamasına tereccuh edilmiştir. Eğer bir şey bir şeye tereccuh edilmişse burada bir müreccih(tercih eden) lazımdır. Müreccih kimdir? Kâtiptir. Peki o makale nedir, tercih edilen şeydir. Aynı şekilde kâinatın halk edilmiş olması, yaratılmış olması yaratılmamış olmasına tereccuh edilmiştir. O zaman burada bir müreccih lazımdır. O Müreccih ise Allah'tır, celle celaluhu

Not: Bu meselede Üstad, Sözler'de şöyle diyor; " Eğer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. Halbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kesb-i insanî; bazan yapmak ve bazan yapmamak; eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder?

Elcevab: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. {(Haşiye): Tereccuh ayrıdır, tercih ayrıdır, çok fark var.} Yani: Müreccihsiz, sebebsiz rüchaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vaki'dir. İrade bir sıfattır; onun şe'ni, böyle bir işi görmektir.(Sözler, s.468)

Not: 2: Bu meseleyi merhum Mehmed Kırkıncı Hocaefendi şöyle izah etmektedir; "İlm-i kelâmla ilgilenen kimselere faydası olacağı kanaatiyle bu mesele üzerinde kısaca duracağız:

Tercih bilâ müreccih câizdir, ifâdesindeki müreccih kelimesi, "tercih ettiren sebep, vasıf, özellik, kısaca üstün sıfat mânâsında kullanılmıştır."

Meselâ; altından yapılmış bir kalemin gümüş kalemden üstün ciheti, râcih sıfatı yani tercih edilme sebebi varsa da, altından yapılmış aynı marka ve özellikteki diğer bir kalemden hiçbir üstün tarafı yoktur. Eğer tercih bilâ müreccih muhal olsa, bizim bu iki altın kalemden birini tercih edemememiz gerekir. Hâlbuki aynı değer ve özellikteki bu iki kalemden birisini cüz'î irademizle seçebiliyor ve alabiliyoruz. O halde, müreccihsiz tercih câizdir ve daima tatbik edilmektedir.

Yapılmış, meydana gelmiş şeylerde ise, tercih bilâ müreccih muhaldir. Buradaki müreccih kelimesi, tercih edici sebep veya zât, mânâsındadır. Mevcut bir eser, kendisinin var olmasını yoklukta kalmasına tercih eden bir müreccihi gösterir. O müreccih olmaksızın eserin meydana gelmesi muhaldir. İşte ilm-i kelâmdaki tercih bilâ müreccih muhaldir, ifâdesi bu kısım içindir.

Tercih bila müreccih caiz olmakla beraber, tereccüh bila müreccih muhaldir.

Evet, bir şeyin veya şıkkın diğerine tercih edilmesi hâlinde, tercih edilen şeyin veya şıkkın tereccüh ettiğinden, meydana geldiğinden söz edilir. İşte bu tereccüh, müreccihsiz, yâni tercih edici bir sebep veya zât olmaksızın olamaz.

Herhangi bir şey yapıp yapmama hususunda bir karara varmamızdan önce, söz konusu şeyin yapılması ile yapılmaması müsavidir. Yapmayı tercih ettiğimizde, işin yapılması tereccüh etmiş olur. Meselâ, bir cümleyi yazdığımız takdirde cümlenin yazılması yazılmamasına tereccüh etmiştir. İşte bu tereccüh, bir müreccihe yâni tercih yapan bir kâtibe delâlet eder ve onsuz olamaz.

Aynen öyle de, bu kâinatın varlığı gösteriyor ki, onun yaratılması, yoklukta kalmasına tereccüh etmiştir. Bu tereccühün müreccihsiz olması muhaldir. Kâinatın yaratılmasını tercih eden müreccih ise ancak ve ancak Kadîr-i Mürîd olan Allah-u Azîmüşşân'dır(Mehmed Kırkıncı, Kader Nedir, s. 128-129, Zafer Yayınları, İst. 1993) 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbine kullukta hiç bir ortak koşmasın.

Kehf, 110

GÜNÜN HADİSİ

“Âdemoğlu, kurban bayramı gününde kan akıtmaktan daha sevimli bir amelle Allâh’a yaklaşabilmiş değildir.

İ. Mâlik, Muvatta’, Kur’an 24; Tirmizî, Edâhî, 1; İbn-i Mâce, Edâhî, 3)

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Donanmayı Haliç'e İndirdi.(22 Nisan 1453) *T.B.M.M. Açıldı.(23 Nisan 1920) *Yavuz Sultan Selim Padişah Oldu.( 25 Nisan 1512) *Çernobil Nükleer Faciası.(26 Nisan 1986) *Sultan II.Abdülhamid Han Tahttan İndirildi.(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI