Cevaplar.Org

MUSTAFA ÖZCAN İLE A’DAN Z’YE-8

Fatıma Mushafı Bu efsanelerden ikisi kayıptır, bu kayıplardan birisi Mushaf-ı Fatıma’dır. Mushaf-ı Fatıma ile ilgili ilk ciddi yazıyı veya konuşmayı Ömer Abdurrahman’ın kaleminden veya dilinden okumuştum. Orada İran devrimine karşı tutumunu açıklarken Hazreti Fatıma Mushafından bahsetmesi ilgimi çekmişti. Kimi Şiilerin reddettiği, kimilerinin de tevil ettiği Mushaf-ı Fatıma Şii kaynaklarında geçen bir efsanedir. Bugüne kadar kayıp Mehdi ile karşılaşan olmadığı gib


Mustafa Özcan

mustafaahmetozcan@gmail.com

2019-10-09 08:40:43

Fatıma Mushafı

Bu efsanelerden ikisi kayıptır, bu kayıplardan birisi Mushaf-ı Fatıma'dır. Mushaf-ı Fatıma ile ilgili ilk ciddi yazıyı veya konuşmayı Ömer Abdurrahman'ın kaleminden veya dilinden okumuştum. Orada İran devrimine karşı tutumunu açıklarken Hazreti Fatıma Mushafından bahsetmesi ilgimi çekmişti. Kimi Şiilerin reddettiği, kimilerinin de tevil ettiği Mushaf-ı Fatıma Şii kaynaklarında geçen bir efsanedir. Bugüne kadar kayıp Mehdi ile karşılaşan olmadığı gibi (Şii edebiyatında bu karşılaşma olsa da ispatı yoktur) kayıp Fatıma Mushafı'yla da karşılaşan çıkmamıştır. Zira ortada yazılı bir metin yoktur. Lafı çok kendi yoktur. Dillerde zikri vardır. Elaph adlı internet sitesinde Fatıma Mushafıyla alakalı olarak ilginç bir yazıya rastladım. Abdullah Bedr İskender Maliki adlı yazar ortalıkta böyle bir kitaba rastlanmasa bile böyle bir mushafı inkâr ve red etmiyor, sadece tevil ediyor. Buna göre, Hazreti Peygamberin (S.A.V.) irtihalinden sonra teselli babında Hazreti Fatıma'ya Cebrail vahiy getiriyor. Bu vahiy 30 ile 75 gün devam ediyor ve bu vahyin vahiy kâtipliğini ise hazreti Ali (kerramallahu vechehu) yapıyor. Bu vahyin sonunda Kur'an'ın üç katı büyüklüğünde (17 bir ayetlik) bir Mushaf teşekkül ediyor. Lakin Hazreti Fatıma Mushafı ile Hazreti Peygamber'e nüzul eden Kur'an arasında hiç çelişki bulunmuyor. Birbirini nakzetmiyor, aksine tamamlıyor. Hazreti Fatıma Mushafı buna göre inşai değil ihbari bir mushaf… Yani daha ziyade gelecekten haber veriyor. Haram helaller ve fıkhi konulara temas etmiyor.

*Hazreti Peygamber'in irtihalinden sona vahiy kesildiğinden dolayı Cebrail yeryüzüne bir daha bu vesile ile inmemiştir. Lakin Niyazi Mısri gibi kimi heterodoks sufiler ile Mushaf-ı Fatıma'dan bahseden Bihar el Envar sahibi Meclisi gibiler vahyin Hazreti Fatıma ile devam ettiğini öngörmektedirler. Abdullah Bedir İskender Maliki, Hazreti Fatıma Mushafının Kur'an olmadığını, gelecekten haber veren vahiy mahsulü bir kitap olduğunu ileri sürüyor. Kimileri buna ahbar ve rivayat diyorsa da aslında vahye müstenit olduğundan dolayı elbette ki bu İbni İshak'ın megazisi kıymetinde bir kitap değildir. Maliki bunu bir nevi hadis-i kudsi ile izah etmekte ve karşılaştırmakta ise de, tekellüften hali değildir. Normal bir rivayet ise, o zaman bu niye bu kadar gizli tutuluyor ve ifşa edilmiyor? İkincisi Mushaf-ı Fatıma akla Mushaf-ı Hafsa'yı getirmektedir. Dolayısıyla teville de olsa bu meselenin bir efsaneden ibaret olduğu anlaşılıyor.

*Hazreti Fatıma Mushafı ortalıkta olmayan ve avam tabakasından birçok Şii'nin bile duymadığı bir efsaneden ibarettir.

Feminizm

Günümüzün en saldırgan sosyal akımlardan birisi feministlerdir. Onlarla ortak bir nokta bulmak kabil değildir. Bazı ideolojik akımlar da böyledir. Saplantılarının dışına çıkmaya izin vermezler. Kalkış noktalarında bazı doğru noktalar varsa da, varış noktaları yanlıştır

*Bugün Siyonizmle birlikte feminizm en yaygın lobicilik ayağına sahiptir. Cibilli taraftarlara sahiptir.

*Bugün de feministler kadın erkek beraberliğini ortadan kaldırmanın peşindedir. Meseleye ' erkeğe boyun eğmem' kompleksiyle yaklaşmaktadır. Hâlbuki mesele boyun eğip eğmeme basitliğinde değildir. Ebedi yolculukta hayat arkadaşlığıdır.

Fetö(yazarın 2014 yılı değerlendirmeleridir)

Cemaatin yaptığı ise kendisine göre köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı demek. Bunun sınırları kesinlikle ölçülemez ve subjektif bir durumdur.

*Cemaati için Risale-i Nur ekseninden veya ulemadan bir heyet kurularak cemaat mensuplarının şüpheleri izale edilmeli ve o yapı ile bağlarının koparılması sağlanmalıdır. Bu takdirde cemiyetin salih bir unsuru haline gelebilirler. Çünkü örgüt veya cemiyet onları bir biçimde kör alet olarak kullanmakta ve çılgın amaçlarına alet etmektedir. Ya kuralsızlıktan ve batinilikten beslenmektedir. Kendisini Hızır makamında görerek aslında batiniliğe kulaç açmakta ve bütün kuralları çiğnemektedir. Anlayışını kullanma üzerine inşa etmiştir. Bulamaç(Ali Bulaç) dediği birisiyle yolları kesişirken, geçmişte de o zatın hakkında ağlayan ve ağlatan hoca tabirini kullandığı açığa çıkmıştır. İslam ve insanlık bu ikiyüzlülüğün neresinde? Kör alet durumundalar. Ayıklanmalılar. Başka çare kalmamıştır. Ya devlet başa ya kuzgun leşe!

*Nedense İslami kesimler değerler karşısında lakayt oldukları gibi, aynı zamanda birbirlerine karşı da kuralsız ve tutarsızlar. Veya birbirlerinin hakkını gözetmiyorlar. İlişkiler kuralsız ve ahlaki zeminden ve vefadan yoksun ilerliyor ve gelişiyor. Mesela Hükümet ile Camia arasındaki ayrışmada eski dostlar düşman oldu ve birbirlerini kıyasıya eleştiriyorlar. Elbette, eleştirilerin çoğu yerinde ve haklı. Lakin bu eleştiriler tabii bir süreci izlemiyor aksine bir kırılma sonucu tufan gibi geliyor. Bu eleştiriye maruz konular bugünden yarına hemen ortaya çıkmış hususlar değil. Yıllardan beri birikerek devam eden ve kemikleşmiş hatalar. Hatta hataların üzeri o kadar çiğnenmiş ki, zamanla müsellem kabul edilmiş. Hatalar birden yüzeye vurmuş değil. Lakin 17 Aralık süreciyle birlikte hakikaten Türkiye bir şok dalgası yaşadı. Camia veya Hizmet akla hayale gelmeyecek işler yaptı.  Dolayısıyla bunun bedelini de ödüyor. 

*Başörtüsünün askıya alınması gibi geçici hükümlere maslahat için değil ancak zaruret tahtında (ölümcül tehlikeler karşısında) başvurulabilir. Dolayısıyla burada dinin eğilip bükülmesi söz konusudur. Dini laubalilik veya lakayt hali mevzubahistir.

*Cemaat Batı ve Batıcı değerler üzerinden hükümeti terbiye etmeye çalışırken Cemaat-Hükümet münasebetlerinde kalkanı tersine çeviriyor ve Başbakan Erdoğan'ı Nasır ve Sisi'nin yerine koyuyor. Kendilerini de zımni olarak Müslüman Kardeşlerin yerine koyuyorlar.

*1952 yılına kadar değerleri temsilde değil ama teşkilatlanmada Müslüman Kardeşler ile Cemaat arasında bir benzeşme olduğunu söyleyebiliriz. Onların da gizli yani hem askeri hem de sivil birimleri vardı. Her şeyle ilgileniyorlardı. İrtibat kural veya kitap üzerinden değil, teşkilat ve biat üzerinden yapılıyordu. Nasır'la birlikte 23 Temmuz darbesini veya devrimini yaptılar lakin daha sonra Kermit Roosevelt gibi CIA elemanlarının da devreye girmesi ve akıl vermesiyle birlikte Nasır Müslüman Kardeşlere ters dönmüştür.

*Ekrem Dumanlı'nın değirmenine su taşıyan Bülent Keneş ise Erdoğan'ın Mübarek modeline yöneldiğini (Toward the 'Mubarak model) ileri sürmektedir. Bu benzetmeleri birbirine çarptığınız zaman değersizleşecek ve elde sıfır kalacaktır. Çünkü meseleye hak zeminden değil, sübjektif bir zeminden bakılıyor. Çamur at, izi kalsın misali. Anlaşılan kavga sical şeklinde devam edecek. Büyüklük kibriyle baktıkları ve hocayı merkeze yerleştirdikleri sürece adeselerini ve bakış açılarını düzeltemezler.

*Sızarak veya örgütlenme biçimiyle hizmet metodu İslam tarihinde benzeri görülmüş bir şey değildir. Eğitim alanındaki hizmetler bile bu meseleye yani örgütlenmeye alet edilmiştir. Bu tarz yöntem olarak bidattır ve haliliyet mesleğini bir biçimde hululiye haline getirmektir. Hululiye Allah'nı kula hulul ettiğine ve sızdığına inanan bir anlayıştır. Bu inancın somutlaşmış hali Nepal gibi ülkelerde tanrıçalar üzerinden ortaya çıkıyor. Siyasi anlamda hululiye anlayışını siyasi yapıya sızmak olarak değerlendiriyoruz. Hululiye mesleği akaitte bidat olduğu gibi siyasi alanda da bidattır ve haliliyet mesleğini tahrip etmektir. Sonuçları ortada.

*Sızmaya dayanan bir hizmet anlayışı örgütlenmeye götürür. Örgütlü hareket ise ihtilal düşüncesine zemin hazırlar. Manevi bünyelerde güç ve gizlilik ifsat eder. Sızma örgütlü yapıyı akla getirir ve güveni ortadan kaldırır. Kucaklamayı değil, rekabeti ve dışlamayı beraberinde getirir. Bu ise Bediüzzaman'ın cemiyet dediği kapsama girmektir. Hâlbuki Bediüzzaman'ın ihtiyar ettiği cemaat tarzı hizmettir. Bu yöntem ise sızmayı değil yansımayı yani tesir sahasını genişletmeyi esas alır. Bu tesir sahasına herkes muhataptır. Dolayısıyla örgüt biçimini almaz. Bu nedenle siyasete giren bile kendi namına girer. Ehli imana karşı tarafgirliğe düşmemek için siyasi hayata giren kendi özelinde girer. Cemaati bağlamaz. 

*Burada kurmaca yaklaşımlardan birisi de iman, hayat ve şeriat mertebelerine göre gizli faaliyetleri tecviz etmek ve benimsemektir. Hayat ve şeriat basamakların gereğini gizli faaliyetlerle irtibatlandırmaktır. Hâlbuki yöntem iman dairesinde ne ise hayat ve şeriat dairesinde de o'dur. Biz ahbara değil ahkâma tabiyiz. Ahkâm da inşai naslar tabidir. Mehdilik kesbi bir mesele değil ki onun namına kurguyla hareket edilsin. Hak kimseyle deveran etmez. Dolayısıyla herkes ahkama tabidir. Bundan dolayı Bediüzzaman :" Benim görüşlerim de olsa mihenge vurun" diye kuralları ve ahkâmı göstermiştir. Ahkâmsız bir İslami anlayışın getirdiği nokta ihlas üzerine değil ihtiras üzerine vuruşmak ve kapışmaktır. Gücü, hakkın, kemiyeti de keyfiyetin yerine koymaktır.

*Bulunduğumuz zaman zarfında ihtilale teşebbüs eden anlayışın, sadece siyasi anlamda değil dini anlamda da keyfi bir yaklaşımı benimsediğini, kural yerine lideri esas aldığını görebiliyoruz. Bu bizi tasavvufta şatahata ve ehl-i bidat fırkalardaki guluv anlayışına götürür. Yanlışlıkla iç içe yaşayanlar ülfetten dolayı yanlışı fark etmekte zorlanacaklardır. Onlara, kendilerini ve yaptıklarını fark ettirmek için dışarıdan ayna tutulması gerekir. Büyümeyle gözleri kamaşanlar ileride ellerinde hiçbir manevi sermayenin kalmadığını göreceklerdir. Bundan dolayı büyük görev Risale-i Nur talebelerine ve yaşayan talebelere düşmektedir. Hak namına Risale-i Nur'a uyan ve uymayan hizmetleri birbirinden ayırmak gerekir. Ki insanlar delil ve beyine üzerine olsunlar. Yapılanları ölçüye vurarak ölçü dışı kalanları ikaz etmek ve taraftarlarını bu vartadan kurtarmak gerekir. Kurtuluş yolu, asla rücu etmektir. Bediüzzaman'ın talebelerinin bir biçimde manifesto yayınlamaları bir milat olmuş ve önemli bir görev ifa etmiştir. Aynen dedikleri gibidir: 'Partilerle pazarlık, devlette kadrolaşmak Risale-i Nur'un iman ve Kur'an hizmetiyle tezat teşkil eder.'

*Son sıralarda tartışmaların odağında olan camia veya anlayışı paralel yapı olarak nitelendirilirken aslında bu yapının bir diğer özelliği de küresel çapta paralel bir dini yapı arz etmesidir. Zeytinyağı gibi dini diğer yapılardan kendisini uzak tutarken ve herkese mesafe koyarken yayılmaya ve genişlemeye de özen göstermektedir. Bu inbisat yani yayılmaya müsait yapısı sadece ülke içinde değil küresel çapta da geçerlidir. Bu kadar hızlı yayılmasının bazı nedenleri olmalıdır. Küresel dini anlayışa uygun yapı arz etmesi gibi. Buna bazıları amiyane tabirle BOP'un dini ayağı da diyebilir. BOP meselesi fazla ayağa düştüğünden ve dillere sakız ve atışma meselesi haline geldiğinden bu benzetmeye çekince koyuyorum.

*David Frum'un The Right Man kitabında olduğu gibi ABD İslam dünyasında iki şeyin peşinde olmuştur. İslam dünyası çapında Mustafa Kemal gibi veya tipinde milli liderler ve ayrıca Seyyid Kutup'un tespitiyle Amerikan İslam anlayışını hayata geçirecek dini liderler. Adını vermeye gerek yok ama etrafa bakındığımızda veya kolaçan ettiğimizde bu yapıya uygun kaç dini hareket veya lider bulabilir siniz?

*ABD dini diğer gruplara karışmayan, bulaşmayan ama Amerikan çıkarları ekseninde deveran eden paralel dini anlayışlar peşinde koşmuştur. Bu anlayışın temel karakteristiği İsrail ile barışık olmasıdır. Aksi takdirde, ona göre radikalleşme eğilimi veya virüsü taşımaktadır. Camia veya hizmetin Arap ve İslam dünyasına da açıldığı ve gönülleri ve zihinleri kazanmaya çalıştığını görebilmekteyiz. Bunun dünya ölçeğinde destekçileri olmalıdır. Yoksa ülkelerin giremediği yerlere küresel bir destek olmadan girmek mümkün değil. Şimdiye kadar bu hareket karşısında hüsnü zan besliyorduk. Zaman kazanmak ve içten gelişmek ve zuhur saatini beklemek için böyle davrandığını varsayıyorduk. Lakin son operasyonlarla birlikte zannımız hüsrana uğradı. Çünkü başkaları hesabına merkezi tahribe yöneldi. Bu vesile ile müteharrik-i bizzat olmayan hareketlerden de sağlıklı fiillerin sadır olamayacağını acı tecrübeyle birlikte bir kez daha öğrendik. 

*Gerçekten de bütün tabanlar gibi camianın tabanı samimi insanlardan oluşmaktadır. Hilafını söylemek bühtan olur. Lakin bu güç ya bloke edilmiş ya da başkalarının lehine istihdam edilmektedir.

*Arap dünyasında camiaya ait okullar ve Hira dergisi vasıtasıyla bir yayılma stratejisi izliyordu. Başarılı modellerin olmadığı günümüzde kabul görüyor ve ummadığınız kimselerden olumlu akisler alıyordunuz. Paralel dini yapı neredeyse Buti'nin veya Ali Cum'a gibilerinin kurumsallaşmış halini yansıtıyor..

*Paralelinde Hizmet meselesine bakacak olursak. Türkiye'de bazı cemaatlerin kurulması ve hatta büyümesi siyasi mühendislik ürünüdür. Birileri kol kanat germiş ve el tutmuştur. Eskiden halifelerine şeyhi el tutardı. Şimdi kimilerine devlet veya uluslar arası güçler el tutuyor. Sahip çıkıyor ve hormonal büyütüyor. Bunlardan bir kısmı milli iken zamanla ve bilahare uluslar arası düzenin bir parçası haline geliyor. Müslümanlar kendi elleriyle gayri İslami ajandalar uygular hale geliyorlar. Yanlış yöntem üzerinden kimyaları bozuluyor, dönüştürülüyorlar. Bu tarz yapıların önünün açılmasının temel nedeni arz ettiği temel niteliktir. Bu ABD'nin anladığı şekilde ılımlı İslamcılıktır. Bu, İslam'ın vazettiği vasatiyet anlayışı değildir. Çatallaşma sürecinde bu yapılar İslami kesimlerin tarihi birikimini kendi elleriyle sıfırlama noktasına getiriyorlar. Kendi araçlarının derdindedirler yoksa Müslümanların umumi selameti umurlarında bile değil. Çıplak gerçek budur. Hâkim cereyanların kontrolüne girenler zamanla Frankenstein'a dönüşüyorlar.  Bu kadar da olur mu şeklinde yakınma ve şaşkınlıklarımızın ardında yatan gerçek budur. Yanlış kurulan imparatorluklar çatırdamaya başlamıştır.

*Dışarıdan bakıldığında da Hizmetin tarzı Risale-i Nur'dan ziyade kalıp olarak 'Opus Dei'den mülhem görülüyor. İspanyol gazetesi El Pais'in teşhisi bu yöndedir. Opus Dei'nin merkezi bu ülke olduğuna göre en doğru mukayeseyi de bu ülke basını ortaya koyabilir. Maalesef ABD çok katmanlı ve sistematik bir dini mühendislik uyguluyor. 

*Damdan düşenin halini damdan düşen anlar misali İslammemo sitesi Türkiye'deki gelişmelerle alakalı bir analiz yayınlamış ve bu analizde Hizmeti Sisi darbesine destek veren Nur Partisini benzetmiştir (http://www. islammemo.cc/Tahkikat/2013/12/21/190185.html ). Körfez basını ise gönlündekini kağıda döküyor ve 'Türkiyeli İslamcı davetçi ( Gülen) Erdoğan'ın koltuğunu tehdit ediyor' başlığını tercih ediyor (http://www.elaph.com/Web/news/2013/12/857658.html?entry=Turkey ). Görebilene her şey net. En tehlikeli mühendislik çeşitlerinden birisi dini mühendislik ve onun getirdiği dikey ve hormonal büyümedir. Dindarlığın hakkını vermeyen, alacalığı artıran ve yöntem yanlışları üzerine kurulu geniş ve hızlı yayılma biçimidir. Çatallaşma ile acı meyvesi ortaya çıkmıştır.

*Bir tek meselede bile hakkın ve hakikatin birçok mertebesi ve şıkkı bulunabilir. Mesele zımni olarak veya laşuuri bir biçimde Pensilvanya'daki Hocaya masumiyet karinesi giydirilmesinden, yüklenilmesinden kaynaklanıyor. Bundan dolayı da dua veya beddua meselesi dallanıp budaklanıyor. Kimileri ona yakıştıramıyor. Tevile başvuruyor. Yoksa kimsenin dua edenlerin duasına veya beddua edenlerin bedduasına aldırdığı yok. Yalnız malum Hocanın beddua meselesini itiyat haline getirdiği anlaşılıyor. Lakin mezkur Hocanın bedduaları tutarsa elbette ki bütün Türkiye ve bölge sallanır. Neticesi vahim olur. Belki bu nedenle biraz şok edici olmuştur. Şurası muhakkak ki, Hocaya bağlı mekanizmanın veya şebekenin gizli olan tarzlarının bu kadar afişe olması ve ayyuka çıkması herkesi şaşırttı. Bu kadar letafet içinde bu kadar pervasızlık ve ateş saçan beddualar herkesi şaşırtmanın ötesinde şok etti. Olimpus Dağının zirvesinde ve eteklerindeki ateş tanrısı Promotheus'un öfkesinden lavlar saçması gibi Rebeze'ye özenerek Pensilvanya'nın yolunu tutan Pocono Dağı Hocası da adeta beddua üzerinden etrafa ateşler saçıyor. Burada mesele zannedildiği gibi beddua değildir. Verilen görüntü ile ona uymayan davranışlardır. Yoksa beddua gıda gibi değil, ilaç gibidir. Tavsiye edilmemekle birlikte yer ve makama göre istisnaen başvurulabilir.

*Son sıralarda Türkiye'de İslami kesimler arasında yaşananlar bağlam kargaşasına uğruyor. Cızırtı ile hakikat örtülmeye ve gölgelenmeye çalışılıyor. Sözgelimi, dua- beddua meselesi dallandırıldı budaklandırıldı ve sadet dışına kaydırıldı. Fethullah Gülen bağlamından başka noktalara kaydırıldı. Bu bir yönlendirme ve saptırmadır. Son sıralarda arayı bulmak veya meseleyi tatlıya bağlamak için kimileri de 'fitne' kavramına veya benzetmesine başvuruyor. Gerçekten de mesele fitne meselesi midir? Belki ama fitne kaçınmayı mı yoksa meselenin üzerine gitmeyi mi gerektirir? Artık ok yaydan çıkmıştır ve meseleden kaçınma imkânı kalmamıştır. Lakin bu toptan ve kökten bir camiayı karalamak değildir. Lakin geniş zemine dayanan mekanizma kontrol dışına çıkmıştır ve ülkeyi ve mukadderatını tehdit etmektedir. Dolayısıyla mesele karşısında son derece kararlı olmak gerekiyor. Zaten Başbakan Erdoğan olmasaydı ülkeyi kuşatanlar ve devleti ele geçirmek isteyenler maksatlarına ermişlerdi. Allah'ın lütfu keremi olmasaydı emellerine ulaşırlardı. Ya düşman başa ya kuzgun leşe! Fitne denilerek meseleyi yatıştırma imkanı kalmamıştır. Meseleye fitne bağlamından yaklaşanlar pek fena yanılıyor ve çuvallıyorlar.

*İran yanlısı yayın organları veya ajanslar Suriye meselesi dolayısıyla İHH'yı boy hedefleri yapmışlardı. Bir ara Osman Atalay'ı Suriye'ye yönelik silah kaçakçılığı yapmakla suçlamışlardı. Şimdi ise gece gündüz İran tehlikesinden bahseden ve özel hayatında ise batini eğilimler gösteren bir hareket veya yapı şimdi İranlıların hedefini tamamlamaya uğraşıyor! Kendi namlarına mı yoksa İran'a ortaklığa giden Amerikalılar namına mı? Yoksa oportünizm adına mı? Kilis'te IHH bürosunu basarak; onları ve onlar üzerinden hükümeti terör şebekeleriyle irtibatta göstermek başta Suriye halkına ihanet olduğu gibi, onun ötesinde İslam dünyasının merkezi olarak Türkiye'ye de ihanettir. Bu sessizlikle geçiştirilemez.

*Bediüzzaman İslam dünyasının merkezi olarak Türkiye'yi göstermektedir. Lakin ondan misyon devşirdiğine inanan hareket veya Hizmet ise İslam dünyası diye bir yer görmüyor ki, merkezi olarak Türkiye'yi görsün! Ya da gizli imam doktrini gibi sadece kendilerini görüyorlar. Mesele bazılarının geçmişte söylediği gibi değildir. Sorun çevrede değil, bizzat yapının merkezi şahsiyetindedir. Necip Fazıl'ın ifadesiyle masum tabanın menhus tavanı! Maalesef televvün halindeki hareket son sıralarda Suriye üzerinden İran düşmanlığından İran dostluğuna sapma göstermiştir.  Dünya nifak şebekesiyle birlikte İslam dünyasının dâhili düşmanları Suriye rejimine çalışıyor. Harici terör ile batini terör ikisi de düzene çalışıyor. IŞİD ve Hizbullah örneği gibi.

*Türkiye'deki deve kuşu gibi başı kuma gömülü, gövdesi dışarıda olan gizli yapı da onlara hizmete başlamıştır. Oyuncuları İranlı olan bir senaryo ile Türkiye'yi düşürmek istemişlerdir. İran Türkiye'yi Ortadoğu'da değil AB içinde görmek istemektedir. Hizmet de aynı.

*İngilizlerin yerini Amerikalılar aldı. Gövdesi bu tarafta ama gönlü Atlantik ötesinde olan mankurtlar türedi. Türk yüzlü Amerikan kalpli liberaller, ulusalcılar ve İslamcılar var. Yalan mı? Bunlar yaptıklarını çeşitli kılıf veya maskelerle örtebilirler. Yaptıklarını maslahat üzerinden izah edebilirler. Ama Batılıların ve Amerikalıların içimizde yıkım araçları ve ekipleri haline geldikleri yalan ve gerçek dışı mıdır? Kendilerine göre vakit kazanırken ve güçlenirken gönülleri öteki yakaya ve tarafa kaymış olamaz mı? Neden hep hoşgörüyü Yahudi çocuklarına ve batılılara hasrediyorlar da iç ihtilaflarda kurt kesiliyorlar? Yabana ve ele karşı kuzu postunda ve gerçekten kuzu ama kendi insanına geldiği zaman canavar kesilmek Kur'an desturlarına aykırı ve ters değil midir?

*ABD ve gizli ortakları pervasızlığı ele aldılar. CHP'den içerideki bazı gizli odaklara ve oradan da Obama yönetimine kadar kirli ve karanlık bir ortaklıktan bahsetmek mümkündür. Hatta 28 Şubat sürecinin hasımları ortak haline geldiler. Ne büyük ar!

*Şeffaflık ve temizlik adına yapılar kuran lakin yöntemi serapa sinsilik kokan bir yapı gece ortasında bütün yapıyı bypass ederek Türkiye'yi çalkalayan bir operasyona imza atıyor ve ertesinde de her kademeden sözcüleri milletin huzurunda olayla alakalarının olmadığını savunuyorlar. En kötüsü ve utanılacak olanı ise ele günü karşı vaziyetimiz. Kirli çamaşırlarımızın ortayla saçılmasını keyiflice seyrediyorlar. El seyre doymaz derler. Şimdi Türkiye'de yaşananları dostlar kederle, düşmanlar ise büyük zevkle izliyorlar. Bu zevki onlara tattıranlar içimize kümelenmiş ve huffaş gibi gece ortasında iş gören karanlık odaklar.

*Veli Nasr'ın dediği gibi, Obama'nın gizli kahramanı Beşşar Esat'tır. Ona bir yenisi ilave olmuştur; Ruhani. Türkiye'de bunların ortağı kim? Kılıçdaroğlu ve CHP. Peki! Kendisini İslami olarak tanımlayan hareketin bu ortaklıkta ne işi olabilir? Mevzubahis hareket de sonunda fiilen Ali Bulaç'ın çizgisine gelmiştir. Maalesef son sıralarda, AKP de dâhil İslami kesimlerin kuralları yok. Haramları atlayarak hedeflere ulaşmaya çalışıyorlar. Bu yol, yöntem olarak kapalı. Lakin kendilerine fetva buluyor veya üretiyorlar. Bundan dolayı tarzlar aynı taraflar farklı! Bu kuralsızlıktan dolayı Şia'yı veya İran'ı eleştiren bir yapının Türkiye'de en çok takiyeye başvuran yapı olması ne tesadüf ne de şaşırtıcı! Başlarını takdis ve yöntemlerinde gizlilik ve kaçamak tavırlarıyla daha ziyade Şii bir hareketi andırıyorlar. Siyasi alanda asabiyet gereği hasımları ama iç dünyalarında Şia yöntemlerinden besleniyorlar. Rüzgârlar hep onlardan yana estirildiğinden ve bir de karizmanın gücünden dolayı ve renklerin birbirine karışması nedeniyle gerçekleri bilenler ve görenler de susma makamındaydılar.

*Cemaatin maksadını aşan tarafları olduğu gibi- sözgelimi genel kurmay başkanı İlker Başbuğ suçlamasında müsnet suçun zanlı şahsı Apo seviyesine indirmesi ( bu İlker Başbuğ savunması değil, kurum savunmasıdır) gibi ki, adalet terazisini zedelemişti, diğer taraftan da onlara yönelik kampanya da maksadını aşmıştır. Böylece meselenin güç zehirlenmesi boyutuna ulaştığı anlaşılmıştı. Lakin ertesinde de mesele bir kez daha cadı avına dönmüş etrafı fitne bulutu ve sisi sarmıştı. Bu yüzden görüş mesafesi iyice daralmıştı. Bunları yazmak istiyordum ki, elim kaleme varmadı.

*Başbakan Erdoğan da son 17 Aralık sürecinde Gülen ve yapılanmasını Haşhaşilere benzetmiştir. Elbette Hizmeti feveran etmiştir. Bu benzetme külliyen uymasa da bir hakikat danesi yok mudur? Sözgelimi gizli yapılanma ve gerektiğinde dindarlara dahi tuzak kurma veya delil üretme yöntemlerinden bazıları değil midir? Zaten inanç ve yöntemde milim sapma amelde batman sapmayı beraberinde getirir. Hizmet kendisini Bediüzzaman'ın da vaktiyle Haşhaşilere benzetildiği ve onun yöntemiyle anıldığı hususuyla savunmaya çalışıyor (http://www.samanyoluhaber.com/ gundem/Bediuzzaman-Hazretlerine-de-Hashasi-benzetmesi-yapilmis/1039096/ ).

Kemalistlerin husumet gereği Bediüzzaman'ı böyle suçlamaları doğaldır. Lakin Bediüzzaman yöntemini gizli faaliyetlere dayanan komitacılıktan ayırmıştır. Hizmet'in yaptığı gibi Kemalizmle köprü kurmaktan da özenle kaçınmıştır. Bediüzzaman ağır ve yük geldiğinde arkasından çekileceksiniz ve suçlandığınızda da arkasına sığınacaksınız! Sapma burada başlıyor. Başbakan'ı sorguladığı gibi Müslüman Müslümana tuzak kurar mı? Ya da oğul Bush'un yaptığı gibi delil üretir mi? Mustafa Kaplan ve arkadaşları meselesinde ve Hanefi Avcı'nın söyledikleri ve yazdıkları doğrultusunda Hizmet komitalar veya gizli cemiyetler gibi delil üretmektedir! Dolayısıyla Haşhaşiler meselesine buradan bakmak gerekir. Yine de uymuyorsa yerine Bush'laşma ikame edilebilir! Algıya bakarsanız Obama Bush'un zıddı gibi gelmiş lakin günden beri onun politikalarını uygulamaktadır. Ayinesi iştir kişinin lafına bakılmaz.

*Günümüzde Türkiye'de sağlıklı muhalif duruş eksikliği var. Bu hem siyaset açısından hem de fikriyat açısından geçerlidir. Burada Camia'nın muhalefet anlayışı yazılı veya sözlü alanla sınırlı kalmamış operasyonel alana geçmiştir, taşmıştır. Sıkıntı burada tezahür etmiştir. Burada haklılığı veya haksızlığı galiplerin üzerinden yazmak hem kolaycılığa hem de haksızlığa kapı aralar. Bununla birlikte her ikisi içinde geçerli olan bir tespit vardır. Kendilerini merkeze koymak.

*Paralel Yapı hakkında yeni dalga gözaltı sürecinde Suriye, Mısır rejimlerinin yaptığını görmeyen ABD ve AB, konuyu hemen gündemine almıştır Batı burada kendisine veya oryantalist zihniyete sahip çıkıyor. Gözaltına alınanlar farklı ve kendine düşman bir zeminden gelselerdi oralı bile olmazlardı. Şimdi soralım: Mustafa Kaplan ve arkadaşlarına operasyon yapılırken neredeydiler? Keza Hanefi Avcı gibiler Cheney tarzı üretilmiş delillerle hücrelerde çürütülürken Batılıların vicdanları sızlamadı mı? Onların konusunu gündeme getirdiler mi? Herkes şunu bilsin ki, Batı'nın kayığına binen batar.

*Buradan Türkiye'de yaşanmakta olan kavgaya geçeceğim. Bu ülkenin selametini isteyenler meseleyi kederle takip ediyorlar. Düşmanlar ise trans haline geçmiş bulunuyorlar. Türkiye'nin ve hinterlandının ellerine düşmesini bekliyorlar. Mürsi'den sonra Erdoğan'ın düşmesi, Tunus ve Yemen gibi pusuda bekleyen karşıt devrimcileri azdıracak ve Suriye halkına belki de son darbe olacaktır. Onun ötesinde Türkiye üzerine de yanlış akisleri olacaktır. Bundan dolayı öfkenin kontrol edilmesi gerekmektedir. Toz duman altında yol bulmak da mümkün değil. Bundan dolayı olayları biraz soğutmaya almak ve ardından sükûnetle karar vermek daha isabetli olur. Düşmanlık, körlük getirir ve dolayısıyla gerçeklere ve sağlıklı kararlara perdedir. Bununla birlikte kimse de canlı yayında Sisi için istifa eden TRT Arapçanın Mısırlı spikeri gibi Türkiye'ye çalım atmamalı ve iyi niyetini suistimal edememelidir. Olayları önceden kestirmek, uyanık ve caydırıcı olmak gerekir. 'Araba devrildikten sonra nasihat veren çok olur' hesabı kışkırtıcılara da kulak tıkamak gerekir.

*Cuntalaşma ile Ergenekon ile mücadele edenlerin birbirine düşmeleri sonucu bu yapılar potansiyel ortaklar haline geldiler. Turabi ve Beşir kendi lehlerine kuralları esnetiyor veya aşındırıyorlardı. Süreçte kendilerini ve ülkeyi aşındırmış oldular. Kuralsız yönetilen ülkelerin sonu başarısız ülke olmaktır.

*Türkiye'ye dönecek olursak; AKP 10 yıl boyunca milli eğitimde patinaj yapmasına rağmen dershaneler meselesine öncelik vermesi kapışmanın hızını artırdı. Burada belki teknik olarak dershanelerin kapatılması doğru bir karar ama yöntemde yanlışlık olduğu zahir. Yolsuzluklar her dönemin zaafı olduğu gibi günümüzün de zaafıdır.

*Yolda sapanlara günümüzden birçok misal getirmek mümkündür. Usame Rufai hocaya birlikte gittiğimiz Humuslu alimlerden Mustafa Hamid/z Bey Türkiye'de Cemaat veya Hizmet ile hükümet arasındaki çekişme atmosferini sordu. Ben de kendimce bazı analizlerde bulundum. Bu minvalde Hamid/z Hoca ile birlikte benzerliği itibarıyla bir iki cemaat veya yapı veya isim üzerinde durduk.

*Sağlıklı olmayan usul ve yöntemler karakter katilidir. Sonuç itibarıyla insanın düzgün karakterini aşındırmaktadır. Yalan ve hilenin bulaştığı yöntem, karakter katili haline gelir. Sözgelimi Cemaat diğer dindar kesimlerle Batı kavramları ve dili üzerinden konuşuyor. Aydınlanma, çoğulculuk ve ucu açık hoşgörü gibi. Bu hususlarda Camia yanılmıştır. Yanılmazlık payesi Hazreti Peygamberden sonra sadece Kur'an ve şartlı olarak bir bütün ümmet için geçerlidir. Ümmetin bir ferdi veya topluluğu için garanti edilemez. Ümmet emri bi' maruf ve nehyi ani'l münker yaptıkça yanılmazlığını muhafaza edebilir. 

*Son sıralarda Camia içgüdü ve refleksleriyle hareket ediyor. Camiayı temsil eden eski dostların konuşmalarına tanık oluyorum; hiç konuşmasalar daha iyi olur. Abdullah Aymaz, Naci Tosun ve yazılarıyla Ali Ünal başarılı bir savunma yapamıyorlar. Zira dayandıkları zemin çürük. Konuşma ve yazıları sadet dışı. İnandırıcılık paritesi de çok düşük. Mızrak çuvala sığmaz veya devekuşu gibi kafanızı gömseniz de, gövde kendisini gösteriyor. Saklanacak bir şey kalmadı. Sadece malum olanın üzeri kalın hatlarla çiziliyor. Bu tartışmaların en büyük faydası küllenmiş ve örtülmüş değerlerin yeniden yüzeye çıkmasıdır. Gülen'in tartışmalı kimliği Bediüzzaman'ın misaliyetini pekiştirmiştir. Zannedersem bu onlar için de sevindirici olmalıdır. 'Şerden hayır çıkması', olsa olsa buna denilir. Bu suretle saklı ve gömülü değerler su yüzüne çıkıyor. Zamanının çalkalaması buna hizmet etmektedir. Eşildikçe baskılanmış değerler ve çehreler yüzeye çıkıyor.

*Cemaat veya Hizmette içine girdiği heterodoks siyasi çizgiyi bırakmalıdır. Bu heterodoks çizgi, CHP'ye eklemlenmektir. Bu ehli din ve diyanetin uzak durduğu ve tasvip etmediği bir yaklaşımdır. Paralel yapı hem CHP hem de sadeleştirme konusunda Bediüzzaman'ın asil çizgisine ters düşmüştür. Boyunun ölçüsüne de almıştır.

*30 Mart hezimetinden sonra Cemaat/Hizmet, bu çarpık çizgisini gözden geçirmelidir. Bu ne demektir? Bu asli çizgiye ve Risale-i Nur mesleğini ve prensiplerine geri dönmesi ve kendi çizgisini asil çizgi ile mukabele ederek yanlışlarına veda etmesidir. Mehmet Fırıncı ağabeyin dediği gibi Fethullah Gülen Risale-i Nur'un hizmet prensiplerine ve düsturlarına sadık kalmamış ve riayet etmemiştir. Bu da çizgi sapmasını beraberinde getirmiştir. Bu düsturlara sadık kalmadığından dolayı ortaya müşevveh /çarpık bir yapı çıkmıştır. Bu yapı dini bir cemaatten ziyade güç merkezi görüntüsü vermektedir. Bundan dolayı söz konusu yapı seçimler öncesinde adeta siyasi partiler gibi siyasi kampanyalar yürütmüş ve onun dışında siyasetin yapısına müdahale etmiştir. Eleştiri hakkını aşmıştır. Elbette bir cemaat olarak hükümet veya hükümetler veya parti veya partiler hakkında çekinceleri olabilir ve bunu eleştiri bazında ortaya koyabilir. Bu hem bir hak hem de yerine göre görevdir. Lakin eleştiriyi fiiliyata dökmek yani yıkıcı bir kampanya haline getirmek ve siyasetin doğasına müdahale etmek kabul edilemez. Bu sadece AK Parti hakkında değil herhangi bir parti hakkında da doğru olmaz. Zaten AK Parti hakkında yaptıklarını 28 Şubat sürecinde Erbakan Hocaya karşı da yapmışlardı.

*Bu seçim hezimetinden sonra Cemaat-Hizmet önce din adına liberal söylemi terk etmelidir. Liberallerle yolunu ayırmalıdır. Kendisini güç merkezi haline getiren her türlü araçtan vazgeçmelidir. Normalleşmeli ve güç merkezi olmanın parçası olan basın ve yayın organlarını umuma açmalı ve siyasetin dışında tutmalı; olmuyorsa tamamen bu alandan çekilmelidir. Cemaat, siyasete alet etmeden münhasıran eğitim faaliyetlerine odaklanmalıdır. Fethullah Hoca'nın merkezi yönetimi yerine kurullar/heyetler tarafından yönetilirse yapı normalleşebilir. Ehl-i iman da bu alandaki dönüşümlerinde onlara yol göstermeli ve yardımcı olmalıdır. Ak kara ortaya çıkmıştır ve daha fazla direnmenin gereği yoktur. 

*Seçimler bitti ama toz duman dağılmadı. Galiba kolay kolay da dağılmayacak. Türkiye yeni bir geçiş sürecinden geçiyor. Ehl-i iman da birbiriyle imtihan oluyor. Elbette hepimizin kusurları var. Kusurlarımız skala biçiminde. Bir kısmımızın kusarları diğerinkinden daha büyük. Yöntem amellerin ölçüsünü belirler. Bu anlamda yanlış yöntem, yanlış sonuçlara götürür. Hizmet camiası başlangıçtan itibaren yöntem meselesiyle veya yanlışıyla malul. Dolayısıyla acı meyvesi son seçimlerde iyice baraklaştı ve ortaya çıktı. Bu yapıyı veya camiayı basında temsil eden Ekrem Dumanlı ve Bülent Korucu gibi isimler hakkında öteden beri üslup açısından çekincelerim var. Şahıslara sadakatten ziyade hakikate sadakat göstermeliyiz.

*Galata Kulesinde bir bakkalda Milli Görüş çizgisinden gelen bir ailenin AKP ile Saadet arasında kalmış veya dağılmış kanatları arasında, 17 Aralık sonrası süreçle ilgili bir tartışmaya tanık oldum. Aile mensubu olmasa da aileye yakın birisi Camia/Hizmet olarak anılan grup ile alakalı tekfire varan bir ifade kullandı. Haliyle, irkildik. Bu yakışıksız ifadesinden sonra hepimiz kendisini uyardık. Haddini aştığını söyledik. Aynı doğrultuda bir okurum da Muhammed Sait Nasır isimli bir zatla ve söyledikleriyle alakalı bana bir elektronik posta mesajı göndermiş; o zat ve söyledikleri hakkında kanaatimi soruyor. Bediüzzaman'ın talebelerinden olduğu ileri sürülüyor ve bazı kanallara yaptığı değerlendirmede vefatından 20 gün önce görüştüğü Bediüzzaman'dan, Gülen hakkında 'münafık' dediğini aktarıyor. Bu ifade belli ki maksadı aşan bir ifadedir. Bu aktarımın sıhhatinden kuşkuluyum. İkincisi, nifak meselesi bizim açımızdan zanni bir meseledir ve ulu orta tekfir yanlış olacağı gibi nifak ithamı da yakışıksızdır. Vebale vabeste bir meseledir. Elbette kimse hatadan ve kusurdan münezzeh ve Müberra değildir. Bütün ehli imanın geleceğini ilgilendiren hususlarda kimsenin hatırına bakılmaz ve hata ve kusurlar tadat edilir. Dile getirilir. Ama haddi aşan ifadeler meseleyi çözmez daha karmaşık ve çözülemez hale getirir. Tedavi etmez belki hastalığı artırır. Bundan dolayı ölçüyü aşmamalı ve taşkınlık yapmamalıyız.

*Meselenin bizdeki boyutuna gelecek olursak; Türkiye yalnız kaldı diye ayran kabartanlar yeri göğü inletenler bilsinler ki, nifak içindedirler! Türkiye yanlış yolda ise bunu diyebilirler. İkaz edebilir ve eleştirebilirler. Ama Türkiye doğru yolda ve mazlumun yanında olduğu halde yalnız kaldığını söyleyenler; bilerek ve bilmeyerek nifak saflarına katılmış oluyorlar. Müslüman bedende Yahudi ruhu taşıyorlar.

*Dolayısıyla siyasal iktidarların yanında parçalı sosyal ve mali iktidarlar da vardır. Hatta ilmi iktidarlar da vardır. Firavun, Karun, Haman ve Bel'am iktidar erklerini temsil etmektedir. İşte bu iktidar alanlarının da pek hayırhah biçimde kullanılmadığını görüyoruz. Sözgelimi, 19 Şubat (2014) tarihli gazetelere baktığımızda Cumhuriyet gazetesinde şöyle bir başlıkla karşılaşıyoruz: 'Alo Fatih' itirazı. Aydınlık gazetesinde ise bir başka iktidar alanının patronuna atfen ' Alo Ekrem' hattından bahsedilmektedir. Zaman'dan Selçuk Gültaşlı 'Alo Fatih hattının' AB'ye anlatılamayacağını söylerken diğerini nasıl anlatacaklar bilmem ki?

*Cemaat açısından örgütlenme biçimi (Bediüzzaman'a göre bu cemaatleşme değil cemiyetleşmedir) yanlış girilmiş bir yoldur. Sonuçları ortadadır. Halbuki, hizmet metodu örgütlenme değil yansıma yani tesir alanını genişletme biçiminde olmalı idi. Ebu' Hasan en Nedevi'nin işaret ettiği gibi İmam Rabbani ve ardından Bediüzzaman'ın benimsediği ve onu Müslüman Kardeşler yönteminden ayıran temel metot farkı budur.

*Bir cemaatin kendisini merkeze yerleştirmesi kadar yanlış bir şey olamaz. Bu telakki başkalarına emir ve fermanlar yağdırılmasına neden olur. Cemaatler arası uyumu bozar. Ehl-i iman arasındaki kaynaşmayı sekteye uğratır. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'in şu ifadesi belki de bu söylemek istediklerimize parmak basmaktadır: "Hiç kimse kendisini, kendi düşüncesini hakikatin yerine ikame edemez…" İnsanın kendini merkeze oturtması bilmeden ve fark etmeden laşuuri bir biçimde Hazreti Peygamberin (ASM) makamına göz dikmesi anlamına gelir ve buradan fikri istibdat ve örgüt istibdadı doğar. Ne Geylani ne de İmam Rabbani gibilerin irşat eksenli böyle yöntemleri olmamıştır. Tashih ve takviyede rol almışlar ama kendileri namına yapılar kurmamışlardır. Kendini merkezde gören başkalarına hâkim olduğu zehabına ve vehmine kapılır. Onların düşüncelerini ve tarzlarını yargılar ama kendi düşüncesini veya tarzını gözden geçirme ihtiyacı duymaz. Buna izin vermez. Bugün araçlar amaçların yerine konulduğundan dolayı etraf doz duman olmuştur. Kendini merkeze koymak önemli manevi hastalıklardan birisidir. Neticesi hodfuruş bir akım haline gelmektir.

Bunun tali sakatlıklarından birisi infiratçılıktır. Kendisini merkeze alan cemaat ve zat kendilerini başkalarından ve kaderlerinden ayrı sayacaktır. Gerçekten de sözü edilen yapı Risale-i Nur dairesinde infiratçı bir çizgi izlediği gibi, genelde İslami camia arasında da infiratçı ve tekilci ve tekelci bir çizgiyi benimsemiştir. Bu suretle İslami kesimler arasında geçişliliği fili olarak bloke etmiştir. Bir kısım ehl-i imanı ortak işlerde atıl hale getirmiştir. Bu bloke etme durumu ecnebilerin de namına geçer. Geçişliliği kesmiş köprü olma yerine duvarlar örmüştür. Lakin gayri Müslimlerle ve de gayri İslami kesimlerle ilişkilerde böyle bir ihtiyata gerek duymamıştır. Zamanla da sakatlıklar ve sapmalar kemikleşince hakikate perde olmuştur. Fehmi Koru eliyle Cumhurbaşkanına gönderilen mektupta bu araçlardan veya mekanizmadan vazgeçilme düşüncesi olmadığı ortaya çıkmıştır. Halbuki, bazen araçlar yanlış olabildiği gibi bazen de amaca hizmet etmediğinde feda edilir. Yoksa araç bağımlılık yapmaya dönüşür ve bu surette gücün esaretine düşülmüş olunur. Kayıtsız büyüme kayıt dışı imparatorlukları netice verir. Bu durumda binlerin ve milyonların kaderine hükmeden veya ilgilendiren bir pozisyona bürünür ve vazgeçilmesi zor olur. Lakin kemiyetin keyfiyete galip geldiği yapılardan hayır çıkmaz.

*Keyfiyetsiz büyümenin getirdiği hususlardan birisi de dünyevileşme hastalığıdır. Dünyevileşme de müminlerde olmaması gereken kompleksler üretir. Bunlardan birisi de aşağılık kompleksidir. Halbuki, imanla tek mümin bile kainata meydan okurken keyfiyetsiz kalabalıklar dünyevileşme sonucu başkalarına özenir. Güç karşısında kırılır. Musa (Aleyhisselam) ile Mısır'dan huruç eden Beni İsrail mensubu kalabalıkların Firavun düzenine özenmeleri gibi günümüzde de Stockholm sendromu ile tabir edildiği üzere, kurbanlar cellatlarına özenmektedirler.

*Dünyevileşme ve ihlâssızlık Müslümanlar arasında maddi ve manevi rekabeti kızıştırır. Uhuvvet düsturlarını zedeler. Çatışmacı ortamı hazırlar ve körükler. Dolayısıyla bu sürtüşme ile meseleyi kaynağından düzeltme ihtiyacı hâsıl olmuştur. Bu işin böyle gitmeyeceği anlaşılmıştır. İslami camia olarak duygularımızın da arınması lazım. Belki de bu ortam arınma ve durulmayı beraberinde getirecektir.

*Yargıda moda tabirlerle ister kümelenmiş isterse 'uyuyan hücreler' isterse 'fedailer' olarak nitelendirilsinler, Pensilvenya'ya bağlı veya onun 'fedailiğini' yapan bir yapıdan söz edilebilir. Gelişmeler acaba buna ayna mı tutuyor? Bu yapının basında da uzantıları olmalı. Özellikle de Taraf gazetesinde. Çuvallarla belgeyi deşifre eden ve yargıya intikal ettiren Mehmet Baransu da bu yapının basın ayaklarından birisini temsil ediyor. Bize bu yönüyle sahte haham Tuncay Güney'i hatırlatmıyor mu?

Kısaca devlet içinde ve dışında fedailere benzeyen bir yapılanmadan bahsetmek mümkündür.

*Bu yapı veya gazeteler hükümetin altını oymaya çalışıyor. Bundan dolayı olmalı kısa bir süre Taraf'ta yayın yönetmenliğini yapan Oral Çalışlar bu süreci bir darbe süreci olarak nitelendirmiştir. Taraf ile Sözcü arasında ideolojik zıtlık olsa bile bu süreçte konum ortaklığına sahipler. Onların ittifakını tamamlayan karelerden birisi bu sürece Koç grubu ile CHP'nin destek vermesidir. Dolayısıyla Gezi sürecinin son faslını yaşıyoruz. Cemaat saf değiştirmiş ve hükümetin iç ve dış ittifakları çökmüştür. Devlet içinde 'fedailer' hareketine benzeyen bu yapı gözünü karartmış bulunuyor. Bundan dolayı yaşadığımız bir çılgınlık halidir. Ahmet Taşgetiren'in ifadesiyle, bu yapı Başbakanın evine bile polis göndermeye yeltenmiş veya tasarlamıştır. Zaman veya Bugün gazetelerinin Avrupa ülkelerinde başbakanlar veya hükümetlere karşı yapılan muameleleri yansıtmaları da suret-i haktan görünerek varılmak istenen noktayı göstermektedir. Ahmet Taşgetiren'in ifadeleri doğrultusunda daha önce de Hakan Fidan'ı ifadeye çağırmak istemişler lakin Başbakan kendisine kol kanat germişti. Şimdi operasyon daha büyük çapta ve daha büyük koalisyon desteğiyle devam etmektedir. Eski Büyükelçi Şükrü Elekdağ da bu operasyonların müdebbir bir kafanın ürünü olduğunu ve amacın Başbakan Erdoğan'ı devirmek olduğunu ifade etmektedir. Malum yapı geniş ittifaklarla birlikte yeniden harekete geçmiştir. Çok tehlikeli bir süreçteyiz. Devletin acilen kamburlarından kurtarılarak yeniden yapılandırılmaya ihtiyacı var. Şahıs üzerine kahramanlık inşa etme zamanı değil, kurumları kurtarma zamanıdır. Türkiye'yi rayından çıkartacak oligarşik bir yapı ile karşı karşıyayız. Her halde bu da bahsi diğer olmalıdır. Allah ülkemizi ve insanımızı çılgınlıklardan korusun.

*Yenilikçi yapı kendini yok eden ve öğüten bir yapıya bürünmüştür. Son sıralarda Başbakan Erdoğan'ın bölge politikaları ABD ile çatallaşmıştır. Bunun sonucu olarak içeride ortak bir operasyon için düğmeye basıldığı anlaşılmaktadır. Bu durumda eski ittifakların yerini yeni ittifaklar almıştır. Öfke nöbetleri kuralları aştığı gibi belirlenen çizgileri de kaldırmaktadır. Adeta Hizmet anlayışı siyasi bir yapı veya ana muhalefet partisi gibi hareket etmektedir. Buna mukabil AKP'nin doğuşuna ve yükselişine neden olan veya izin veren veya katkıda bulunan amiller şimdi yıkım ekibine dönüşmüş bulunuyorlar. Lakin onu yıkarak belki de kendi yıkımlarının miladına start vermiş olurlar. Allah imhal eder ama ihmal etmez. Kalleşliklerin de bir sınırı olmalıdır. İçeride ve dışarıdaki bazı odakların 'ehlileştirdik' diye düşündükleri Başbakan Erdoğan karşısında sabır ve tahammülleri kaybettikleri görülüyor. Ve ilginç bir başka husus da şudur: Kendilerini hoşgörünün şahları olarak tanıtanlar düşmanlıkta sınır tanımıyorlar. İnşaallah bu şerden de bir hayır doğar. İnşaallah toparlanma ve tamirat dönemine gireriz. Eskiler, bir musibet bir nasihatten evladır demişlerdir.

*Yıllardan beri kendilerinin dini bir hareket veya cemaat olmadığını söyleyip duruyorlar. Bununla birlikte Risale-i Nurları tabana daha fazla yakınlaştırmak bahanesiyle Risale-i Nurları kuralsız bir biçimde sadeleştiriyorlar. Şahin Alpay Fethullah Gülen hareketini seküler bir hareket olarak tanımlıyor. Hizmet hareketine bağlı ana yayın organı Zaman'da yazdığına göre demek ki Hizmet veya Camia da kendisi hakkındaki bu tanımı zımni olarak kabullenmektedir. 

*Cemaat sekülerliği kabul etti ise bu durumda bu alanda da Bediüzzaman ile ters düşüyorlar anlamına gelmektedir. Hissi mesafeyi daha açılmış anlamına gelecektir. Bediüzzaman başkalarına göre konuşan birisi değildir. İbtida değil ittiba ile mükelleftir. Ve sekülerleşleşmeye arzileşme ve arzileştirme olarak bakmaktadır. Dini ulviliğinden arındırarak suflileştirmektir.

 

Fikir

*Fikirler de mevsimler gibi sürekli olarak dirilmektedirler. Fikirlerin kışı gelince onlar da uykuya dalarlar. Lakin baharları gelince uykudan uyanmaktadırlar. Fransız edip ve yazar Victor Hugo belki bu anlamda 'hiçbir ordu, vakti gelmiş bir fikir kadar güçlü değildir' demişti. Fırak-i dallede veya ölmüş olan fikirlerde veya mezheplerde başkalarının kalıbında dirilme ihtimali her zaman vardır.

*Eski fikirlerin yeni kalıplar içinde dirildiğine dair insanlar pek agah ve uyanık değildir. Bazen insan reddettiği mezhebi veya anlayışı bilmeden ve farkına varmadan kendi bünyesinde taşıyabilir ve anlayışı ve fikir kalıpları içinde yaşatabilir. 

Filistin

· İslam dünyasında fazilet yarışı yerine ihanet yarışı sahneleniyor. Sözgelimi, Filistin meselesi yıllardır hain ellerin elinde bulunuyor. Kendi halkına karşı ihanet içinde bulunan liderler kuşağı ile karşı karşıyayız. Sözgelimi, Mahmut Abbas İsrail'in Kudüs veya Mescid-i Aksa meselesini dini bir mesele haline getirmek istediğini ileri sürüyor. Halbuki meselenin özü siyasi değil dinidir. Siyasi yönü dinini yönüne bağlıdır. Mescid-i Aksa Müslümanların ilk kıblegahı, İsra ve rıbat diyarıdır. Bununla birlikte, Özerk Yönetim meseleyi dini bir mesele olarak görmüyor. Mesele dini mesele olmaktan çıkarsa mücadele İslam eksenli veya İslam dünyası eksenli olmaktan çıkar. Filistinliler yalnız kalır. Bu durumda İslam dünyası boyutu eksik kalır. Mesele sadece Filistinlilerin omzuna kalacaktır. Bu durumda bu davanın kaybedilmesi mukadderdir.

*Halkın iradesine karşı kurulu düzenlerin haşin mukabelesi Arapların zeminini zayıflattığı gibi Filistin'e yönelik dikkatlerini de azaltmıştır. Bunun temelli iki nedeni vardır. Körfez ülkeleri ve Mısır gibi devrimi darbe sürecine çeviren ülkeler bütün mesailerini İsrail'i tarassut yerine Müslüman Kardeşleri bastırmaya teksif etmişlerdir. İkinci olarak Suriye'de hatların kesişmesiyle birlikte Şii-Sünni çekişmesi tırmanmış, yüzeye çıkmıştır. Lübnan ve Irak'tan sonra Suriye, Yemen'in de bu çekişmenin alanı haline gelmesiyle birlikte İsrail Kudüs ve Mescid-i Aksa'ya yönelik planlarını daha rahat işletme atmosferine kavuşmuştur.

*TRT Türkiye (Arapça Kanal) Kanalında Beytü'ş Şark'ta çalışan Halil Tüfekçi Bey Kudüs'teki gelişmelerle alakalı olarak uydu üzerinden programa katıldı ve bildiklerini anlattı. Anlattıkları arasında dikkat çeken bir detay vardı. 5 Haziran 1967 tarihinde Doğu Kudüs'ün İsrail'in eline düşmesi sırasında Yahudi askerlerin Ürdün bayrağını indirdiklerini ve yerine İsrail bayrağını diktiklerini lakin Türkiye'nin Kudüs konsolosunun dikilen bayrağı indirerek yerine tekrar Filistinliler adına eski bayrağı diktiğini söyledi. Hatta bu bayrak nöbeti sırasında Türk konsolosun şöyle haykırdığını ekledi :" Arapları yenmiş olabilirsiniz ama Müslümanları yenemediniz!

*Filistin başbakanlarından Selam Feyyaz Filistin meselesinin merkezi mesele olmaktan çıkmasının İsrail'in Filistin mülklerine ve kutsal mekânlarına tasallut etmesine imkan ve cesaret verdiğini, saldırganlığını artırdığını ifade etmektedir. Ortak bağın temin ettiği sahiplenme, caydırıcılık unsurları yok olmuştur.

*Kur'an ifadesiyle, İsrail nasıl ikinci kez uluv ve büyüklenme ve böbürlenme halini yaşıyorsa Filistinliler de o derece yalnızlık, siniklik aşamasından geçiyorlar. Araplarla İsrail arasında bu muvazaalı sessizlik halini bozan ise Aksa'da destan yazan bir avuç murabıt kadının çığlığı ve destanı. Gerçekten de İslam alemi olan biten ve kutsalları konusunda suskun. Bu nedenle de Netanyahu Batı'dan İslam alemini veya en azından Arapları örnek almasını ve Yahudi devleti projesi kanunu veya ulus devlet kanunu karşısında Araplar gibi sessizliğe bürünmesini istiyor. En azından Araplar kadar sessiz kalmasını talep ediyor! Netanyahu Arapların suskunluğunun kıymetini anlamış görünüyor (http://www.assabeel.net/ فلسطين/item/77860-نتنياهو-للغرب-اصمتوا-على-قانون-القومية-كصمت-العرب ) .

*1948 yılında işgal altındaki Filistin'e giren Arap orduları iki şey yapmıştır. Ömer Mekrem ve İzzettin Kassam'nı devamı niteliğinde olan fedai odaklarını tasfiye etmek ve silahlarını toplamak olmuştur. İkincisi de İsrail karşısında çil yavrusu gibi dağılmışlardır. Şike savaşlarına girmişlerdir. Arafat neden Filistin meselesinin askıda kaldığı ve çözülemediği sorulduğunda daima şu cevabı vermiştir. Arap kardeşlerimiz bize ihanet etti! Arkadan vurdu! (http://www.almokhtsar.com/news/ 30/07/2014 Muhallilu Sihyoni El Arabu hanu'l Filistiniyyine el yevme kema fissabiki)

*Üçüncü İntifadanın ayak sesleriyle karşı karşıyayız. Birinci İntifada, Afgan cihadı gibi mücadelelerin akis ve yansımasından ibaretti. Ya da Afgan cihadından mülhem olarak 1987 tarihinde başlamış, Saddam'ın Kuveyt'e girişine dek aralıklarla devam etmiştir. İkinci İntifada ise 28 Eylül 2000 tarihinde Şaron'un bin kişilik polis gücü eşliğinde Mescid-i Harem'e ayak basmasıyla patlak vermiştir. Böylece Napolyon'un sömürgecilik çığırını ihya etmiştir. Napolyon da Mısır hamlesi sırasında atlarıyla birlikte Ezher'e girmiştir. Şaron'un bu baskını, densizliği Filistin tarafında haklı infiale yol açmış ve yeni bir intifadanın fitilini tetiklemişti. 2000 yılında Arafat ile Ehud Barak arasında yapılan Camp David II müzakerelerinin sonuçsuz kalması üzerine bölgenin ufku kararmış ve tıkanmanın aşılamaması üzerine bir de Şaron'un Mescid-i Aksa tahriki eklenince İkinci İntifada patlak vermişti. Ehud Barak, Arafat'ın müzakerelerle vermediğini Şaron'un baskını modeli üzerinden fiiliyatla, oldu bitti ile alacakları mesajını vermiştir. Bu İkinci intifada ise yaklaşık 2005 yılına kadar devam etmiştir. Şaron bu intifadanın akabinde Gazze Şeridi'ni boşaltmıştır. İkinci İntifadayı tetikleyen bütün unsurlar tekâmül etti. John Kerry'nin arabuluculuğunda ilerleyen dolaylı görüşmeler 9 ayın sonunda çökmüştür. İsrail yönetimi, son esir grubunu serbest bırakmaktan vazgeçmiş ve Nisan ayında (2014) inkitaya uğrayan görüşmelerden sonra yeni kışkırtmalara imza atmış ve yeni yerleşim yerleri kurmak için harekete geçmiştir. Onun ötesinde Gazze'ye saldırmıştır. Bu nedenle yeni bir intifada istim üzerine idi.

*Her ne kadar adı Filistin Yönetimi olsa da Filistinliler adına bir yönetim yoktur. Yönetim bütçesini ve memurlarının maaşını kendi imkânlarıyla değil Batı ve İsrail'den gelen paralarla karşılamaktadır. Filistin Otoritesi İsrail'e bağımlı bir yapı haline gelmiştir. İsrail'den önce Filistin yönetimi yeni bir intifadayı kaldıracak durumda değildir. Yeni bir intifada olursa çökmekten korkmaktadır. Zira artık Araplar İsrail'i kınama ihtiyacı bile hissetmiyorlar. Filistin bir avuç kadın dışında kimsenin umurunda bile değildir.

*Filistinli bir sözcü, Filistin'de özellikle Batı Şeria'da ahlaki ve sosyal değerlerin kalmadığını ya da aşındığını ve gevşediğini ve bu da İsrail karşısındaki mücadele zeminini zayıflattığını ifade etmiştir.

*Bölge gerilimden gerilime koşuyor. Bu gerilimlerin merkezinde şüphesiz İsrail var. İsrail merkezli gerilim hattı hiç soğumuyor. Bu gerilimler nedeniyle iki defa İntifada yaşandı. İkinci İntifadanın iki nedeni vardı. Arafat'la anlaşamayan Ehud Barak'ın ' benden sonra tufan' yaklaşımını benimsemesiyle siyasi buldozer Ariel Şaron'u Harem-i Şerif'e dalmasıydı. İkinci neden de gerilim üzerinden siyasi çıkışını yapmak isteyen Ariel Şaron'un buna teşne oluşu idi. ikinci İntifadanın fitilini tetikleyen husus, bin polis eşliğinde Şoron'un 28 Eylül 2000 tarihinde Harem-i Şerif'i basmasıdır. İkinci İntifada yaklaşık 2005 yılına kadar devam etmiştir. Zaman zaman üçüncü intifadanın ayak sesleri duyulsa da bu sesler kuvveden fiile çıkamamıştır. Üçüncü intifadanın şartlarının olup oluşmadığı sorulmakta ve yeni bir intifada beklentisi dile getirilmektedir. Bununla birlikte Ramallah yönetimi üçüncü bir intifadaya yanaşmamaktadır. Zira zamanla çıkarları gereği İsrail'deki Kurulu düzenin bir parçası haline gelmiştir. Şaşırtıcı bir biçimde Mahmut Abbas İsrail'e üçüncü intifadanın olmayacağını taahhüt etmekte ve Arafat'ın zehirlenmesi sorumluluğundan da İsrail'i azat etmektedir. Bu nedenle bugün Filistin'i yönetenlerin derdi Filistin olmayıp kendi varlıkları ve koltuklarıdır. Ama İsrail'in sefihleri ve çılgınları boş durmuyor. Tahrik üzerine tahrik yapıyorlar. Özellikle Arap dünyasının iktidar tutkunu kendi akılsızları veya sefihleri nedeniyle akıl tutulması geçirmesi ve kendi iç sorunlarına gömülmesi sonucu, İsrail tarafının çılgınları Mescidi Aksa'nın statüsünü oldu-bitti ile değiştirme derdine düşmüştür.

*Bugün Gazze açık hava hapishanesi olduğu gibi garipler diyarı haline gelmiştir. İngiliz yazar Michael Herzog Gazze'deki çarpışmaların nedenini Hamas'ın yalnızlığına yani garipliğine ve mali olarak iflasına bağlamaktadır ( http://www.theguardian.com/commentisfree/2014/jul/10/gaza-air-strikes-necessary-force-israel-hamas-bankrupt). Ürdünlü yazar Salim Felahat ise Mekke'de Müslümanlara uygulanan ambargonun 3 yıl sürdüğünü buna mukabil Gazze'ye uygulanan ambargonun 9 yılı bulduğunu ifade etmektedir. Küresel anlamda garipler dirilirken garipler diyarı olan Gazze de direnişini sürdürmektedir.

FKÖ

*Arap tarafının ittirmesi ve buna mali darboğazın da eklenmesiyle FKÖ İsrail ile müzakereye ardından da antlaşmaya varmak zorunda kalmıştır

*Rabin ve halefleri Arafat ve örgütünü bir devlet çatısı olmaktan ziyade İsrail'in güvenliğini temin eden bir taşeron yapı olarak görmeyi yeğlemişlerdir. Arafat ve arkadaşları İsrail namına Filistin'de sükûneti temin edeceklerdir. Bunun üzerine 1983 yılında Lübnan'dan Tunus'a sürülen Arafat ve arkadaşları 1994 yılında Gazze ve Batı Şeria'ya döndü. Bununla birlikte hem İsrail hem de uluslar arası sistem Arafat ve arkadaşlarını ehlileştirmeye çalıştı. Arafat Batı Şeria ve Gazze'ye dönüşünden sonra 10 yıl kadar bölgeyi yönetti. 2004 yılı tam bir felaket yılı oldu. Hem Arafat hem de Ahmet Yasin gibi tarihi liderler bir biçimde tasfiyeye uğradılar. Ondan önce de İsrail ve Batı sürekli olarak FKÖ'nün ideolojisinin seyrekleştirilmesini istemiştir. Örgüt mensupları halkını tarassut eden kolluk kuvveti haline getirilmiştir. Arafat ve örgütüne yapılan telkin, 'genişle, gevşe' politikasıdır. 

*FKÖ 1988 yılından itibaren davasını satmaya başlamıştır. Önceden de kimi Filistinli liderler aynen Arap liderleri gibi halkının davasını satmaya alışmışlardır.

* 1993 yılında yapılan Oslo antlaşmasına kadar Filistinliler örgüt çatısı altında mücadele ediyorlardı. Arap Birliği ve ona üye ülkeler Filistinlilerin biricik temsilcisi olarak kabul etmiş olduğu Filistin Kurtuluş Örgütüne mali ödenek ayırıyor, bu paralar FKÖ'nün kasasına akıyordu. 1991 ve sonrasına kadar bazı dönemlerde bu para akışı örgütü dolar milyarderi haline getirdiği rivayet edilir. Bazı dönemlerde FKÖ'nün kasasındaki para miktarı 14 milyar dolara kadar çıkmış ve örgüt bu paraların bir kısmıyla özellikle Afrika'da yatırımlara girişmiştir. Bununla birlikte üyeliği dondurulan Mısır'ın Arap Birliğine yeniden dönmesiyle birlikte bölgesel dengeler değişmiş, peşinden de Arap dünyasının fakir ülkelerinin kendi aralarında blok haline gelmeleri, Arafat'ın da buna katılması Filistinlileri yol çatına getirmiştir. Arafat bu tavrıyla zengin Arap ülkelerinin şimşeklerini üzerine çekmiştir. Ardından Saddam'ın 1990 yılında Kuveyt'e girmesiyle birlikte dörtlü blok ( Ürdün, Yemen, Mısır ve Irak) çözülse bile Yemen ile FKÖ bilhassa Saddam ile birlikte Arapların günah keçisi haline gelmiştir. Bunun üzerine Suudi Arabistan gibi ülkelerden Yemenliler sınır dışı edilirken Filistinliler de Kuveyt'ten kovulmuştur. 1974 yılında Mısır'ın arkasından Batı'ya petrol ambargosu uygulayan Körfez şeyhleri 15 yıl sonra FKÖ'ye ambargo uygular hale gelmişlerdir. Para musluklarının kesilmesiyle, Araplar arasında tecride maruz kalmasıyla birlikte Arafat ve arkadaşları dar boğaza girmiştir. Bilahare siyasi yalnızlığı kırma refleksi Arafat'ı İsrail'in kucağına doğru itmiştir. Arap tarafının ittirmesi ve buna mali darboğazın da eklenmesiyle FKÖ İsrail ile müzakereye ardından da antlaşmaya varmak zorunda kalmıştır. Oslo'da yapılan gizli görüşmeler antlaşmayla taçlanmıştır. 

*İsrail ve Batı sürekli olarak FKÖ'nün ideolojisinin seyrekleştirilmesini istemiştir. Örgüt mensupları halkını tarassut eden kolluk kuvveti haline getirilmiştir. Arafat ve örgütüne yapılan telkin, 'genişle, gevşe' politikasıdır. Hamas'ı kapsamayan bir genişlemedir bu. Bu süreçte İsrail Arafat'ı yedeklemek istemiş, bu meyanda başbakanlık ihdas etmesini şart koşmuş ve Mahmut Abbas'ı ( Ebu Mazin) dayatmıştır.

 

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

ÜRETİLEN ALGILARLA FİKİR SAHİBİ OLMAYA ÇALIŞMAK

ÜRETİLEN ALGILARLA FİKİR SAHİBİ OLMAYA ÇALIŞMAK

Vehhabilik meselesi zamanla dallanıp budaklanmıştır. Vehhabilik şemsiyesi altında birçok fikr

YEREL ORYANTALİSTLER

YEREL ORYANTALİSTLER

Din mücedditliği için yola çıkanlardan bir kısmı süreçte din münekkidi haline geldi. Zira

İTTİHAD-I İSLAM’IN ÖN ADIMLARI

İTTİHAD-I İSLAM’IN ÖN ADIMLARI

İttihad-ı İslam, bize balon gibi uçarak gelmez. Belki, bizim ona gitmemiz lazım. Yollar dağda

İMANIN ŞEHAMET-İ MANEVİYESİ

İMANIN ŞEHAMET-İ MANEVİYESİ

İslam ahlakının dinamik gücü, imandır. Çünkü, “İman hem nurdur hem kuvvettir. Evet, haki

MUHALEFET KULVARLARI

MUHALEFET KULVARLARI

Hak namına ve hakikat hesabına sırf gerçeği görmek ve göstermek, meseleleri tahlil etmek, sı

UYUYAN DEV UYANMIŞTIR

UYUYAN DEV UYANMIŞTIR

Evet, millet uyandı. İçerdeki hainler, dışardaki alçaklar ne yaparlarsa yapsınlar, artık Ana

YANLIŞ VE HAKSIZ İNTERNET PAYLAŞIMLARI

YANLIŞ VE HAKSIZ İNTERNET PAYLAŞIMLARI

dir. İnternet paylaşımlarındaki kaynak vermemek, metnin yazarını yazmamak, doğruluk olmadığ

MASONLAR VE ESAD AİLESİ

MASONLAR VE ESAD AİLESİ

Masonluk meselesi dallı budaklı bir mesele olduğundan ve yüksek dozda manipülasyon içerdiğind

OSMANLI DÜŞMANI BİR BARELVİ’NİN HEZEYANLARI

OSMANLI DÜŞMANI BİR BARELVİ’NİN HEZEYANLARI

Belki biraz garip gelecek ama peşinen söyleyelim ki anlatılan husus doğrudur. Stalin’in hocala

KADİROV:  KADİRİ-VEHHABİ KIRMASI 

KADİROV:  KADİRİ-VEHHABİ KIRMASI 

Ramzan Kadirov başkanlığındaki Çeçenlerin Suriye’den sonra Ukrayna’da da arz-ı endam etme

 İSLAM’IN DAHİLİ DÜŞMANLARI YA DA GÜNÜMÜZÜN YIKICI AKIMLARI

 İSLAM’IN DAHİLİ DÜŞMANLARI YA DA GÜNÜMÜZÜN YIKICI AKIMLARI

İhvan meşrepli Iraklı yazar ve düşünür Muhsin Abdulhamid, ‘ İslam’a Yönelik Yıkıcı

Ey iman eden kullarım! Şüphesiz benim arzım geniştir. O halde (nerede güven içinde olacaksanız orada) yalnız bana kulluk edin.

Ankebut, 56

GÜNÜN HADİSİ

"Kur'an'ı seslerinizle süsleyiniz."

Ebu Davud

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii'nin yeniden ibadete açılışı(15 Nisan 1772) *Turgut Özal'ın Vefatı(17 Nisan 1993) *Türk-Yunan savaşının başlaması(18 Nisan 1897) *Miladi takvime göre Efendimiz'in (s.a.v.)dünyaya teşrifleri(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI