Cevaplar.Org

MUHAKEMAT DERSLERİ-10

Ders: Muhakemat Dersleri (10.Ders), Birinci Makale, Dördüncü Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mal eder. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, garib veya kıymetdar bir şeyi asilzade göstermek için, o kıymetdar şeylerin cinsiyle müştehir olan zâta nisbet ve isnad etmektir.(Muhakemat, s. 23)


Serkan Çakır

serkancakir82@hotmail.com

2020-10-22 09:57:41

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Dördüncü Mukaddime

İzah: Prof. Dr. Şener Dilek

*Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mal eder. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, garib veya kıymetdar bir şeyi asilzade göstermek için, o kıymetdar şeylerin cinsiyle müştehir olan zâta nisbet ve isnad etmektir.(Muhakemat, s. 23)

Beşerin seciyelerinden birisi de, bir şey insanın ilk çırpıda bakış ve nazarında garip ise, bir de kıymettar bir niteliği ve özelliği varsa, o insanın fıtratında öyle bir şey var ki kıymettar gördüğü, garip gördüğü şeyleri olduğunun daha fevkında göstermek istiyor; mübalağa ile abartıyor, beğendiği şeyde ifrat ediyor. O zaman ona yükleme yapıyor. O yükleme yaptığı her şey tamamen hayalin, tasavvurun mahsulüdür, hakikatle hiçbir ilgisi ve rabıtası yoktur. Garip ve kıymettar bir şeyin önemini, onun altını çizmek, nazarları ona tahsis etmek için, o sahada kim mütehassıs ise, kimin liyakati ve dirayeti var ise, o güzel şeyi ona nispet ediyor ve onunla bağlantısını kuruyor. Niye bu işe teşebbüs ediyor peki, niye mübalağa ediyor? 

*"Yani sözleri revac bulmak veya tekzib olunmamak."(Muhakemat, s. 23)

Ya sözüne revaç bulmak için veya sözleri tekzib olunmasın diye yani bir nevi otoriteye sığınmak. Bu işi kim söyledi? Ahmed. Fazla ehemmiyeti yok, önemli değil, Başka "Mehmed söyledi" Önemli değil? Ama bak otoriteye sığınmak için diyor ki; "Şah-ı Geylani (k.s) buyuruyor ki:…." "Şah-ı Nakşıbend (k.s) böyle buyurmuş." Bak onlara iftira ediyor. O sözünde tekzib yememek için, bir otoriteyi, o sahada uzman bir kişiyi, liyakatli bir kişiyi vesile ederek kendi sözüne delil ve hüccet yapıyor.

*"ve yahut başka ağraz için, zalimane ve istibdadkârane, bir milletin netaic-i efkârını veya mehasin-i etvarını bir şahısta görüp ondan bilirler."(Muhakemat, s. 23)

Veya başka garazlar ve maksatlar için yapıyor. Filan adam kumandan tamam, kahraman kumandan ama zulüm ve istibdat var. Mesela bir savaş bütün askerin, ehl-i imanın dualarının, bütün ümmetin kalbi külli, vicdan-i umuminin teveccühü ile, duası ile, fiili bir askerin hayatını feda etmesi ile kazanılan bir neticedir. Şimdi bu neticeyi topla getir, bir şahsa ver, hem zulüm olur, hem istibdat olur.

İslam hukukunda bir ölçü vardır; muvaffakiyet Allah'tandır. Muvaffakiyeti Allah (C.C) verir. Nitekim,

وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ 

"attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu)" (Enfal: 8/17) diyor bu ayet-i kerime. Peygamberimiz aleyhisselam Bedir savaşında bir avuç toprağı aldı, düşmanlara attı. Toprak bir mucize olarak müşriklerin her birinin gözüne isabet etti aynı anda. (Taberi, 13/443, İbn-i Abbas'tan(r.a)

Bütün bir milletin hamiyetiyle, aşkıyle, fedakârlığıyle ortaya çıkan bir güzelliği ikram ve ihsan eden Cenab-ı Allah'tır.(celle celaluhu). Ama sünnetullah kanunu itibariyle bakılırsa, o güzellik ve zahir olan o neticede elbette herkesin bir hissesi vardır. Bu hisse, umuma dağıtılır. Böyle yapmayıp bütün hisseleri kapatıp tüm hisseyi bir kişiye vermek hem zulümdür hem istibdattır. Onun için İslam hukukunda savaş kaybedilirse kusur başa verilir, kumandan mesuldür, Ama muvaffakiyet olursa o muzafferiyet bütün orduya tavzif edilir, dağıtılır. Bu cihette bakın! Bir kısım tarihler açık yalan söylüyor, müstebid bir tarih… Bir milletin fikirlerinin neticesini, bütün tavırlarının güzelliğini bir şahısta görmek ve ondan bilmek zulüm ve istibdatır. 

*"Halbuki o adamın şanındandır, o hediye-i müstebidaneyi reddede..(Muhakemat, s. 23) Demek ki o sıfatla tavsif edilen insanın da ne yapması lazım? "Hayır, bu benim değil, Allah'ın keremidir, ihsanıdır, lütfudur, biz vesile olduk, netice Hak'tandır" diye itiraf etmesi lazım gelirken, o insan da zalimane o düşünceye sahip çıkıyor. Bu da, insanları teferrun etmeye(firavunlaşmaya) götürüyor. Öyle bir noktaya geliyor ki; "Ben yaptım, bu işin bânisi benim, sebebi benim, benimle bu zafer kazanıldı, ben bu işi bitirdim" demeye başlıyor, hafazanallah!

*" Zira güzel bir sıfat veya ulvî bir san'atla meşhur olan bir adam, hüsn-ü surînin maverasını görmek şanından olan nazar-ı san'atperveranesine haksız olarak ona isnad olunan emir arz edilip gösterilir ise; "Senin dest-i hattındır" denilir ise; o emir san'atın tenasüb ve müvazenesinden nâşi olan güzelliğini ihlâl ettiği için, reddedip i'raz ve teberri edecektir. "Hâşâ ve kellâ" diyecektir. (Muhakemat, s. 23)

Sen şimdi gel, o mahareti, o güzelliği bütün bir ümmetin, bütün bir insanların, bütün bir milletin tarihi ve şerefini maharetini getirip bir insana endeksle! Oldu mu yani? Hakikat noktasında o insanın o şeyden kaçınması gerektir. "Bu benim değildir, bu bana nispet ediliyor, güzellik varsa o güzellik Allah'ındır, Allah'tan gelir." demelidir.

*"Bu seciyeye bina ile meşhur kaideye -"Birşey sabit olsa, levazımıyla sabit olur."- istinaden insanlar o şahs-ı meşhurda tahayyülâtlarına bir nizam verdirmek için muztardırlar ki; çok kuvvet ve azamet ve zekâ gibi levazım-ı hârikulâdeyi isnad etsinler, tâ o şahsın cümle mensubatına merciiyeti mümkün olabilsin. O halde o adam bir u'cube olarak zihinlerinde tecessüm eder. (Muhakemat, s. 24

Bir şey sabit olunca levazımatı ile sabit olur bu bir kaidedir. Şimdi mesela tarih boyunca, maalesef, bir kısım insanları mitoloji gözlüğü ile öyle abartmış, öyle tavsif etmişler ki, iş çığırından çıkmış.. Olay ve kahramanlar u'cube olmış, , vehmi ve hayali mübalağalar işi mecrasından taşırmış. İşte filanın cenkleri.. Filanın kahramanlığı.. Mesela, Battal Gazi'nin kahramanlığı… "Battal Gazi Urfa'da, Malatya'da, Suriye'de, Irak'ta, Ankara'da… Battal gazi dünyanın her yerinde… Tek başına bir orduyu yendi." Şimdi bir şey sabit olunca levazımatı ile sabit olur. Peki, bu dünyanın üç kıtasına gitti, geldi, bu kadar savaş yaptı. Kaç sene yaşadı? Mesela diyelim ki, altmış sene. "Yav Recep , atma Recep atma, altmış senede dünya coğrafyası gezilir mi, gezilmez. "Tek başına, at üstünde bir orduyu yıktı"gibi abartılmış, şişirilmiş sözler.. .. Belki bir kahraman üç beş kişiyi yıkar da, on kişiye kuvvet verir, ama bir orduyu bir kişi tek başına bitirebilir mi? Akıl, mantık, muhakeme bu mübalağayı kabul etmez. Şimdi zihinde abartılan o insanın maddi cismaniyetine bak, bir de abartılan vasıflarını incele… Göreceksin ki, vehim ve hayallar işi ne kadar çığırından çıkarmış! 

*"Eğer istersen hayalât-ı Acemane içinde perverde olan Rüstem-i Zâl'in timsal-i manevîsine bak, gör.. ne u'cubedir! Zira şecaatle müştehir olduğundan ve hiç İranîler tazyikatından kurtulamayan istibdad sırrıyla ve şöhret kuvvetiyle İranîlerin mefahirini gasb u garat ederek büyülttü. Hayallerde büyüyüp şişti.(Muhakemat, s. 24)

Tabii bu hayal büyütmekte beşer âleminde en ziyade hayalperest insanlar İranilerdir. Dünyanın hiçbir ülkesinde İranlılar kadar hayal yok, hayalperest insan yok. Bizim bir kardeşimiz kütüphaneye gitmiş. İranlı birisi araştırma yapıyormuş. Diyor ki; "sordum "ne araştırıyorsun, araştırmanın konusu nedir?" Dedi ki, araştırdığım konu: "Mukayese-i kahraman-ı İran ba kahraman-ı cihan" Yani, İran kahramanlarının cihan kahramanlarına mukayesesi.. 

Bak İran kahramanı öyle abartılıyor ki, yani ona hayalinde öyle bir fizik, öyle bir cismaniyet, öyle bir güç kuvvet veriyor ki, akla ziyan.. Şimdi düşün! Senin elinde kürek var. Küreği al "Ben bu dağı çevireceğim" de. "Ne ile yapacaksın bu işi?" "Kürekle"… Bir kürekle koca bir dağ devrilir mi? Ama birisi: "Benim beş yüz tane iş arabam var, ben bu dağı devireceğim" dese, olur. Altı aya devirirsin. Bugünkü teknikle, iş makinaları ile bu dağı devirebilir misin? Elbette devirebilirsin. Ama levazımat sadece bir kürek ise, bir kürekle o dağ devrilmez. Ama ne yapmışlar işi hayale havale etmişler, büyüttükçe büyütmüşler. Demek ki, hayalde, histe, fikirde öyle büyütülmüş, öyle abartılmış ki akla sığmıyor. Mesela, hayali kahraman Uc bin Unuk'un böyle bir hikâyesi var; adam öyle büyükmüş ki, denize girdiği zaman deniz bunun dizine kadar geliyormuş. Deniz oldu leğen… Bu adam bir sığırı çubuğa takıyor, kaldırıyormuş, eliyle güneşin karşısında bizim cağ kebap gibi pişiriyormuş. Acıktığı zaman elini atıyor, balıkları alıyor, çıkartıyor güneşe tutuyor tamam cız bız… Bakın! Mübalağa hakikatı uçuruyor. Mübalağa ihtilalcidir, onun için tahkik mesleği neyi emrediyor? Her şeyi olduğu gibi tavsif etmeyi emrediyor.

İranlılar diyor; Hz. Ali, Allah aslanı… Zal oğlu Rüstem'in kabrine gitmiş. Zal oğlu demiş ki "Ya imam-ı Ali! Allah sana aslanım dedi, bana pisiğim, kedim deseydi, bak ben ne yapardım."

"Yalan, yalana mukaddeme olduğu için (Muhakemat, s.24)

Yalan yalana mukaddeme. Şimdi ipin ucunu açtın mı, yalana başladın mı, bir yalan ikinci yalana mukaddeme oluyor. Yalanın arkasından bir yalan daha. İki kişi oturmuşlar. Biri demiş ki; "benim öyle bir atım var ki atımın kafası şarkta, kuyruğu garpta. Öyle bir at, öyle bir küheylan, bir fırladı mı vurup gidiyor." Diğeri demiş ki; "benim öyle bir ahırım var ki, o ahırın bir duvarı şarkta, bir duvarı garpta" deyince, o birinci adam demiş ki "Ya böyle bir ahır olur mu? O ahıra kim girer, kim çıkar" Diğeri demiş ki "Hiç kimsenin girmesine gerek yok, senin atın oraya yeter. O girsin yeter." İşte yalan yalana mukaddeme oluyor, önü de açık hayal. Erzurum'da meşhur bir Teyo Dayı var ya, Teyo'nun yalanları… Anlat ki, anlatasın! Ne bitiyor, ne tükeniyor.

*"Yalan, yalana mukaddeme olduğu için şu hârikulâde şecaat hârikulâde bir ömür ve dehşetli bir kamet ve onların levazım ve tevabi'leri olan çok emirleri toplayıp, içinde o hayal-i hâil na'ra vurarak "Ben nev'un münhasırun fi'ş-şahs'ım" der. Gulyabanî gibi hurafatı arkasına takarak, dillerin destanlarında dönüyor. Emsaline dahi meydan açar."(Muhakemat, s.24)

Yani dehşet verici hayalin tahakkuku için ne lazım? Ciddi bir ömür lazım, dirayetli bir güç, kuvvet lazım. Ona muvafık, boyuna, endamına muvafık bir libas giydireceksin. Bu da fıtrat kanunlarını tağyir ve tebdildir. Bir adam iki, iki buçuk metre olabilir. Dünyanın en uzun adamı iki kırk kadar. "Ya benim dedemin dedesi var ya on sekiz metre boyundaymış" desen, yahu bu nerde yatar, nerede yer içer ve nerde uyur?

O tahayyül ettikleri şey, nev-i şahsına münhasır bir tip, bu fıtrat kanunlarına muvafık ve mutabık gelmeyen bir tip, hayalde şişirilmiş bir mahlûk, gulyabani gibi destanlarda geziyor.

*"Ey hakikatı çıplak görmek isteyen zât!(Muhakemat, s.24) Şimdi tahkik mesleği noktasından bakılınca hakikatı nasıl görmek lazım? Çıplak ve yalın bir şekilde görmek lazım. O şeyi olduğu gibi tavsif ve tarif etmek; ne ifrat ne tefrit. Bütün milletlerin destanlarına bakın, destanlar hep ifratla hayalde şişirilmiş ve büyütülmüş ve olduğundan fazla abartılmış. Bir şey o masalda ve hikâyede kalsa neyse, o masaldır hayaldir diyorsun. Eski mitoloji, destan insana hakikat noktasından bakmıyor ama bir şeyi olduğundan fazla tavsif eder o tavsifi de getirir dinin içerisine sokarsan, o zaman bu bela-i azimdir. 

Bu ifrattan dolayı İslam dünyasında çok sıkıntı yaşanmış, bugün de yaşanıyor. Hz Ali (r.a) için Peygamber Efendimiz buyuruyor ki; "ya Ali senin yüzünden bir kısım insanlar Hz. İsa(a.s) da olduğu gibi helakete gidecektir." (Zevaid-ül Müsned - Abdullah bin Ahmed bin Hanbel 1/160; Fezail-üs Sahabe - Ahmed bin Hanbel 2/565, hadîs no: 952; Mişkât-ül Masabih 3/246, hadîs no: 6903; Nur-ul Ebsar sh: 89; Tarih-ül Hülefa - Suyutî sh: 173; Müstedrek-ül Hâkim 3/123; El-Hasais-ül Kübra 3/118; Mecma-uz Zevaid 9/133; Zehair-ül Ukba sh: 92-93; Müsned-ül Firdevs 5/119; El-Mercuhîn - İbn-i Hibban 2/122; Nech-ül Belâga - İmam-ı Ali, Tahkik-i Subhî Salih sh:31)

 Hristiyanlar saptılar. Hz. İsa (a.s) peygamberdir, kitap sahibidir. Peygamberi de olduğu gibi tavsif etmek lazımdır. Peygamberlerin de İslam'da ölçüsü var. Peki nasıl? Peygambere secde küfürdür, secde edemezsin. Secde sadece Allah'adır. Peygamberler gaybı bilmez, ayet-i kerime var; la yalemul gaybe illallah. Allah c.c bildirirse bilebilirler. Şimdi bakın ifrat ile Hristiyanlar Hz. İsa'ya (a.s) -Hâşâ- İbnullah (Allah'ın oğlu) dediler. Kuran'da ayet-i kerime açık ve sarih; kim "İsa Allah'ın oğlu derse o kâfir olur."(bkz. Maide: 5/17)İfratla dinden çıktılar. 

İslamiyet'te ölçü var. Velayetin de ölçüsü var, Risalet'in de ölçüsü vardır. Hz. Ali (r.a) aşere-i mübeşşeredendir, evliya-yı azimdendir, şah-ı velayettir. İlmin kapısıdır, Rasulullah'ın (aleyhissalatu vesselam) damadıdır, amcaoğludur. Al-i Beytin silsilesinin başıdır, insan-ı kâmildir, birçok güzel evsafı vardır. Ama Hz Ali'nin (r.a) muhabbeti Rasulullah'ın aleyhissalatu vesselam muhabbetini geçerse, tehlikedir. Şimdi bakıyorsun bazıları diyor ki; "gökte bulut nara atıyor. Bu nara Ali'nin narasıdır. Şimşek çakıyor, "Ali'nin kamçısıdır" diyor, gitti işte.

Üstadımız diyor ki; "hakiki aleviler, Aliyi sevenler, ehl-i sünnet ve'l cemaattir."(bkz. Lem'alar, s.24) Biz Hz. Ali'yi (r.a) konumuna göre seviyoruz. Biz Hz Ali'yi (r.a) seviyoruz, ama sevginin ölçüsü var, o çizgiden taşmamak kaydıyla.

İslam âleminde ifratın çok büyük zararını görmüş müyüz? Görmüşüz. "Benim şeyhim kutbu'l arifin, gavsu'l vâsılin, hiç hata yapmaz, ne dediyse haktır, doğrudur, bütün ulumu biliyor." Üstad, kendisine mübalağa ile şeyhini anlatmaya çalışan ağabeyi merhum Molla Abdullah'a ne diyor; "Sen mübalağa ediyorsun. Ben onu görsem, çok mes'elelerde ilzam edebilirim. Hem sen, benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünki kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u a'zam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin'i seversin; yani o ünvan ile bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa ve hakikatı görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtte birisine iner. Fakat ben o zât-ı mübareki, senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünki sünnet-i seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak; bilakis daha ziyade hürmet ve takdir ile bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin'i, sen de hayalî bir Ziyaeddin'i seversin.(Kastamonu Lahikası, s. 88)

İfrat tefriti doğuruyor. Dine karşı bir derece soğuk bakanlar, İslamiyet'i tecessüsle tenkit edenler, mesela Hz. Ali hakkında böyle şeyleri düşünenleri görünce diyorlar ki; "bakın bunların yolu hurafe. –hâşâ- din hurafedir" diye tamamen din ve mukaddesattan alakasını kesiyor, bırakıp gidiyor.

*"Bu mukaddemeye dikkat et; zira hurafatın kapısı bu yerden açılır. Ve bab-ı tahkik dahi bunun ile seddolur. (Muhakemat, s. 24)

Mübalağa girince tahkikin önünü kapatıyorsun. İşte İslam ulemasının usûl dersleri var; fıkıh usulü var, hadis usulü var, tefsir usulü var… Kelam mutlak olur, bir kelam müevvel olur, bir kelam müehher olur, bir kelam mukayyed olur, kayıtlı olur. Us'ule göre kelam ya kayıtlıdır ya mutlaktır, ya hastır ya da amm'dır. 

Şimdi desem ki; "bir bardak su dünya kadar kıymetlidir." Senin kapının önünden Dicle akıyor, evinde de kırk tane çeşme var. Şu dağda yüz tane, bin tane çeşme var. Şimdi bu cümle ne olur, mübalağa görünür. Bir bardak su dünya kadar kıymetli olur mu? Bulunduğun pozisyon itibari ile bu söz muallakta kalır. Bu cümlede mübalağa var değil mi? Ama bazen olur ki bir fert, o cümlenin içinde mana itibari ile bir fert bulunur ki, o ferd mana, masadak mana itibari ile bu cümlenin taşıdığı ağırlığı taşıyabilir. Nasıl? Diyelim ki Yavuz Sultan Selim Mısır'a gidiyor, sahraya girdi. Çölde üç gün gitti. Üç gün sonra su bitti. Su yok, güneş elli derece kafayı kaynatıyor, nefesi kesiyor. Sultan Selim öldü, ölecek. Desen ki "sultanım, şu devlet-i Osmani'yenin sadaret mührünü bana ver, sana bir bardak su vereyim. Sen bilirsin; ya öleceksin ya sadaret mührünü verecek, bu suyu içeceksin." Demek bir mekânda, bir zamanda öyle gelir ki, bir bardak su dünya kadar kıymetli olur mu, olur.

*"Hem de kıssadan hisse.." (Muhakemat, s.24) Kıssadan hisse almamız lazım. Bir hikâyeyi dinlediğin zaman o hikâyede teşbih olur, temsil olur. Belki bazı şeyler abartılmış olabilir. Ama matlup ve maksut ne? Ben o kıssadan nasıl bir hisse almam lazım? Nasıl bir ders çıkartmam lazım? Bu kıssanın arkasında hikmete medar bakış nedir? Derinlik nedir? Fikirler nedir, onu almak esastır.

*"ve meyl-üt terakkiyle mütekaddimînin esasları üzerine bina ve seleflerin mevrusatında tasarruf ve ziyadeye cesaret bu şûristanda mahvolur(Muhakemat, s. 24) Meyli terakki ile mütekaddimin ulema var. Bir de müteahhirin uleması var. Yani evvelki âlimler bir de sonraki ulema var. Mesela bidayetteki ulema Kur'an'ın bir kısım müteşabih manalarında fazla yorum yapmamışlar. "Bu ayette murad-ı ilahi neyse odur" demişler, fazla izahatta bulunmamışlar. Ama çağ, insanların fikirleri gelişmiş, meyli terakki itibari ile o ayetin arkasındaki mana ve mananın tabakatı noktasından merak ziyadeleşince, müteahhirin daha sonraki âlimler o ayetleri tevil ve tefsir etmişler. Mesela; "Şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmişlerdir. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir"(Fetih: 48/10) ayetindeki yedullah (Allah'ın eli) ifadesi hakkında selef âlimleri ne demiş; "yedullah kelimesinden mana ne ise haktır." Onun ötesinde şerh ve izaha girmemişler. Daha sonraki gelen kuşaklar meyl-i terakki ve tekâmül var ya, "bunu anlamamız lazım" demişleri ondan sonra da esaslar üzerine şerh etmişler, izah etmişler. Cenab-ı Hak, cisim ve cismaniyete medar vasıf ve sıfatlardan münezzehtir. Elden murad, kudret-i İlahiyye, tasarrufat-ı Rabbaniyedir.

*"Eğer istersen meşhur Molla Nasreddin Efendi'ye de: "Bu garib sözler umumen senin midir?" Elbette sana diyecektir: "Şu sözler ciltleri dolduruyor. Epeyce ömür ister. Zira bütün sözlerim nevadirden değildir. Ben hocayım. Onların zekâtını da bana verseler razıyım ve kâfidir. Fazlasını istemem. Zira zarafetimi tabiîlikten çıkarıp tasannua kalbeder." Yahu, bu kökten hurafat ve mevzuat biter ve tenebbüt eder ve doğru şeyin kuvvetini bitirir."(Muhakemat, s.24)

Nükteye medar çok güzel fıkralar, latif düşünceler, kısa öz manalar hepsi Nasreddin Hocaya nisbet ediliyor. Nasreddin Hocanın yaşadığı ömür belli. Nasreddin hocaya nisbet edilen fıkralar da belli. İkisini yan yana getir, Nuh(a.s) kadar ömrü olacak ki, bütün o hadiseler başından geçmiş olsun. Hoca olduğu için ne diyor; "o söylenen sözlerin kırkta birini bana verseniz, Allah bereket versin, yeter."

Meyl-i mübalağa, hakikatin kuvvetini bitirir, insanların zarafetini tabilikten çıkarıp tasannua kalbeder. Nasreddin hoca, abartılarak anlatıldığında bakın iş tasannuya giriyor. Ahvali fıtri içerisinde o güzel sözleri tanzim edilse, tertib edilse hikmete mutabık neyse o söylense, hakikat incinmez. Ama abartılarak sağdan soldan eklemek, mübalağaya kapı açar.

Anadolu insanımızda fıkra kabiliyeti yüksektir. Dünya milletleri içerisinde böyle mizah yapma bizim milletimize mahsus.. Bu kabiliyet, aynı zamanda zekâ kıvraklığının bir delilidir. Kıvrak zekâlarda, meselelere hemen intikal eden insanlarda mizah gücü daha ziyadedir. Bir çocukta mizah gücü fazla ise, onun intikal-i zekâ ve aklının daha ileri olduğunun alamet ve işaretidir.

Bizim milletimiz mizahta çok öndedir. Dolayısıyla bir Karadeniz fıkralarını al getir, hepsini Temel'e yükle. Karadenizlinin miracında bu özellik var mı var. Bütün Karadeniz'de yaşanan mizahı getir, bir adamın üzerine yükledin mi, ne oldu? Mübalağa ile büyüttün ve şişirdin. Bak o zarafeti bozuyor, fıtriliği bozuyor. Bu mübalağa kökü üzerine fikirler, düşünceler, hikâyeler mizahlar kurulursa, hurafe büyüyor, doğru şeyin de kuvvetini bitiriyor.

Hâtime

*"İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir(Muhakemat, s. 25) Bu hatimedeki her bir cümle atasözü gibi, müstakil, tek tek üzerinde durmak gerekiyor. İhsan-ı ilahiden fazla ihsan, ihsan değildir; iki zat bir kabre yaklaşıyorlar. Biri asfiya biri evliya. Evliya ehl-i şuhud, kabir azabını temaşa ediyor asfiyada kapalı. Belki yüz evliya bir araya gelse, bir asfiya olamaz. Asfiya hakikat noktasında kitap ve delille, hüccetle gitmiş olduğu için, hakikat-ı Kur'aniye'nin meselelerini ilimle, mantıkla, muhakeme ile, tahkikle ortaya koyduğundan dolayı, İslamiyet'in delil, hüccet kılıcı asfiyadır. Asfiya evliyadan çok önde, çok ilerdedir. Asfiya kabir azabını görmüyor, ama evliya müşahede ediyor, kabir azabını görüyor. Tabii kabir azabının dehşet ve şiddetini görünce, başlıyor ağlamaya, ağlıyor hüngür hüngür… Asfiya omuzundan tutuyor "Gel" diyor, "ihsan-ı ilahiden fazla ihsan caiz değildir. Allah'ın rahmeti bunun azabına hükmetmiş ise, sen kimsin de sızlanıyorsun, gel gidelim." Yani sen şefkatini Allah'ın rahmetinin önüne mi çıkartıyorsun? Rahmet-i İlahiye bunun azabına müsaade ettikten sonra sen kimsin ki? Evet, her şeyi olduğu gibi tavsif etmek gerektir.

"Şeriatın her bir hükmünde Şâri'in bir sikke-i itibarı vardır(Muhakemat, s. 33 ) diyor üstadımız. O şeyi o sikke-i itibar noktasından değerlendirmek gerekiyor. Kuyumcu dükkânına gittin, üst rafta altın, orta rafta gümüş alt katta bakır var. Zorlamanın, evirip çevirmenin, laf yapmanın, edebiyat yapmanın bir manası yok. Bakır bakırdır, gümüş gümüştür, altın da altındır. "Bu bakır var ya başka bakırdır" deyip mübalağa etmeye gerek yok, bakır bakırdır, o kadar.

İnsanların istidatları da öyledir. İnsanların manevi makamları da öyledir. İnsanlara kesilen biçilen libaslar izafet ve nisbet te öyledir, ibadetler de öyledir. Şimdi bir Müslüman dese ki; "Ben ramazanda oruç tutmayacağım ama on bir ay oruç tutacağım." Ne oldu bu, kazandı mı kayıp mı etti, elbette kaybetti, ziyadesiyle kaybetti. Bir sene nafile oruç, Ramazanın bir gün orucuna mukabil gelmiyor, zira o farzdır. Bin tane nafile, bir farza kavuşamaz. Sikke-i itibarı olduğu gibi tavsif etmek lazım.

İmam-ı Gazali hazretlerinin bir fetvası var; Bir Müslüman hacca gitse, ilk hac nedir; farz, ikinci hac nedir, nafiledir. İmam-ı Gazali diyor ki "insan hacca giderken yolda kasten sabah namazını terk etse, kılmasa, o hacca gitse, o nafile hac boyunca, iki üç ay boyunca istiğfar, iltica, dua (farz ibadetler ayrı onlar yapılacak) onun dışında nafile ibadet, iltica, zikir, teşbih ve yaptığı hasenatlarının hepsini terazinin bir kefesine koysa, o iki rekatlık farz namazının hakkını eda etmiş olamaz. (Not: İmam Gazali hazretleri başka bir vesile diyor ki; "Başka bir grup da nafilelere aşırı düşkünlük gösterir ve onlara gösterdiği saygıyı farzlardan esirger. Bir kısmının kuşluk ve teheccüd namazı gibi nafilelerle sevince gark olduğunu görürsünüz. Ama farz namazdan, vakit girer girmez apar topar kılmaya hırs gösterdiğinden ne lezzet alır ne de Allah'tan bir hayır bulur. Şu hadisi de unuturlar: "Allah'a yaklaşanlar, Allah'ın kendilerine farz kıldığı şeyleri edâ etmekten daha faziletli bir şeyle yaklaşamazlar" (Buhârî, Rikâk, 38; Ahmed, Mûsned, 4/256; Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 3/346; Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, 2/292.) 

Diğer taraftan hayırlı ameller arasındaki üstünlük farkı söz konusu olabilir. İnsan bazen iki farzla karşı karşıya olabilir; birisi sonraya bırakılabilirken, diğeri böyle olmaz. Ya da kişi iki nafile karşısında bulunabilir, bunlardan birisinin vakti geniş, diğerininki dar olabilir. Eğer kişi tertibi korumazsa kendini aldatmış olur. Bunun benzerleri sayılamayacak kadar çoktur.

Günah bellidir; kapalılık bazı fiillerin diğerlerinin önüne geçirilmesinde ortaya çıkmaktadır. Meselâ, bütün farzları nafilelerden önde tutmak; farz-ı ayınları, başkası yerine getirdiğinde diğerlerinin yapması gerekmeyen farz-ı kifâyelerin önüne geçirmek ve farz-ı ayınlardan en önemli olanını daha az önemli olana tercih etmek; ertelenebileni diğeri önüne geçirmek, annenin hakkını babanın önüne geçirmek; anne-babanın nafakasını hacca tercih etmek; vakti geldiği zaman cumayı bayrama tercih etmek ve borcu diğer farzlardan öne geçirmek gibi. Kul bunun farkına varıp dikkat kesilse ne büyük bir iş yapmış olur! Fakat tertipteki bu aldanmadan kurtulmak ilimde derinleşen âlimlerin altından kalkabileceği ince ve gizli bir iştir. (İmam Gazali, el-Keşf Vet-Tebyîn fî Ğurûri'l-Halki Ecma'în, Tercüme: Fethullah Yılmaz, Semerkand Yayıncılık) 

Sikke-i itibar ile baktığımız zaman nafile ibadetler farz ibadetlere kavuşmuyor. Ramazandan iki ay sonra kurban bayramı gelmiyor mu, şimdi kurban bayramında adam gitti bir tane koç aldı veya sığır aldı. Kuvvetli, sarı, boyunduruğa girmeyen -ayette geçiyor ya(bkz. Bakara:2/71, 73. ayetler)- bir sığır aldı, kesti, fisebilillah dağıttı. Allah onun ecri ve mükâfatını verir. Ama bir zengin dese ki "bu sığırı niye keseyim, yazık değil mi? Hayvanın kafasını kanını akıtacağız. Bir sığırın fiyatı ne, on milyar. Ben o on milyarı verip, sığır almayacağım. Yüz milyar parayı bayram günü fakir fukaraya dağıtacağım" dese ve dağıtsa. Peki, o kurbanın yerini tutar mı, tutmaz… Tutmaz... Tutmaz… On katı değil yüz katı da ecri yapsa o ibadetin yerini tutmaz, tutamaz.

İslam dininde bir kısım ibadetler mekânla kayıtlı. Ramazanın son on günü zamanla kayıtlı. Leyle-i Kadir zamanla kayıtlı. Hac zaman ve mekân ile kayıtlı. Şu anda Arafat'a gitsen, on ay kalsan. Kurban bayramı gelinceye kadar kalsan, her gün vakfe etsen, dua etsen, bu hac oluyor mu? Olmuyor.

*"Bir dane-i hakikat bir harman hayalâta müreccahtır."(Muhakemat, s. 25) Demek vehimle, hayallerle, tasavvurla, mitoloji ile, hikâyelerle olmaz. Peki, nedir olması gereken; "İhsan-ı İlahî ile tavsifte kanaat etmek farzdır." Kur'an böyle emrediyor, Rasulullah aleyhissalatu vesselam böyle buyuruyor, o kâfidir.

*"Cem'iyete dâhil olan, cem'iyetin nizamını ihlâl etmemek gerektir."(Muhakemat, s. 25) Bu da önemli bir ölçüdür. İslami cemiyette örfler, adetler İslamiyet'ten dinden ahlaktan gelen güzellikler yok mu, o güzellikler ile beraber yaşayacaksın. İslami bir cemiyet, İslam'ın şeairini esas alan, İslam'ın güzelliğini yaşayan ve yaşatan bir toplum içinde yaşayan insanların o ahlaki, hukuki, o manevi, o kutsi seyrin içerisinde akıp gitmesi gerekiyor.

 O nizamdan inhiraf ettiğin zaman ya ifrat ya da tefrit edersin. Cemiyetin nizamına uyan cemiyetin nizamına uygun, muvafık hareket etmesi lazım. Hem kelamında, hem libasında, hem oturmasında hem kalkmasında, hem bütün harekâtlarında o cemiyet-i İslamiyenin umumen kabul görmüş ahval ve hadisatı içerisinde gitmek lazım. Bu da çok ehemmiyetli bir ölçü. Ne çok ileriye gideceksin ne de çok geride kalacaksın. İşte Ümmet-i Muhammed aleyhissalatu vesselam… Vasat, itidal ve muvazene ve denge…

*"Bir şeyin şerefi neslinde değildir, zatındadır."(Muhakemat, s.25) Neseble bir yere varılmaz. Bu asırda birçok insan diyor ki; "Benim dedem mollaydı, babamın babası hafızdı. Bizim ecdadımız tarih boyunca dine, imana hizmet etmiş." Peki, etmişler. Güzel… Allah onların hizmetlerini zayi etmez. Ama sen neredesin, hele gel sen kimsin? Ne haldesin? Yaşantın ne?

Neseb insanı kurtarmaz. Nesebe güvenerek bir kısım insanlar; "benim babam, dedem, ecdadım böyle şöyle. Şöyle asil bir aileden geliyorum" diyor. 

Bakınız Meşarik'teki bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz, Hz. Fatıma-i Zehra'ya hitaben "Ey benim kızım Fatıma-i Zehra, canını Cehennem ateşinden kurtarmaya çalış. Zira ben ahirette -farz ve vacibleri terk ve yasak olan şeyleri işlemeniz sebebiyle azaba sürüklenmenizi Allah dilerse- üzerinize gelecek azab ve cezayı def edip uzaklaştırmaya muktedir değilim. Yine de ben dünyada akrabalığı terk edemem. Onlara ikram ve iyilikte bulunurum. Size nisbetle ben öyle bir kimseye benzerim ki, evlad ve ailesi üzerine gelecek bir düşmanı gördüğü zaman düşmanın saldırısından aile ve çocuklarını korumak için telaşla "kaçınız" veya "Gizleniniz" diye nasıl bağırıp çağırırsa, ben size ancak bu kadar yapabilirim. Artık ötesi size aittir" buyurmuşlardır.

Kırkıncı hocam -Allah rahmet etsin- bir Alevi'ye demiş ki; "niye namaz kılmıyorsun?" Adam demiş ki; "hocam, bizim namazımızı Hz. Ali kıldı." Hocam demiş ki; "Yahu peki bugün dünyada ne kadar alevi var, hele bir hesap et. Bir alevi kaç sene yaşıyor; elli, altmış, yetmiş. Kaç bin tane alevi var, hele onların namazlarını çarp, hesapla Yahu Hz. Ali'nin Nuh (a.s) kadar ömrü olsa da, hiç yemeden içmeden secdeye gitse, gene sizin namazınızı kılıp ta bitirebilir mi bitiremez." (tafsilat için bkz. Mehmed Kırkıncı Hayatım, Hatıralarım, s. 189-190, Zafer Yayınları, İst. 2013, 6. Baskı) Bak! Mübalağa yalan. Yalana insanlar nasıl inanmışlar! Kendilerini bile bile nasıl kandırmışlar! Nasıl bir mazeret uydurmuşlar! Heyhat!...

Bizim İdris hoca Allah rahmet eylesin Eleşkirt'te imamken, alevi kökenli bir öğretmen oraya gelmiş, sonra risaleleri tanıdı. İdris hoca sohbet ederlerken demiş ki; "Ramazan ayı yaklaşıyor. Siz niye oruç tutmuyorsunuz?" O öğretmen demiş ki, "hocam, aslında oruç otuz gün değil üç gün" "Ya! Nasıl üç gün" diye sormuş İdris Hoca. Adam demiş ki; "Cebrail (a.s) geldi. Rasulullah'ı (sallallahu aleyhi ve sellem) Mescid'de bulamadı. Kâğıdın üzere üçü yazdı, gitti. Ondan sonra da bir sinek geldi, oraya bir nokta(Arapçada nokta sıfırla ifade edilir) bıraktı. Üç ne oldu, otuz. Biz hakiki üç gün tutuyoruz, siz hayali otuz gün tutuyorsunuz" İdris hoca demiş ki; "gel seni Kırkıncı hocaya götüreyim." Gitmişler, Kırkıncı Hocanın kaldığı Kümbet Medresesinde böyle anlatınca, Hocam demiş ki; "O nasıl Cebrail ki Allah'tan vahiy getiriyor, peygamber nerde bilmiyor? Peki, o nasıl Allah ki -hâşâ!- peygamber yanlış maneviyat yapıyor, onu ikaz etmiyor. O nasıl peygamber ki, üçü otuzla iltibas ediyor."(tafsilat için bakınız; Mehmed Kırkıncı Hayatım Hatıralarım, s. 389-390, Zafer Yayınları, İst. 2013, 6. Baskı). Bir sineğin bir noktasıyla adamlar orucu katletmişler. Sineğin pisliğinin altında boğulmuş, kalmışlar işte hurafat… Neuzibillah...

 "Bir şeyin aslını gösteren semeresidir."(Muhakemat, s. 25) İnsan hayatını, ömrünü bu cihetle tahkik etmesi lazım. Bir meyve ağacı düşünün. Bu ağacının kadir ve kıymeti dalında, gövdesinde, kökünde değildir. Meyve ağacına verilen kıymet meyvesi içindir. Meyvesi varsa o ağaca itibar edilir, meyvesi yoksa kütüktür o, odundur.

Bir kayısı bahçen var diyelim. Bu sene kayısı vermese "ya sabır" dersin, ikinci seneyi beklersin. İkinci senede vermedi, üçüncü seneyi beklersin. Yine vermedi, dördüncü sene de vermezse, alırsın eline baltayı; "Bana meyve vermeyen ağacı keser, cehenneme atarım" dersin… Bak odun yapıyorsun, odun pazarında satıyorsun. O odun ateşe giriyor. Şimdi insan hayatının semeresi ne? İşte bak hayatının neticesine! Elli senedir neredesin? Ne yaptın? Nasıl yaşıyorsun? Dinin ilâ ve ibkâsı için nerdesin? Kulluğunu ifa ettin mi? Namazı kıldın mı, orucu tuttun mu, İslam'ın getirdiği ölçüler içerisinde ne kadar, nasıl, ne şekilde yaşadın ve yaşattın? İşte bu hayatın ahirette murakabesi ve muhasebesi var, semere olmazsa olmuyor. Evet, meyvesiz ağaç kesilir, ateşe atılır.

*"Birinin malına başka mal velev kıymetli de olsa karışırsa, malını kıymetsiz ettiği gibi, haczetmesine dahi sebeb olur."(Muhakemat, s. 25) Adamlar marka vurmuş; "kalite bu, bu bizim markamız." Hariçten bir şey girse, taklit edilse o makamın kadir ve kıymetini ne yapıyor, düşürüyor, haciz olmasına sebep oluyor.

Bazı müfsitler, bir kısım hadis-i şeriflerin metnine bazı kelimeler, beyanlar sokmaya çalışmışlar; ta ki, yaptıkları işin yada sattıkları mallara itibar sağlamak için… Adam mesela ticaretle meşgul oluyor. Sattığı malı biraz daha ümmete iyi göstermek için hadis uydurmuş. Bazı meyve ve sebzeler ile ilgili hadisler var, onlar sonradan uydurulmuş. Üç kuruşluk ticaret için yapıyor. Hâlbuki hadis-i şerif var; "benden bilerek yalan söyleyen cehennemde yerini hazırlasın" (Buharî, İlim: 39; Cenâiz: 33; Enbiyâ: 50; Edeb: 109; Müslim, Zühd: 72; Ebû Dâvud, İlim: 4; Tirmizî, Fiten: 70, İlim: 8, 13; Tefsir: 1; Menâkıb: 19; İbni Mâce, Mukaddime: 4; Dârîmî, Mukaddime: 25, 46; Müsned, 1:70, 78)

"Şimdi bu noktalara istinaden derim ki: Tergib veya terhib için avamperestane tervic ve teşvik ile bazı ehadîs-i mevzuayı İbn-i Abbas gibi zâtlara isnad etmek büyük bir cehalettir. Evet, hak müstağnidir. Hakikat ise, zengindir. Tenvir-i kulûba ziyaları kâfidir. Müfessir-i Kur'an olan ehadîs-i sahiha bize kifayet eder. Ve mantığın mizanıyla tartılmış olan tevarih-i sahihaya kanaat ederiz.(Muhakemat, s.25) 

Şimdi neye bağladı üstadımız? Ya korkutmak ya teşvik etmek için mevzu olan uydurma cümleleri İbn-i Abbas'ın (r.a )ağzıyla söylemek cehalettir. Hak mübalağadan müstağnidir. Hakikat ta zengindir, ihtiyacı yoktur. Hakikat-ı Kur'aniye'nin içindeki o öz hakikat kalbleri tenvir eder, ruhları inbisata sevk eder. Bu itibarla, tarihteki olaylara da mantığın mizanıyla bakmak, orada da mantığın süzgeçlerini kullanmak lazım.

 

 
















 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

MUHAKEMAT DERSLERİ-17

MUHAKEMAT DERSLERİ-17

“Nasıl ki zaman-ı saadette ve selef-i sâlihîn zamanlarında hükümferma hak ve bürhan ve ak

MUHAKEMAT DERSLERİ-16

MUHAKEMAT DERSLERİ-16

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, 8. Mukaddime(devam) İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Hem de istibdad

MUHAKEMAT DERSLERİ-15

MUHAKEMAT DERSLERİ-15

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, 8. Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Bu Mukaddimenin çok h

MUHAKEMAT DERSLERİ-14

MUHAKEMAT DERSLERİ-14

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Yedinci Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek Bu mukaddimede d

MUHAKEMAT DERSLERİ-13

MUHAKEMAT DERSLERİ-13

Ders: Muhakemat, 6. Mukaddime, İşaret’ten devam İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *“Bu mukaddeme

MUHAKEMAT DERSLERİ-12

MUHAKEMAT DERSLERİ-12

Ders: Muhakemat Birinci Makale, Altıncı Mukaddeme İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *“Tefsirde mez

MUHAKEMAT DERSLERİ-11

MUHAKEMAT DERSLERİ-11

Ders: Muhakemat, Birinci Makale, Beşinci Mukaddeme İzah: Prof. Dr. Şener Dilek “Mecaz, ilmi

MUHAKEMAT DERSLERİ-10

MUHAKEMAT DERSLERİ-10

Ders: Muhakemat Dersleri (10.Ders), Birinci Makale, Dördüncü Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener D

MUHAKEMAT DERSLERİ-9

MUHAKEMAT DERSLERİ-9

Ders: Muhakemat Dersleri (9.Ders), Birinci Makale, Üçüncü Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dil

MUHAKEMAT DERSLERİ-8

MUHAKEMAT DERSLERİ-8

Ders: Muhakemat Dersleri (8.Ders), Birinci Makale, İkinci Mukaddime’nin devamı İzah: Prof. Dr.

MUHAKEMAT DERSLERİ-7

MUHAKEMAT DERSLERİ-7

Ders: Muhakemat Dersleri (7.Ders), Birinci Makale, İkinci Mukaddime İzah: Prof. Dr. Şener Dilek

Hala mı Allah'a tövbe etmezler ve O'ndan bağışlanma istemezler? Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

Maide, 74

GÜNÜN HADİSİ

Hikmetli söz, müminin yitiğidir. Onu nerede bulursa almaya en layıktır.

Tirmizi, İlim, 19.

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Donanmayı Haliç'e İndirdi.(22 Nisan 1453) *T.B.M.M. Açıldı.(23 Nisan 1920) *Yavuz Sultan Selim Padişah Oldu.( 25 Nisan 1512) *Çernobil Nükleer Faciası.(26 Nisan 1986) *Sultan II.Abdülhamid Han Tahttan İndirildi.(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI