Cevaplar.Org

MUHAKEMAT NOTLARI-12

Ders: Muhakemat-12.Ders, (1.Makale, 6. Mukaddime) İzah: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz *“Tefsirde mezkûr olan her bir emir(konu), tefsirden olmak lâzım gelmez. İlim ilme kuvvet verir. (Muhakemat, s. 28) Yani bir müfessir bazı ayetleri izah ederken başka ilim dallarından istifade edebilir. Ama şurası önemli; “Tahakküm etmemek şarttır”(Muhakemat, s. 28) ama illa “her ilimde benim dediğim kesinlikle doğrudur” dememek şartıyla..


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2020-05-01 08:57:27

Ders: Muhakemat-12.Ders, (1.Makale, 6. Mukaddime)

İzah: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

*"Tefsirde mezkûr olan her bir emir(konu), tefsirden olmak lâzım gelmez. İlim ilme kuvvet verir. (Muhakemat, s. 28) Yani bir müfessir bazı ayetleri izah ederken başka ilim dallarından istifade edebilir. Ama şurası önemli; "Tahakküm etmemek şarttır"(Muhakemat, s. 28) ama illa "her ilimde benim dediğim kesinlikle doğrudur" dememek şartıyla.

Not: Akgündüz hoca, 1996'larda yaptığı Muhakemat dersinde Üstadın yukarıdaki cümlesini öyle izah ediyor; "Ben kendi mesleğimden bir misal vereyim; Bazen bir makale yazarken, branşımız olmayan yan ilim dallarından alıntılar, dipnotlar yapıyoruz. O istidradi bilgideki bir hata, benim asıl sahamdaki bilgiye şüpheyle bakmayı gerektirmez. Her asırdaki tefsirciler de bazı ayetleri izah ederken kendi zamanlarındaki fenni ilimlerden istidradi yardımlar almışlar. Zamanla, fenni ilerleme ile o zamanın bilgisinin yanlış olması, o zatın asıl sahası olan tefsirdeki kudretine gölge düşürmez."

"İlim ilme kuvvet verir. Tahakküm etmemek şarttır. (Muhakemat s: 28 ) Mesela dâhiliye sahasında mütehassıs olan bir doktor tıbbın diğer sahalarından da zaman zaman yardım alabilir. Ama o konularda da mütehassıs gibi davransa, bu tahakküm olur.

Aynı şey tefsir sahasında da geçerlidir. Bir müfessir bir ayeti tefsir ederken biyoloji sahasından yardım almış olabilir. Ama onun o konudaki yan malumatındaki yanlışı- hâşâ Kur'an'da bir hata var diye görmek mümkün olmadığı gibi, Kur'an'dan biyolojiyle alakalı bir ayeti çok iyi anlayan bir biyologu da tefsirci olarak kabul etmenin manası yoktur."

*Bak, Bediüzzaman bu Muhakemat'ta bile naklederken, yeri geliyor; "usul-u mukarreredir" diyor, yani kesin hükümlerden.. Yeri geliyor, "müsellemattandır ki" diyor, yani meşhur adamlar tarafından söylendiği için tasdik edilmiş. Ama kesin hüküm ifade etmiyor müsellemat. Yani kelimelerini çok dikkatli kullanıyor.

*"Şöyle müsellemattandır ki (Muhakemat, s.28) Bak burada da müsellemattandır dedi. Müsellemat -dediğimiz gibi- katiyet ifade etmiyor. Ama o ilimde ihtisas sahibi bir zatın sözü olduğu için, umumca kabul görmüş husus demek. Ama yüzde yüz yakiniyattan da değil.

Makbul ve müselleme mantıkta bir tabir. Bir kısım öyle kaideler var ki, kimse izah ve isbatına bile gerek görmüyor. Çünkü söyleyen kimseler çok yüksek bir makamda. Mesela göz hususunda dünya çapındaki bir mütehassısın bir sözü nakledildiğinde; "o öyle söylemiş ama sen bu hükmü laboratuarda inceledin mi? diye sorulmaz. 

*"Hendese(Geometri) gibi bir san'atta mahir olan zât, tıp gibi başka san'atta âmi(normal, o konuda bilgisi olmayan sıradan biri) ve tufeylî(çocuk gibi) ve dahîl(yani o ilme yeni girmiş, o işin yabancısı) olabilir. (Muhakemat, s. 28)

Dâhil şu demek; ben bir tıpçı değilim ama kendi ihtisasım olan bir meselede bir şey izah ederken bir tıp kitabından iktibasta bulunuyorum. O iktibasım, kaynağına bağlı. Yanlış da olabilir. Kendime göre, doğru kabul ettim, aldım.

*"Ve kavaid-i usûliyedendir ki: Fakîh olmayan, velev ki usûl-ül fıkıhta müçtehid olsa, icma-ı fukahada muteber değildir. Zira o, onlara nisbeten âmidir.(Muhakemat, s. 28) Kaideleri bilmek ayrı, fıkhı bilmek ayrı..Sen fıkhın usulünü bilirsin, kaidelerini bilirsin. Ama fıkhı bilmiyorsan, onda tatbikte zorlanırsın.

Not: Ebubekir Sifil Hocamız, merhum M. Zahid el Kevseri'nin de aynı minvalde bir sözünü naklediyor; "Muhammed Zâhid el-Kevserî merhumun nefis bir tesbitiyle yukarıdaki sorunun cevabına giriş yapalım. Merhum –anlam olarak– der ki: Öyle kimseler vardır ki, bir sahada "otorite" seviyesine çıktığı halde, başka saha(lar)da "avam" mertebesinde kalmıştır. Zira zamanını ve himmetini bir sahada yoğunlaşmaya sarf eden kimseler, çoğu zaman başka sahalarda gerekli mesaiyi sarf etmedikleri için, belli bir seviyeden ileri geçemezler." (Milli Gazete - 5 Haziran 2004)

*" Hem de hakaik-i tarihiyedendir ki: Bir şahıs çok fenlerde meleke sahibi ve mütehassıs olamaz. Ancak ferîd bir adam, dört veya beş fenlerde mütehassıs olabilir"(Muhakemat, s.28) Böyle ferid yani bir çok ilimlerde mütehassıs olan zatlara en açık örnek; İmam-ı Gazali, İmam-ı Suyuti, Fahreddin-i Razi, Bediüzzaman..

Not: Akgündüz hocayı te'yiden, geçen asırda Hind alt kıtasında müceddid kabul edilmiş Mevlana Eşref Ali Tehanevi'yi(1863-1943) bu ferid zatlara bir misal olarak vermek isterim. Ardından 1000 civarında eser bırakmış bu Rabbani zat için allame merhum Seyyid Süleyman Nedvi şunları söylüyor; "Mevlana Tehanevi, Kur'an'ın mütercimi ve müfessiriydi. Emirlerini ve hikmetlerini açıkladı. Şüpheleri kaldırdı ve Kur'an'la ilgili soruları cevapladı. Mevlana Tehanevi bir hadis âlimiydi ve bu konuda en girift mevzuları ve incelikleri izah etti. Binlerce fetva vermiş bir fakihti. İslam hukukundaki birçok çağdaş hukuki problemi çözdü ve onları azami dikkat ve muteber araştırmalarla cevapladı. Konuşmaları hitabetin bütün maharetlerini taşıyan müessir bir hatipti. Mükemmel bir vaizdi ve vaazlarının yüzlercesi neşredildi, geniş ölçüde elden ele dolaştı. Mevlana Tehanevi tasavvufun sırlarını ve hikmetlerini açığa çıkarmış bir sufiydi. Onun şahsiyeti bir suredir devam ede gelen şeriat ve tasavvuf arasındaki çatışmaya İslam'ın bu iki temel parçasını birleştirerek bir son verdi. Kitapları, oryantalistler ve modernistler tarafından İslam'a karşı öne sürdükleri itirazları cevapladı."(Salih Okur)

*"Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir."(Muhakemat, s.28) Her şeye el atmak her şeyden mahrum kalmak demektir. Onun için bazı gençler bana geliyor, diyorlar ki; "Hocam, ben Tıbbı bitiriyorum. Bir de İlahiyatı okuyacağım" "Halt etme kardeşim, git iyi bir doktor ol, daha iyi" diyorum. Veya ilahiyatta okuyor, "hocam, konumumda daha güçlü olmak için Fizik de okuyacağım." Halt edersin. Zamanın varsa, ömrün varsa fıkha ver, İslami ilimlere ver.

Not: Merhum İskilipli Atıf Efendi Mahfil Mecmuasının 21. Sayısında Osmanlı devletinin son devirlerinde medreselerin geri kalmasının sebeplerini izah ederken, birinci sebeb olarak, Üstadın işaret ettiği meseleyi sayıyor ve diyor ki; "Osmanlılar zamanında tahsil-i ulum(ilim tahsili) hususunda Seyyid(Seyyid Şerif Cürcani) ve Saduddin (Sadeddin-i Teftazâni) rahimehumullahu mesleki, yani allamelik davasında bulunmak için her ilim, her fenni öğrenmek ve bilmek usulü takip olunup, daha nâfi(faydalı) daha müsmir(semereli, meyveli) olan mütekaddimin ve eslaf-ı kiram mesleki, yani şuubât-ı ulumdan(ilmin şubelerinden)birinde ihtisas kesbetmek(kazanmak) usulünün terk olunması…"(Salih Okur)

*"Bir fende meleke, o fennin suret-i hakikiyesidir."Muhakemat (s. 28) Bir fende meleke kazanmak gerçek manada o ilmi öğrenmektir. "Onunla temessül etmek gerektir."(Muhakemat (s. 28) Sende her şey onunla görünecek.

*"Zira bir fende mütehassıs ve malûmat-ı sairesini mütemmime ve meded verici etmez ise malûmat-ı perişanından bir suret-i acibe temessül edecektir."(Muhakemat, s. 28) Bir insan bir ilimde mütehassıs olup, diğer bilgileri de onun asıl uzman olduğu konuda meded verici ve yardımcı olarak görülmezse bu insanın perişan malumatından doğru dürüst bir şey çıkmaz, şaşılacak bir hal çıkar.

*"Çaresi odur ki: Bir fenni esas tutup sair malûmatını avzen (havuz, göl) ve zenav(suların biriktiği yer)gibi yapmaktır." Muhakemat (s. 29) Mesela senin asıl havuzun yani asıl ihtisas sahan fıkıh..ama diğer ilimlerden aldıklarını da ona ne yaparsın? O fıkhın içinde eritirsin. Nakletsen de, o nakildeki hatan senin uzmanlık alanındaki mevkiine zarar vermez.

*"Hem de âdât-ı müstemirredendir ki; kitab-ı vâhidde ulûm-u kesîre tezahüm eder." (Muhakemat, s. 29) Hem de eskiden beri devam eden bir adettendir ki, bir kitapta birçok ilimler sıkışık olarak bulunur. Çünkü ilimler bir biriyle yardımlaştığından ve cevaplaştığından mesela bir tarih kitabında, coğrafyaya dair, sanata dair, edebiyata dair, sosyolojiye dair diğer yardım edici ilimler de tâli derecede bulunur.

*"Bir fende te'lif olunan bir kitabda o fennin mesaili o kitabın muhteviyatına nisbeti ancak zekâtı çıkabilir." (Muhakemat s: 29) Bunu, yapılan doktora ve tez çalışmalarında görebiliyoruz. Asıl mevzu bazen 20 sahife olurken, dipnotlarla, yan bilgilerle çalışma 200 sayfaya çıkabiliyor.

Buna tefsirde bir misal ise, Tantavi Cevheri merhumun el-Cevâhir fi Tefsiri'l-Kur'ân adlı tefsiri..

Not: 'İlmi Tefsir' konusunda örnek gösterilen ve haklı ve haksız olarak birçok tenkitlere maruz kalan bu tefsirle alakalı, merhum Ömer Nasuhi Bilmen Hocamız "Tefsir Tarihinde" şunları yazmaktadır; "Bu zât, içtimaî, tabiî, târihî, siyâsî ilimlere vâkıf, feylesof-meşreb ol­duğundan âyât-ı Celîlenin tefsiri sadedinde bu ilimlere dair mes'elelerden uzun uzadıya bahsetmeyi iltizam eylemiştir. Birçok âyetler münâsebetiyle verdiği ma'lûmât, bir tefsîr ve te'vil mâhiyetinde olmaktan ziyâde istidrâd kabilinden birer makale, birer mütâlâa-nâme halindedir."(Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, Cilt; 2, s. 784, Bilmen Yayınevi, İst. 1974)

*"Bu sırdan gaflet iledir ki; bir şeriat veya bir tefsir kitabında istitraden(dipnot, yan bilgi olarak) derc olunmuş bir mes'eleyi gören bir zahirperest veya mugalâtacı bir adam der ki: "Şeriat ve tefsir böyle" der. Eğer dost olsa diyecek: "Bunu kabul etmeyen müslüman değildir." Şayet düşman olsa, o bahane ile der: Şeriat veya tefsir (hâşâ) yanlış." (Muhakemat, s. 29) Hâlbuki Mesela İbn-i Abidin büyük bir Fakih. Onun bir meselede astronomiden istidradi olarak aldığı bilgi bu zamanın astronomisine göre yanlış çıksa, onun fıkıh ilmindeki iktidarına gölge düşürmez.

*"Ey ifrat ve tefrit sahibleri!.. Tefsir ve şeriat başkadır, tefsir ve şeriatta te'lif olunan kitab yine başkadır. Zira kitab daha geniştir. O dükkânda cevherden başka kıymetsiz şeyler dahi bulunur. Eğer bunu fehmedebildin; hayse beyseden(öyle mi, böyle mi şeklindeki tereddütlerden) kurtulacaksın. (Muhakemat, s. 29)

Not: Prof. Dr. Şadi Eren beyin Muhakemat Notlarından bu paragrafı izahını okuyalım; "Mesela

وَجَعَلَ الْقَمَرَ فِيهِنَّ نُوراً

"Allah, Kamer'i(Ay'ı) bir nur kıldı"(Nuh: 71/16) mealindeki ayet müsbet ilimlerden nasibini almamış bazı dindarlarca "Ay Allah'ın nurudur, oraya çıkmak mümkün değildir" şeklinde anlaşılmıştır. Bunu, itimat ettiği bir zattan duyan bir Müslüman "Kur'an böyle diyor" diyerek bunu başkalarına da kabul ettirmeye çalışır. Bunu duyan din düşmanları da "Kur'an'da bir hata bulduk" diyerek adeta bayram ederler. Hâlbuki hatayı ilgili ayeti iyi anlamayan insanlara vermek lazım gelir. Çünkü muteber tefsir kitaplarında(Alusi, Ruh'ul Meâni; Cilt; 2, s. 67, 69, İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu'l Beyan, Cilt; 4; 12, Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Cilt: 4, 2673) mesele şöyle değerlendirilir; "Ayette güneşten ziya, aydan nur olarak bahsedilmektedir. Müfessirlerin beyanına göre ziya bizzat ışık verene, nur ise başkasından geleni yansıtana denilir. Hatta 'Ayın nuru, güneşten istifade iledir" sözü meşhurdur."(Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s. 113-114, İzmir, 2014)

Not:2: Burada aklıma merhum Mehmed Akif beyin Safahat'ta, bir mahallede geçerken gökteki dolunay hakkında konuşan kadınları ikaz eden yaşlı kadının söylediklerini anlatması geldi. Zavallı ihtiyar teyze Ay konusunda konuşmayı bile günah sayacak kadar din adına hurafelere gömülmüş maalesef.. Safahat'tan nakledelim;

-Bak anne, aydede bak bak!

-Aman da mâşallah.

 Değirmi tabla kadar var...

-Susundu Ayşe, günah.

-İlâhi teyze tuhafsın, neden günâh olacak?

-Günah dedim ya, bırak şimdi...

-Haydi sen de bunak!

- Bunak munak deme, billâhi çarparım elimi...

Aşifteler sizi... Ahirzaman tevekkeli mi?

(Mehmed Akif, Safahat, (İstibdad Şiirinden), s. 120, Karanfil Yayınları, İst. 2015)

* Bundan sonra meseleyle alakalı çok harika bir misal veriyor Bediüzzaman; "Dikkat et, nasıl ki bir evin levazım-ı mütenevviası(eve lazım değişik ihtiyaçlar) yalnız bir san'atkârdan alınmaz, belki her bir hacette o san'atta mütehassıs olana müracaat olmak gerektir. Öyle de saadet-saray-ı kemalâtta(İnsani kemâlin mutluluk sarayında) o kanuna tatbik-i hareket etmek gerektir. Acaba görülmüyor mu ki; birinin saati kırılsa terziye saatimi dik dese; yuhadan başka cevab var mıdır?..(Muhakemat,s.29) Her ilim her sanat konusunda o ilmin uzmanının görüşü ele alınmalı. O uzman kişinin başka ilim dallarında bilgisinin normal bir seviyede olması sahasındaki bilgisine zarar vermez.

* Tekvini Şeriatın da bir farz-ı kifayesi var. Yani Cenab-ı Hakkın kâinata koyduğu yasalara da uyma mecburiyetleri var. Dini sahalar da uzmanlar yetiştirme zorunluluğumuz kadar fen ve diğer dünyevi ilimler sahalarında da uzmanlar yetiştirmemiz gerekirken, birkaç yüzyıldır bu sahalar ihmal edildi.

Bazı kabiliyetlerin onu yerine getirmemesi hepimizi mahkûm eyledi, birkaç asırdır o ihmalimizin cezasını çekiyoruz. Cehalet cehenneminde yanıyoruz. O farz-ı kifaye ise, bazı ilim ve fen sahalarında bazı kabiliyetlerin yöneltilmesi ve o sahada bir boşluk olmaması idi.

Not: Merhum Said Havva da şöyle der; "Müslümanların asırlardan beri, kâinatın keşfedilmesi ve sırlarının bilinmesinde başkalarına oranla en asgari paya sahip olmaları üzücü bir durum değil midir? Aynı zamanda bu, kâfirlerin hâkim olma sebeplerinden birisidir. Müslümanlara düşen, yeniden, kevni bilgi dallarının her birisinde zirve adamları yetiştirmektir."( Said Havva, El-Esas fi't Tefsir-1. Cilt- terc: Beşir Eryarsoy-Şamil Neşriyat-İst.1989)

Not:2: Akgündüz hocayı teyiden kısa bir hatırayı da nakletmeyi uygun buldum;  "Merhum Şeyh Şamil, esareti sırasında Rusya'nın büyük top ve mühimmat fabrikalarını ziyaret etmişti. Bu esnada ağır muhasara toplarının dökümü ve imali ile ilgili tezgâhlarla bilhassa alakadar oldu. Şamil'in tetkikini gözden kaçırmayan yanındaki mihmandarının; 'Nasıl, beğendiniz mi efendim?' sorusuna İmam şu cevabı verdi; 'Neden mağlup olduğumuzu şimdi daha iyi anlıyorum. Sizi üstün duruma getiren askerlerinizin şuur ve kahramanlığı değil silahlarınızın üstünlüğü olmuştur. Şartlar müsavi olsaydı, Kafkasya'mı istilanız imkânsız olurdu.'(Salih Okur)

Not: 3. Merhum Ebul Hasan en Nedvi,  16. ve 17. Asırların "gelişen insanlık tarihinin en önemli devirleri" olduğunu dile getirir ve "bazı milletlerin ve toplumların yıldızları batarken bazıları doğuyordu. O devirde bir saat bir güne ve hatta günlere bedeldi. Bir gün ise değil bir yıl, asırlar değerindeydi. Bir saat kaybeden, bir asır kaybetmiş oluyordu. Fakat bu devirde Müslümanlar saatler, günler değil, asırlar, nesiller kaybettiler" derken, Türkiye'deki 18. Asrın sonlarına doğru geri kalışı şu cümlelerle anlatıyor; "Bu asrın sonlarına doğru Türkiye, sanat ve keşif sahasından tamamen elini çekti. Hatta öyle ki, başkent İstanbul'un üzerinden uçan balonu gördükleri zaman, onun hile ve sihir işi olduğunu zannettiler." (Ebul Hasan en Nedvi, Maza Hasire'l Âlemû Bi İnhitât'il Müslümin, Arapçadan tercüme; Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti?" mütercim; Mehmed Soslu, s.273- 274, Çağ Yayınları, İst. 1978)

*"Bu azabdan bizi kurtaracak, taksim-ül a'mal(işlerin taksimi) kanunuyla amel etmektir. Zira seleflerimiz taksim-ül a'malin ameli(işlettirilmesi ile) ile cinan-ı ulûma(ilim cennetlerine) dâhil olmuşlardır."(Muhakemat, s. 30)

Not: Üstad başka bir yerde Müslümanların ihtiyaç duyduğu üç şeyi şöyle sıralıyor; "mesaîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. "(Lem'alar, s. 123)

*"Bir gayr-ı müslim yalnız mescide girmekle müslüman olmasına kâfi olmadığı gibi; tefsirin veya şeriatın kitablarına, hikmet veya coğrafya veya tarih gibi bir fennin mes'elesi girmesiyle tefsir veya şeriat olamaz. Hem de bir müfessir veya fakîh mütehassıs olmak şartıyla, hükmü yalnız nefs-i şeriat ve tefsirde hüccettir. Yoksa tufeylî olarak izinsiz tefsir, şeriat kitablarına girmiş emirlerde hüccet değildir. Zira onlarda tufeylî olabilir. Nâkile itab yoktur. (Muhakemat, s. 30)

Çok mükemmel bir izah..

*"Evet, bir fende sözü hüccet olanın sair fenlerde nakil veya dava cihetiyle hükmünü hüccet tutmak, taksim-ül mehasin ve tefrik-ül mesaî olan kanun-u İlahîsine vech-i rıza göstermemek demektir.(Muhakemat, s.30) Evet bir fende sözü delil kabul edilmiş bir zatın diğer fenlerde de hükmünü delil kabul etmek güzelliklerin taksimi ve mesailerin ayrımı olan İlahi kazaya razı olmamak demektir.

Bir İslam âliminin tefsirinde yer alan ve istidradi olarak o zamanın ilim dallarına göre sabit olan bir şeyi nakletmesi ile o zatın tefsir ilmindeki kudreti sarsılmaz. Çünkü her insan kendi zamanının çocuğudur. Bunu nazara almadan o zat hakkında "aaa bunu bilememiş" demek bir ifrat olduğu gibi, "o tefsirinde yazıyor, demek ki yeryüzü hareketsiz bir cisimmiş demek" de bir tefrittir. Zira o zat onu kendi zamanında hâkim olan Batlamyus nazariyesine göre nakletmiştir.

*" Hem de mantıkça müsellemdir ki: Hüküm, mevzu ile mahmulün yalnız vechün-mâ ile tasavvurlarını iktiza eder. Ve onların teşrihat-ı sairesi ise, o fenden değildir. Başka fennin mesailinden olmak gerektir" Muhakemat (s. 31 )

Burada mantık ilminde bir kaideden bahsediyor Bediüzzaman. Mesela Mantık ilmine göre "Ahmed âlimdir" cümlesinde Ahmed "mevzu" dur. İlim ise ona haml edilen şey, yani mahmul'dur. Hüküm Ahmed'in âlim oluşudur. Bu cümlede Ahmed'in âlim oluşu onun bir cihetten(vechün mâ) âlim oluşudur. Ama hangi sahada âlimdir, ne kadar âlimdir, ilminin derinliği ne kadardır, takva sahibi bir âlim midir vs. bunu bu cümlede göremeyiz. Bunu kurulacak yeni cümlelerde bulabiliriz.

Bunu tefsire uygularsak, Kur'an-ı Kerim'de semavatın (göklerin) yedi olduğu ifade edilir. Ama "bu yediden murad nedir" "Her bir sema nereden başlar ve nerede biter" gibi soruların cevabını bu "yedi sema" dan çıkaramayız. Bunların mahiyeti ile ilgili –varsa- hadis kaynaklarına bakılır. Ayrıca aklı da devreye sokarak değerlendirmeler yapılır. Ama akıllar farklı farklı olduğundan bu gibi nassların yorumunda ister istemez ihtilaflar ve bazen de hatalar olabilmektedir. Ama bu, ayetin kendisinde değil, yorumunda bir hata olarak kabul edilebilir.(Bu izahı, Şadi Eren hocamızın eserinden(Muhakemat Notları, s.117) kısaltarak aldım. Salih Okur)

*"Hem de mukarrerdir ki; âmm, hassa delalat-ı selâsenin hiçbirisi ile delalet etmez. (Muhakemat, s. 31) Delalet; bir şeyin öyle bir halette olmasıdır ki, o şey bilinince, başka bir şeyin bilinmesine de vesile olur. Mesela dağın tepesinden duman çıkıyor. Bunu bilmek orada bir ateşin olduğunu bilmeyi de gerektiriyor.

Delalet iki kısma ayrılıyor:

1-Lâfzî(Sözlü) delalet:

2-Gayri lâfzî delalet 

Lâfzî delalet te üç kısım;

1-Vaz'i delalet: Bir lafzın konulduğu manaya delalet etmesine denir. Mesela "İnsan" denilince malum varlığın akla gelmesi gibi..

2- Tabii delalet: Öksüren, hapşıran birisine hastasın demek gibi. "Ben öyle bir şey demedim" "Demedin ama bu öksürmen, hapşırman ona delalet ediyor.

3-Akli delalet: Mesela; konuşan birisinin sesinden kim olduğunu anlamak gibi.. "Ahmet Efendi!" "Hımm bu Kırkıncı Hocam" Nereden bildim, Ee tanıdığım bir ses..

 Gayri lâfzî delalet de iki kısım:

1-Bu da vaz'idir, sözlü değil ama işaretle delalettir. Mesela trafik işaretleri gibi..

2-Akli delalet: Eserin müessire delalet etmesi

Lâfzî delaletin şubelerinden vaz'i delalet de üç kısım ki, Üstad yukarıda buna işaret ediyor;

1-Delalet-i Tetabukiye(Mutabıkiye): Bir lafzın konulduğu manaya aynen delalet etmesi.. İnsan lafzı gibi..

2-Delalet-i tazammuniye; Bir lafzın delalet ettiği mananın mahiyetine dâhil olan bir parçasına delalet etmesine denilirMusluktan çeşme, evden oda gibi.

 3- Delalet-i İltizamîye: Bir lafzın vaz'olunduğu mananın lazımına yani o mana ile beraber bulunması zaruri olan diğer bir manaya delaletidir.

Not: Mezkûr delalet-i selaseye ait şöyle bir misal dahi verilir;"Zekât, Müslümanların fakirlerine verilir, hiç bir zengine verilmez" ibaresi; zekatın, yalnız Müslüman fakirlere verileceğine delalet-i mutabıkıye ile; zengin olan Ahmet, Mehmet gibi belli şahıslara verilemeyeceğine delalet-i tazammuniye ile; zekat hususunda zenginler ile fakirler arasında fark bulunduğuna da delalet-i iltizamiye ile delalet eder.(Salih Okur)

*Âmm hassa delalat-ı selâsenin hiçbirisi ile delalet etmez. Mesela "İnsan düşünen bir canlıdır" "Ama bizim köyde bir deli var, hiç düşünmez." Olsun, insan denilince düşünen canlı akla gelir.

* Tefsir-i Beyzavî'de بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ olan âyetinde Ermeniye ve Azerbaycan Dağlarının mabeyninde olan teviline nazar-ı kat'î ile bakmak, en büyük mantıksızlıktır. Zira esasen nakildir. Hem de tayini Kur'an'ın medlûlü(delalet ettiği bir şey) değildir. Tefsirden sayılmaz. Zira o tevil, âyetin bir kaydının başka fenne istinaden bir teşrihidir.(açıklanmasıdır) Binaenaleyh o müfessir-i celilin tefsirdeki meleke-i rasihasına(köklü melekesine) böyle zayıf noktaları bahane tutmak, şübheleri îras etmek(uyandırmak), insafsızlıktır. (Muhakemat s: 31 )

Not: Bilindiği gibi Kadı Beyzavi, Kehf Suresinde

 حَتَّى إِذَا بَلَغَ بَيْنَ السَّدَّيْنِ وَجَدَ مِن دُونِهِمَا قَوْماً لَّا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ قَوْلاً

"(Zülkarneyn) Tâ iki sedd arasına vardığı vakit önlerinde bir kavm buldu ki hemen hemen söz anlayacak bir halde değil gibi idiler"(Kehf: 18/93) ayetindeki iki sed arası ve 96. Ayetteki "iki dağın arasını" ifadesini yorumlarken; "bundan murad Ermeni ve Azerbaycan dağları arasında kurulan seddir" diye bir rivayet nakletmiş. (Beydavi; Envaru't Te'vil Ve Esraru't Tenzil; Cilt, 2, s. 22)

Şadi Eren hocamız diyor ki; "İki meyve yedim" dediğimizde üç delalet şeklinden hiçbirinin hangi meyveleri yediğimize kati bir delaleti olmadığı gibi, ayette genel bir şekilde geçen بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ " iki sed arasına ulaştığında" (Kehf: 18/96) ifadesinden mantıken her hangi iki dağ çıkarabilmek mümkün değildir. Aslında hangi iki dağ olduğunu bilmemiz o kadar önemli de olmadığından, ayette isimleri bildirilmemiştir." (Prof. Dr. Şadi Eren, Muhakemat Notları, s. 119-120, İzmir, 2014)

Not: 2: Akgündüz hocam başka bir sohbetinde diyor ki;

 Sure-i Kehf'te bahsedilen Zülkarneyn'in Ye'cuc Me'cuc'e karşı yaptığı sed, 'âmmdır. "Bununla kastedilen mana sadece Çin seddidir" diyemezsin. O da o lafzın ferdlerinden birisi olabilir.

Kadı Beyzavi'de Seddi izah sadedinde bir kavle göre Azerbaycan Ermenistan Dağlarının arasında Derbend'deki meşhur sed demesi makuldur. Zira sadece bundan ibarettir demiyor, diğer kavilleri de zikrediyor.

Not: 3: Yukarıdaki izahlar meyanında söylersek,  merhum Kâtip Çelebi "Mizân'ul Hak Fi İhtiyar'il Ehak" adlı eserinde "Akli İlimlerin Lüzumu Beyanında" kısmında "allame" dediği Kadı Beydavi'yi -bizce haksız olarak- hendese ve coğrafya bilmemekle eleştirmiştir. Konumuzla alakalı tenkidi şöyledir ;"Ve bir madde de İskender seddi'dir. "Beynesseddeyn"(Kehf: 18/93) ayetinde mabeyne(iki dağın arasına) Cibal-i Ermeniyye ve Azerbaycan demekle Tebriz semtinde şeklinde yazmıştır. Bu da vakıaya uygun ve mutabık değildi. Derinliğine bilmek isteyen, Coğrafya ilmini inceleye." (Kâtip Çelebi "Mizân'ul Hak Fi İhtiyar'il Ehak" sad. İslam'da Tenkid Ve Tartışma Usûlü, sadeleştiren; Mustafa Kara, s. 36, Marifet Yayınları, İst. 1981)

Not:4: Merhum Vehbe Zuhayli' de der ki; "Sözü geçen bu kavmin Karadeniz'in doğu taraflarında yerleşmiş bulunan eski İskitler olduğu bunların Bâbü'l-Ebvâb (Kapılar Kapısı) veya Derbent diye bilinen Kafkas dağlarında, iki dağ arasında, aşılması oldukça güç bir şeddin (dağın) üst taraflarında yaşadığı da söylenmiştir."(Bkz: Tefsiru'l- Munir)

Konyalı Mehmed Vehbi Efendi merhum; "Seddeyn; iki dağ demektir. Zülkarneyn'in binası bu iki dağın arasında vuku bulmuştur. Bu dağların Türkistan'ın niha­yetinde olduğu Beyzâvî ve Nisâbûrî'nin cümlei beyanatlarındandır" derken, merhum Seyyid Kutup, Fi Zilal'de; "(Tirmiz şehri yakınlarında `Demir kapı' adı ile bilinen bir set ortaya çıkarıldı. On beşinci yüzyıl başlarında Alman bilgini (Sıld Berger) buraya uğramış ve kitabında ondan söz etmişti. Aynı şekilde İspanyol tarihçi (Glawjo) 1403 yılındaki yolculuğunda buradan söz ederek "Şehrin demir kapı olarak bilinen seti Semerkant ve Hindistan yolu üzerindedir" der. Zülkarneyn'in yaptığı set bu olabilir" diyor.

Zülkarneyn'in Pers kralı Kuruş olduğu hakkında bir kitap yazan Hintli âlim merhum Ebul Kelam Azad ise bunun Kafkaslardaki set olduğunu kesin ifadelerle anlatmaktadır. Diyor ki; "İki sed" ile kastedilen, Kafkas dağlarından oluşan bir bo­ğazdır. Kafkas dağ şeridinin sağında bulunan Hazar denizi Doğu yönündeki hareketi engelleyici bir sed niteliğindedir. Sol tarafında bulunan Karadeniz ise Batı yönündeki hareketi engelleyici bir sed niteliğindedir. Her iki seddin ortasında bulunan tek geçit ise Kafkas dağ silsilesidir. Bu dağlar da do­ğal bir duvar niteliğindedir. Kuzey'den gelenler için bu dağ­lık bölgede tek bir geçit bulunmaktaydı. Bir takım barbar top­luluklar bu geçitten sızarak aşağıda kalan beldelere saldırı­yorlardı. Kuruş, işte bu geçidin üstüne demirden bir sed inşa etmiş ve saldırganların yolunu tıkamıştır. Bu sed sayesinde sadece Kafkas vadilerinde yaşayan toplumlar değil, Batı As­ya'da yaşayan bütün topluluklar huzur ve güvene kavuşmuşlardır. Bu sed sayesinde hem Batı Asya ülkeleri, hem de Mısır güvene girmiştir.

Haritaya baktığımızda şeddin altında Batı Asya'yı, üstün­de ise Hazar denizini görürüz. Karadeniz ise şeddin sağ tarafındadır. Kafkas dağları ise iki deniz arasında doğal bir sed konumundadır. Bu iki deniz ve Kafkas dağ zinciri, yüzlerce mile ulaşan doğal bir sed oluşturmaktaydı. Anılan geçit dı­şında Kuzey'den gelen saldırganların sızabilecekleri hiç bir boşluk yoktu. Kuruş işte bu geçide yönelmiş ve orada demir­den bir sed inşa etmiştir. Bu sed, hem delinmesi, hem de tırmanılması mümkün olmayan bir seddi. Seddi bir anlamda Kuzey toprakları ile Batı Asya arasında sıkıca kapanmış bir kapı olarak da görebiliriz."( Ebu'l-Kelâm Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, s: 76-77, İz Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2004)

Biz ise, Şifa tefsirinde Mahmud Toptaş hocamızın ifadelerine katılıyoruz; "Tefsirlerde; Peygamber ve sâlih zatların kıssalarını anlatırken, Allah-u Teâlâ'nın biz Müslümanlar için nelerin bilinmesi lazım geldiği kadarıyla bilgi verdiğinden dolayı tarih ve yer isimleri belirtilmemiş. Zülkarneyn için de aynı şeyler söz konusudur. Bu, ileride gelecek bazı araştırmacılar için âyetin yalın, sade, tefsirsiz anlatılmasını gerektirir. Onun için biz açıklamalarımızda dayanaksız dedikodulara pek girmek istemiyoruz.

Lokman Sûresinin son âyetinde, Allah (c.c); "Rahimler de olanı Allah bilir" buyurdu, şeklinde geçmektedir. Meal yazanlar bunu "Rahimlerde olanı, parantez açıp (erkek mi kız mı olacağını) Allah bilir" şeklinde tercüme etmişler. Ayetin metninde, Arapça ibaresinde "erkek mi? kız mı?" kelimeleri yoktur. Bu daha önceki tefsir yazanların kanaati, tıbbın bu kadar ilerlemediği devirlerde yapılmış bir görüş, yorumdur. Biz, "rahimlerde olanı Allah bilir" diyeceğiz. Zülkarneyn olayında da aynı durum geçerlidir" demektedir.(Salih Okur)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

serkan çakır, 2020-05-02 00:32:44

bu seriden çok istifade ediyoruz bi usul kitabı olan muhakemat bu zamanın dertelerine bi derman ciddi mütalaa ve müzakere edilmesi gerek bu hizmetinizle gerek ahmed hocamıza gerek size dersin tahkiki ve tasnifi noktasında müteşekkiriz ve dahi bu asrın ilaçlarını kuran dan ve sünnetten bizlere çıkarıp sunan üstadımıza cenabı hak binler rahmet eylesin makamını ali eylesin hayırlı ramazanlar

Bu yoruma katılıyor musunuz ?

DİĞER YAZILAR

Ey insanlar! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; Allah'tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O'ndan başka tanrı yoktur. Nasıl oluyor da (tevhidden küfre) çevriliyorsunuz!

Fatır, 3

GÜNÜN HADİSİ

Zühd hakkında

“Kendisine çok konuşmama ve zühd duygusu verilen kimseyi gördüğünüz zaman ona yaklaşın.Zira o hikmet telkin eder.”İbn-i Mace-Zühd:1

TARİHTE BU HAFTA

*Şair Muhammed İkbal'in vefatı(21 Nisan 1938) *TBMM'nin açılışı ve çocuk bayramı(23 Nisan 1920) *Osmanlı-Rus Harbi(24 Nisan 1877) *Hudeybiye Gazvesi(26 Nisan 628) *II.Abdülhamid'in tahttan indirilmesi(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI