Cevaplar.Org

MUHAKEMAT NOTLARI-18

Bir kelâmda, her fehme gelen şeylerde mütekellim muaheze olunmaz.” (Muhakemat, s. 44 ) Bir kelamda her akla gelen manadan o kelamı söyleyen adam ne yapılmaz, sorgulanmaz. Adam dedi ki; “komşumun evinin önü kül yığınlarıyla dolu.” Birisi gitti, baktı ki hiç kül yığını yok. O adama denilir mi; “sen yalan söyledin


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2020-10-01 08:33:41

Ders: Muhakemat, 18. Ders (1. Makale, 10. Mukaddime)

İzah: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

*"Bir kelâmda, her fehme gelen şeylerde mütekellim muaheze olunmaz." (Muhakemat, s. 44 ) Bir kelamda her akla gelen manadan o kelamı söyleyen adam ne yapılmaz, sorgulanmaz. Adam dedi ki; "komşumun evinin önü kül yığınlarıyla dolu." Birisi gitti, baktı ki hiç kül yığını yok. O adama denilir mi; "sen yalan söyledin, hiç kül filan yok." Adam der ki; "ben burada çok cömert olduğunu anlatmak istedim. Kinaye kullandım." Şimdi muhatap burada birinci manadan sorumlu mu? Değil..

Not: Beyan ilmiyle alakalı kitaplarda bu misal çok verilir; "Misâl: "Onun külü çoktur." Yâni o, cömerttir. Çünkü külün çokluğu, çok odun yakmayı gerektirir. Çok odun yakmak da çok miktarda yemek ve ekmek pişirmeyi gerektirir. Yemek ve ekmeğin çok­luğu, yiyen kimselerin çok fazla olduklarını gerektirir. Bu da misafirlerin fazla olduğunu, misafirlerin çok olması da cömertliği gerektirir." (el-Belâgatü'l-vâzıha, s. 125)

Başka bir misali Prof. Dr. Şadi Eren Bey şöyle veriyor; "Bazı yörelerimizde misafiri uğurlamak "misafiri savuşturmak" deyimiyle anlatılır. Bunu bilmeyen biri "sen biraz bekle, ben misafirimi savuşturayım geleyim" ifadesini duyduğunda, hatırına "her halde misafirini sevmiyor, onu başından savmak istiyor" manası gelebilir. Hâlbuki bu deyimin o yörede kullanımında böyle bir mana yoktur." (Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s. 155, İzmir, 2014)

" Zira mesûk-u lehülkelâmdan başka mefhumlar irade ile deruhde eder"(Muhakemat, s. 44 ) Kelamın asıl sevk edildiği gayeden başka mefhumlar söyleyenin iradesine bağlıdır. Ya hakikattir, ya mecazdır, ya kinaye manasıdır.

Not: Burada benim aklıma "şiirin manası şairin karnındadır" diye olan Arap atasözü geldi. Bir edebiyat hocasından dinlemiştim. Merhum şair Yahya Kemal Beyatlı bir liseyi ziyaret etmiş. Bir edebiyat dersine misafir olmuş. Edebiyat öğretmeni derste onun bir şiirinin tahlilini yapıyormuş; "şair burada bunu demek istemiş, burada şu akımdan veya görüşten etkilenmiş, şurada şunu kastetmiş vs."

Merhum Beyatlı dersi sessizce dinlemiş, ayrılırken hocanın kulağına fısıldamış; "Hocam, ben bu şiir yazarken bu dediklerinizin hiçbiri hatırıma gelmemişti."(Salih Okur)

*" Fakat garaz ve maksada mutlaka zâmindir."(Muhakemat, s. 44) ama bir sözü söyleyen insan ister mecazı, ister kinayeyi, ister hakikatı kast etsin, hangi maksatla söylemişse ona kefildir, ondan sorumludur.

*"Fenn-i beyanda mukarrerdir: Sıdk ve kizb, mütekellimin kasd ve garazının arkasında gidiyorlar. (Muhakemat, s. 44) Beyan ilmi biliyorsunuz, bir kelimenin hangi manalara geldiğini beyan eden ilim. Bu ilmin kaidelerindendir ki doğru veya yalan konuşanın kast ve niyetinin arkasında gidiyorlar. Yani doğru veya yalan orada söz konusu..

*"Demek maksud ve mesâk-ı kelâmda olan muahaze ve tenkid mütekellime aittir."(Muhakemat, s. 44) Demek mütekellim ancak maksadından ve kelamın sevk edildiği manadan sorumlu tutulabilir.

Not: Merhum Mehmed Akif Bey Sebilürreşad Mecmuasındaki teşbih ile alakalı bir yazısında şöyle bir misal verir; "Ali bin Cehm isminde bir bedevî Abbasilerden El-Mütevekki­l 'in huzuruna çıkarak bir şiir okumuş. Şair halifeyi, hukuku sıyanet(koruma) seciyesinde köpeğe; siyaset engellerini biperva aşmak mehabe­tinde dağ keçisine; icabında halim, selim olmak hassasında eşe­ğe; halkın kendisinden întifaı (faydalanması)hususunda büyük su kovalarına ben­zetmiş! El-Mütevekkil bedeviyi çok takdir etmiş. Lâkin yanında­kiler bu şiir medih midir, kadih(kötüleme)midir, anlamamış. Halife onlara demiş ki: "bu adam bedevî olduğu için bir şey görmemiştir. Onun için tabiidir ki teşbihatı, hayalâtı hep kendi muhitine göre ola­caktır. Eğer siz de âlem-i bedaveti bilseydiniz teşbihlerdeki isabeti anlar, şiirin büyüklüğünü teslim ederdiniz." (Açıklamalı Mehmed Akif Külliyatı, Haz. İsmail Hakkı Şengüler, Cilt; 5, s. 214-215, Hikmet Neşriyat, İst.)

*"Fakat kelâmın müstetbeatı tabir olunan telvihat" (Muhakemat, s. 44) İki tane kelime var, bunu ezberleyin. Birisi; "filin muteallikatı" diğeri "kelâmın müstetbeatı" Ne demek bu? Diyelim ki, "Osman geldi" Burada Osman fail(özne), geldi kelimesi ise fiildir. Bu cümle tamamdır. Ama desen ki; "Osman elini çırparak geldi" veya "koşarak geldi" burada "elini çırparak geldi" veya "koşarak"(Arapça; mühervilen) nedir, haldir. Meful, temyiz, hal bir fiilde ana unsur değil, fiile taalluk eden şeylerdir. Fiil cümlesinde asıl olan fiil ve faildir. Meful, hal, temyiz onlar müteallikat-ı fiildir.

Beyan ilminde ise ana maksat esas maksattır. Bir adam ana manayı kasteder, mecaz manayı kasteder veya kinayeyi kast eder. Ama "kelâmın müstetbeatı" da var. Yani bir kelamda ana maksada bağlı olarak onu takip eden manalar müstetbaattır. Sen kinaye manayı kastetmişsindir ama hakiki manası da onun müstetbaatıdır. Müstetbaat demek söze bağlı olan, arkasına yapışan manalar demektir. Mesela dikenli bir yolda giderken elbisene mecburen dikenler yapışır. Aynen öyle de sen biz sözü söylediğin zaman telvihtir, remizdir, işarettir…

Not: Şadi Eren Hocamızın şu güzel izahını da burada nakledelim; "Çağrışımlar, ikinci derecede anlam ve kasıtlar, bir sözden çıkarılan yan anlamlardır. Mesela "artık orak ve çekiçle bir yere varamayız" diyen birisi, bununla teknolojiye ayak uydurmanın lüzumunu ifade ettiği gibi, komünizm devrinin bittiğine de işaret edebilir." (Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s. 156, İzmir, 2014)

*"kelâmın müstetbeatı tabir olunan telvihat" Telvihat ne demekti? Kinayenin arada çok vasıtalar bulunanına telvih denilir. Telvihat onun çoğuludur.

Not; Telvihe bir misal; "O adam köpeği korkak ve devesinin yav­rusu zayıf birisidir." Köpeğin korkaklığından, evine gelen insanların sayısının çok olduğu; bundan da ev sahibinin misafirperver olduğu anlaşılır. Deve yavrusunun zayıf olmasından, annesinin olmadığı, ondan da deve­nin misafirler için kesildiği ve etinin onlara dağıtıldığı anlaşılır." (el-Belâgatü'l-vâzıha, s. 125)

"telmihatında"(Muhakemat, s.45) Bu da, sözde halk arasında çok meşhur bir olaya işaret etmeye denilir.

Not: Merhum Tahir'ül Mevlevi, Edebiyat Lügatında telmih hakkında şöyle demektedir; "Bedi tabirlerindendir. Söz arasında meşhur bir vak'a yahut maruf bir fıkraya veyahut mutad bir usule işaret etmektir.

Ziya Paşa'nın;

"Bir abd-i Habeş dehre olur baht ile sultan

Dahhâk'ın eder mülkünü bir Gâve perişan

Tezkir olunur la'n ile Haccac ile Cengiz

Tebşir olunur Nuşirevan ile Süleyman" beyitlerinde tarihi vak'alara, Kırımlı Rahmi'nin;

"Âbisten-i sefa vu kederdir leyal hep

Gün doğmadan meşime-i şebden neler doğar" beytinde "el leyletü hublâ" yani "geceler gebedir" meseline,

"Hâce-i nâsuta girmezden mukaddem Âliyem,

Eyledin rıhlet diriga halvet-i lâhutuna

Bekliyorken ben sana şal bağlamak hengâmını

Bağladım amma zavallı kardeşim, tabutuna"

Kıtasında ise eskiden gelinlerin koca evine gidecekken arabaya gidecekleri sırada velileri tarafından bellerine şal kuşatılmak âdetine işaret olunmuştur.

Telmih edilecek şey herkesçe değilse bile erbabınca malum olmalıdır." (Tahir'ül Mevlevi, Edebiyat Lügatı, s. 205, Büyüyen Ay Yayınları, İst. 2019, 1. Baskı)

*"ve suver-i maânî"(Muhakemat, s. 45) Manaların suretleri.. "Mana isim cümlesi, fiil cümlesi, mecaz, kinaye, tariz, tevriye gibi çeşitli şekillerde ifade edilebilir. Bunların her birinin kendine has özellikleri vardır. Konu içinde bunlardan biriyle ifade edilmesi, özel anlamları da beraberinde getirir. Mesela "ben yalancıları sevmem" dediğimizde, genel bir durumu ifade etmenin ötesinde, tariz yoluyla muhatabımıza yalancı olduğunu hissettirmek manası da kastedilebilir." (Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s. 157, İzmir, 2014)

*" tarz-ı ifade" (Muhakemat, s.45) üslup demektir. Muhatabın üslubuna âşina olan kimse onun ifadelerinin satır aralarında başkalarının göremediklerini görür, hissedemediklerini hisseder.

Bazı ifadeler hemen ilk anlama göre değerlendirilmez. Mesela çok cimri birisi hakkında "Maşallah Hatem-i Tai(Araplarda cömertliğin timsali olan meşhur zat) gibi" denildiğinde aslında burada bu cimri kişiyle alakalı ince bir alay gizlidir. Ama bazıları bunu müjde zannedebilir." (Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s. 157, İzmir, 2014)

*"Zira tefhim için, kabul-ü umumî ve örf, ihtiram olunur. Hem de eğer hikâye ise, halel ve hata mahkiyyun anh'a aittir."(Muhakemat, s.45)

Not: Aslında burada Akgündüz hoca, Üstadın şu ifadesine yer verseydi güzel olurdu; "İkinci Kısım: "Vahy-i zımnî"dir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasviratı, ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.

İşte her hadîste bütün tafsilâtına, vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvî âsârı aranılmaz. Madem bazı hâdiseler mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünki bazı hakikatlar var ki, temsil ile fehme takrib edilir." Mektubat (s. 93-94)

Bir de Üstadın "Âyât-ı Kur'aniye, üslûb-u Arabiye üzerine ve zahir nazara göre umumun anlayacağı bir tarzda ifade ettiği için, çok defa teşbih ve temsil suretinde beyan ediyor."(Lem'alar, s. 107) ifadesiyle anlattığı her asrın efkârını okşayan vahy üslubunu da nazar-ı dikkate almalı.(Salih Okur)

*"Eğer istersen misal ve müsül-i faraziyeye dikkat et. Göreceksin: İştihardan neş'et eden kıymet ve kuvvet ile müdavele-i efkâr ve akıllar arasında sefarete müstaid oluyorlar. Hattâ Mesnevî sahibi ve Sa'dî-i Şirazî gibi en doğru müellif ve en muhakkik hakîm, o müsül-i faraziyeyi istihdam ve istimal etmelerinden, müşahhat görmemişlerdir." Muhakemat ( s. 45)

Misal ve farazi temsiller insanlar arasında kullanılan deyimleri sembolik anlatımlar, halk arasında meşhur olduklarından manaları daha latif ve daha kuvvetli anlatmaya, fikir alışverişine akıllar arasında elçilik yapmaya vesile olmaktadır.

Not: Merhum Mehmed Akif Bey de, "Teşbih" adlı makalesinde buna şöyle değinir; "Teşbih ediblere has bir marifet değildir; hepimiz en âdi(basit), en tabii muhaverelerimizde bile birçok teşbihler yaparız. Çünkü tarif etmek istediğimiz mahiyetin eğer hariçte vücudu varsa, teşbih ile büsbütün göz önüne gelir; yoksa yine teşbih sayesinde, mücerredattan olan mahiyet, maddiyat sa­hasına girer. Meselâ soğukluk, sevimsizlik mücerredattan iken "yı­lan gibi" deyince bürudetin pek maruf bir timsali olan o mahlûk derhal gözümüzün önüne gelir; tarif edilmek istenilen şeyin yahut şahsın halini bize olanca vuzuhuyla gösterir." (Açıklamalı Mehmed Akif Külliyatı, Haz. İsmail Hakkı Şengüler, Cilt; 5, s. 211, Hikmet Neşriyat, İst.)

Prof. Dr. Şadi Eren Bey bu paragrafı izah ederken diyor ki; "Bu tarz anlatım daha dikkat çekici olduğundan Mevlana, Sadi Şirazi gibi zatlar eserlerinde sıkça kullanmakta beis görmemişlerdir. Mesela nefis bütün kötülüklerin anasıdır. Mevlana bunu şöyle bir temsil ile anlatır; "Biri annesini öldürür. "Niye anneni öldürdün?" derler. "Zina yapıyordu" der. "Anneni öldüreceğine adamı öldürseydin" dediklerinde şöyle der; "Her gün bir adam mı öldürmeliydim"

Ey insan! O kötü tabiatlı ana senin nefsindir ki, onun fesadı her tarafa yayılmıştır." (Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s. 159, İzmir, 2014)

Mesnevi'den teberrüken üç misal vererek yetinelim;

" Senin ömrün altın torbası gibidir. Gece ile gündüz ise altın sayıcı durumundadır."

"Nefsinin hevasına göre sıçrayan sebatsız kimse saman çöpü gibidir ki, her rüzgârın esmesiyle hareket eder. Sebat ve temkinli kimse ise dağa benzer. Bir dağ, esen rüzgâra ehemmiyet verir mi?"

"Sohbet vardır ki, keskin kılınç gibidir, dostluğu katleder, bostanlara ve ekinlere kış tesiri yapar. Keza sohbet vardır ki, ilkbahar mevsimidir ki, o mevsimde binalar yapılır ve birçok menfaat elde edilir." 

*"Vakta ki, Kitab-ı Hakîm'den maksud-u ehemm, ekseriyeti teşkil eden cumhurun irşadı idi. Çünki havass, avamın mesleğinden istifade edebilirler. Fakat avam ise, havassa hitab olunan kelâmı hakkıyla fehmedemezler. (Muhakemat, s.45)

Her şeyi hikmetle anlatan Kur'an'da ana maksat insanların çoğunluğunu teşkil eden halk tabakasının irşadı idi. Çünkü âlimler halka anlatılan hususlardan istifade edebilirler. Fakat avam ise yüksek tabaka âlimlere hitap eden bir kitabı hakkıyla anlayamazlar.

Not: Burada iki misal vermek arzu ettim; Birinci Türkiye'den; Geçen asrın başlarında Türkiye'de Üstad Bediüzzaman havassa hitap eden bazı eserler kaleme almıştı. Onlar allame Bediüzzaman'ın eserleriydi. Kızıl İcaz, Talikat, İşaratü'l İ'caz gibi ki, Üstad bir yerde İşarat'ül İ'caz için şöyle diyor; " Gayet ince ve derin olduğu için şimdiye kadar âlimler pek azını anlamışlardı. Fakat kimin eline geçmiş ise, fevkalâde takdir etmiş ve emsalsiz demiş. Hatta Dar-ül Hikmet'te merhum şair Mehmed Akif demiş ki: "En büyük alim odur ki, bu tefsiri anlasın.. değil ki emsalini yapabilsin!.."

Ama daha sonra, imanın temellerine hücum edildiği bir zaman geldi ve "âlim-i mürşid" olan Üstad, "misal dürbünüyle" "temsillerle" "hikâyeciklerle" "avam lisanıyla" Risale-i Nur Külliyatını te'life koyuldu, birçok insanları ilhad karanlıklarından kurtarmaya vesile oldu. Ama öyle bir üslupta eserler ki; hem avam istifade etti, hem de havas hissesiz kalmadı..

İkinci misal Hindistan'dan; Orada da 20. Asrın müceddidi kabul edilen Hekimü'l Ümme Mevlana Eşref Ali Tehanevi(v. 1943) eserlerinde avamın anlayabileceği bir seviye kullandı, havas tabakasını da ihmal etmedi. Sonunda arkasında bin civarında eser bıraktı. Ebul Hasan en Nedvi, Nuzhetül Havatır'a eklediği ilavede onun tesir sahasını şöyle anlatır; "Onun marifet-i İlahiyyede uzun bir eli vardı. Eser te'lifinde ve vaaz etmede büyük bir maharete sahipti. Ona bu asırda hiçbir âlim ve meşayihe nasip olmayan bir hüsnü kabul rızkı verilmişti."(Salih Okur)

*Hâlbuki cumhur ise ekseri avam ve avam ise me'lufat ve mütehayyelatından tecerrüd edip hakikat-ı mahza ve mücerredat-ı sırfeyi çıplak olarak göremezler. (Muhakemat, s. 46)

Demek Kur'an-ı Kerim başta kime hitap ediyor? Avama hitap ediyor. Havassa hitap ettiği yerler de avamın anlayacağı bir üslupla hitap etmesi lazım. Müteşabih ve müşkil'in sebebi bu..

Not: Keşşâfu İstilahâtu'l Fünûn adlı şaheserinde merhum Muhammed Ali Tehanevi(v.1745) der ki; "Müş­külde neticeye varmak müteşâbihten daha kolaydır. Müteşabihte, cehd ve gayrete rağmen çözümü mümkün olmayan âyet veya lafızların muradı, Allah'a bırakılır." (Tehânevi, Keşşâfu İstilahâtu'l Fünûn: 1/786)

Halk tabakası ise alıştıkları düşünce tarzından ve hayallerinden sıyrılıp yalın hakikatı ve gerçeğin soyutlanmış şeklini göremezler. Mesela Kur'an-ı Kerim buyuruyor;

وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَّهَا

"Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. (Yasin: 36/38) Üstad bu ayeti 25. Söz'de de açıklıyor ama Muhakemat'taki izahı bambaşka. Üstad, orada diyor ki, Kur'an bu asrın bilim insanına hitap ettiği gibi o zaman ki bedevi Arap anlayışını da okşamış. Bizim köyde yazın çok sıcakta baktığımızda sanki görürüz ki güneş bir nehir gibi akar ufukta. Hele hele çöllerde bu daha fazladır. Bedevi Arap'ın kulağını bu ayet hiç tırmalamamış, kulağına hoş gelmiş.

Bu kinai manadır. Asıl maksat ise güneş kendisine çizilmiş yörüngede akıp yürüyor, gördüğünüz gibi durmuyor demektir.

Demek Kur'an öyle bir üslup kullanacak ki genel tabaka olan halk tabakasının anlayabileceği bir hitap olacak. Ama ilimde derinleşmiş olanlara da istiare, kinaye, teşbih, mecaz yoluyla hitap edecek, onları da ihmal etmeyecek.

Not. Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu Bey, "Tefsir Usûlü" adlı değerli çalışmasında Kur'an'ın irşad hususunda misallere başvurmasına veciz olarak şöyle değinir; "mücerredi müşahhas, zihinde gâib olanı önünde hâzır yapan misalleri." (Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 161, Elif Ofset Tesisleri Ankara, 1979, 3. Baskı) 

Not2: Üstadın bu husustaki başka bazı beyanları;

"Evet, i'caz-ı Kur'anın bir esası olan îcaz, hem hidayet-i Kur'anın bir nuru olan lütf-u irşad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki: Kur'anın muhatabları içinde ekseriyeti teşkil eden avama karşı küllî hakikatları ve derin ve umumî düsturları, me'luf ve cüz'î suretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umumî avama karşı, muazzam hakikatların yalnız uçları ve basit bir sureti gösterilsin. Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında hârikulâde olan tasarrufat-ı İlahiye, icmalen gösterilsin" (Sözler, s. 247)

"İrşadın tam ve nâfi' olmasının birinci şartı, cemaatın istidadına göre olması lâzımdır. Cemaat, avamdır. Avam ise hakaiki çıplak olarak göremez, ancak onlarca malûm ve me'luf üslûb ve elbise altında görebilirler. Bunun içindir ki Kur'an-ı Kerim yüksek hakaiki, müteşabihat denilen teşbihler, misaller, istiareler ile tasvir edip, cumhura yani avam-ı nâsın fehimlerine yakınlaştırmıştır. Ve keza tekemmül etmeyen avam-ı nâsın tehlikeli galatlara düşmemesi için, hiss-i zahirî ile gördükleri ve itikad ettikleri Güneş, Arz gibi mes'elelerde icmal ve ibham etmiş ise de, yine hakikatlara işareten bazı emareler, karineler vaz'etmiştir.(İşarat-ül İ'caz, s. 112)

"Buna binaen bundan on asır evvel gelen insanlara fünun-u hazırayı ders vermek veya garib mes'elelerden bahsetmek; onların zihinlerini şaşırtmaktan ve o insanları safsatalara atmaktan gayrı bir faide vermezdi. Meselâ: Kur'an-ı Kerim, "Ey insanlar! Şems'in sükûnuna, Arz'ın hareketine ve bir katre su içinde binlerce hayvanatın bulunduğuna dikkat ediniz ki azamet-i İlahiyeyi anlayasınız." demiş olsaydı, bütün o zamanların insanlarını tekzibe sevketmiş olurdu. Çünki hiss-i zahirîye muhaliftir. Maahaza on asırdan beri gelip geçen insanları şaşırtmak, yalnız fünun-u cedidenin zuhurundan sonra gelen insanları memnun etmek; makam-ı irşada muhalif olduğu gibi, ruh-u belâgatla da kabil-i te'lif değildir."(İşarat-ül İ'caz, s. 117)

"Bil ki: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın ifadesinde çok şefkat ve merhamet var. Çünki muhatabların ekserisi, cumhur-u avamdır. Onların zihinleri basittir. Nazarları dahi dakik şeyleri görmediğinden, onların besatet-i efkârını okşamak için tekrar ile semavat ve arzın yüzlerine yazılan âyetleri tekrar ediyor. O büyük harfleri kolaylıkla okutturuyor. Meselâ: Semavat ve arzın hilkati ve semadan yağmurun yağdırılması ve arzın dirilmesi gibi bilbedahe okunan ve görünen âyetleri ders veriyor. O huruf-u kebire içinde küçük harflerle yazılan ince âyâta nazarı nâdiren çevirir, tâ zahmet çekmesinler(Lem'alar, s. 128)

*Fakat görmekleri temin edecek yalnız zihinlerinin te'nisi için, me'luf olan ziyy(elbise) ve libas ile mücerredat arz-ı endam etmektir. Tâ mücerredatı, suver-i hayaliye arkasında temaşa etmekle görüp tanısın. Öyle ise hakikat-ı mahza, me'luflerini giyecektir. Fakat surete hasr-ı nazar etmemek gerektir." (Muhakemat, s. 46)

Kur'an avama hitap ederken onların hakikatleri görmesi ve zihinlerinin ürkekliğini gidermek ve alıştırmak için alışık oldukları elbiselerle yani misallerle görüp göstermesi lazım. Ta soyut gerçekler hayallerindeki suretlerle anlaşılsın. 

Üstad buna işaret ederek "Meselâ eğer Kur'an-ı Kerim, makam-ı istidlalde şöylece demiş olsa idi ki: "Ey insanlar! Güneş'in zahirî hareketiyle hakikî sükûnuna ve Arz'ın zahirî sükûnuyla hakikî hareketine ve yıldızlar arasında cazibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acibelerine ve yetmiş unsur arasında hâsıl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat ediniz ki, bu gibi hârika şeylerden Cenab-ı Hakk'ın herşeye kadir olduğunu anlayasınız." deseydi; delil, müddeadan binlerce derece daha hafî, daha müşkil olurdu. Hâlbuki delilin müddeadan daha hafî olması, makam-ı istidlale uymaz. (İşarat-ül İ'caz, s. 119)

 "Bu gibi mes'elelerde ibham daha mühimdir. Ve icmal daha cemil ve güzeldir. "Çünki Kur'an, istitradî ve tebaî olarak Cenab-ı Hakk'ın zâtına, sıfâtına istidlal için kâinattan bahsediyor. İstidlalin birinci şartı, delilin neticeden daha zahir ve malûm olması lâzımdır. Eğer fencilerin iştihası gibi "Şemsin sükûnuna, arzın hareketine bakmakla Allah'ın azametini anlayınız." demiş olsaydı, delil müddeadan daha hafî olurdu. Ve insanların ekserisi, ekser zamanlarda fehmedemediklerinden inkâra zehab ederlerdi. Hâlbuki irşad ve hidayet zamanlarında cumhurun derece-i fehimleri nazara alınarak ona göre söz söylemek îcabeder. Maahaza ekseriyete yapılan müraattan, ekalliyette kalanın mahrumiyeti neş'et etmez. Çünkü onlar da istifade ediyorlar. Amma mes'ele makuse olursa, ekseriyet mahrum kalır, istifade edemez. Çünki fehimleri kasırdır.(Mesnevi-i Nuriye, s. 232)

"Şek ve şübhe etmemek lâzımdır ki; mu'ciz ve en yüksek derece-i belâgatta olan Kur'an-ı Mürşid, esalib-i Arab'a en muvafıkı ve tarîk-i istidlalin en müstakim ve en vazıhı ve en kısasını ihtiyar edecektir. Demek hissiyat-ı âmmeyi tefhim ve irşad için, bir derece ihtiram edecektir. Demek delil olan intizam-ı kâinatı öyle bir vecih ile zikredecek ki; onlarca maruf ve akıllarına me'nus ola... Yoksa delil, müddeadan daha hafî olmuş olur. Bu ise, tarîk-ı irşada ve meslek-i belâgata ve mezheb-i i'caza muhaliftir. Meselâ: Eğer Kur'an dese idi: Yâ eyyühennâs!.. Fezada uçan meczub ve misafir ve müteharrik olan küre-i zemine ve cereyanıyla beraber müstekarrında istikrar eden şemse ve ecram-ı ulviyeyi birbiriyle bağlayan cazibe-i umumiyeye ve feza-yı gayr-ı mütenahîde dal ve budakları münteşir olan şecere-i hilkatten, anasır-ı kesîreden olan münasebat-ı kimyeviyeye nazar ve tedebbür ediniz; tâ Sâni'-i Âlem'in azametini tasavvur edesiniz. Veyahut: O kadar küçüklüğüyle beraber bir âlem-i hayvanat-ı hurdebîniyeyi istiab eden bir katre suya, aklın hurdebîniyle temaşa ediniz; tâ Sâni'-i Kâinat'ın herşeye kadir olduğunu tasdik edesiniz. Acaba o halde; delil müddeadan daha hafî ve daha muhtac-ı izah olmaz mı idi? Hem de onlarca muzlim bir şeyle, hakikatı tenvir etmek veyahut onların bedahet-i hislerine karşı mugalata-i nefis gibi bir emr-i gayr-ı makule teklif olmaz mı idi? Halbuki i'caz-ı Kur'an pek yüksek ve pek münezzehtir ki; onun safi ve parlak damenine, ihlâl-i ifham olan gubar konabilsin.

Bununla beraber Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan âyât-ı beyyinatın telâfifinde maksad-ı hakikîye telvih ve işaret ettiği gibi, bazı zevahir-i âyâtı -kinayede olduğu gibi- maksada menâr etmiştir.(Muhakemat, s.15) demektedir.

*"Esalîb-i Arabda ukûl-ü beşere olan tenezzülât-ı İlahiye tabir olunan müraat-ı efham ve mümaşat-ı ezhan, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'da cereyan etti." (Muhakemat, s: 46)

Arap üsluplarında "insan aklına Cenab-ı Hakkın tenezzül buyurması" diye tabir olunan, anlayışları gözetmek ve zihinlerin seviyesine uygunluk göstermek, Kur'an'da kendini gösterdi. Tenezzülatı şöyle anlayabiliriz; mesela İmam Gazali hazretleri gelse, bize usul-ı fıkıh dersi verse, kimse anlayamaz. Mecburen seviyemize inecek ki anlaşılabilsin. Bir matematik profesörü, bir Cebir profesörü ilkokul seviyesindekilere matematiği anlatamaz. Ancak toplama çıkarma gibi işlemleri onların seviyesinde yavaş yavaş anlatabilir.

İşte Cenab-ı Hak da yüce kitabı Kur'an-ı Kerim'inde bir nevi, beşerin anlama seviyesine göre meseleleri anlatıyor. Tenezzül buyuruyor. Buna tenezzülât-ı İlahiye diyoruz.

Üstad bundan sonra bazı misaller veriyor;

ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ

"sonra Ârş üzerine istiva buyurdu"(Araf: 7: 54) (aynı ifadeler; Yunus; 10/3, Rad Suresi; 13/2, Furkan: 25/59, Secde: 32/4, Hadid; 57/4 ayetlerinde geçmektedir. (Arş'la ilgili ayetler: 7/54, 9/129, 10/3, 11/7, 13/2, 20/5, 21/22, 23/86, 116, 25/59, 27/26, 32/4, 39/75, 40/7, 15, 43/82, 57/4, 85/15, 69/17)

Taha Suresinde ise;

الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى

"O Rahmân, Arş üzerine istivâ buyurdu"(Taha: 20/5) şeklindedir.

Prof. Dr. Şadi Eren Bey, "Arş kelimesi taht anlamındadır. Arş, genelde müfessirler tarafından ilahi saltanattan kinaye olarak değerlendirilmiştir. Yani, nasıl ki bir hükümdar tahtına oturur, emri ile ülkesini idare ederse, Cenab-ı Hak da emir ve iradesiyle âlemde hükmeder, tasarrufta bulunur" demektedir." (Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s. 160-161, İzmir, 2014)

"Râgıp el-İsfahânî, "İstiva" kelimesine: Müsâvî olmak; kendi kendine itidal manasını vermiştir. Arapça olan bu kelime "alâ" takısı ile "istilâ", "ilâ" takısı ile "nihayete erme" manasında kullanılır. Bu suretle istiva lügatte: İstikrar etmek, karar kılmak, kararını bulmak ulüvv-i isti'lâ; yükselmek, yüksek olmak, üstün olmak müsâvî veya mümâsil veya denk olmak; dosdoğru varmak veya kastetmek, istilâ etmek manalarına gelir. Bu lügat anlamlarına göre, âyette geçen "Sonra Allah Arş'a istiva etti" cümlesinin manası:

a) Arş'a mülkiyet ve saltanat manası verilmesi halinde: "Allah bütün mahlûkatı üzerinde düzenli ve sırayla işleri düzene koydu, hükümlerini muntazam bir şekilde yerine getirdi, hiçbir engel olmaksızın kudretini tesir ve mahlûkâtı üzerinde "meşîetini" (dilemesini) cereyan ettirdi."

b) "Mahlûkâtı yarattıktan sonra da başından sonuna kadar hepsini kudret ve galebesi velâyet ve hâkimiyeti altında tuttu." Bu ifadede istiva, istilâ manasında kullanılmıştır.

c) Arş'a mülk ve memleket, istivaya da istila manası verilmesi halinde "Sonra Allah mülkünü hâkimiyeti altında tuttu."

d) İstivaya "müsavî" manası verilmesi halinde de: "Allah Arş üzerine öyle bir istîlâ ile istiva etmiştir ki Sema ve Semada bulunanlar O'na daha yakın, arz ve arzda bulunanlar daha uzak bir mevki ve mesâfede değil, hepsi müsâvî bir nisbettedirler." demektir. Bu cümlede geçen mevki ve müsâvîlik maddî mânada değil, mecazî manadadır.(Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi, Arş maddesi)

يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْدِيهِمْ

"Allah'ın eli onların elinin üstündedir"(Fetih: 48/10) Yani kudreti..

جَاءَ رَبُّكَ

"Ve Rabbın geldi"(Fecr: 89/22)Buradan maksat, kıyamet günü Rabbinin emri, hükmü kudret işaretleri ve kahır eserleri geldiğinde" demektir. Nasıl ki haşmetli bir sultanın gelişinde onun hükümdarlığının ve heybetinin eserleri görülür. Kıyamet gününde de Cenab-ı Hakkın haşmetini gösteren nice eserler görülecektir." (Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s. 159, İzmir, 2014)

Bu vesileyle İsmail Cerrahoğlu hocanın şu izahını nakledelim; "Selef Allah'ı kendisi için mümteni olan bu gibi zahir şeylerden tenzih eder ve gayb âleminde, Allah'ın onları zikrettiği gibi inanır, hakikatlerinin ilmini O'na havale eder. Sonraki âlimler ise, İslamiyeti ifsat etmek isteyen kimselerin müteşabih ayetleri gelişi güzel tefsir etmeleri üzerine halef âlimleri devreye girmişler istiva'ya, istikrar, istevla, suud, ı'tidal; Allah'ın gelişini, Allah'ın emrinin gelişi; Allah'ın fevkiyyetinin yücelik yönünden olduğu, cihet yönünden olmadığı; Cenbden maksat haktır, Vechi zatıdır, Aynı inayetidir; yed kudretidir; nefs ukubetidir gibi manalar vermişlerdir. Bu alimlere göre müteşabih ayetlerin tevil edilmesi caiz görülmezse de, Kur'an'da işaret buyrulduğu vecihle, caiz görülmeyen te'vil, gönülleri sapkın, niyetleri kötü olanların fitne ve fesat çıkarmak amacıyla yapmak istedikleri tevillerdir. Yoksa iyi niyetle, akla, muhakemeye, dinin esaslarına uygun olarak yapılan teviller makbul ve lazımdır. Çünkü ilk devirlerdeki sağlam iman kaybolmuş, meydana gelen tereddütleri ma'kul bir şekilde ortadan kaldırmak icab etmiştir." (Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 132, Elif Ofset Tesisleri Ankara, 1979, 3. Baskı)

"Sa'b olan bir kelâmın iğlak ve işkali, ya lafız ve üslûbun perişanlığından neş'et eder -bu kısım Kur'an-ı Vâzıh-ul Beyan'a yanaşmamıştır- veyahut mananın dakik, derin veyahut kıymetdar veyahut gayr-ı me'luf, gayr-ı mebzul olduğundan güya fehme karşı nazlanmak ve şevki arttırmak için kendini göstermemek ve kıymet ve ehemmiyet vermek ister; müşkilât-ı Kur'aniye bu kısımdandır."(Muhakemat, s. 46)

Zor olan bir sözün ve kapalılığı ve anlaşılmasının müşkil oluşu ya lafız ve üslûbun perişanlığından ortaya çıkar-hâşâ- Kur'an'da böyle bir şey yok. Veya mana incedir, derindir. Veya kıymetlidir ama alışılmış bir söz değildir. Veya çok kullanılmıyordur. Bundan dolayı anlayışa nazlanmak ki, üstad bir yerde "Evet, nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir. Ve menzilleri dahi kalbin süveydasıdır"(Muhakemat, s. 84) der.

Ve şevki artırmak için kendin, göstermek ve kıymet ve ehemmiyet vermek ister zor olan kelam. Kur'an'ın müşkülatı bu çeşit kelamlardır.

Not: "Bir düşünür de bu zorluluğu şöyle ifade eder: "Kur'an, sen peçesini kaldırsan bile sana yüzünü göster­meyen bir gelin gibidir. Eğer uğraşıp birşey göremiyor ve mut­luluğa erişemiyorsan, bu bizzat örtüyü kaldırma hareketinin tik­sindirici ve aldatıcı olmasındandır. Fakat sen örtüyü kaldırmaz ve yalnız onun hoşnutluğunu elde etmeye çalışırsan onun tohum ekili tarlasını sularsan, uzaktan uzağa hizmetinde bulunur ve onu en iyi şekilde memnun etmek için zahmete katlanırsan o zaman perdeyi kaldırmadan da o sana yüzünü gösterecektir." (Yrd. Doç. Dr. Abdulcelil Candan, Kur'ân Okurken Zihne Takılan Ayetler (Müşkilü'l-Kur'an), Elest Yayınları)

Not: 2: Kur'an'da müşkil ayetlerin olmasının kısaca hikmetleri;

 1- Kur'an'ın tefekkürü emretmesi müşkül ve müteşâbih âyetlerin anlaşılması için itici bir güç oluşturmuştur. Bu güç kalpleri heyecanlandırmış, tefekkürü ve dikkati geliştirmiş, ata­let ve acizliği silip süpürmüş, ilmin insanlar arasında gelişmesini sağlamış, düşünme ve araştırma gelişerek taklitten uzaklaşılmış, araştırmaya yönlendirmiştir; bundan da dünyevî ve uhrevî pek çok faydalar hâsıl olmuştur.

2- Müşkül ve özellikle de müteşâbih âyetler müminler için imtihandır. Bu âyetlerle sağlam ve çürük inançlar ortaya çıkmıştır. Müminlerin teslimiyetleri denenmiş, amel olunmasa bile müşkül âyetleri okumakla sevaba nail olmuşlardır.

3- Müşkül ve müteşâbihatla Kur'an'ın edebî üstünlüğü ortaya çıkmıştır. Kur'an muhaliflerinin kendi konuştukları dille, bildikleri kaidelerle inzal olan Kur'an'ın müşkül ve müteşâbihatının bazılarını anlayamamaları ve bu konuda aciz kalmaları Kur'an'ın Allah kelamı olduğunu ispat etmiştir.

4- Müşkül âyetleri anlamak zor ve meşakkatlidir. Bu da çok sevap kazanmaya vesiledir.

5- Kur'an'ın tamamı muhkem ve herkesin anlayabileceği kolaylıkta olsaydı, sadece belli bir kesime kaynaklık yapardı. Diğer düşünce ve mezhep sahipleri bundan mahrum kalırdı.

Müşkül ve müteşâbih âyetler sayesinde İslâmî düşüncenin ufukları gelişmiş ve genişlemiştir. Çeşitli toplumlara bol mik­tarda düşünce malzemeleri bu yolla sağlanmıştır. Her düşünce sahibi bu fikrî malzemelerle Kur'an kültürüne belli ölçüde katkı sağlamıştır.

6- Müşkül ve müteşâbih âyetleri anlamaya çalışanlar, aklî delilere ve diğer ilimlere sarılmışlardır ki bu onları taklit karanlığından kurtarmış, istidlal ve hüccetin ışığına ulaştırmıştır. Sadece muhkem âyetlere sarılmak aklî melekelerin gelişmesine mani olduğu gibi, Müslüman toplumun cehalet ve taklitten kurtulmasını da zorlaştırırdı.

7- Âyetlerin te'vili ve âyetler arası tercih bu tür âyetler sayesinde gelişmiştir; bu da pek çok ilmin gelişmesine sebep olmuştur. Filolojik ve metodik ilimlerin gelişmesi müteşâbihatın araştırılmasıyla olmuştur.

8- Bu sayılanlar arasında en önemlisi de, müşkül ve müteşâbih'in soyut düşüncenin gelişmesine yardımcı olmasıdır. Avam somuta ilgi duyar, seçkinler ise soyuta meyyaldirler. Muhkem, müşkül ve müteşâbih âyetlerle hem halk hem de seçkinler ilgi duymuş, böylelikle toplum fikrî yönden dengelenmiştir. (Yrd. Doç. Dr. Abdulcelil Candan, Kur'ân Okurken Zihne Takılan Ayetler (Müşkilü'l-Kur'an), Elest Yayınları: 29-32.)

*"Hadîs-i şerifte vârid olduğu gibi her âyetin birer zahir ve bâtın ve her zahir ve bâtının birer hadd ve muttala'ı ve her hadd ve muttala'ın çok şücun ve gusûnu vardır. Ulûm-u İslâmiye buna şahiddir. (Muhakemat, s.47)

Bu da çok mühim bir hadis. Alusi tefsirinde bunu uzun uzadıya açıklıyor. Her ayetin bir zahiri, bir de batıni manası var. Ve her ikisinin de bir sınırı ve her mananın doğduğu yer var. Ve her son çizgi ve mananın doğduğu yerin çok dal ve budakları var. İşte İşari tefsir bundan doğmuş. İslami ilimlerin Kur'an'dan doğması bunu şahididir. Mesela aç İmam Kurtubi'nin tefsirini, Kur'an'ın fıkhi yönü üzerinde ilerlemiş, aç Fahr-ı Razi'nin tefsirini, sanki kelam kitabı. Aç Zemahşeri'nin Keşşaf'ını..her biri Kur'an'ın ayrı bir dalını ayrı bir çetiğini, ayrı bir sınırını açıklamış.

Not: Ondan dolayı bir şair demiş ki;

"Gavvas(dalgıç) olana Kur'an, mücevher dolu umman

Nasipsizdir Kur'an'dan her müstağni davranan."

Not:2: Kur'an'ın bütün İslami ilim şubelerinin oluşumundaki mucizevi yeri hakkında Yahudi araştırmacı Hirsfield; "Kur'an haiz olduğu ikna kuvveti, belagat ve inşası ile kâbına erişilmeyecek bir kitaptır. İslam âleminde bütün ilim ve irfan şubelerinin hayrete şayan inkişafı dolayısıyla Kur'an sayesinde olmuştur" der. (Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 161, Elif Ofset Tesisleri Ankara, 1979, 3. Baskı)

*"Bu meratibin her birinin birer derecesi, birer kıymeti, birer makamı vardır; temyiz lâzımdır. Lâkin tezahüm yoktur. Fakat iştibak iştibahı intac eder. .(Muhakemat, s.47) Demek Kur'an ayetlerinin manalarının dereceleri var. Ama ilk derece neye aittir? Kur'an'ın dört ana maksadına aittir. Bir de usul-u fıkıhta ve usul-i tefsirde bildiğimiz kaidelere aittir. İfadedeki "birer kıymeti, birer makamı vardır" ne demek? Usul-u fıkıhta okuduk. Ne diyor mesela? "Müfesser kesin hüküm ifade eder" diyor. "Muhkem kesin hüküm ifade eder. İnkâr eden kâfirdir" diyor. Kıymet ve makam dediği, bu. Bunları birbirinden ayırmak(temyiz) lazım.

Not: Burada Akgündüz hocamızın doksanlı yıllarda yaptığı bir Muhakemat dersinden bir izahı nakletmek istiyorum. Çünkü bu şeriatın hükümlerindeki denge karışınca, insanın da ruh dengesi alt üst oluyor. Bu dengeden habersiz davetçilerin davetleri hezimetle neticeleniyor;

"Şeriatın bir muvazenesi var. Biliyorsunuz, şeriata göre kullara taalluk eden fiiller (ef'al-i mükellefin) sekiz çeşit; Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubâh, harâm, mekrûh ve müfsid.

Farz: Allahu Teâlâ'nın kesinkes emrettiği şeyler; beş vakit namaz gibi.

Vacip: Yapılması farz gibi kesin olan emirlerdir. Fakat bu emrin delili farz kadar açık değildir. Vitir namazı gibi. Mesela birisi dese ki; "hocam, farzları kılıyorum, ama vitir namazını kılamıyorum" Onu vitir namazı kılmaya teşvik ederiz, ama "vayy bu adam ibadetlerini yerine getirmiyor" demek şeriatın dengesini bozmaktır.

Sünnet; Mesela namazların sünnetlerini ele alalım. Bir adam sadece farzları kılsa, sünnetleri kılmasa o adam için "namazlarını kılmıyor" demek yanlıştır. Bu adam sünnetleri kılmaya teşvik edilir, bu konudaki hadisler anlatılır, Efendimizin (aleyhissalatu vesselam) terk etmediği konu edinilir, böylece şeriatın koyduğu dengeler(muvazene-i şeriat) gözetilir. Diğer ef'alin-i mükellefin için de aynı şeyler geçerlidir."

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

Akif, 2021-01-25 20:27:48

Bu ders Ahmet Akgündüz Hocanın Muhakemat dersinin Salih Okur bey tarafından notlarla zenginleştirmesiyle oluşturuluyor. Allah'a emanet olunuz

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

Bunyamin, 2021-01-23 09:27:56

Allah razı bu ders toplamımı? Yoksa videonun alt yazısını ama güzel istifadeli.. Teşekkürler..Ahmet hocam..

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DİĞER YAZILAR

O halde sabret. Sonunda kazanacak olanlar, elbette Allah'tan korkup sakınanlardır.

Hûd, 49

GÜNÜN HADİSİ

"Sizin en hayırlınız Kur'an'ı Kerim'i öğrenen ve öğretendir."

"Sizin en hayırlınız Kur'an'ı Kerim'i öğrenen ve öğretendir."

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii'nin yeniden ibadete açılışı(15 Nisan 1772) *Turgut Özal'ın Vefatı(17 Nisan 1993) *Türk-Yunan savaşının başlaması(18 Nisan 1897) *Miladi takvime göre Efendimiz'in (s.a.v.)dünyaya teşrifleri(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI