Cevaplar.Org

MUHAKEMAT DERSLERİ-6

Ders: Muhakemat(6. Ders), Birinci Makale, Birinci Mukaddime, (Dördüncüsü yazan kısımdan devam) İzah: Prof. Dr. Şener Dilek *“Her biri birer hakikatın nümunesi olduklarından, efkârı hakaik cihetine tevcih ve teşvik ve tenbih etmektir.”(Muhakemat, s. 14) Muhakemat’ı


Serkan Çakır

serkancakir82@hotmail.com

2020-08-17 08:07:46

Ders: Muhakemat(6. Ders), Birinci Makale, Birinci Mukaddime, (Dördüncüsü yazan kısımdan devam)

İzah: Prof. Dr. Şener Dilek

*"Her biri birer hakikatın nümunesi olduklarından, efkârı hakaik cihetine tevcih ve teşvik ve tenbih etmektir."(Muhakemat, s. 14) Muhakemat'ı yorumlarken kilit noktasındaki kelimelere ve kelimelerin yüklendiği manaların tabakatına dikkat lazımdır ki, mana açılabilsin.

Kur'an'ın esrarı, yaratılışın sırları, niye yaratıldın, asli vazifen ne, senden beklenen görev nedir? Önce fikir çalışacak, fikirleri hakikata tevcih.. Sonra teşvik ve tembih geliyor.

Eğitim noktasından, tebliğ noktasından, İslamiyet'in insanlara ulaştırılması noktasından bu üç husus çok önemlidir. "Üç T" formülüdür;

Birincisi tevcih, ikincisi teşvik, üçüncüsü tenbih.

Birincisi tevcih: yönlendirme manası. Fikirleri hakikate, marifete, envar ve esrar-ı Kur'aniyeye yönlendirmek. Önce yönlendireceksin, önüne bir kulvar açacaksın.

Eskiden şarkta çobanlar vardı. Adamda öyle maharet vardı ki, kavalla sürüyü suya indiriyordu. O dilsiz kavalla iki bin tane koyunu suya indiriyor. O maharetli çoban dilinde bir sesle, (şartlı refleks, Pavlov'un köpeği gibi) ağzından bir kelime çıkıyor ve bakıyorsun yoncaya girecek hayvanlar bir kelime ile yoncaya girmiyor. Başka tarafa gidiyor. Bu bir fıtrat kanunu. Kaval ile çoban sürüyü suya indirsin de, ey eğitimciler, ey sosyologlar, ey bu gençlik ile meşgul olan insanlar! Size de lazım olan önce yönlendirme. Muhatabını yüzünü hakka çevireceksin.

Elimizdeki şu peçeteyi bir ayine kabul edelim. Eskiden Osmanlı döneminde aynalı cüzdanlar meşhurdu. Şimdi adamın cebinde cüzdan ve ayna, cüzdanın içerisinde o aynanın bir esprisi var mı? Ne yapacaksın cüzdanı açacaksın ve aynayı güneşe tuttun mu, artık kanun-u inikâs, kanun-u nuraniyet, kanun-u letafet kendini gösterecek. İlla aynayı açıp güneşe mukabil tutmak gerekiyor.

Üç t formülü, terbiye-yi İslamiye noktasından, eğitim psikolojisi noktasından üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir kanundur. Önce çocuğu yönlendireceksin. Çocuk oyun demek, çocuk oyuncak demek, oyunla yönlendir. Vermek istediğini oyun içinde ver. Hz. Ali (r.a) çocuk terbiyesini çok hakimane bir kelime ile ifade etmiş; "yedi yaşına kadar çocukla oyna. Yedi ile on dört yaşına kadar arkadaş ol, on dört yaşından sonra da karşına al, muhatap ol." Onun da bir reyi var, çiğneme, ezme, susturma, vurma, kırma yok. "Yavrum, senin de bir reyin var, fikrin ve duygunu ifade et." Yüzlerce binlerce kitap yazılmış bu konu hakkında. Hepsini süzsek, hakikat noktasında Hz. Ali'nin bu cümlesi süzülür, ortaya çıkar.

Demek yönlendirmek gayet önemli. Şimdi bu asırda maalesef gençliği neye yönlendiriyorlar? Şu belediyelerin cürmü çok azimdir. Devlet sana imkân vermiş, nereye yönlendiriyorsun; "vur patlasın, çal oynasın." Bir zaman Ramazan ayında bir yere gittik, belediye şenlik yapıyor. Ramazanda şenlik olur mu? Davul, zurna, saz, caz zamanı mıdır? Ramazanda çadır aç, fakir fukarayı yedir, içir bu tamam. Belki bu da yapılıyor ama diğer zararı def et. Bakınız, yanlış yönlendirme bu.

Anne ve babaların da ayrıca suçları var. Bakınız babalara, çocuğu nereye yönlendiriyor, "oğlum, Boğaziçi elektrik-elektroniği kazanacaksın, liseye gideceksin, İngilizce, Fransızca, Almanca öğren. Japonya'ya git, Çinceyi öğren, Çin'e git, iyi bir tüccar ol, iyi bir işletmeci, iyi bir matematikçi ol." Peki, kaç tane baba oğluna şöyle dedi; "bırak bunları da önce hâlis, muhlis bir Müslüman ol. Önce Müslüman ol." Anne babaların da bu cihette zulmü azimdir. Bir anne baba çocuğunu sinemaya sokağa götürdüğü kadar tutsa medreseye, camiye götürse idi, bu millet bu hâle gelmezdi!

Çocuk temiz fıtrat, sâfi fıtrat demektir. Çocuk neye benziyor, tıpkı alçıya benziyor. Çocuğun terbiyesi alçı gibi, suya kattın mı, yumuşadı mı, yumuşak alçıya istediğin şekli verirsin. Ama alçı sertleşti mi, artık geriye dönüş çok zordur. Sertleşti ve elinden çıktı. Şimdi birçok anne, baba ağlıyor; "kızım böyle, oğlum böyle" diye. Ey anne baba, sen zamanında çocuğu İslam'a, dine, Kur'an'a yönlendirmedin!

Üstad, Osmanlının yıkılışını anlatıyor. Osmanlı niye yıkıldı, çok sebepleri vardır. Bu derse uygunluk ve mutabakat noktasından konuşalım. Diyor ki; zenginler çocuğunu medreseden aldı. Zengin ya, artık parası var, devleti, serveti var ve ekâbir. "Çocuğum medreseye gidip hafız mı olsun, cenaze mi yıkasın, imam mı olsun" şeklindeki tezyif ve tahkir. Varlıktan gelen sarhoşluk, enaniyet ve gurur.

Zenginler de çocuklarını medreseden çektiler, devlet de zeki, istidatlı öğrencileri imtihanla aldı, onları Avrupa'ya gönderdi. Avrupa'ya gidenlerin yüzde doksanı sağlam yumurta gittiler, dönerken cılk yumurta olarak geldiler. Başımıza bela oldular. Baştaki belalar; münevver demeye layık değil; Avrupa görmüş o aydınlar köydeki cahillerden bin derece daha cahil daha tehlikeli. Köyde bir adam sui istimal yapsa, köyün imkânları kadar vurur, çalar, gasp eder. Ama tepeye, yükseğe geldiği zaman, tahribatı daha dehşetli ve şiddetli külli olur. (Not: Üstadın bu mealdeki ifadeleri için bkz. Lem'alar; s. 228, Kastamonu Lahikası, s. 243, Emirdağ Lahikası;1/43, Rnk neşriyat baskıları)

Evet, dert çok büyük. Yönlendirme, evlatlarımızı dine, Kur'an'a, İslamiyet'e yönlendirmek çok mühim. Bakınız, İslamiyet'te yönlendirme ne ile başlıyor? Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki; "sokakta yetişmiş gülü, çöplükte ki gülü koklamayanız"(Bu mealdeki hadis, hem merfu yani Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'in, hem de mevkuf yani Hz. Ömer (ra)'in sözü olarak nakledilmiştir.(Aclunî, I/272). Sehavi, El-Makasıd'ul Hasene, s. 135'te hadisin Ramahurmuzi, Askeri, İbn-i Adiyy, Kudai, Hatip ve Deylemi tarafından da rivayet edildiğini söyler.)

Hadis sembolik ve simgesel. Gül kadın manasında. "Çöplükteki gülü koklamayanız." Evlilikte ilk adım, kadının sadece güzelliği değil, çevresi, muhiti ve terbiyesi. Sokaktaki yetişen gülü koklamayınız. Yahudiler malı için, Hıristiyanlar güzelliği için evlenir. Siz ahlakı için evleniniz. Evlilik insan hayatında çok önemli, pek fevkalade bir karardır. Onun için orada da ilk tevcih, ilk yöneliş çok önemlidir.

Bazı şeyler var ki, kişi ona zamanında -fıtrata mutabakat sırrıyla- sahip olursa güzel, yoksa faturası çok ağır ve dehşetlidir. Hz. Hasan(r.a) doğduğunda Hz. Hasan'ı sarı bir beze sarmışlar. Peygamberimizin aleyhissalatu vesselam ilk ikazı, (sarı bez fıtratı negatif etkiler, karamsar kılar.) "Beyaz beze sarın" buyurdu. (Kenzu'l Ummal; 16, 261-262, İbnu Abdilberr, El İsabe, cilt, 4, s. 337-338) Bakınız, son araştırmalarda renklerin insan fıtratındaki tesirleri araştırılıyor. İşte yönlendirme.

Efendimiz aleyhissalatu vesselam bir rivayette hurma, bir rivayette bal, hurmayı ağzında yumuşattı, Hz. Hasan'ın diline vurdu. Bu uygulamaya "tahnik" denilir. Ama Hz. Hüseyin'in doğumunda bu yapılmadan önce Hz. Fatıma bebeğine süt vermiş. İşbu sebeptendir ki, Hz. Hasan(r.a) Hz. Hüseyin(r.a)'den zekâ itibari ile daha önde ve ilerdeydi.(Heysemi, Mecmau'z Zevaid, cilt: 9, s. 175, Kenzu'l Ummal, 16: 284)

Bir doktora sordum, "bunun tıp noktasından hikmeti nedir? Beni düşündürüyor, siz nasıl yorum yapıyorsunuz" dedim. Onunla mütalaa ettik ve sonunda ise şu netice çıktı; beyin glikozla, şekerle çalışıyor. Ağzına, diline ilk değen glikoz şeker. Şeker ile ilk çalışan organ nedir, beyindir. Bakın yönlendirme Hz. Hasan'ı kucağına aldı. Hz. Hasan daha dünyaya yeni gelmiş, ses yok, hiçbir şey duymamış, sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okudu, bu da bir yönlendirme. Aynısını daha sonra doğan Hüseyin Efendimize de uyguladı.(bkz. Ebu Davud, Edeb; 108, Tirmizi, Edahi; 17, Müstedrek'ül Hakim, Cilt; 3, s. 179) 

Çocuk dünyaya geldiği zaman ilk duyduğu ses, ilk duyduğu kelam Allahu Ekber. Daha sonrasında isim. Bakınız Peygamberimiz uydurma ya da put isimlerini, fıtrata uymayan isimleri hep değiştiriyor, tebdil ve tağyir ediyor, güzel isimler koyuyordu. (Buhari: Edeb: 108) Babanın görevlerinden biri de evladına güzel isim koymak. Bakınız güzel isim. İsmin insan fıtratı üzerinde tesiri var, isimle çağırıyorsun. Allah'ın en çok sevdiği isim Abdullah. Abd, kul demek Allah'ın kulu veyahut peygamber ismi koymak, bu da bir yönlendirme.

İmam-ı Gazali(r.a) bu hadis üzerinde çok durmuş; "dört yaşında, dört aylık, dört günlük ise o çocuğa Kur'an öğretin. Kur'an rahlesinin dibine çöktürün." İnsanın bütün iç dünyasındaki, idrakindeki, alemindeki kodların şifresi: dört yaş, dört ay, dört gün. Şifredir bu. Osmanlı sarayındaki bütün şehzadeler dört yaşında, dört aylık, dört günlük olunca hemen özel bir mürebbi ile Kur'an talimine başlıyorlarmış.

Bugün maalesef şu sosyal medya insanları, gençleri nereye yönlendiriyor? Sefahat, ahlaksızlık, fuhuş, zina, lakaytlık, gıybet. Evet, gıybet tiryakilik olmuş. Sathi bir nazar, dinden, Kur'an'dan, İslamiyet'ten uzaklaşmak adına medya ile yapılan menfi yönlendirmeler…

Evet, yönlendirme çok önemli. Anne ve babanın çok ehemmiyetli bir görevi yönlendirme. Bu ne zaman olacak? Ta çocuk yaşta çocuğu Kur'an'a, İslam'a, o kulvara sokmak..

İkincisi, teşvik: şevklendireceksin ve teşvik edeceksin, ona hâmi, ona destek olacaksın. Teşvikin maddi ve manevi cephesi var. Çocuğun bir şey yaparsa, onun fıtratına uygun bir şeyler alırsın, bu bebek olur, bisiklet olur. Mizacına muvafık neyse, kız ve erkek olması durumuna göre onu teşvik edeceksin, onu yönlendireceksin.

Şimdi umumi tebliğ noktasından bakınca da bu üç t formülü önemli. İnsanları Allah'a, Kur'an'a, İslamiyet'e yaklaştırmak mı istiyorsun? Sen bir tebliğ adamı mısın? Evet, sen bir tebliğ adamı isen, gene aynı kanun, üç t, önce yönlendirme, sonra teşvik. Kırmadan, dökmeden, tezyif ve tahkir etmeden, teşvikle muhataplarına yöneleceksin ki, hakikatı tagaddi edebilsin, beslenebilsin.. Beslendi mi; yani hakikatı görüyor, hakikatı müşahede ediyor. Akıl dairesi, kalb dairesi, ruh dairesinde bu hakikatlar onun âleminde tavattun etti, vatan tuttu mu, tuttu. Ama bir de insan fıtratı var. İnsanda nefis var, insanda enaniyet var, insanda tembellik var, rehavet var. Bir de kötü arkadaş ve kötü muhit tehlikesi var. Kötü arkadaş şeytandan daha zararlıdır, şeytan sadece kalbe lümme atar. Fakat kötü arkadaş tutuyor, onu her türlü pisliğe alıp, çekip götürüyor.

Kalbi hayatımız bir göl gibi. Bir göl çok büyük olur, çok vasi, geniş ve derin olur ama o göl bir kaynaktan beslenmezse o gölü bekleyen iki akıbet vardır; ya temmuz güneşine dayanamaz, kurur ya da kokar.

Demek teşvik ettik, tahkim ettik, kulvara soktuk. Muhatabımız okuyor, anlıyor, yaşıyor. İş bitti mi hayır, bitmedi. Fıtrat analizi gerekli. Fıtratta tembellik var mı var, lakaytlık var mı var, insanın nefsinde arzuları var mı, var. Peki onu izale etmek için neye ihtiyaç var? Onu izale etmenin yolu üçüncü kelimedir. Yani, tembih yani ikazdır. İkaz etmek, uyandırmak.

Arabayı düz yolda bırakıyorsun güzel gidiyor. Ama direksiyondan elini çektin mi, arabanın rot balans ayarı bozulsa ya sağa ya sola çeker. Bak kulvardan çıkıyor, sonra ne yapıyor, takla atar. İnsanın fıtratı bu. Teyakkuz; bir de onu ikaz etmek.

Bakın! Kur'an-ı Kerim'de birçok ayeti kerime; أَلاَ (e la) ile başlıyor;

أَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

"İyi bilin ki ancak Allah'ı zikretmek (anmak)la kalbler yatışır"(er-Ra'd, 13/28) gibi. أَلاَ kelimesinin tam Türkçedeki karşılığı şudur; mesela bir adam uyuyor derste, sohbette; yahu! Bu derste bu hakikatta uyunur mu? "Şişt şişt, hey hey" dersin. İşte أَلاَ nın manası bu ikaz, "uyan uyan, aklını başına al. "İyi bilin ki ancak Allah'ı zikretmek (anmak)la kalbler yatışır"(er-Ra'd, 13/28) Uyandırma olmazsa, ikaz olmazsa, insan yanlışı doğru gibi telakki eder, ikaz olmazsa bazen insan şımarır. İkaz olmazsa bazen haddini aşar, ikaz olmazsa kendi âlemindeki bazı tesbitleri, doğruları olur. Sen onunla konuştuğun zaman, senin konuştuğun onun doğrularına uyarsa, seni kabul eder. Senin konuştuğun onun doğrularına tam mutabık değilse, seni tard eder ve red eder, dolayısıyla o insan ondan sonra hakikatları alamaz. Âleminde o hakikatları inşa etme noktasından büyük sıkıntı ve sancı çeker.

Bu üç kelime hem çocuk terbiyesi hem nesillerin terbiyesi hem de tebliğ noktasından fevkalade ehemmiyetli bir üç temel esastır. Anneler, babalar, cemiyet, cemiyeti tanzim edenler, sosyologlar, bu milletin hayat-ı bakiyesi için çalışanlar bu üç noktaya tahşidat yaparlarsa, daha kâmil manada cemiyetin tashihine ve selametine inşallah kuvvet verirler.

*"Kur'an'da kasem ile temeyyüz etmiş olan ecram-ı ulviye ve süfliyeyi tefekkürden gaflet edenleri daima ikaz ederler. Evet, kasemat-ı Kur'aniye, nevm-i gaflette dalanlara kar'-ul asâdır.(Muhakemat (s. 14 )

Cenab-ı Hak Kur'an'da kasem ediyor, yemin ediyor. Ecram-ı ulviyeye, sema âlemine, gök âlemine, âlem-i süfliyede de arz ve içindekilere yeminler var. Allah'ın varlığına iki câmi ayna var; birisi sema; büyüklüğüne bakın, enginliğine ve vüsatına bakın. Allah semavatı yarattı. Nasıl bir intizam, mükemmellik, nasıl bir hallakiyet !. Zemine in; Allah baharı serdi, çiçekler meyveler, mahlûkatlar, masnuatlar hepsi Allah'ın sanat-ı ilahisi. Arz ve semayı tefekkürde gaflet edenleri Kur'an-ı Kerim ikaz ediyor; bu manada yüzlerce ayet-i kerime vardır.

أَفَلاَ (Efala) ile başlayan çok ayet-i kerime var, hiç tefekkür etmiyor musunuz, hiç düşünmüyor musunuz, hiç akıl etmiyor musunuz, aklınız nerde? Hiç düşünmeyecek miyiz, hiç tefekkür etmeyecek miyiz? Sadece mide dairesi, yemek içmek, geviş getirmek, yediğini pisletmek hayvana mahsus. İnsaniyetin şerefi, insaniyetin itibarı ve kıymeti, insanı hayvandan ayıran özellik; düşüncesidir. İnsan düşündüğü zaman insandır. İnsan düşünceyi terk ettiği zaman كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ (hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar."Araf:7/179) hayvandan da aşağıya düşmüş oluyor. Birçok ayette Cenab-ı Hak tefekkür edenleri över. Mesela; "Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah'ı zikrederler (anarlar). Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler: "Rabb'imiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru!" (Âli İmrân, 3/191).

Fizik doktorları hastanın ayağındaki refleksi ölçmek için küçük tokmakla vurur, ayak atıyor mu atmıyor mu, sinirler çalışıyor mu çalışmıyor mu? Değnek, tokmak ikaz edici. Kur'an'ın tehdit ayetleri aynen tokmak gibidir, ta ki his var mı yok mu belli eder. Doktor niye dize vuruyor, bu dizde his var mı, sinirler çalışıyor mu, uyanık mı, uyanık değil mi, vuruyor ta ki uyansın.

Kur'an'da kasemle ilgili tehdit ayetleri ikaz edici, uyandırıcı tokmak gibi; "Düşün, bak, murakabe et. Niçin yaratıldın, varlığın esprisi ne?" Beşeri ikaz ediyor, gaflet uykusundan uyandırıyor.

*"ve şübhe etmemek lâzımdır ki; mu'ciz ve en yüksek derece-i belâgatta olan Kur'an-ı Mürşid,(Muhakemat ( s.14 ) Şek ve şüphe yok ki Kur'an mucizdir, Kur'an'daki icaz, belagatın en yükseğidir. En yüksek belagat en sarih, en mükemmel beyan, ifade Kur'an'dadır. Madem Kur'an mürşiddir, Kur'an belagatta ve irşad noktasından öyle bir yol çizecek ki, beşerin nazar-ı vechi, âlemi Kur'an'ın hakikatlerine yönelmiş olsun.

Burada ilmi belagat ve fenni beyan noktasından da üstad çok önemli ölçü veriyor. Bu ölçüleri alıp tebliğ noktasından, belagat noktasından alıp formüle edebiliriz. Şimdi bu gözle okuyalım;

*"esalib-i Arab'a en muvafıkı" (Muhakemat, s.14) Arabın üslubuna en muvafık, bu bir kaide. İnsanların üslupları, milletlerin kendine mahsus örfleri, kabul ve redleri vardır. Demek üslup, o milletin mizacına istidat ve kabiliyetine muvafık ve mutabık olması lazım.

Üstad hz; "bu hakikatlara ekmek kadar, su kadar ihtiyaç var" diyor. (mesela 13. Söz, 2. Makam'ın haşiyesinde)Şimdi üstad ekmek diyor, yani Anadolu kültüründe ekmek sofranın olmazsa olmazı. Ama Çin'e git, Çin'liye desen ki; "bu eserler ekmek ve su kadar ihtiyaç var." Adam ekmeği bilmiyor ki. Onların dünyasında pirinç var. Orada ne diyeceksin; "bu eserlere pirinç kadar, su kadar ihtiyaç var." Milletlerin, ırkların, yörenin, insanların coğrafyasına, lisanına, üslubuna muvafık ve mutabık konuşacaksın.

Karadenizli bir edebiyat öğretmeni Van'a gitmiş. Van'da dil bilgisi dersi veriyor. Çocuğu kaldırmış demiş ki; "oğlum, 'bakmak' fiilini çek." Çocuk demiş ki; "bakırem, bakırsen, bakır." Hoca; "olmadı oğlum" demiş. Çocuk; "hocam, benim bildiğim bu. Sen çek" demiş. O da demiş ki "bakayrum, bakaysun, bakar."Bu da edebiyat öğretmeni, bir de İstanbul Türkçesi var.

Kur'an, Arapçayı en güzel telaffuz eden, en güzel konuşan ve Araplar'ın kendilerine nisbet edildikleri dört ana koldan biri olan Mudar lehçesi ile indi. Kaderin ezelden takdiri, Efendimiz aleyhissalatu vesselam'ın sütannesi, Mudar'ın fesahat ve belagatta (=dil kurallarına ve edebiyata uygun ola­rak konuşmakta) en ilerisi olan Ben-i Saad(Hevazin) kabilesinden idi. Rasulullah'ın(sallallahu aleyhi ve sellem) çocukluğu Hevazin kabilesinde geçti. Allah hazırlıyor. Bakınız peygamberimiz ne buyuruyor; Ben arabın en beliğ konuşanıyım ama fahr yok." Yine "Ben he­pinizden en düzgün konuşanım. Çünkü Kureyş soyundanım ve dilim Ben-î Sa'd'ın dilidir" buyurmuş. (İbn Sa'd Tabakât, c. 1, s. 71.)

Şimdi belagat noktasından, tebliğ noktasından, bu cümleyi formüle edersek bir kere; konuştuğun zaman o milletin, o kavmin, o coğrafyanın üslubuna muvafık ve mutabık konuşacaksın..

*"tarîk-i istidlalin en müstakim ve en vazıhı ve en kısasını ihtiyar edecektir. (Muhakemat (s. 14) İstidlal, delil noktasından en keskin ve en vazıh konuşacaksın. Bir de ikinci bir kaide; tasvir-i müddea bizi işba etmiyor, biz akıl ve hüccet isteriz. Delil ve hüccetin de müstakim, tam istikamete mutabık olması lazım. Bir de vazıh yani açık, yani kapalı ve örtülü değil, örtülü oldu mu olmaz ve anlaşılmaz.

"Ve en kısasını ihtiyar edecektir."(Muhakemat, s.14) Bir de mesajı mümkün olduğu kadar kısa tutacaksın, net olacak vazıh olacak ve kısa olacak, vurucu bir mana olacak. Bazı edebiyatçılar var, romanları var, tasvir ediyor: ne diyecek mesela "kapıda otururken, geldi, burada mikrofonun karşısına geçti. Şu kitabı okudu" cümle bu. Şimdi başlıyor kapının renginden, odanın şeklinden, pencereden, buluttan, ağaçtan, etraftan dolanıyor dolanıyor, yarım saatte mikrofonun başına gelemiyor. İşte öyle değil, sözü uzatmadan, net, kısa delil ve hüccete dayalı konuşmak lazım. Bir de o örfün anlayacağı bir biçimde ifade etmek gerektir ki, söz sünnetullah kanunlarına göre müessir ve muktedir olabilsin.

*"Demek hissiyat-ı âmmeyi tefhim ve irşad için, bir derece ihtiram edecektir."(Muhakemat (s. 14) Ammenin, umumun hissine müraat etmek lazım. Bu da çok önemlidir. O yüzden Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki; "insanlara akıllarına göre konuşunuz." "insanlara akıllarına göre konuşun, hitap ediniz" buyuruyor.(Ebû Davud, Edeb, 20; Münâvî, Feyzü'l-Kadir, 3/75) Tebliğde de bu çok önemli.

*"Demek delil olan intizam-ı kâinatı öyle bir vecih ile zikredecek ki; onlarca maruf ve akıllarına me'nus ola... Yoksa delil, müddeadan daha hafî olmuş olur. Bu ise, tarîk-ı irşada ve meslek-i belâgata ve mezheb-i i'caza muhaliftir."(Muhakemat, s. 14) Mesela Kur'an-ı Kerim intizam delilini anlatacak ama bu intizam delilini öyle anlatması lazım ki, insanların idraklerine, anlayışlarına muvafık ve mutabık bir lisan ile onların anlayacağı bir keyfiyetle izah etmesi lazım. Yoksa delil müddeadan gizli olur. Kur'an'ın ekseri muhatabı avam olduğu için, Kur'an avamın hissiyatına ihtiram ediyor, avamın hissiyatına göre konuşuyor. Ama Kur'an'da kelamın derinliği olduğu için, kelam-ı ilahi olduğu için, o basit hissiyatın arkasında ariflerin, âşıkların, müdebbirlerin, kelamdan anlayan hakimlerin pek çok hissesi var. Derece-i fehim farklı farklı olduğu için, o basit cümlenin arkasında o müdrikler, mütefekkirler, kâmil insanlar da matlup manayı oradan alıyorlar, arka plandan almış ve alıyorlar.

*"Bu ise, tarîk-ı irşada ve meslek-i belâgata ve mezheb-i i'caza muhaliftir.(Muhakemat, s. 14) Burada da şu noktayı dikkate alıyor; irşad tarikikına uygun olması. Konuştuğun kelam irşad tarikına uygun olacak. Bir şeyi isbat ederken insanların ünsiyet ettiği, anladığı, idrakinin çekebileceği vecih ve çerçevede konuşmak lazım.

Eczaneden ilaç alıyorsun. İlacı okuyorsun, hiçbir şey anlaşılmıyor. Bir bilinmeyeni, bir bilinmeyen denklemle izah etmiş. "Bu ilacı oral olarak alın" diyor, vatandaş nereden bilsin oralı? Bütün doktorların olduğu yerde tıp dilini kullan, doğru ama sen avama hitap ediyorsun. Ben ne bileyim ki bu kelime ne demektir? Bana öyle bir kelimeyi ikinci bir Latince kelime ile üçüncü kelime ile veriyor, hiçbir şey anlamıyorsun. İşte bu belagate uygun değil.

*"Meselâ: Eğer Kur'an dese idi: Yâ eyyühennâs!.. Fezada uçan meczub ve misafir ve müteharrik olan küre-i zemine ve cereyanıyla beraber müstekarrında istikrar eden şemse ve ecram-ı ulviyeyi birbiriyle bağlayan cazibe-i umumiyeye ve feza-yı gayr-ı mütenahîde dal ve budakları münteşir olan şecere-i hilkatten, anasır-ı kesîreden olan münasebat-ı kimyeviyeye nazar ve tedebbür ediniz; tâ Sâni'-i Âlem'in azametini tasavvur edesiniz. Veyahut: O kadar küçüklüğüyle beraber bir âlem-i hayvanat-ı hurdebîniyeyi istiab eden bir katre suya, aklın hurdebîniyle temaşa ediniz; tâ Sâni'-i Kâinat'ın herşeye kadir olduğunu tasdik edesiniz. Acaba o halde; delil müddeadan daha hafî ve daha muhtac-ı izah olmaz mı idi? (Muhakemat (s. 15) 

Cazibe-yi umumi diyor, bugünkü manada yerçekimi kuvveti. Bundan üç yüz, beş yüz sene önce Kur'an deseydi ki; "Allah'ın azameti ve kudretine delil mi arıyorsunuz; bakın semadaki gezegenlere, Allah şu yer çekimi kanunu ile nasıl bağlamış?" O günkü insanlar yerçekimi kanununu biliyor mu, bilmiyor. O zaman ne oldu, delil müddeadan daha gizli oldu.

Veyahut "şu mahlûkatın yaratılmasındaki kimyevi terkiple, Cenab-ı Hak azot, hidrojen, oksijeni nasıl alıyor, nasıl terkip ediyor, bunları kimyanın gözü ile ifade etmiş olsaydı, o zamanın insanları ona muhatap olabilir miydi, olamazdı.

İlahi yaratılıştaki mucizeyi göstermek için Kur'an dese idi ki; "şu suyun içindeki mikroorganizmalara bakın. Bir damla suyu mikroskobun altına koy bak, oradaki yaşayan mahlûkatı gör. Allah'ın sanatlarını anla."

Şimdi bu hakikat mi hakikat. Almanya'da bir doktor arkadaşımızın kliniğine gittik. Çok özel bir mikroskopla bir damla kanı bana gösterdi. Bir damlanın içinde uzay var. Fesuphanallah milyonlarca mahlûk, canlı bir âlem. Bir damla kanda sanki bütün kâinat temaşa ediliyor.

Kuran 1400 sene önce deseydi; "o kan damlasına bakın, onda Allah'ın yarattığı kudreti görün. Kanda yaşayan canlı mahlukları temaşa edin! Allah neler yaratmış ve hüve ala külli şeyin kadir." Doğru ama doğruya muhatap yok. Zira ilim seviyesi ilerlememiş, mikroskop keşfedilmemiş vs.

İşte belagat kanunu; irşad neyi gerektiriyor? Muhatabın seviyesine göre konuşmayı. Onun için, Peygamberimiz(sallallahu aleyhi ve sellem); "insanlara akıllarına göre konuşun, hitap ediniz" buyuruyor.(Ebû Davud, Edeb, 20; Münâvî, Feyzü'l-Kadir, 3/75)

*"Hem de onlarca muzlim bir şeyle, hakikatı tenvir etmek veyahut onların bedahet-i hislerine karşı mugalâta-i nefis gibi bir emr-i gayr-ı makule teklif olmaz mı?"(Muhakemat, s. 15) İlimdeki gelişmeler noktasında düşünelim; 700-800 sene geriye gidin; ilim ve araştırmalar daha bugünkü noktaya gelmemiş, senin hakikat noktasında doğru bildiğin şeyler o asırlarda kapalı ve örtülü.. Mesela bir suyun içindeki binlerce mikroorganizmalar olduğu gerçeği, o zamanın insanlarına kapalı ve meçhul kaldığı için, sana diyecekler ki "mübalağa ediyorsun, bu suyun içinde ne var? göz görüyor mu, yok. Peki, nasıl diyorsun ki bunda yüz binlerce mahlûk var? Hani nerede? Biz baktık bir şey görmedik. Sen nasıl böyle bir şeyi iddia ediyorsun?" diyecek ve o zaman ne yapacak, inkâra kalkışacak. "Sen benim nefsimi kandırıyorsun. Mugalâta ediyorsun, hakkı batıl, batılı hak gösteriyorsun diyecekler.

*" Hâlbuki i'caz-ı Kur'an pek yüksek ve pek münezzehtir ki; onun safi ve parlak damenine, ihlâl-i ifham olan gubar konabilsin.(Muhakemat, s. 15)

Kur'an-ı Kerim'in ifadede beyanlarına bu tarzlar, bu perdeler giremez ve girmemiş.

*" Bununla beraber Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan âyât-ı beyyinatın telâfifinde maksad-ı hakikîye telvih ve işaret ettiği gibi, bazı zevahir-i âyâtı -kinayede olduğu gibi- maksada menâr etmiştir."(Muhakemat, s.15) Kur'an-ı Kerim'in vaz olunduğu manalar var; Sarahat manası bir de Kur'an'ın sarahatinin dışında işari ve remzi manaları var. Telmihi manaları var. Kinai manaları var. Kur'an'da sarahatinin dışında bir kısım müteşabih ayetler var. Cenab-ı Hak bir kısım hakikatleri teşbih, istiare ve kinaye ile ifade etmiş. Kur'an-ı Kerim'de asıl maksatın dışında ikinci maksata medar vasıf ve sıfatlar vardır. Ama onları anlamak ve bilmek için bir altyapıya ihtiyaç vardır.

*"Hem de usûl-i mukarreredendir: Sıdk ve kizb yahut tasdik ve tekzib; kinayat ve emsallerinde, fenn-i Beyan'da "maânî-i ûlâ" tabir olunan suret-i manaya raci' değildirler. Ancak "maânî-i sânevî" ile tabir olunan maksad ve garaza teveccüh ederler. Meselâ: "Filanın kılıncının bendi uzundur" denilse; kılıncı olmazsa da, fakat kameti uzun olursa, yine hüküm doğrudur, yalan değildir. Hem de nasıl kelâmda bir kelime, istiareye karine-i mecazdır."(Muhakemat, s. 15) Bütün insanlar da teşbih, kinaye, istiare kullanıyorlar mı, evet. Mesela bir adam dese; "hamama gittim, karşımda bir arslan yıkanıyordu." Şimdi bu cümlede hakikatın yolu kapalı. Aslan hamama girmez, girse yıkanmaz. Ama yıkansa da senin yüzüne bakıp, karşına geçmez. Seni paralar ve parçalar. Burada ki arslan hamamdaydı cümlesinde istiare manası yani yiğit, cesur bir insan manası var. Aslan da ormanların kralı yiğidi ya. İki mana birbirine mutabık ise bir manayı mecaz itibari ile alıp, diğer bir mana adına kullandığın zaman ne oluyor, kinaye olmuş oluyor.

Kur'an'da bu manada da kinaye ve istiare manasında, teşbih manasında ifadeler var mı var. Bunlar bir cihette manayı zihne yakınlaştırıyor. Bir cihette o mana tabakatını anlama noktasından da muhatabın seviyesini göre farklılık olmuş oluyor.

Mecaz ve istiarede doğru yanlış sıdk ve kizb bunlarda zahiren kelam yanlış gibi görünmüş olsa bile hakikat noktasında mana yanlış değildir.

İki mana var; biri manayı ulâ(ilk mana) biri de mana-yı sanevi.(ikinci mana) Mana-yı ulâ kelamın vaz olunduğu mana, kelam ilk defa okunduğu zaman çıplak olan manadır. ilk defa fehmettiğin açık ve içinde mecaz, istiare olmayan kelam, mana-yı ulâdır.(birinci anlamdır)

Mana-yı sanevi; ikinci derecede olan mana, asıl mananın dışında, o cümleye bir başka mana yüklediğiniz zaman, "mecaz mana" olmuş oluyor. "Filan adamın kılıcının bendi uzundur." Burada teşbih vardır. Bu asırda kılınç var mı yok, kılınç kuşanması yok. Buradaki teşbih mana net. Yani burada adamın boyunun uzun olduğu kastediliyor. Kılıncı olmasa da, eğer bu adamın hakikaten boyu uzunsa, anlıyoruz ki hüküm doğrudur.

"Filan evin külü çoktur." Evin külü çok ne demek? Cömert ve sahi bir hane. Her gün yüzlerce insan geliyor, yemek yiyor. Karnını doyuruyor. Mutfakta ocak devamlı yanıyor, kül bitmiyor, bu mana muraddır.

"Öyle de; kelime-i vâhid hükmünde olan Kelâmullah'ın bir kısım âyâtı, sair ihvanının hakikat ve cevherlerine karine ve rehnüma ve komşularının kalblerindeki sırlara delil ve tercüman oluyorlar."(Muhakemat, s.15) Kur'an'ın icaz vechesi olduğu için, Kur'an ayetleri arasında rabıta ve ilgi, alaka vardır. Demek ki kelamın sarahat manası var, işari manası var, remzi manası var. Pek çok mana tabakatı var. Kelamın fehvası var. Bu cihetlerle Kur'an icazının belagat noktasında o gözle baktığımız zaman birçok ayet ve surenin birbirlerini tahkim eder, bir birine kuvvet verir, birbirini şerh eder cihet ve cephelerini de bu manada dikkate almak icab eder. Kur'an'ın sarih manasının dışında diğer manaları noktasında da Kur'an'ı tahkik ve tedkik etmek ehl-i dikkat, ehl-i hakikatın meslek ve meşrebidir, yüksek ehl-i hakikatın ve bu işte uzmanların sahasıdır.

*"Elhasıl: Bu hakikatı pîş-i nazara getiremeyen ve âyetleri müvazene ve doğru muhakeme edemeyen, meşhur Bektaşî gibi ki: Namazın terkinde taallül yolunda demiş: "Kur'an diyor: لاَ تَقْرَبُوا الصَّلَوةَ İlerisine de hâfız değilim." Nazar-ı hakikate karşı maskara olacaktır(Muhakemat, s.15 )

Ayet-i kerimede "namaza yaklaşmayın" diyor (en-Nisa, 4/43). Fakat şarta tabi, şartsız okuduğunuz zaman namaza yaklaşmayın manası çıkıyor. Bektaşi mantığı bu ayetin bir kısmını alıyor, kendine delil gösteriyor, diyor ki "Kur'an namaza yaklaşmayın" diyor, "arkasını oku" dendi mi, "hafız değilim" diyor.

Bir de Kur'an'a bir bütün ve küll olarak bakmak gerekiyor. Mesela Kur'an'dan bir ayet-i kerime alıyor. Onun siyak ve sibakına bakmadan, Kur'an'da bazı kelimeler birkaç mana itibari ile kullanılmış. O mana tabakatı nedir, Kur'an bu kelimeyi nerede, nasıl kullanıyor, ne gibi mana vardır? O biraz daha müçtehidlerin, ulemanın, o konuda rusuhiyet ve vukufiyeti olan zatların ihtisas sahasına giriyor. Âmi insanlar yanlış bir değerlendirme ile giderse bir manada bektaşi meşreb tarzında bir sıkıntı ortaya çıkıyor.

Kur'an-ı Kerim'de bir ayet-i kerime var; "size yakin gelinceye kadar Allah'a ibadet edin"(Hicr: 15/99) Bu ayet-i kerimede ki "yakin'i bütün müctehidler "ölüm" olarak ifade etmişler. Yakin yani perde kalktı, teklif bitti, her şey apaçık ortaya çıktı. Yakin bu manadadır. Ölüm yakindir. Ölümle beraber perde açılıyor; her şeyin hakikatı görünüyor. Artık geriye dönüş yok. Şimdi ayet-i kerimede "sana yakin gelene kadar Allah'a ibadet et" deniyor. Şimdi bakınız niyeti bozuk, itikadı bozuk, ahvali bozuk, münafık, mürted ve İslamiyet'in içinden sıyrılıp çıkmış birçok insanlar bu ayeti yanlış yorumlamışlar. Diyorsun ki "niye namaz kılmıyorsun?" Cevab "bana yakin geldi, ben zaten her an huzurdayım."

Malatya'da Mehmed Ali ağabeyimiz var, şimdi hasta ve rahatsız. Allah şifa versin. Arkadaşlarıyla beraber bir yerden geliyorlar. Bir yerde ikindi namazı için durmuşlar. Kardeşler de gitmiş, abdest almışlar. Namaz kılmışlar. Mehmed Ali ağabeyin yanında birisi var. Başında fötörü, bıyıkları da kelebek bıyık, ekâbir, yaşlı bir adam. Mehmed Ali ağabey diyor ki "biz namaz kıldık. Geldik, yaşlı adamın yanına oturdum. Bana döndü, dedi ki; "evladım, şimdi sen diyeceksin ki, bu amca niçin namaz kılmadı?" Dedim; "estağfurullah, ben böyle bir şey demem." Dedi ki; "yok evladım sen diyeceksin ki, bu amca niçin namaz kılmadı? Evladım, ben her an huzurdayım." Ya görüyorsunuz değil mi bu yalancı adamın aldatmacasını. Sahtekara bakın! Nasıl da aldatmaya çalışıyor. Namazı hafife almak küfürdür. İmandan sonra müslümanın en ciddi görevi namazdır.

Adam, Kur'an-ı Kerim'i alıyor, ya müfsiddir ya bir münafıktır ya da bir İslam düşmanıdır. Ya da satılmış bir ajan. Yani bu tip adamların arkası karanlıktır. 1400 seneden beri bütün müçtehidlerin, imamların, ariflerin bildiği, talim ettiği, öğrettiği bir hakikata karşı çıkıp; bir adam kalkıp başka şeyler söylüyorsa, Kur'an'a ve hadise muhalif beyanlarda bulunuyorsa demek ki İmam-ı Azam, İmam-ı Şafii, İmam-ı Malik, İmam-ı Ahmed bin Hanbel hata etmiş, bu kadar müçtehidler, âlimler hepsi yanlışa gittiler, bu adam doğru(!)… Heyhat! Akıl ve mantık noktasından bakınca bu ne derece ahmaklık ve derece dehşetli bir sukuttur.

Piyasada dört beş çocuk bir araya geliyor, Kur'an meali okuyorlar. Çocuklar on yedi-on sekiz yaşında, belki taharet almasını bilmiyorlar. İslam'ın temel meselelerinden haberleri yok. Açıp Kur'an meali okuyorlar. Sonra da "şimdi bir de sen mana ver, ne anlıyorsun, bir de sen söyle" diyorlar. Sanki biri İmam-ı Azam, diğeri de İmam-ı Şafii, ötekisi İmam-ı Malik, bir diğeri İmam-ı Ahmed bin Hanbel. Dört tane imam bir araya gelmiş, tezekkür ve tefekkür ediyor. On yedi yaşında, sağını solunu tefrik edemeyen bir genç, mizansız, muvazenesiz, ölçüsüz konuşuyor. Hakkı çiğniyor. hakikattan sapıyor." "Oturduğu ahır sekisi.. Söylediği İstanbul türküsü."

Şah-ı Geylani (k.s) hazretlerinin bir hatırası ile dersimizi bağlayalım. Şah-ı Geylani (k.s) bir gün sahrada giderken arkadan yıldırım gibi bir aydınlanma oluyor. Çölde, karanlıkta birden yıldırım düşse ve aydınlık olsa nasıl olur. Aynen öyle bir ışık süzmesi görüyor ve arkadan şöyle bir ses duyuyor; "Ya Abdülkadir, artık sen namazdan af olundun!"

Şah-ı Geylani hazretleri hiç arkasına dönmeden "defol lâin şeytan" diyor. Şeytan hemen Abdülkadir Geylani hazretlerinin yanına geliyor. "ya Abdülkadir, sen benim şeytan olduğumu nasıl anladın?" diye soruyor. O da diyor ki;

1-Peygamberlerden düşmeyen bir mükellefiyet benden düşer mi? Ben kimim ki?" Bakınız ilim ölçüsü. İlim kimde ise, kemal ondadır. İlimsiz kemalat kemalat değildir.

2-Allah cihetten münezzehtir, ses arkadan geldi."

Şeytan diyor ki; "Ey Abdülkadir! Ben bu senaryo ile tam 70.000 ham sofunun itikadını bozdum."

Demek ki bir keşfiyat-ı nurani var bir de keşfiyat-ı zulmani var. Zulmani keşfiyatta şeytan ona rehberlik yapıyor. "Sen zaten oldun, sana yakin geldi.-hâşâ- namaz âmi insanların işi, sen her zaman huzurdasın" Böylece ham sofuların, cahil abidlerin şeytan nefesini keser, maneviyatını bitirir. Hafazanallah..

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Yer yüzünde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı baki kalacaktır.

Rahman, 26-27

GÜNÜN HADİSİ

"Allah katında, duadan daha kıymetli bir ibadet yoktur."

Tirmizî

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii Tekrar İbadete Açıldı(15 Nisan 1772) *Şeyhülislam İbn-i Kemal'in Vefatı(16 Nisan 1534) *Einstein'in Ölümü(18 Nisan 1955) *93 Harbi Başladı(19 Nisan 1877) *Miladi Takvime Göre Efendimiz'in(s.a.v) Doğumu(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI