Cevaplar.Org

YAVUZ BÜLENT BAKİLER HOCAMIZDAN HATIRALAR-2

ŞAİRLİĞE İLK ADIM Ben edebiyata halk tarzında şiirler yazarak başladım. Benim memleketim Sivas.. Sivas halk şiirimizin harman olduğu şehirlerden birisidir, birisi değil, birincisidir. Benim Sivas Cumhuriyet Üniversitesinde vazifeli arkadaşlarımın anlattığına göre, dünden bugüne Sivas’ta binden fazla halk şairimizin yaşadığı tespit


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2019-01-15 09:05:57

ŞAİRLİĞE İLK ADIM

Ben edebiyata halk tarzında şiirler yazarak başladım. Benim memleketim Sivas.. Sivas halk şiirimizin harman olduğu şehirlerden birisidir, birisi değil, birincisidir. Benim Sivas Cumhuriyet Üniversitesinde vazifeli arkadaşlarımın anlattığına göre, dünden bugüne Sivas'ta binden fazla halk şairimizin yaşadığı tespit edilmiş. Hiçbir şehrimizde bırakınız bini, bırakınız yüzü..elli altmış civarında halk şairimizin dahi yaşadığı bile vaki değildir. Ama Sivas'ın taşından mıdır, toprağından mıdır, suyundan mıdır nedir bilinmez, Sivas'ta bin civarında halk şairimiz uzun asırlardan beri çalıp, söylemişlerdir.

Benim çocukluğum Sivas'ta işte o halk şairlerini dinlemekle geçti. Benim çocukluk yıllarımda Sivas'ın o halk şairleri siyah bir kılıf içerisine koydukları sazlarını omuzlarına vururlar ve mahalle mahalle dolaşırlardı. Herhangi bir kimsenin isteği olsun da, aldıkları beş on kuruş karşılığında bir şeyler çalıp söylesinler diye dolaşırlardı. 

Biz de mahallenin küçük çocukları olarak o kişilerin arkasına takılırdık. Bizi adeta bir mıknatıs gibi arkalarından çekip götürürlerdi. İşte yakınlarından birisini toprağa veren veya yakınlarından birisini gurbete gönderen, bir hastası olan, bir sıkıntısı bulunan bir takım kimseler o halk şairlerine bir kaç kuruş uzatırlardı ve kendileri için bir türkü çalıp söylemelerini isterlerdi. O halk şairleri de sazın tellerine vurmaya başlarlardı. Biz de çok büyük bir dikkatle onlara kulak kesilirdik.

Onların o vezinli ve kafiyeli sözleri benim dikkatimi çekerdi. Ve muayyen bir zaman sonra ben de onlar gibi söylenmeye çalışırdım. Onlara özenerek vezinli ve kafiyeli sözler söylemeye çalışırdım. (08. 02. 2014, Erdem Hastanesi, şiir sohbeti), (MPL TV, Güzin Osmancık, Bâb-ı Âlem Programı)

İLKOKUL ŞİİRLERİM

Ben Sivas Ziya Gökalp ilkokulundan mezun oldum. İlkokul dördüncü veya beşinci sınıfta iken bir gün öğretmenimiz Makbule Yıldemir sınıfa girdi, dedi ki; "çocuklar, okulumuz adına bir duvar gazetesi çıkarmak istiyoruz. Şiir yazanlar şiirlerini getirsinler" dedi.

Ben de şiir yazmaya heveslendiğim için bir şiir yazdım, götürdüm, kendisine verdim. Sivas üzerine yazılmış bir şiir;

"Dolar çeşmesinden güğümün, tasın.

Görünce dağılır başından yasın

Sakın onu gördüğünüzde uzaktan geçmeyin

Çünkü her taşı yakuttur Sivas'ın"

Gibi bir dörtlük.

Fakat arkadaşlarım bu şiirin babam tarafından yazıldığını söylediler. Çünkü babam Sivas'ta nüfus müdürüydü. Bundan dolayı ağlayarak eve geldim, üzüntü duydum.

Babamın bir sözü beni sükûnete kavuşturdu. "Üzülmene gerek yok, çünkü arkadaşların bu şiiri senden çok bana yakıştırmışlar, buna sevinmelisin" dedi. Ondan sonra şiir yazmaya devam ettim ama saçma sapan ve çok gülünç mısralar yazdım. Vezinli, kafiyeli ama hiçbir ciddiyeti yoktu.

Hocamız beğendi. Bunu duvar gazetesine koydu. Şiir münasebetiyle adım "Sınıfın şâiri" ne çıktı. Ondan sonra sınıf öğretmenimiz her konuda bana bir vazife verdi.

Meselâ; bir gün sınıfa gelip "Çocuklar! Yarın Japonya'yı işleyeceğiz. Sınıfın şairi Japonya'yla ilgili bir şiir yazıp gelsin." Ben Japonya'yı bilmem, Japonya'ya gitmedim, ama Coğrafya derslerinde okuduğum Japonya bahsini dikkate alarak oturdum, Japonya'yı görmüş gibi şiirler yazdım. Saçma sapan şiirlerdi bunlar. "Japonya, Japonya/ Karşımda durup öyle gubarma/ Var mı sende de bir Sivas'la Konya" diyordum meselâ.

O yıllarda Biyoloji, tabiat bilgisi dersleri okuyorduk. Sınıf öğretmenimiz diyordu ki: "Çocuklar! Yarın sindirim sistemini okuyacağız. Sınıfın şairi sindirim sistemiyle ilgili bir şiir yazıp gelsin." Sindirim sistemi üzerine şiir yazılır mı? Ama çocuk kafası ona da çare buluyordu. Ben de oturup kâfiyeli, saçma sapan şiirler yazıyordum. "Sindirimin yollarında/ Barsakların kollarında/ Yağlarında, ballarında/ Düşe kalka gideriz biz" diye. Bütün bunlar beni şiire yaklaştırdı. (MPL TV, Güzin Osmancık, Bâb-ı Âlem Programı), (Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, En Büyük Sevdamız Türkçe Söyleşisi), (08. 02. 2014, Erdem Hastanesi, şiir sohbeti)

BABAMIN BÜYÜK DOĞU OKUTMASI

Babam bütün dini ve milli dergilerin abonesi idi. Sivas'ta her Cumartesi günü eve bir Büyük Doğu mecmuası ile dönerdi. Ve ben de o esnada sokakta arkadaşlarımla top koşturuyor olurdum. Birden "Yavuz" diye bağırırdı. Ama öyle bir Yavuz ki, ben başımın üzerinde kocaman bir aynanın veya kocaman bir camın paramparça olduğunu hissederdim. Başıyla beni eve gel diye çağırırdı. İtiraz etmem mümkün olmazdı.

Eve giderdik. Kendisi bir sedire sırt üstü uzanırdı. Ellerini başının altına kenetler ve bana "aç oku bakayım Necip Fazıl'ı" derdi. Onbir -oniki yaşlarında bir çocuk Necip Fazıl'ı nasıl okur, nasıl anlar? Okuyamazdım, yani doğru dürüst okuyamazdım. Okuduklarımı da katiyyen anlayamazdım.

Ama babam beni dikkatle dinlerdi. Ve bazı yanlış okuduğum kelimeleri tashih ederdi; "Yanlış okuyorsun. O müdafa değil müdafaa. Orada iki tane a var, dikkat et" derdi. Bakardım, gerçekten iki tane 'a' var. Çocuk aklımla kendi kendime derdim; "bu babam ne kadar büyük adam. Yattığı yerden bu gazetede hangi kelimelerin bulunduğunu anlıyor."

Çocukluğum böyle geçti. 1950 yılında babamın Turancı olduğunu öğrendim. Ortaokul son sınıfında öğrenciydim. 1950 yılında ben de Turancı oldum. (Türk Ocağı Genel Merkezi, Arif Nihat Asya ve Türk Bayrağına Saygı Konferansı), (Yavuz Bülent Bakiler'in Hayatı adlı özel ev sohbeti)(Necip Fazıl Konulu Radyo Konuşması)

AKLINI KULLANMAYAN MİLLET

Benim zamanımda Kongre Lisesinin bir de ayrı ortaokul kısmı vardı. Ortaokul son sınıfında okurken hiç aklımdan çıkmayan bir hadise var. Resim hocamız Lütfü Bey derse girdi. Dedi ki; "çocuklar söyleyin bakayım; bir Türkle bir Avrupalı arasında ne fark var?" Bütün arkadaşlar parmaklarını kaldırdılar. Hoca tek tek söz verdi;

-Efendim, biz kahraman bir milletiz. Avrupalılar..

-Otur otur.. değil..

- Efendim biz vatanperver bir milletiz..Avrupalılar..

- Otur otur.. değil..değil..

-Efendim biz misafirperver bir milletiz.

-Temiz bir milletiz. Vs..

Arkadaşlar ne dediyse, Lütfü bey hiçbirisini kabul etmedi.

Hiç abartmadan söylüyorum. 1950 yılında o ortaokul sınıfının en tembel, en zavallı, en biçare, en aciz, en mıymıntı, ensesine vurduğunuzda elinden ekmeğini alacağınız talebesi bendim. En arka sırada, ağzımı açamadım ben. 

Bilmiyordum, bilsem bile düşüncelerimi karşı tarafa açıklama cesaretine sahip değildim. İki kelimeyi yan yana getirip konuşmaktan acizdim. 

Arkadaşlarımın açıklamaları bittikten sonra-hayatımı değiştiren bir hadisedir bu- Lütfü bey cebinde kalemini çıkardı. "Çocuklar" dedi, "bunu bir demir parçası kabul edin. Bir Türkle bir Avrupalıyı karşınıza alırsınız. Ve bu demir parçasını onlara göstererek sorarsınız. Dersiniz ki; "bu demir yürür mü?" Türk bağırmaya başlar;

"Sen aklını peynir ekmekle yedin galiba babalık. Demir yürür mü be? Canı yok ki yürüsün. İnsan olsa amenna. Hayvan olsa amenna. Ama demir bu. Demir nasıl yürür? Yürümez" der ve çeker gider.

Ama batılı, Avrupalı der ki; "ben bu demirden otomobil yaparım. Üstelik onun üzerine binerim. Ben bu demiri yürütürüm." Ve yapar ve yürütür.

Çocuklar, Bir Türkle bir Avrupalıya bu demir parçasını göstererek sorarsınız; "bu demir yüzer mi?" Bu sefer Türk gelir, yakanıza yapışır; "sen demirin yüzdüğünü nerede gördün be adam. Bu tahta değil ki yüzsün. Bu, suya koyar koymaz batar" der, hakaretler yağdırmaya başlar.

Batılı der ki; "ben bu demirden gemi yaparım. Üzerine de şu kadar insan bindiririm. Ve ben bu demiri deryalarda yüzdürürüm." Yapar ve yüzdürür. 

Çocuklar, Bir Türkle bir Avrupalıya bu demir parçasını göstererek sorarsınız; "bu demir uçar mı?" Bu sefer Türk gelir, sizi yakanızdan tutar ve sarsmaya başlar; "münasebetsiz adam, saygısız adam. Bizi aptal yerine koyan idraksiz adam. Demir bu be. İnsan canlı olduğu halde uçamıyor. Demir nasıl uçar? Uçmaz" diye bağırır, söylene söylene çıkar gider.

Ama Avrupalı derki; "ben bu gemiden uçak yaparım. İçine de yüzlerce adam bindiririm ve ben bu demiri uçururum."

 Çocuklar, unutmayın bir Türkle bir Avrupalı arasında şu fark vardır; batılı aklını kullanır aklını. Türk, aklını kullanmadığı için batının gerisinde kalır."

Vallahi, billahi, tallahi bu açıklama bütün dünyamı altüst etti. Ve ben 1950 yılından hukuk fakültesine kaydımı yaptırdığım 1955 yılına kadar hep bunu düşündüm; "biz neden aklımızı kullanamıyoruz?"

Bu soru benim hayatımın büyük çapta değişmesine sebep oldu. Bu soru sayesinde yavaş yavaş adam olmaya başladım. (15. 03. 2015 tarihli cami sohbeti), (Yıldırım Bayezıd Üniversitesi, Varlık Sebebimiz Türkçe Semineri, 23.03. 2016), (Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, En Büyük Sevdamız Türkçe Söyleşisi), (Kutlu Ülke Derneği Söyleşisi),(Ensar Vakfı Genel Merkezi, Dua Toplantısı, 2018)

ACI BİR HADİSE

Ben lise birinci sınıfın sonuna kadar Sivas'ta okudum. Lise ikinci sınıfın birinci devresini ben Gaziantep'te okudum. Fakat Gaziantep'te çok enteresan, çok hazin bir hadise ile karşılaştık. Babam Akyol mahallesinde bize bir ev kiralamıştı. Bu, üç katlı bir evdi. Birinci katta ev sahibimiz oturuyordu. İkinci ve üçüncü katlar bize aitti. Babam bir hamal tutmuştu. Sivas'tan getirdiğimiz denkleri o hamal ikinci ve üçüncü katlara taşıyordu.

O merdivenlerin dibinde de 4 yaşındaki kardeşim Naci elinde bir bıçakla bir dal parçasını yontmaya çalışıyordu. Hamal sırtındaki denklerden birini düşürdü. Ve merdivenin altındaki kardeşim o denkin altında kaldı.

Koştuk, denki kaldırdık. Baktık ki, kardeşimin sağ ayağı tamamen sallanmaya başladı. Üç yerinden kırılmış. Ve biraz sonra mosmor oldu. Kardeşim tabii çok ağlamaya başladı. Sesi yeri göğü tutuyor adeta. O manzara karşısında annem ağladı, ben ağladım, ablam ağladı, bir başka kız kardeşim vardı, onu da Malatya'da kaybettik, o feryat figan kopardı. Biz bahçede, başı kesilmiş tavuklar gibi dönüp duruyoruz, ağlıyoruz.

Bizim bu feryatlarımızdan sonra bir tek Allah'ın kulu bahçe kapısını açarak başını içeri uzatmadı. Ve bize Gaziantep ağzıyla "kele bacım, kele anam niye ağlıysiz" diye sormadı.

Sırtından o denki düşüren hamal da tabii çok korktu. O da bir şey yapamıyor, o da bahçenin içinde sola sağa dolaşıp duruyor. Ben ona dedim ki; "nüfus müdürlüğünü biliyor musun?" "Biliyorum" dedi. Tabii ben Gaziantep'e yeni geldiğim için hiç bir yeri tanımıyorum.

Adam önüme düştü, beni alıp nüfus müdürlüğüne götürdü. Ben durumu babama söyledim. Babam da başkâtibe söyledi. Bir uzak bağ evinde bir kırıkçı varmış. Gidip onu bulduk, aldık getirdik. Adam kardeşimin ayağını bağladı. Bir süre onun acısıyla biz ev halkı olarak darmadağınık olduk. Bu, bizde çok kötü bir tesir meydana getirdi. Biz şaşırdık "bu Antepliler nasıl insanlar, bize bir geçmiş olsun bile demediler" diye..

Sonra babam beni liseye kaydettirdi..Bu anlattıklarımda zerre kadar bir mübalağa yoktur. Yüzde yüz, nasılsa öyle anlatıyorum. Lisede sanki ben o liseye gitmeden önce o arkadaşlar bir araya gelmişler ve konuşmuşlar, karar almışlar ve kendi aralarında demişler ki: Arkadaşlar! Buraya Sivas'tan bir öğrenci gelecek, ismi Yavuz Bülent Bakiler, kimse konuşmasın kendisiyle." Kimse benimle konuşmuyordu.

Bir sıra arkadaşım vardı, Kilisli, hiç unutamıyorum, ismi Said. Said'le üç ay yan yana oturduk. Bu üç ay içerisinde yazılı olduğumuzda bana "Fazla kalemin var mı ağam?" dedi. "Var" dedim. Cebimden kalemi çıkarıp verdim. Yani "Hoş geldin, adın ne? Nerden geldin? Baban ne iş yapar?" gibi bir tek konuda tek bir soru yok. Bu durum bizi aile olarak çok yıprattı. İlk aylarımız çok zor oldu. Ve ben ömrümün hiçbir devresinde yedi zayıfla eve dönmedim. O sene ise birinci dönemde karnemde yedi zayıfım vardı.

Gaziantep'te bulunduğumuz yıllarda bizim bir ev sâhibimiz vardı: Codar diye. Sakat bir adamdı. Buğday pazarında alış-veriş yapan bir kimse. Codar, sakat karşılığında kullanılan mahallî bir kelime. İşyerine eşeğiyle gidiyordu. Her akşam da kafayı çekiyordu. İki tane oğlu var. Babası içki masasına oturduğu zaman oğulları evden kaçıyorlar. Kızını bana gönderir ve kızı: "Babam diyi ki, müdürün oğlunu çağır, bir iki hanek edeh ağam" Ev üç katlı, birinci katta onlar oturuyor, ikinci ve üçüncü katlar bize ait. Hanek, laf karşılığında kullanılan bir kelime. Ben de aşağıya iniyorum, Codar'ın yanına oturuyorum, Codar bana başından geçenleri, bu arada Gaziantep savunmasını anlatıyor. Antepli Şahin'le Karayılan'ı ilk defa ondan dinledim. Bunlar benim o çocukluk yıllarımda hafızamda yer etti.

Doğrusu Gaziantep'te bulunmayı istemedik. Babam Nüfus Genel Müdürlüğü'ne "Beni buradan alın." diye müracaatta bulunmuş. Babam da memuriyet hayatında biraz bilinen, sevilen, tanınan bir insandı. "Nereye gitmek istiyorsunuz?" demişler. Babam "Ne olursa olsun, Gaziantep olmasın." demiş. Bizi Malatya'ya verdiler.

Çıkıp Malatya'ya geldik. Malatya'da da durum tamamen Gaziantep'te yaşadıklarımın tersi oldu. Sınıf arkadaşlarım sanki ben Malatyalıymışım, orda o yaşa kadar onlarla beraber okumuşum, bir süre Malatya'dan ayrılmışım, Gaziantep'e gitmişim, 3-4 ay sonra geri dönmüşüm gibi bir hava. Hepsi teker teker geldi, adımı sordu, adımı öğrendi, boynuma sarıldı ve benim yanlarında oturmamı istediler. Böyle sıcak bir ilgi..(Radyo konuşması, hatıralar), (TRT Haber, Gündeme Özel, Yavuz Bülent Bakiler 11.03.2012) 

BİYOLOJİ ÖĞRETMENİM

Malatya'daki biyoloji öğretmenim Cemaledin Bey, adımı deftere yazdı. Ve birinci kanaatte almış olduğum numarayı oraya geçirmek istedi. Sordu bana; "birinci kanaatteki notun kaç oğlum?" dedi. Ben "iki" dedim. Bana "sen nereden geldin oğlum" dedi. "Gaziantep'ten" dedim. Biyoloji öğretmeniniz Enver Bey miydi?" dedi. "Enver beydi" dedim. "Demek sen Enver beyden iki numara aldın ha? Seni tebrik ederim" dedi. Acaba benimle alay mı ediyor diye tereddüde düştüm. Baktım çok ciddi.

"Gel seninle bir anlaşma yapalım. Ben ikinci dönem için seni tahtaya kaldırmadan sana bir yedi numara veriyorum. Otur ve diğer derslerine çalış. Razı mısın" dedi. "hayır efendim" dedim, "bana bir haftalık bir süre verin, ben çalışır gelirim" dedim. Yedinci gün sınıfa girer girmez, "Yavuz Bülent hazır mısın" dedi. "Hazırım efendim" dedim.

Sordu, anlattım. Sordu anlattım. Bu sefer sınıfa döndü; "çocuklar, şimdi siz sorun" dedi. Onlar sordular. Ve sınıfa döndü dedi ki-hiç unutmuyorum-

"Çocuklar! Arkadaşınızdan çok özür diliyorum. Enver beyden iki alan talebe benim nazarımda yediliktir. Ben onu yedilik öğrenci gibi düşünmüştüm. Fakat o bugün dokuzluk bir talebe olarak karşıma çıktı. Otur, dokuz veriyorum" dedi.

Ben liseyi o Cemaleddin beyin gösterdiği ilgi yüzünden bitirdim. Eğer Cemaleddin Bey de Gaziantep'teki bir takım hocalarım gibi davranmış olsaydı, liseyi bitiremezdim, çürür giderdim. (TRT Haber, Gündeme Özel, Yavuz Bülent Bakiler 11.03.2012) 

ŞİİRLERİM YAYINLANIYOR

 Lisenin üçüncü sınıfına kadar hep halk tarzında şiirler yazdım. Lise üçüncü sınıftayken 14 yaşında olan kız kardeşim Nuran bir elektrik kazası geçirdi.

Onun vefatı annemi de babamı da yıktı, darmadağınık etti. Uzun yıllar evimizde diyebilirim ki bir matem havası esti. Annem zaman zaman kız kardeşimin eşyalarını, okul şapkasını alarak bağrına basıp ağlardı.

Onun mezarını her gün ama her gün ziyaret etmeye başladım. Onun mezarında serbest vezinli ama yine de halk şiirine dayanan şiirler yazdım. Bu şiirlerim İstanbul dergilerinde yayınlandı, Türk Sanatı Dergisinde çıktı. Derginin sahibi Abidin Mümtaz Kısakürek mavi pelür kâğıtlı bir mektup gönderdi. Hiç unutmuyorum. "Seni dergimizin şairlerinden kabul ediyoruz. Bundan sonra bizim her sayımız için şiir gönder" diye yazıyordu. Lise üçüncü sınıfta okuyan bir öğrencinin bir İstanbul gazetesinden bu şekilde bir mektup alması kabul edersiniz ki sevindirici ve teşvik edici bir durumdur. Bu mektuptan sonra bu defa şiirlerimi İstanbul dergilerine göndermeye başladım. 1952 yılından itibaren İstanbul Dergisi'nde de serbest vezinle şiirler yazmaya başladım. (08. 02. 2014, Erdem Hastahanesi, şiir sohbeti), (TRT Haber, Gündeme Özel, Yavuz Bülent Bakiler 11.03.2012)

Bizim lisede bir Edebiyat Öğretmenimiz vardı: Mustafa Ateş, bu Toktamış Ateş'in amcası. Benim şiirlerim İstanbul Dergisi'nde yayınlanınca başka sınıflarda demiş ki: "Çocuklar! Son zamanlarda İstanbul dergilerinde okuduğum şiirlerden en çok Yavuz Bülent Bakiler'inkini beğeniyorum." Çocuklar gelip bunu bana söylediler, çok şaşırdım. "Gerçekten mi?" dedim. "Gerçekten." dediler. Birkaç kişiye daha sordum, onlar da Mustafa Ateş Hocamızın böyle söylediğini tekrarladılar. İtiraf ederim, bu beni çok teşvik etti. Şiire daha eğilmeye başladım. O yıllarda İstanbul dergilerinde çıkan ölüm şiirlerimden birini Mustafa Ateş Hoca'ya ithafen yayınladım. Sonra bir gün benim de bulunmuş olduğum bir derste Mustafa Ateş bütün arkadaşlarımın önünde bana "Yavuz Bülent! Sen bir gün edebiyat tarihine geçeceksin. Senin sâyende benim ismimi de edebiyat tarihine yazacaklar" dedi. Herkes güldü, ben de çok utandım, başımı eğdim. Mustafa Ateş'in bu dediği günün birinde gerçekleşti..(TRT Haber, Gündeme Özel, Yavuz Bülent Bakiler 11.03.2012)

-devam edecek-

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

ALLAH RASULÜNÜN MANEVİ ŞAHSİYETİ-2

ALLAH RASULÜNÜN MANEVİ ŞAHSİYETİ-2

Fahr-ı Kainat’a Nasıl Bakmalıyız: Kur’ân’da, “Muhakkak ki, Allah katında sizin en d

NURDAN VECİZELER-8

NURDAN VECİZELER-8

“Hakikaten mümin cennete layık ve kâfir cehenneme muvafık bir mahiyet kesb eder.” İzah: B

YIKILMAKTA OLAN ÜÇÜNCÜ MABET

YIKILMAKTA OLAN ÜÇÜNCÜ MABET

Kimi Yahudiler mecazen veya sembolik anlamda İsrail’e Süleyman Tapınağı makamında üçüncü

SAFVETÜ’T TEFASİR NOTLARI-27

SAFVETÜ’T TEFASİR NOTLARI-27

Nisa: 97: İbn Abbas’ın şöyle dediği rivayet olunur: “Müslümanlardan, İslam’ı hafife a

TACEDDİN TOPAL(1927-2020)

TACEDDİN TOPAL(1927-2020)

Taceddin Topal ağabeyimiz Isparta/Yalvaçlıdır. Yalvaçlılar O’na Taci Dede diye biliyor ve ö

SULTAN 2. BAYEZİD (1481-1512)

SULTAN 2. BAYEZİD (1481-1512)

1448’de Dimetoka’da doğdu. Fâtih Sultan Mehmed’in Gülbahar Hâtun’dan doğan büyük oğl

CENNET VE CEHENNEM SADECE MANEVİ DEĞİLDİR

CENNET VE CEHENNEM SADECE MANEVİ DEĞİLDİR

Cennet ve Cehennem iki yurttur; birisi sevaba birisi azaba, birincisi muttakilere, ikincisi kâfirle

AKSA TUFANI’NIN İSTİKBALDEKİ AKİSLERİ

AKSA TUFANI’NIN İSTİKBALDEKİ AKİSLERİ

De ki: " Bize iki güzellikten birinin dışında başka bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz? Oy

ALLAH RASULÜNÜN MANEVİ ŞAHSİYETİ-1

ALLAH RASULÜNÜN MANEVİ ŞAHSİYETİ-1

Fahr-ı Kâinat Efendimiz, (Aleyhissâlatü vesselâm) Kur’ân’ı Mekkelilere tebliğe başladı

NURDAN VECİZELER-7

NURDAN VECİZELER-7

“İnkılab-ı hakikat olmaz. Nev'-i mutavassıtın silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf, ink

Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.

SAFF, 3

GÜNÜN HADİSİ

Allahu Teala, kulunu helal (kazanç) talebinde yorgun görmeyi sever.

250 Hadis, s.197

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii Tekrar İbadete Açıldı(15 Nisan 1772) *Şeyhülislam İbn-i Kemal'in Vefatı(16 Nisan 1534) *Einstein'in Ölümü(18 Nisan 1955) *93 Harbi Başladı(19 Nisan 1877) *Miladi Takvime Göre Efendimiz'in(s.a.v) Doğumu(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI