Cevaplar.Org

MUHAKEMAT NOTLARI-17

Ders: Muhakemat (17. Ders), Birinci Makale, 9. Mukaddeme ’den devam İzah: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz İzah edilen kısım: Eşhastan kat'-ı nazar, nev'î ve umumî hüsn ve hakkın meydan-ı galebesi istikbaldir. Biz ölsek, milletimiz bâkidir. Kırk sene ile razı değiliz. En ekall bin sene galebeyi isteriz. Muhakemat (s. 41)


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2020-09-11 21:30:45

Ders: Muhakemat (17. Ders), Birinci Makale, 9. Mukaddeme 'den devam

İzah: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

İzah edilen kısım: Eşhastan kat'-ı nazar, nev'î ve umumî hüsn ve hakkın meydan-ı galebesi istikbaldir. Biz ölsek, milletimiz bâkidir. Kırk sene ile razı değiliz. En ekall bin sene galebeyi isteriz. Muhakemat (s. 41)

Şahısları bir tarafa koyarak söylersek, türlerde ve genel manada güzellik ve hakkın galebe edecekleri mekân; istikbaldir. Kıyamet kopmadan önce en az yüz sene İslamiyet, güzellik ve hak galip gelecek.

*"Lâkin hem şahsî, hem umumî, hem cüz'î, hem küllî olan hüsn, hak ve hayır ve kemalin meydan-ı galebesi ve mahkeme-i kübrası; ve beşeri, sair ihvanı olan kâinat-ı muntazama gibi tanzim ve istidadıyla mütenasib tecziye ve mükâfat veren, yalnız dâr-ı âhirettir. Zira onda hak ve adalet-i mahza tecelli edecektir.(Muhakemat, s. 42)

Not: Üstad buna işaret sadedinde;

"Hem o celal ve izzete uygun bir dâr-ı mücazat olacaktır. Çünkü ekseriya zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor, te'hir ediliyor. Yoksa, bakılmıyor değil. (Sözler, s. 65)

"Elbette rububiyet-i mutlaka mertebesinde bir saltanat-ı sermediyenin, o saltanata iman ile intisab ve taat ile fermanlarına teslim olanlara mükâfatı ve o izzetli saltanatı küfür ve isyanla inkâr edenlere de mücazatı; o rahmet ve cemale, o izzet ve celale lâyık bir tarzda olacak diye "Rabb-ül Âlemîn" ve "Sultan-üd Deyyan" isimleri cevab veriyorlar.(Asa-yı Musa, s. 28) diyor.

*"Evet, bu dar dünya, beşerin cevherinde mündemiç olan istidadat-ı gayr-ı mahdude ve ebed için mahlûk olan müyulat ve arzularının sünbüllenmesine müsaid değildir."(Muhakemat, s 42 )

Not: İnsan istidatlarının inkişafı noktasında dünyanın dar kalmasına merhum Mehmed Kırkıncı Hocamız şöyle bir misal veriyor; "Farz-ı muhal olarak, bir insan Karadeniz'den çok daha büyük bir balık görse, bu balığın o denizin çok fevkinde diğer bir denize ait olduğuna derhal hükmedecektir.

Aynı şekilde, insanın istidatları da dünyaya sığmamakta ve bu dünya insanı tatmin etmemektedir. O halde bu insan balığı âhireti göstermektedir ve oraya namzeddir.

İnsandaki akıl, hafıza, göz, kulak, dil gibi terazilerle, bunların tarttıkları şeyleri mukayese ettiğimizde, terazilerden birinin tartılan şeylerden daha kıymettar olduğunu görürüz. Yani, insanın herhangi bir aletiyle kazandığı dünyevî zevk ve lezzetler, o âletin kıymetine değmiyor.

Demek ki bu teraziler yalnız bu fâni işler için verilmemiştir. O halde bunların yüzünü ebedî âleme çevirmemiz lâzımdır.(Mehmed Kırkıncı, Hikmet Pırıltıları, s: 215, Cihan Yayınları, İst. 1983)

*"beşerin cevherinde mündemiç(gizli) olan istidadat-ı gayr-ı mahduda(sınırsız istidatlar)" Bediüzzaman bu ifadeyi çok kullanıyor. İnsanın sınırsız kabiliyetleri var. Allah rahmet eylesin, Kırkıncı Hocam çok güzel misal verirdi; "Ahmed efendi" derdi, "düşün bir adamı beş asır yaşıyor. Şimdi, kırk senede kimyacı olabilir mi?" "olur hocam", "kırk sene de fizik okusa, fizikçi olabilir mi?" "olur" "kırk sene de fıkıhçı vs." hepsi olur. Allah böyle yaratmış insanı. Sınırsız kabiliyet vermiş. Ama dünyada sınırlı bir ömür ve sınırlı imkânlar vermiş.

Not: Rahmetli Kırkıncı Hocaefendi, 28. Sözden yaptığı bir derste bu misale değiniyor; " Misal olarak bazen söylüyorum, bir insan 10 bin yıl yaşasa, her beş senede bir fakülte bitirebilir mi, bitirebilir. İşte insanın istidatının büyüklüğü.."

*"Evet, ebede namzed olan büyüktür; mühmel kalamaz, abes olamaz." Muhakemat (s. 42)

Ayet-i kerimede buyuruluyor ki;

أَيَحْسَبُ الْإِنسَانُ أَن يُتْرَكَ سُدًى

"İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?"(Kıyame; 75/36)

Not: Bu manada başka ayet-i kerimeler de var, mesela;

أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثاً وَأَنَّكُمْ إِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ

"(Ey insanlar!) Bizim sizi boş (abes ve batıl) yere (oyun ve eğlence, hikmetsiz ve gayesiz olarak) yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?"(Mü'minun: 23/115)

وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا لَاعِبِينَ

"Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık! Onları sadece gerçek bir sebep­le, (hikmetli bir gaye ile) yarattık (Duhân, 44/38.)

*"Cehennem ağzını, Cennet dahi ağuş-u nazendaranesini açıp bekliyorlar." (Muhakemat ( s.42 )

Ayeti kerimede buyruluyor ki;

يَوْمَ نَقُولُ لِجَهَنَّمَ هَلِ امْتَلَأْتِ وَتَقُولُ هَلْ مِن مَّزِيدٍ

"O gün cehenneme "Doldun mu?" deriz. O da "Daha var mı?" der. (Kaf: 50/30)

Ayetin devamında da buyruluyor ki;

وَأُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ غَيْرَ بَعِيدٍ

" Cennet de muttakiler için uzakta değildir (o gün) yakınlaştırılmıştır. (Kaf: 50/31)

*"İslâm'ın ve Asya'nın istikbali, uzaktan gayet parlak görünüyor. (Muhakemat s. 42) Bu da çok enteresan değil mi? Şu an batı ve Amerika geriliyor. Asya ilerliyor. Üstad sadece İslam dünyası demiyor, Asya diyor.

Not: Değerli mütefekkir Metin Karabaşoğlu Bey şöyle diyor; "İslam âleminin bugüne nazaran çok daha karanlıklı olduğu bir sırada Muhakemat'ı yazan Bediüzzaman, bu eserin "Dokuzuncu Mukaddemesi"nde, akıl ve kalbine nakşettiği hakikat zincirine dayanarak, dininden ve kendinden son derece emin ve gelecekten ümitli bir duruş sergiler.

İlgili mukaddemenin "Ukûl-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeeîdir" diye başlayan engin bir muhakeme dâhilinde, o karanlık atmosferde "İslâm'ın ve Asya'nın istikbali, uzaktan gayet parlak görünüyor" gibi aydınlık bir sonuca ulaşmaktadır.

Ve bu sonuca bir "zan" ve "temenni" suretinde değil, bir kez daha belirtirsek, enfes bir muhakeme dâhilinde ulaşmaktadır."

"İslam âleminin neredeyse tamamının sömürgeleştiği bir zamanda bu muhakemenin eşliğinde ümit ve sükûnet yüklü bir bakış sergileyen Bediüzzaman'da görülen bu enginlik ve derinliğe bir derece talip olabilsek, bizi meşgul eden, şevkimizi kıran, himmetimizi dağıtan densizlik ve dinsizliklerin üzerimizdeki tesirinin hayli zayıflayacağını düşünüyorum." (Metin Karabaşoğlu, Risale Okumaları, Cilt; 3, s. 161-164, Zafer Yayınları, İst. 2003, 1. Baskı)

Not: 2: Büyük Laorusse adlı ansiklopedi de"İslamisme" maddesini hazırlayan batılılar yirminci asırda İslam dininin namüsait şartlara rağmen esrarengiz yayılması hakkında şöyle yazmaktadırlar; "Bugün İslam öğretilerinin tehdit edici genişleme ve yayılmasına bakılınca, İslam'daki fikri genişleme insana hayret veriyor. İslam tarihinin–Hulefa-i Raşidin devri istisna edilirse-hiçbir devrinde istila ve muvaffakiyet, bu kadar süratli olmamıştır. Afrika kıtası yirminci asrın en büyük İslam merkezi olmaya yüz tutmaktadır."

Bu hususun cevabını merhum Babanzade Ahmed Naim bey şöyle vermektedir; "İslam'ın bugünkü siyasi-içtimai, iktisadi ve ilmi zaafıyla beraber, yine yayılma dairesini genişletmesi; dinin fıtrat dini, İlahi öğretilerin saf ve garaz şâibesinden pak olan kalblere nüfûz ettiği, Hıristiyanlığı yaymaya çalışan Mesih kullarının malum olan satvetleriyle, kudret ve kuvvetleriyle beraber, İslam'daki o munis sadeliğe rekabet etmekten aciz olduklarını isbat ediyor."

*"Çünki Asya'nın hâkim-i evvel ve âhiri olan İslamiyet'in galebesi için dört-beş mukavemet-sûz kuvvetler ittifak ve ittihad etmektedirler." (Muhakemat, s. 42) Asya'da hâkim din olan İslam'ın galip gelmesi için önüne geçilemez kuvvetler ittifak ve ittihad etmektedirler. Neler bunlar;

"Birinci Kuvvet: Maarif ve medeniyet ile mücehhez olan İslâmiyetin kuvvet-i hakikiyesidir."(Muhakemat, s. 42 )

Maarif; İlimler İslamiyet'e kuvvet verecek. "İlim İman Etmeyi Gerektirir" diye bir Ezher âliminin kitabı var. İslamiyet'in gerçek kuvvetidir ilim ve medeniyet.

Not: Prof. Dr. Şadi Eren Bey, bu kısmı şöyle açıklıyor; "İslam'ın bizzat kendisinde böyle bir kuvvet vardır. Bu "şu çekirdekten ağaç çıkacak" demeye benzer. Çekirdek küçük bir odun parçası gibidir, ama kendisinde koca bir ağaç olma kabiliyeti vardır. Özellikle uygun bir ortam olduğunda, o çekirdekten bir ağaç beklemek çok daha kuvvetli olur. İşte şimdi bilgi çağında olmamız ve medeniyetin ilerlemesi, İslam ağacının insanlık âleminde dal budak salmasını daha da kolaylaştıracaktır." (Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s.150, İzmir, 2014)

Bu vesileyle Prof. Dr. Ersin Gürdoğan beyin şu tespitini de nakledelim; "evet, Müslümanlar namazlarıyla, Allah dışında hiçbir gücün önünde eğilmeyeceklerini açıklıyorlar. Bu, Müslümanlar için bin dört yüz yıldan beri her yerde günde en azından beş defa tekrarlanan bir manifesto. Müslümanlar nasıl bir potansiyel enerjiyle yüklü olduklarının farkında değiller. Bir küçük kıvılcım bu enerjiyi açığa çıkarabilir."(Prof. Dr. Ersin Gürdoğan, Hicazdan Endülüs'e, s. 22, İz Yayıncılık, İst. 1993, 2. Baskı)

Not: 2: Merhum Mehmed Akif bey de millet hayatında bilgi(marifet) üzerinde durur;

"Çünkü milletlerin ikbâli için, evladım

Ma'rifet, bir de fazîlet… iki kudret lazım.

Ma'rifet ilkin, ahaliye sa'âdet verecek

Bütün esbâbı taşır; sonra fazilet gelerek

O birikmiş duran esbâbı alır, memleketin

Hayr-ı i'lâsına tahsîs ile sarf etmek için."

*İkincisi: Tekemmül-ü mebadi ve vesaitle mücehhez olan ihtiyac-ı şediddir.(Muhakemat, s.42 Mebadi: Bir ilmin temel esasları demektir. Bilimsel gelişmeler; fikirlerin birleşmesi, bir önceki buluşun bir sonrakine merdiven olması ve o bilimin temel kaideleri diyeceğimiz mebadi'nin mükemmelleşmesi ile oluşur. Bu da bir ihtiyaç doğurmuş. Yani sadece Batının değil, Asya'nın ve İslam dünyasının da gelişmeye duyduğu şiddetli ihtiyaç onları gelişmeye zorluyor. Bak, Türkiye araba yapıyor elhamdülillah. Kendi imkânlarımızla uçak yapacağız inşallah. 

Not: Üstad aynı meseleye Hutbe-i Şamiye'de şöyle değiniyor; "Medeniyet ve san'atın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebadilerin tekemmülüyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.(Hutbe-i Şamiye, s.34)

Not:2: Üstad, eski Said dönemine ait bir eserinde şiddetli ihtiyacın çıkış arayışlarına ve ilerlemeye etkisine şöyle değiniyor; "Hikmeten sabittir ki; efrad-ı kesîrenin içtimaı, ihtiyacatı intac eder. Görenek gibi çok esbab ile tekessür eden hacat, zeminin kuvve-i nâbitesine sıkışmaz. İşte şu noktadan ihtiyaç san'ata ve merak ilme ve sıkıntı vesait-i sefahete hocalık edip talime başlarlar. Evet fikr-i san'at, meyl-i marifet, kesretten çıkar.(Sünuhat-Tuluat-İşarat, s. 65)

Not:3: Merhum Prof. Dr. M. Esad Coşan Hocaefendi bir yazısında mebadi hususuna şöyle işaret eder; " İnsanoğlunun bugünkü medeni başarısı, çağların birikimi olup; tek bir şahsa ait ve münferit kişilere bağlı değil, kolektif bir üründür. Bu seviyeye gelişen en büyük patlama son iki yüzyılda olmuştur. Bunun da temelinde karmaşık birçok faktör bulunmaktadır ve yine tek bir sebebe irca mümkün değildir. Sosyal oluşumlardaki sebebler bolluğunu, gelişimlerin, birçok etkilerin müşterek bileşkesi olduğunu görmeli, detaylara inmeye kendimizi alıştırmalıyız."(İlim Ve Sanat, Eylül, 1986)

Esad Efendi bir sohbetinde de duyulan ihtiyaca şöyle değinmektedir; "İslâm'ın, İslâm Âlemi'nin, İslâm ümmetinin her çeşit bilgiye son derece büyük ihtiyacı var. Benim de size en büyük tavsiyem, bulunduğunuz dalda vazgeçilmez eleman olmağa çalışın!.. En yüksek eleman olmağa çalışın!.. Her şeyi bilmeğe çalışın, bilmediğiniz bir şeyin kalmamasına çalışın!.. Kütüphaneniz ihtisas kütüphanesi olsun... Hiç bir kimsede bulunmayan kitap, sizde bulunsun... O dilde olmayan, yabancı dilde olan eserleri de kütüphanenize alın... Adam sizinle konuştuğu zaman, hayretler içinde kalsın... "Ya, adam Rus Edebiyatı'nı da takib etmiş, Alman Edebiyatı'nı da takib etmiş, İngiliz'i de incelemiş, Amerikalıları da incelemiş; kendi sahasıyla ilgili her şeyi biliyor!" desin. Bu bakımdan sizi ilim yolunda çalışmaya davet ederim... Devamlı çalışmaya davet ederim, her gün çalışmaya davet ederim." (5 Mayıs 1990-İstanbul)

*Üçüncüsü: Asya'yı gayet sefalette, başka yerleri nihayet refahette görmekten neş'et eden tenebbüh-ü tâm ve teyakkuz-u kâmil ile mücehhez olan gıbta ve rekabet ve kin-i muzmerdir.(Muhakemat, s. 42)

Asya'yı perişan bir halde başka yerleri nihayet refah içinde görmekten doğan tam bir uyanış ve teyakkuz ile donanmış olan gıbta ve rekabet ile örtülü olan kin.

Not: Eskiden gezenler bunu görmüşler. Mesela merhum Ziya Paşa, 1870'de Cenevre'de yazdığı meşhur şiirinde diyor;

"Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler kâşâneler gördüm

Dolaştım mülk-i İslam'ı bütün viraneler gördüm"

Mesela merhum Mehmed Akif;

"Ne gördün, Şark'ı çok gezdin? " diyorlar. Gördüğüm yer yer

Harap iller, serilmiş hanümanlar, başsız ümmetler,

Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar,

Buruşmuş çehreler, tersiz alınlar, işlemez kollar;

Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar.

Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar;

Tagallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler;

Riyalar; türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler;

Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;

Ekinsiz tarlalar, ot basmış evler, küflü harmanlar;

Cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar;

"Gazâ" nâmiyle dindaş öldüren biçare dindaşlar;

Ipıssız aşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;

Emek mahrûmu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar" der.

Not:2: Üstad buna başka bir eserinde şöyle değiniyor; "Yüksek şeylere müsabaka suretinde beşere yüksek maksadları ders veren ve o yolda çalıştıran ve istibdadatı parça parça eden ve ulvî hisleri heyecana getiren ve gıbta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve tam uyanmakla ve müsabaka şevkiyle ve teceddüd meyliyle ve temeddün meyelanıyla teçhiz edilen üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer'iyedir. Yani insaniyete lâyık en yüksek kemalâta olan meyl ve arzu ile cihazlanmış olmak."(Hutbe-i Şamiye, s. 34)

Not: 3: İşte Asya milletlerinde gelişmiş batı dünyasına ve Amerika'ya karşı gıptayla karışık, içten içe yerleşmiş gizli kin.. Mesela Japonya İkinci Dünya Savaşında yenilmesine rağmen içindeki o muzmer kin ile bugün Batı ile yarışacak durumdadır. Merhum Prof. Dr. Esad Coşan Hocaefendi, bir sohbetinde buna şöyle değinir; "Amerika'da bir kitap görmüştüm, Amerikan ekonomistleri feryad ediyorlar: "Amerika Japonya'nın gizli istilâsı altında; şu kadar sene sonra tamamen Japonlar hakim olacaklar Amerika'da her şeye!.." diyorlar. Bu, bilimsel savaşın Japonlar tarafından kazanılmasıdır. İkinci Cihan Harbi'nde, atom bombasının karşısında yenilen Japonya'nın, şu kadar zaman sonra, kendisini yenmiş olan milletin postunu yere sermesidir. Bu bilimsel çalışmayla olur. Biz de aynı yolu tutacağız. Yâni, bizim içimizden 1. sınıf bilim adamı çıkması lâzım!.. Hepimizin kendi sahamızda 1. sınıf mütehassıs olması lâzım!.. (9 Haziran 1990 – Adapazarı)

Bu gizli kin Asya'da ve İslam âleminde herkeste var, ahmaklar hariç. Suudi Arabistan ve B.A.E gibi kilab-ı Amerika hariç.

Not: 4: Merhum Esad Coşan Hocaefendi bir yazısında Asya'da 19. Yüzyılda uyanan bu gıbta ve çalışmaya şöyle değiniyor; " Bir arkadaşımız söylemişti: Japonların ekonomisi 1890'lı yıllarda %90 yabancıların elindeymiş. Bunu almaya azmetmişler. Kısa bir zamanda, 30-40 senede %90'nın %80'inini almışlar, yabancı payını %10'a düşürmüşler. Ama nasıl çalışmışlar, düşmanı yenmek kolay mı, %90 paya sahip düşmanı çökertmek kolay mı?..

Nasıl yenmişler; %1 kazanca razı olarak, çok çalışarak, karşı tarafı pes ettirmişler. Adam iflas etmiş, %40 kârla tutunamadığı için pes etmiş, pazardan çekilmiş oluyor. Bizim de böyle fedâkârca çalışmamız lâzım! Japonya'yı misal olarak gösterebiliriz. İlim Çin'de de olsa almalıyız, prensip Japonya'da da olsa, bunu mutlaka yapmamız lâzım… (Kadın ve Aile, Ağustos 1994)

Esad efendi 1995'teki bir sohbetinde de şöyle demektedir; "Bak işte giden heyet şimdi, Çin'e hayran kalmış. Şanghay'ı görünce ağzı açık kalmış. "Allah Allah! Yirmibirinci Yüzyıl'a girmiş!" demişler. E, ben geçen sene yazdım, evvelki sene yazdım dergilerde... "Yâhu bu adamlar Yirmibirinci Yüzyıl'a girmişler, bizden çok ileriler!.." dedim, ilk defa Singapur'a gidip, buraya geldiğim zaman... Uyuyor millet!.. Afrikalılar bizi geçti. Küçük küçük devletler bizden ileri duruma geldi. Altı milyon, sekiz milyon nüfusu olan İsveç, uçak yapıyor, kamyon yapıyor... Atom santralleriyle ülkesinin enerjisini sağlıyor. Her şeyi yapıyor. Bizde hiç bir şey yok...

Bu neden?.. Kanımızın donmasından, şehid evlâdı olduğumuzu unutmamızdan, müslümanlığımızın, imanımızın gereğine göre yaşamamamızdan, İslâm'ı doğru anlayamamamızdan... Fatih Sultan Mehmed Han gibi, "İyi müslüman neler yapmalıymış, nasıl olmalıymış?" diye düşünüp doğruyu bulamamamızdan. 29. 5. 1995 İskenderpaşa C. / İstanbul

Not: Ama çok –şükür-son 15-20 senedir Türkiye'nin bu konuda gayretleri meydandadır…(Salih Okur)

*"Dördüncüsü: Ehl-i tevhidin düsturu olan tevhid-i kelime (Muhakemat, s. 42) Allah'ı bir bilenlerin düsturu olan vahdet. Madem Allah'ı bir biliyoruz, ne den ortak bir sözde birleşmeyelim? İnşallah ittihad-ı İslam..

Not: Üstad bunu veciz olarak şöyle ifade eder; "Evet tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder."(Mektubat, s. 263)

*"ve zeminin hasiyeti olan itidal ve ta'dil-i mizaç" (Muhakemat, s. 42) İslam coğrafyasının özelliği olan mutedillik ve insan mizacının itidalli oluşu.

Not: Mustafa Bin Bâli merhum, 16. Yüzyılda kaleme aldığı "Risale-i Kiyâset-i Firaset" adlı eserinde diyor ki; "Mamur iklimlerin en faziletlisi İmam Razi'ye göre dördüncü iklimdir. Ebu Ali Sina(İbn-i Sina)'ya göre ise ekvator çizgisine yakın olan mevkilerdir. Sıcaklık ve soğukluk, rutubet ve kuruluk sebebiyle her mekânın sakinlerinde farklı ahlak ve fiil ortaya çıkmaktadır." (Mustafa Bin Bâli, a.g.e. s. 235, haz. Dr. Ramazan Sarıçiçek, Büyüyen Ay Yayınları, İst. 2014, 1. Baskı) Bu iklimde yaşayanların genel özelliği her halde mutedil gitmek ve ayrı ayrı dört mevsimin yaşanması insanın huylarını tadil ediyor.

Merhum allame Mustafa Sıbai de; "Hayret! Allah her beldeye ayrı bir özellik vermiş ki, onunla maruftur. Mesela Şam halkı yumuşak huyluluk ve başkalarını tercihte, Humus halkı saflık ve başkalarını tercihle, Hama halkı hamiyet ve sertlikle, Halep halkı vefakârlık ve cimrilikle, Deyrezor halkı açıklık ve kabalıkla, Lazkiye halkı basitlik ve değişkenlikle maruftur" diyor.(Mustafa Sıbai, Allametni'l Hayat, Türkçe tercüme; Hayatın Bana Öğrettikleri, mütercimler; Muhammed Sevgili, Hasan Akdağ, Tekin Kitabevi, Konya, 1994, 1. Baskı)

Yalnız, burada Üstadın kastettiği fikirlerin daha rahat konuşulabildiği, tartışılabildiği, dedlil ve burhanların hükmettiği bir zemin manasına manevi ve fikri bir zemin de olabilir, Münazarat'taki şu ifadeleri gibi; "Eğer Mehdi acele edip gelse; baş-göz üstüne, hemen gelmeli. Zira güzel bir zemin müheyya ve mümehhed oldu. Zannettiğiniz gibi çirkin değildir. (Münazarat, s. 12)

*" zamanın ziyası olan tenevvür-ü ezhan" (Muhakemat, s. 42) Zamanın ışığı da; zihinler artık aydınlanmış.

*"medeniyetin kanunu olan telahuk-u efkâr"(Muhakemat, s. 42-43) medeniyetin fikirlerin birbirine katılımını netice veriyor. 'Barika-i hakikat (hakikat şimşekleri) müsademe-i efkârdan(fikirlerin çarpışmasından) doğar' hakikatı gereğince, artık bir köy haline gelmiş olan dünyada fikirler çarpışıyor ve üstadın dediği gibi; "akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek."(Hutbe-i Şamiye, s. 27 )

"ve bedeviyetin lâzımı olan selâmet-i fıtrat" (Muhakemat, s. 43) Asya ve âlem-i İslam yaradılışça-özellikle Muhakemat'ın yazıldığı 1911'li yılları düşünürsek selim kalmış, çok bozulmamış. Mesela Zina vs. gibi melanetler Çin'de bile Amerika ve Batı ülkelerine göre daha az…

Not; Mesela o sıralarda Asya'yı dolaşan merhum Abdürreşid İbrahim'in hatıralarında bu selim fıtrat özelliklerine sık sık rastlarız, misal olarak kendisi Kore'de karşılaştığı bir hadise münasebetiyle der ki;

 "Eskiden Bir Koreli katiyen yalan söylemezmiş. Hatta bir adamın yalan söylediği ortaya çıkarsa babası evlatlıktan çıkarırlarmış. Fuhuş eskiden hiç yokken bu on sene içinde(Batılıların Kore'ye ayak basması ile) o da başlamış ve ilerlemiş." İnsan bunun gibi şeyleri duyunca bir düşünürün şu sözünü hatırlamadan edemiyor: "İnsanlığın en büyük düşmanları Avrupa'dan çıkmıştır." Elhak doğru bir sözdür…

Şöyle diyor merhum seyyahımız; "Kayıkçı bizi vapurdan karaya götürdü. Ufak para bulunmadığından tabii olarak yarım yen verdim. Kayıkçı bizim parayı aldı, bir tarafa gitti. Ben dikkate almadım. Hepsi altı kuruş bir para. Gümrükten eşyalarımızı topladığım gibi rikşe(İnsanın çektiği bir ulaşım aracı) ile tren istasyonuna gittik. Trenin hareketine vakit varmış. Biz de biraz yemek filan yeyelim diyerek orada bulunan Japon misafirhanesine girdik. Misafirhaneden çıktığım zaman fukara bir adam bize dört kuruş kadar para veriyor. Dedim; "Bu ne parası?" "Kayıkçıya elli sin vermişsiniz, onun fazlası" İşte fıtri terbiye. Avrupalıların vahşi ve barbar tabir ettikleri şarkta neler var? Bir kere ehemmiyetsiz bir para sonrada o gümrük sahilinden trene kadar yirmi dakikalık bir mesafe. Kim arayacak, kim bulacak? Fakat Şark terbiyesi kul hakkına başka gözle bakar."

 Merhum Mehmed Akif bey de Safahat'ta Abdürreşid İbrahim beyin dilinden 1910'ların Japonya'sını şöyle anlatır;

"Doğruluk, ahde vefa, va'de sadakat, şefkat;

Acizin hakkını İ'lâya samimi gayret;

En ufak şeyle kanaat, çoğa kudret varken;

Yine ifrat ile vermek, veren eller darken;

Kimsenin ırzına, namusuna yan bakmayarak,

Yedi kat ellerin evladını kardeş tanımak;

Öleceksin! denilen noktada merdane sebat;

Yeri gelsin, gülerek, oynayarak terk-i hayat,

İhtirasat-ı hususiyyeyi söyletmeyerek,

Nef-i şahsiyi umumunkine kurban etmek...

Daha bunlar gibi çok nadire gördüm orada.

Ademin en temiz ahfadına malik bir ada.

Medeniyyet girebilmiş yalınız fenniyle...

O da sahiplerinin lahik olan izniyle.

Dikilip sahile binlerce basiret, iman;

Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan!

Garbın eşyası, eğer kıymeti haizse yürür;

Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür!

Gece gündüz açık evler, kapılar mandalsız;

Herkesin sandığı meydanda, bilinmez hırsız.

Ya o mahviyyeti insan göremez bir yerde...

Togo'nun umduğunuz tavrı mı vardır? Nerde!

"Gidelim!" der, götürür! Sonra gelip ta yanıma;

Çay boşaltırdı ben içtikçe hemen fincanıma.

Müslümanlık sanırım parlayacaktır orda;

Sade Osmanlıların gayreti lazım arada."

*" ve zaruretin semeresi olan hafiflik"(Muhakemat,s. 43) Fakirliğin neticesi olan hafiflik. Üstad diyor ki; "Bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri zaman-ı kasırada tekemmül-ü mebadi cihetiyle tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zira onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler. Biz birdenbire şimendifer ve balon gibi mebadiye bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi'-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-ı İslâmiyenin ve istidad-ı fıtrînin, feyz-i imanın ve şiddet-i cû'un hazma verdiği teshil yardımıyla fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.(Divan-ı Harb-i Örfi, s. 69 )

Üstad biz fakiriz, hafifiz, diyor. Ben bunu merhum Özal zamanında anladım. Amerika'daydım. O kadar kötü telefonlar kullanılıyordu ki.. Niye? Çünkü o alt yapıyı adam 50 sene önce kurmuş, şimdi eskimiş. Onu tamamen değiştirmek zor. Ama bize telekominikasyon merhum Özal zamanında geldi. Türkiye'ye geldiğimde gördüm ki, o meselede Türkiye Amerika'dan ileride. Niye, çünkü ilk defa aldık, hafifiz.

Not: Akgündüz Hoca 1990'larda yaptığı bir Muhakemat dersinde aynı yeri şöyle izah ediyor; "Şimdi âlem-i İslam'ın bilime, medeniyete, ilerlemeye aşırı bir şekilde ihtiyaç gösterdiği belli. Bu belli olduğu gibi, alt yapı da tamamlanmış. Yani, potansiyel hazır. Bir işlendi mi, Allah'ın izniyle mesele çok ilerleyecek.

Şöyle bir misal verelim; İngiltere'ye gidenler bilirler ki, orada telekominikasyon çok perişan durumda. Niye? Çünkü 1950'lerin teknolojisi. Yani onu atıp, bizim kabul ettiğimiz teknolojiyi almaları onlara çok pahalıya mal olacak. Biz mesela metroyu yapsak en son model metroyu yapacağız. Ama mesela Amerika'da San Francisco'daki metroyu değiştirmek çok zor yani. Burası çok mühim bir nokta. Yani potansiyel var ama bir kısım müfsitler engel oluyorlar yani. Ama bir de önü açıldı mı, potansiyel ve alt yapı itibarıyla önü tam açılmış durumda yani."

*"ve cür'et-i teşebbüs ile"(Muhakemat, s. 43) Bu da çok önemli.. Müslüman dünyasındaki şu an en önemli eksiklik o. O bir aşıldı mı çok şey değişecek.

Not: Merhum Prof. Dr. Esad Coşan Hocaefendi de aynı hususa parmak basıyor; "Dünya üzerinde müthiş bir sayı üstünlüğüne sahibiz. Bu çok büyük bir avantajdır. Eğer reklam ve propagandaya, eğilim ve haberleşmeye hâkim olursak zor oyunu bozacak ve bize zulmeden, insafsız, bencil, mutlu ve putlu azınlığın saltanatından kurtulacağız.

Yeterli ve olgun bir bilim kadromuz da oluştu. Şimdi sadece finans zorluğu çekiyoruz.

İnsanlar olarak tüm bilgi ve görgülerimizi birleştirdiğimiz; ürettiğimiz projelerimize mali kaynaklarını sağladığımız zaman, başarıya kısa zamanda ulaşacağız inşallah… (İlim Ve Sanat, Mayıs, 1989)

*"Beşincisi: Bu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıf olan i'la-yı kelimetullah(Muhakemat, s 43) bu zamanda diyor, bu konuda hadis-i şerif var kardaş.. 

Not: Ahmet Hoca'nın kısmen naklettiği hadis-i şerif şöyle;

"Ahir zaman oldu mu, insanlara muhakkak altın, gümüş lazımdır. Çünkü bir kimse dinini ve dünyasını ancak para ile muhafaza edip yapacaktır."(Mikdam(r.a)'dan naklen Taberani'den, Ramuz, s.33, Birecikli Abdullah Naim Şener, Muhtar-ı Naim'den Kıyamet Alametleri, s; 92, İst. 1977)

Not 2: Sorularla risale adlı sitede bu mesele şöyle izah edilmiş; "Maddeten terakki ise; dünyevi anlamda her türlü güç anlamındadır. Bu gücün içerisine teknoloji, medeniyet, maddi imkanlar, savaş teknolojisi ve diplomasi olarak her şey dahildir.

Bundan evvelki asırlarda ve Müslümanların dünyaya hükmettiği dönemlerde, hak üstün idi. Kuvvete bedel hak esastı. Zayıf dahi olsa haklı, güçlü idi. Bunun en güzel örneği; Müslümanların hâkim olduğu dönemlerde, hangi dine ve ırka mensup olursa olsun, her unsurun yaşaması ve bu zamana kadar varlıklarını fevkalade sürdürmesidir.

Ahir zamanda ise; dengeler değişmiş ve oyunun kuralları farklılaşmıştır. Yani madde, mana yerinde ikame olmuş, kuvvet hakka galip hale gelmiştir. En güzel örneği ise; ABD'dir. Bugün dünyada herkes Amerika'yı, güçlü olduğu için haklı zannetmektedir. İşte bu asrın ve ahir zamanın mergup metâı, teknolojik ve ekonomik güçtür. Buna sahip olamayan, sadece haklılıkla kendini koruyamaz.

Dolayısıyla haklılıkla beraber teknoloji ve ekonomik gücümüzü de elde edebilirsek, Üstadımızın tavsiyesine uymuş oluruz.

Resul-ü Kibriya (asm)'nın da asırlar evvel mucizevi bir tarzda, ihbarını tahakkuk ettirmiş oluruz.

https://sorularlarisale.com/izzet-i-islamiyedir-ki-ila-yi-kelimetullahi-ilan-ediyor-ve-bu-zamanda-ila-yi-kelimetullah-maddeten-terakkiye-mutevakkif

Not 3: Bu konuda yapılan yanlış yorumlara Metin Karabaşoğlu bey kendisiyle yaptığımız mülakatta şöyle değinmişti, onu da unutmamak lazım; "Geçmişin o büyük âlimlerinin makasıd-ı Şeria ve maslahat diye ortaya koydukları harikulade formülasyon, nasıl dünyevileşmeye yatkın zihinlerimiz ve yüreklerimiz tarafından deforme edilmişse, suiistimale uğramışsa, aynı şekilde kendisini Bediüzzaman'a ve Risale-i Nur'a atıfla tarif eden zamane müminleri Bediüzzaman'ın bu sözünü de suiistimal etmişlerdir ve etmeye devam etmektedirler.

Oysa açık bir gerçek var; Bediüzzaman bu sözü söylediğinde yıl 1911 idi. Muhakemat'ta bu ifadenin kullanıldığını düşünürsek… Bediüzzaman 1911 yılından sonra 49 yıl yaşadı, yani yarım yüzyıl yaşadı. Peki, bizim "i'la-yı Kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır" sözüne dayanarak, sergilediğimiz yaklaşım ve yaşadığımız hayatı bir kenara koyalım. Bu sözü söyledikten sonra, bunu söylemiş kişi olarak Bediüzzaman'ın 49 yıl yaşamış olduğu hayatı bir kenara koyalım. Ondan sonra iki elimizi vicdanımıza koyalım. Acaba o sözden bu hayatı, bu yaklaşımı meşrulaştırmaya Bediüzzaman'ın hayatına baktığınızda bir cevaz çıkar mı? Hâlbuki bir sözün niye söylendiğini, nasıl söylendiğini, en başta sözün sahibinin hayatı ortaya koyar. Sözün sahibinin hayatı ortada.

Yine enteresan bir noktadır; Bediüzzaman'ın bu sözünü dünyevileşmenin adeta meşrulaştırılması için kullanmak isteyenler, aynı Bediüzzaman'ın Kastamonu Lahikası'ndaki terakki fikrine dair bir başka sözünü ise nedense hiç keşfetmemiş, adeta o mektubu hiç okumamış bir durumda gözüküyorlar ki, Kastamonu Lahikası'nın baş tarafındaki ilgili mektubunda Bediüzzaman ki ikinci dünya savaşı hengâmında söylediği bir sözdür. "Beşerin başına gelen bütün bu felaketler terakki fikrindendir" diyor.

Neticede, Bediüzzaman'ın hayatına bakarak, bu sözü değerlendirme durumunda ve Bediüzzaman'ın söylediği bir diğer söz olarak, o söze de bakarak değerlendirme durumunda olduğumuzda ben" i'la-yı Kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır" sözünün doğru bir söz olduğuna inanıyorum ve bu sözü kendi namıma hayatımda takip etmem gereken bir söz olarak alıyorum. Bediüzzaman'ın muradının şu olduğunu düşünüyorum ki, sonraki hayatında da muradının bu olduğunu gösterir apaçık tezahürler görüyoruz; Mü'min iki şeriatı; sıfat-ı kelamdan gelen dini şeriat ile sıfat-ı iradeden gelen ve kâinatta adetullah olarak karşımıza çıkan şeriatı, hayatında, şahsında buluşturma durumundadır. Mesela, bir mü'min marangoz ise, onun sadece çok düzgün namaz kılıyor olması değil, aynı zaman da işini de düzgün yapıyor olması beklenir.

Hz. Peygamber'in hadislerinde görüyoruz. Talk bin Ali neticede çamur karıcı, inşaat ustası bir sahabedir, ama mescidin inşasında onun gösterdiği inceliği gören Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselam "İşini iyi yapandan Allah rahmetini esirgemesin" diye dua etmiştir. Çünkü orada sıfat-ı kelamdan Kur'an'a, bize emir buyurulan şeriata ittiba eden, itaat eden bir mü'minin, aynı zamanda adetullah ile bize sunulan fıtri şeriata da ittibaını okuyoruz. Bu da ubudiyetimizin bir parçasıdır.

Aynı şekilde, manaca ilerlemek demek, maddeyi yok etmek, maddeyi göz ardı etmek ve şu maddi âlemde adetullah dairesindeki yükümlülüklerimizi ihmal etmek, göz ardı etmek demek değildir. Bilakis o noktada da mü'min hangi yolu tutmuşsa, hangi mesleği yapıyorsa, o mesleği en iyi şekilde yapan, en iyi şekilde kavrayan olma durumundadır. Hangi alanda uzmanlaşmayı tercih etmişse, o alanın hakkını verme durumunda olmalıdır.

Mesela mü'min bir kitap yazıyorsa, dili en düzgün, tashihten en azade ve sayfa düzeni itibariyle en estetik, en okunabilir şekilde çalışmasını yapmak durumundadır. Ben bu şekilde alıyorum. Bu sözün hak bir söz olduğunu, fakat bizim bu doğru sözü yanlış niyetlerle, adeta hayatımızdaki zaaflarımızı doğrulatmak adına suiistimal ettiğimizi düşünüyorum.

http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=3676&ctgr_id=138

Not: 4: Son olarak bu meselede mühtedi Müslümanlardan merhume Meryem Cemile Hanımefendi'nin "İlericilik Doğması; Öldürücü Düşmanımız" adlı enfes makalesine bakılmasını âcizane tavsiye edeceğim, konu uzayacağından oradan pasajlar alamayacağım. Salih Okur, bkz.. (Meryem Cemile, Garp Materyalizmi Karşısında İslam, terc. Kemal Kuşçu, s. 119-127, Çile Yayınevi, İst. 1976)

*"Ve bu kuvvetlere yardım etmek için ecanib içine ihtilâl veren ve medeniyetleri ihtiyarlandıran mesavi-i medeniyetin mehasinine galebesidir. Ve sa'yin sefahete adem-i kifayetidir."(Muhakemat, s. 43)

 Avrupa ve Batı ülkelerine karışıklık veren ve medeniyetleri ihtiyarlandıran Medeniyetin pislikleri yani ahlaksızlık, uyuşturucu vs. batı insanını batırmış durumda.. Ve bu medeniyetin pislikleri güzelliklerine galip geldi şu anda. Ve çalışmanın gayr-i meşru yaşantıyı yemine yetmemesi..

Not: Üstad bir başka eserinde der ki; "Medeniyetten istifam, sizi düşündürecek. Evet, böyle istibdad ve sefahete ve zilletle memzuç medeniyete, bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet, eşhası fakir ve sefih ve ahlâksız eder. Fakat hakikî medeniyet nev'-i insanın terakki ve tekemmülüne ve mahiyet-i nev'iyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir."(Divan-ı Harb-i Örfi, s. 48)

Üstadın bu konudaki diğer bazı ifadeleri; "İşte şu medeniyetin şu düsturlarındandır ki, bütün mehasiniyle beraber beşerin yüzde ancak yirmisine bir nevi surî saadet verip seksenini rahatsızlığa, sefalete atmıştır.(Sözler, s. 408)

"Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç, fakir etmiştir. Sa'y-i helâl, masrafa etmemiştir kifayet.

Onda hile, harama beşeri sevk etmiştir. Ahlâkın esasını şu noktadan bozmuştur. Cemaate hem nev'e vermiştir servet, haşmet.

Ferdi, şahsı ahlâksız, hem fakir eylemiştir. Bunun şahidi çoktur. (Sözler, s. 713)

"Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden; maslahat-ı beşer fetvasıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar, manen vahşi bir medeniyet" (Sünuhat-Tuluat-İşarat, s. 45)

Prof. Dr. Ersin Gürdoğan beyefendi der ki; "Batılıların geliştirdiği ekonomik teori ve modellerde insana yer yok. Kaç lira kazanıyor veya kaybediyoruz, tek ölçü bu. Oysa para ile ifade edilemeyen onca şey var. Değerleri, arzuları, sevgileri ve özlemleri nasıl hesaba katacağız?"

Ve Ersin hoca, Batı medeniyetin bireyi nasıl altından bir kafese soktuğunu şöyle anlatıyor; "Ülkeler ekonomik anlamda zenginleştikçe, insanların önemli bir kesimi, daha çok kazanma adına özgürlüklerini, kişisel karar alma ve uygulama güçlerini büyük ölçüde yitiriyorlar.

İnsanın insana olan güveninin ve sevgisinin yitirilmesiyle doğru orantılı olarak katılaşan, anlamsız bürokratik kurallara tutsak olunuyor. Önceden bilincine varmadığımız, sınırları geniş tutulmuş bir hapishanedeyiz sanki…"(Prof. Dr. Ersin Gündoğan, Hicazdan Endülüs'e, s. 13 ve 17, İz Yayıncılık, İst. 1993, 2. Baskı)

*"Evet şu diyanetsizlik Avrupa medeniyetinin iç yüzünü öyle karıştırmış ki; o kadar fırak-ı fesadiyeyi ve ihtilâliyeyi tevlid etmiş. Faraza habl-ül metin-i İslâmiye ve sedd-i Zülkarneyn gibi şeriat-ı garranın hakikatına iltica ve tahassun edilmezse, bu fırak-ı fesadiye, onların âlem-i medeniyetlerini zîr ü zeber edeceklerdir. Nasıl ki şimdiden tehdid ediyorlar.."Muhakemat (s. 43) Bugünü sanki dinlemiş ve okumuş Bediüzzaman..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Allah'a güven. Vekîl olarak Allah yeter.

Ahzab, 33

GÜNÜN HADİSİ

İşçinin alın teri kurumadan hakkını veriniz.

İbn-i Mace

TARİHTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI