Cevaplar.Org

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-34

ÜSTADIN DENİZLİ MAHKEMESİ MÜDAFAATINDAN *Evet, biz bir cem'iyetiz ve öyle bir cem'iyetimiz var ki; her asırda üçyüz elli milyon dâhil mensubları var. Ve her gün beş defa namazla o mukaddes cem'iyetin prensiplerine kemal-i hürmetle alâkalarını


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2018-09-30 08:36:05

ÜSTADIN DENİZLİ MAHKEMESİ MÜDAFAATINDAN

*Evet, biz bir cem'iyetiz ve öyle bir cem'iyetimiz var ki; her asırda üçyüz elli milyon dâhil mensubları var. Ve her gün beş defa namazla o mukaddes cem'iyetin prensiplerine kemal-i hürmetle alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar. اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kudsî proğramıyla birbirinin yardımına -dualarıyla ve manevî kazançlarıyla- koşuyorlar. İşte biz bu mukaddes ve muazzam cem'iyetin efradındanız. Ve hususî vazifemiz de, Kur'anın imanî hakikatlarını tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi i'dam-ı ebedîden ve daimî berzahî haps-i münferidden kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cem'iyet ve komitelerle ve bizim medar-ı ittihamımız olan cem'iyetçilik gibi asılsız ve manasız gizli cem'iyetle hiçbir münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz.(1)

*Dünyaya karışmak arzusu bizde bulunsaydı, böyle sinek vızıltısı gibi değil, top güllesi gibi ses ve patlak verecekti.(2)

* Bazı zındıkların şeytanetiyle Risale-i Nur'a karşı çevrilen plânlar ve hücumlar inşâallah bozulacaklar, onun şakirdleri başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmaz, vazgeçirilmez, Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle mağlub edilmezler. Eğer maddî müdafaadan Kur'an men'etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirdler, Şeyh Said ve Menemen hâdiseleri gibi cüz'î ve neticesiz hâdiselerle bulaşmazlar. Allah etmesin, eğer mecburiyet derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-i Nur'a hücum edilse, elbette hükûmeti iğfal eden zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar.

Elhasıl; madem biz ehl-i dünyanın dünyalarına ilişmiyoruz, onlar da bizim âhiretimize, imanî hizmetimize ilişmesinler.(3)

* Efendiler!

Size kat'î haber veriyorum ki: Buradaki zâtların, bizimle ve Risale-i Nur'la münasebeti olmayan veya az bulunanlardan başka, istediğiniz kadar hakikî kardeşlerim ve hakikat yolunda hakikatlı arkadaşlarım var. Biz Risale-i Nur'un keşfiyat-ı kat'iyyesiyle iki kerre iki dört eder derecesinde sarsılmaz bir kanaatla bilmişiz ki; ölüm bizim için sırr-ı Kur'an ile, i'dam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrilmiş; ve bize muhalif ve dalalette gidenler için o kat'î ölüm, ya i'dam-ı ebedîdir (eğer âhirete kat'î imanı yoksa) veya ebedî ve karanlıklı haps-i münferiddir (eğer âhirete inansa ve sefahet ve dalalette gitmiş ise). Acaba dünyada bu mes'eleden daha büyük, daha ehemmiyetli bir mes'ele-i insaniye var mı ki, bu ona âlet olsun? Sizden soruyorum! Madem yoktur ve olamaz, neden bizimle uğraşıyorsunuz? Biz en ağır cezanıza karşı kendimiz, âlem-i nura gitmek için bir terhis tezkeresini alıyoruz diye kemal-i metanetle bekliyoruz. Fakat bizi reddedip, dalalet hesabına mahkûm edenleri, sizi bu mecliste gördüğümüz gibi, i'dam-ı ebedî ile ve haps-i münferidle mahkûm ve pek yakın bir zamanda o dehşetli cezayı çekeceklerini müşahede derecesinde biliyoruz, belki görüyoruz; onlara insaniyet damarıyla cidden acıyoruz. Bu kat'î ve ehemmiyetli hakikatı isbat etmeye ve en mütemerridleri dahi ilzam etmeye hazırım! Değil vukufsuz, garazkâr, maneviyatta behresiz ehl-i vukufa karşı belki en büyük âlim ve feylesoflarınıza karşı gündüz gibi isbat etmezsem, her cezaya razıyım!

İşte yalnız bir nümune olarak, iki cuma gününde mahpuslar için te'lif edilen ve Risale-i Nur'un umdelerini ve hülâsa ve esaslarını beyan ederek Risale-i Nur'un bir müdafaanamesi hükmüne geçen Meyve Risalesi'ni ibraz ediyorum ve Ankara makamatına vermek için, yeni harflerle yazdırmaya müşkilâtlar içinde gizli çalışıyoruz. İşte onu okuyunuz, tam dikkat ediniz, eğer kalbiniz (nefsinize karışmam) beni tasdik etmezse, bana şimdiki tecrid-i mutlak içinde her hakaret ve işkenceyi de yapsanız, sükût edeceğim!

 Elhasıl; ya Risale-i Nur'u tam serbest bırakınız veyahut bu kuvvetli ve zedelenmez hakikatı elinizden gelirse kırınız! Ben şimdiye kadar sizi ve dünyanızı düşünmüyordum ve düşünmeyecektim, fakat mecbur ettiniz, belki de sizi ikaz etmek lâzım idi ki, kader-i İlahî bizi bu yola sevketti. Biz de مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ düstur-u kudsîyi kendimize rehber edip, herbir sıkıntılarınızı sabır ile karşılayacağız, diye azmettik.(4)

* Bu itirazda muhatabım Denizli mahkemesi ve müddeiumumîsi değil, belki başta Isparta ve İnebolu müddeiumumîleri olarak, yanlış ve nâkıs zabıtnameleriyle buradaki acib iddianameyi aleyhimize verdiren garazkâr ve vehham memurlardır.

Evvelâ: Asl u faslı olmayan ve hatırıma gelmeyen bir siyasî cem'iyet namını masum ve siyasetle hiç alâkaları olmayan Risale-i Nur talebelerine takıp ve o daire içine giren ve iman ve âhiretinden başka hiç bir maksadları bulunmayan bîçareleri o cem'iyetin naşiri ya faal bir rüknü veya mensubu veya Risale-i Nur'u okumuş veya okutmuş veya yazmış diye suçlu sayıp mahkemeye vermek ne kadar adaletin mahiyetinden uzak olduğuna kat'î bir hücceti şudur ki: Kur'an aleyhinde yazılan, Doktor Duzi'nin ve sair zındıkların o muzır eserlerini okuyanlara, hürriyet-i fikir ve hürriyet-i ilmiye düsturuyla bir suç sayılmadığı halde; hakikat-ı Kur'aniyeyi ve imaniyeyi öğrenmeğe gayet muhtaç ve müştak olanlara güneş gibi bildiren Risale-i Nur'u okumak ve yazmak bir suç sayılmış. Ve hem yüz risale içinde yanlış mana verilmemek için, mahrem tuttuğumuz ve neşrine izin vermediğimiz iki-üç risalede yalnız birkaç cümlelerini bahane gösterip ittiham etmiş. Halbuki o risaleleri (biri müstesna) Eskişehir Mahkemesi tedkik etmiş, îcabına bakmış, ve müstesna ise hem istidamda ve hem itiraznamemde gayet kat'î cevab verildiği ve "Elimizde nur var, siyaset topuzu yok." diye Eskişehir Mahkemesi'nde yirmi vecihle kat'î isbat edildiği halde, o insafsız müddeîler, üç mahrem ve neşrolmayan risalelerin üç-dört cümlelerini bütün Risale-i Nur'a teşmil eder gibi, Risale-i Nur'u okuyan ve yazanı suçlu ve beni de hükûmet ile mübareze eder diye ittiham etmişler. Ben ve bana yakın ve benim ile görüşen dostlarımı işhad ve kasemle temin ederim ki: Bu on seneden ziyadedir ki; iki reisten ve bir meb'ustan ve Kastamonu Valisinden başka, hükûmetin erkânını, vükelasını, kumandanları memurları, meb'usları kimler olduğunu kat'iyyen bilmiyorum ve bilmeyi de merak etmemişim. Acaba hiç imkânı var mı ki; bir adam mübareze ettiği adamları tanımasın ve bilmeye merak etmesin? Dost mu, düşman mı? Karşısındakini tanımasına ehemmiyet vermesin? Bu hallerden anlaşılıyor ki, bil'iltizam herhalde beni mahkûm etmek için gayet asılsız bahaneleri icad ederler.

Madem keyfiyet böyledir.. ben de buranın mahkemesine değil, belki o insafsızlara derim: Ben, sizin bana vereceğiniz en ağır cezanıza da beş para vermem ve hiç ehemmiyeti yok. Çünki ben kabir kapısında, yetmiş yaşındayım. Böyle mazlum ve masum bir-iki sene hayatı, şehadet mertebesiyle değiştirmek, benim için büyük saadettir. Risale-i Nur'un binler hüccetleriyle kat'î imanım var ki; ölüm bizim için bir terhis tezkeresidir. Eğer i'dam da olsa, bizim için bir saat zahmet, ebedî bir saadetin ve rahmetin anahtarı olur. Fakat siz ey zındıka hesabına adliyeyi şaşırtan ve hükûmeti bizimle sebebsiz meşgul eden insafsızlar! Kat'î biliniz ve titreyiniz ki; siz i'dam-ı ebedî ile ve ebedî haps-i münferid ile mahkûm oluyorsunuz. İntikamımız sizden pekçok ve muzaaf bir surette alınıyor görüyoruz. Hattâ size acıyoruz. Evet bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikatı elbette hayattan ziyade bir istediği var. Ve onun i'damından kurtulmak çaresi, insanların her mes'elesinin fevkinde en büyük ve en ehemmiyetli ve en lüzumlu bir ihtiyac-ı zarurî ve kat'îsidir. Acaba bu çareyi kendine bulan Risale-i Nur şakirdlerini ve o çareyi binler hüccetler ile bulduran Risale-i Nur'u, âdi bahaneler ile ittiham edenler ne kadar kendileri hakikat ve adalet nazarında müttehem oluyor, divaneler de anlar.

Bu insafsızları aldatan ve hiçbir münasebeti olmayan bir siyasî cem'iyet vehmini veren üç maddedir:

Birincisi: Eskiden beri benim talebelerim benim ile kardeş gibi şiddetli alâkadar olmaları, bir cem'iyet vehmini vermiş.

İkincisi: Risale-i Nur'un bazı şakirdleri her yerde bulunan ve cumhuriyet kanunları müsaade eden ve ilişmeyen ve cemaat-ı İslâmiye heyetleri gibi hareket etmelerinden bir cem'iyet zannedilmiş. Halbuki o mahdud üç-dört şakirdin niyetleri cem'iyet-memiyet değil, belki sırf hizmet-i imaniyede hâlis bir kardeşlik ve uhrevî tesanüddür.

 Üçüncüsü: O insafsızlar kendilerini dalalet ve dünyaperestlikte bildiklerinden ve hükûmetin bazı kanunlarını kendilerine müsaid bulduklarından fikren diyorlar ki: "Herhalde Said ve arkadaşları bizlere ve hükûmetin, bizim medenîce nâmeşru hevesatımıza müsaid kanunlarına muhaliftirler. Öyle ise, muhalif bir cem'iyet-i siyasiyedirler."

Ben de derim: Hey bedbahtlar! Dünya ebedî olsaydı ve insan içinde daimî kalsaydı ve insanî vazifeler yalnız siyaset bulunsaydı, belki bu iftiranızda bir mana bulunabilirdi. Hem eğer ben siyaset ile işe girseydim, yüz risalede on cümle değil, belki bin cümleyi siyasetvari ve mübarezekârane bulacaktınız. Hem farz-ı muhal olarak; eğer biz dahi sizin gibi bütün kuvvetimizle dünya maksadlarına ve keyiflerine ve siyasetlerine çalışıyoruz, diye -ki; şeytan da bunu inandırmağa çalışamıyor ve kimseye kabul ettiremez- haydi böyle de olsa, madem bu yirmi senede hiçbir vukuatımız gösterilmiyor ve hükûmet ele bakar, kalbe bakamaz ve herbir hükûmette şiddetli muhalifler bulunur. Elbette adliye kanunu ile bizleri mes'ul etmezsiniz. Son sözüm: حَسْبِىَ اللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ dir.(5)

* Efendiler! Çok emarelerle kat'î kanaatım gelmiş ki; hükûmet hesabına, "hissiyat-ı diniyeyi âlet ederek emniyet-i dâhiliyeyi ihlâl etmek" için bize hücum edilmiyor. Belki bu yalancı perde altında, zındıka hesabına, bizim imanımız için ve imana ve emniyete hizmetimiz için bize hücum edildiğine çok hüccetlerden bir hücceti şudur ki: Yirmi sene zarfında, Risale-i Nur'un yirmibin nüshaları ve parçalarını yirmibin adamlar okuyup kabul ettikleri halde, Risale-i Nur'un şakirdleri tarafından emniyetin ihlâline dair hiçbir vukuat olmamış ve hükûmet kaydetmemiş ve eski ve yeni iki mahkeme bulmamış. Halbuki, böyle kesretli ve kuvvetli propaganda, yirmi günde vukuatlar ile kendini gösterecekti. Demek hürriyet-i vicdan prensibine zıd olarak, bütün dindar nasihatçılara şamil, lastikli bir kanunun 163'üncü maddesi sahte bir maskedir. Zındıklar, bazı erkân-ı hükûmeti iğfal ederek, adliyeyi şaşırtıp, bizi herhalde ezmek istiyorlar.

Madem hakikat budur, biz de bütün kuvvetimizle deriz: Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek! Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun! Her ceza ve i'damınıza hazırız! Hapsin harici bu vaziyette, yüz derece dâhilinden daha fenadır. Bize karşı gelen böyle bir istibdad-ı mutlak altında hiçbir hürriyet -ne hürriyet-i ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, ne hürriyet-i diniye- olmamasından, ehl-i namus ve diyanet ve tarafdar-ı hürriyet olanlara ya ölmek veya hapse girmekten başka çaresi kalmaz. Biz de اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ diyerek Rabbimize dayanıyoruz.(6)

*Zaman-ı Saadetten şimdiye kadar cari bir âdet-i İslâmiyeye ittibaen Risale-i Nur'un hususî menba'ları olan yüzer âyât-ı meşhureyi büyük bir en'am gibi Hizb-i Kur'anî yaptığımızı, "Dinde tahrifat yapıyor" diye muahaze etmişler.

Hem bir sene cezasını çektiğim ve mahrem tutulan ve zabıtnamede kaydedildiği gibi odun yığınları altından çıkarılan Tesettür Risalesiyle bu sene yazılmış ve neşredilmiş gibi, bizi ittiham etmek istiyor.

Hem Ankara'da hükûmetin riyasetinde bulunan birisine (Mustafa Kemal'e) söylediğim itirazlara ve ağır sözlere mukabele etmeyip sükût etmesi ve o öldükten sonra, onun yanlışını gösteren bir hakikat-ı hadîsiyeyi beyandaki fıtrî ve lüzumlu ve küllî ve mahrem tenkidlerim, medar-ı mes'uliyet yapılmış. Ölmüş ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir şahsın hatırı nerede? Ve Hükûmetin ve milletin bir hatırası ve Cenab-ı Hakk'ın bir tecelli-i hâkimiyeti olan adaletleri, kanunları nerede?

Hem biz hükûmet-i cumhuriye ve esaslarından en ziyade kendimize medar-ı istinad ve onun ile kendimizi müdafaa ettiğimiz hürriyet-i vicdan esası, bizim aleyhimizde medar-ı mes'uliyet tutulmuş; güya biz hürriyet-i vicdan esasına muarız gidiyoruz.

Hem, medeniyetin seyyiatını ve kusurlarını tenkid etmesinden hatır ve hayalime gelmeyen bir şeyi zabıtnamelerde isnad ediyor: Güya ben, radyo(7) tayyare ve şimendiferin kullanılmasını kabul etmiyorum diye, terakkiyat-ı hazıra aleyhinde bulunduğumla mes'ul ediyor.

İşte bu nümunelerine kıyasen ne kadar hilaf-ı adalet bir muamele olduğunu, inşâallah insaflı, adaletli olan Denizli müddeiumumîsi ve mahkemesi göstererek, o zabıtnamelerin evhamlarına ehemmiyet vermeyecekler.

Hem en acibi budur ki; başka mahkemenin müddeiumumîsi benden sordu: "Mahrem Beşinci Şua'da demişsin: "Ordu, dizginini o dehşetli şahsın elinden kurtaracak." Muradın, orduyu hükûmete karşı itaatsizliğe sevketmektir." Ben de dedim: "Maksadım; o kumandan ya ölecek veya tebdil edilecek, ordu onun tahakkümünden kurtulacak demektir. Acaba hem gayet mahrem, sekiz senede yalnız iki defa elime geçen ve aynı zamanda kaybedilen, hem âhirzamana ait bir hadîsin manasını küllî bir surette beyan eden, hem aslı eskiden te'lif edilen bir risale, hem bir tek nefer görmediği halde nasıl sebeb-i ittiham olur?" Maatteessüf, o insafsızların o acib ittihamı iddianameye girmiş.

Hem en garibi şudur ki, bir yerde demişim: Cenab-ı Hakk'ın büyük nimetleri olan tayyare, şimendifer ve radyoya büyük şükür ile mukabele lâzımken; beşer şükür etmedi, tayyareler ile başlarına bomba yağdı. Ve radyo öyle büyük bir nimet-i İlahiyedir ki, ona mukabil şükür ise, o radyo milyonlar dilli bir küllî hâfız-ı Kur'an olup, bütün zemin yüzündeki insanlara Kur'anı dinlettirsin(8) ve Yirminci Söz'de Kur'anın medeniyet hârikalarından gaybî haber verdiğini beyan ederken bir âyetin işareti olarak "Kâfirler şimendifer ile Âlem-i İslâm'ı mağlub ederler." demişim. İslâmı bu hârikalara teşvik ettiğim halde, bir sebeb-i ittiham olarak "şimendifer ve tayyare ve radyo gibi terakkiyat-ı hazıra aleyhinde" diye, iddianamenin âhirinde beni evvelki müddeiumumînin garazlarına binaen ittiham eder.

Hem hiçbir münasebeti olmadığı halde, bir adam Risale-i Nur'un ikinci bir ismi olan Risalet-ün Nur tabirinden, "Kur'anın nurundan bir risalettir, bir ilhamdır" demiş. İddianamede başka yerin verdikleri yanlış mana ile, güya "Risale-i Nur bir resuldür" diye benim için bir sebeb-i ittiham tutulmuş.

Hem müdafaatımda yirmi yerde kat'î bir surette hüccetler ile isbat etmişiz ki, bütün dünyaya karşı da olsa din ve Kur'an ve Risale-i Nur'u âlet edemeyiz ve edilmez ve biz onların bir hakikatını dünya saltanatına değiştirmeyiz ve bilfiil öyleyiz. Bu davanın emareleri yirmi senede binlerdir. Madem böyledir, ben ve biz bütün kuvvetimizle deriz: حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ

Said Nursî (9)

* Ve mahkemelerde, başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse, zındıkaya ve dalalete teslim-i silâh edip vatan ve millet ve İslâmiyete hıyanet etmem, hakikat-ı Kur'ana feda olan bu başımı zalimlere eğmem diyen..(10)

* Mahkeme Reisi Ali Rıza Beyefendi!

Hukukumu müdafaa etmek için ehemmiyetli bir talebim ve bir ricam var. Ben yeni harfleri bilmiyorum ve eski yazım da pek nâkıstır; hem beni başkalarla görüştürmüyorlar, âdeta tecrid-i mutlak içindeyim. Hattâ iddianame, onbeş dakikadan sonra benden alındı. Hem avukat tutmak iktidarım yok. Hattâ size takdim ettiğim müdafaatımın, çok zahmetle, bir kısmını gizli olarak ancak yeni harf ile bir suretini alabildim. Hem Risale-i Nur'un bir nevi müdafaanamesi ve mesleğinin hülâsası olan Meyve Risalesi'nin bir suretini müddeiumuma vermek için ve bir-iki suretini Ankara makamatına göndermek için yazdırmıştım. Birden onları elimden aldılar, daha vermediler. Halbuki Eskişehir adliyesi, bize bir makineyi hapse gönderdi. Biz müdafaatımızı onda, yeni harfle bir-iki nüsha yazdık;

hem o mahkeme dahi yazdı. İşte ehemmiyetli talebim: Ya bize bir makineyi siz veriniz veya bize müsaade ediniz, biz celbedeceğiz. Tâ ki hem müdafaatımı, hem Risale-i Nur'un müdafaanamesi hükmündeki risaleyi yeni harfle iki-üç suretini alıp, hem Adliye Vekaletine, hem Heyet-i Vekileye, hem Meclis-i Meb'usana, hem Şûra-yı Devlete göndereceğiz. Çünki iddianamede bütün esas, Risale-i Nur'dur ve Risale-i Nur'a ait dava ve itiraz, cüz'î bir hâdise ve şahsî bir mes'ele değil ki çok ehemmiyet verilmesin. Belki bu milleti ve memleketi ve hükûmeti ciddî alâkadar edecek ve dolayısıyla âlem-i İslâmın nazar-ı dikkatini ehemmiyetli bir surette celbedecek bir küllî hâdise hükmünde ve umumî bir mes'eledir.

Evet Risale-i Nur'a perde altında hücum eden, ecnebi parmağıyla bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan âlem-i İslâmın teveccühünü ve muhabbetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti dinsizliğe âlet ederek perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirenlerdir ki, hükûmeti iğfal ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp, der: "Risale-i Nur ve şakirdleri, dini siyasete âlet eder, emniyete zarar ihtimali var."

Hey bedbahtlar! Risale-i Nur'un gerçi siyasetle alâkası yoktur; fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti, asayişi, hürriyeti, adaleti temin ettiğine yüzer hüccetlerden biri, bu müdafaanamesi hükmündeki Meyve Risalesi'dir. Bunu âlî bir heyet-i ilmiye ve içtimaiye tedkik etsinler, eğer beni tasdik etmezlerse, ben her cezaya ve işkenceli i'dama razıyım!(11)

* Reis Beyefendi!

Kararnamede üç madde esas tutulmuş:

 Birisi: Cem'iyettir. Ben buradaki bütün Risale-i Nur şakirdlerini ve benimle görüşenleri veya okuyan ve yazanlarını aynıyla işhad ediyorum, onlardan sorunuz ki, ben hiç birisine dememişim: "Bir cem'iyet-i siyasiye veya cem'iyet-i nakşiye teşkil edeceğiz." Daima dediğim budur: Biz imanımızı kurtarmaya çalışacağız. Umum ehl-i iman dâhil oldukları ve üçyüz milyondan ziyade efradı bulunan bir mukaddes cemaat-ı İslâmiyeden başka mabeynimizde medar-ı bahs olmadığını ve Kur'anda "Hizbullah" namı verilen ve umum ehl-i imanın uhuvveti cihetiyle kendimizi, Kur'ana hizmetimiz için Hizb-ül Kur'an, Hizbullah dairesinde bulmuşuz. Eğer kararnamede bu mana murad ise, bütün ruhumuzla, kemal-i iftiharla itiraf ederiz. Eğer başka manalar murad ise, onlardan haberimiz yoktur!

İkinci Madde: Kararnamenin itirafıyla, Kastamonu zabıtasının rapor ve tasdikiyle, hiç neşrolunmayacak tarzda odun ve kömür yığınları altında ve mıhlı sandıklarda bulunan ve Eskişehir Mahkemesinin tedkikinden ve tenkidinden geçen ve bir hafif cezayı çektiren ve kat'iyyen mahrem tutulan Tesettür Risalesi ve Hücumat-ı Sitte ve Zeyli Risalesi gibi kitablardan bazı cümlelerine yanlış mana vererek dokuz sene evvelki zamana bizi götürüp, cezasını çektiğimiz suç ile mes'ul etmek istiyor.

Üçüncü Madde: Kararnamede kaç yerinde: "Devletin emniyetini ihlâl edebilir veya yapabilir." gibi tabirlerle imkânat, vukuat yerinde istimal edilmiş. Herkes mümkündür ki bir katl yapsın, bu imkân ile mes'ul olabilir mi?(12)

* Reis Beyefendi!

Ankara makamatına, reis-i cumhura istida suretinde gönderdiğim müdafaanamemi ve başvekaletin de bunu ehemmiyetle kabul ettiklerini gösteren cevabî mektubunu rabten sunuyorum, takdim ederim. Makam-ı iddianın aleyhimizde beyan ettiği asılsız, ittihamkârane evhamın kat'î cevabları bu müdafaatımda vardır. Sair yerlerin garazkârane ve sathî zabıtnamelerine bina edilen buranın ehl-i vukuf raporunda hilaf-ı vaki' ve mantıksız çok sözler vardır ki, onlara karşı da bu itiraznamem takdim edilmişti. Ezcümle:

Size evvelce arzettiğim gibi, Eskişehir Mahkemesine, 163 üncü madde ile beni mahkûm etmek istedikleri zaman demiştim: Hükûmet-i Cumhuriyenin ikiyüz meb'usu içinde aynı rakam 163 meb'usun imzalarıyla Van'daki Dâr-ül Fünunuma (medreseme) yüzellibin banknot tahsisat kabul etmeleri ve onun ile hükûmet-i Cumhuriyenin bana karşı teveccühü, bu 163 üncü maddeyi hakkımda hükümden iskat ediyor, dediğim halde; o ehl-i vukuf, "163 meb'us Said aleyhinde takibat yapmışlar" diye tahrif etmiş. İşte makam-ı iddia da, bu ehl-i vukufun böyle bütün bütün asılsız ittihamlarına binaen bizi mes'ul tutuyor. Halbuki meclisinizin kararıyla, en yüksek heyet-i ilmiye ve fenniyenin tedkikine ve tahkikine havale edilen Risale-i Nur'un bütün eczaları tedkikten sonra bil'ittifak, hakkımızda verdiği kararda: "Said'in ve Risale-i Nur şakirdlerinin yazılarında; dini, mukaddesatı âlet edip, devletin emniyetini ihlâle teşvik veya bir cem'iyet kurmak ve hükûmete karşı bir sû'-i maksadı bulunmak kasdında olduğunu gösterir bir sarahat ve emare olmadığını ve Said'in şakirdleri, muhaberelerinde hükûmete karşı kötü bir kasd beslemek, bir cem'iyet kurmak veya tarîkat gütmek fikriyle hareket etmedikleri anlaşılmaktadır." diye müttefikan karar vermişler.

Hem ehl-i vukuf "Said Nursî'nin yüzde doksan risalesi, hem samimî, hem hasbî, hem ilim ve hakikat ve din esaslarından hiçbir cihetle ayrılmamışlar; bunlarda dini âlet etmek veya cem'iyet teşkil etmekle emniyeti ihlâl hareketinin bulunmadığı sarihtir. Şakirdlerin birbiriyle ve Said Nursî'yle muhabere mektubları da bu nevidendirler. Beş-on mahrem ve şekvalı ve gayr-ı ilmî olan risalelerden başka bütün risaleleri herbiri bir âyetin tefsiri ve bir hadîs-i şerifin hakikatı namına yazılmışlardır. Din, iman, Allah, peygamber, âhiret akidelerini ve ibarelerini açıkça anlatmak için temsiller ile yazılmış ve ilmî görüşleri ve ihtiyarlara ve gençlere ahlâkî öğütler ve hayat tecrübesinden alınmış ibretli vak'alar ve faideli menkıbeleri ihtiva eden mevcudun yüzde doksanını teşkil eden risalelerdir. Hükûmete ve idareye ve asayişe ilişecek ciheti yoktur." diye müttefikan karar vermişler.

İşte makam-ı iddia, bu yüksek ehl-i vukufun raporuna bakmayarak eski ve müşevveş ve nâkıs rapora binaen acib tarzlarda bizi ittiham etmesinden hakikaten fevkalhad müteessir bulunmaktayız. Bu insaflı mahkemenin müsellem insaflarına elbette yakıştırmayız. Hattâ temsilde hata olmasın bir bektaşiye: "Ne için namaz kılmıyorsun?" demişler. O da: "Kur'anda لاَ تَقْرَبُوا الصَّلَوةَ var" demiş. Ona demişler: "Bunun arkasını, yani وَ اَنْتُمْ سُكَارَى yı da oku" denildiğinde, "Ben hâfız değilim" demiş olması kabîlinden, Risale-i Nur'un bir cümlesini tutup o cümleyi ta'dil ve neticeyi beyan eden âhirini almayarak aleyhimizde verilmektedir. Takdim edeceğim müdafaanamemde, o iddianameye karşı mukayese edildiğinde bunun otuz-kırk misali görülecektir. Bu nümunelerden latif bir vakıayı beyan ediyorum:

Eskişehir mahkemesinde makam-ı iddianın nasılsa bir sehiv neticesi, Risale-i Nur'un iman derslerine "Halkları ifsad ediyor" gibi bir tabir ve sonradan o tabirden vazgeçtiği halde, Risale-i Nur şakirdlerinden Abdürrezzak namında bir zât mahkemeden bir sene sonra demiş:

"Hey bedbaht! Otuzüç âyât-ı Kur'aniye işaratının takdirine mazhar ve İmam-ı Ali'nin (R.A.) üç kerametinin ihbar-ı gaybîsiyle ve Gavs-ı A'zam'ın (K.S.) kuvvetli bir tarzda ihbarıyla kıymet-i diniyesi tahakkuk eden ve bu yirmi sene zarfında idareye hiçbir zararı dokunmayan ve hiç kimseye hiçbir zarar vermemesi ile beraber binler vatan evlâdını tenvir ve irşad eden ve imanlarını kuvvetlendiren ve ahlâklarını düzelten Risale-i Nur'un irşadlarına "ifsad" diyorsun. Allah'tan korkmuyorsun, dilin kurusun!" demiş.

Şimdi bu şakirdin haklı olarak bu sözünü makam-ı iddia gördüğü halde, "Said, etrafına fesad saçmış" tabirini insafınıza, vicdanınıza havale ediyorum.

Makam-ı iddia, Risale-i Nur'un içtimaî derslerine ilişmek fikriyle, "Dinin tahtı ve makamı vicdandır, hükme kanuna bağlanmaz. Eskiden bağlanmasıyla içtimaî keşmekeşler olmuştur." dedi. Ben de derim ki: "Din yalnız iman değil, belki amel-i sâlih dahi dinin ikinci cüz'üdür. Acaba katl, zina, sirkat, kumar, şarab gibi hayat-ı içtimaiyeyi zehirlendiren pek çok büyük günahları işleyenleri onlardan men'etmek için, yalnız hapis korkusu ve hükûmetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kâfi gelir mi? O halde her hanede, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye bulunmak lâzım gelir ki, serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. İşte Risale-i Nur amel-i sâlih noktasında, iman canibinden, herkesin başında her vakit bir manevî yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı İlahîyi hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtarır.

Hem makam-ı iddia bir risalenin güzel ve fevkalâde kerametkârane bir tevafukunun imza edilmesiyle "bir cem'iyet efradı" diye manasız bir emare beyan etmiş. Acaba esnafların ve hancıların defterlerinde bulunan bu nevi imzalara cem'iyet ünvanı verilir mi? Eskişehir'de aynı böyle bir vehim oldu. Cevab verdiğim ve Mu'cizat-ı Ahmediye Risalesi'ni gösterdiğim zaman taaccüble karşıladılar. Eğer mabeynimizde dünyevî bir cem'iyet olsaydı, bu derece benim yüzümden zarar görenler, elbette kemal-i nefretle benden kaçacak idiler. Demek nasıl ben ve biz, İmam-ı Gazalî ile irtibatımız var, kopmuyor; çünki uhrevîdir, dünyaya bakmıyor. Aynen öyle de; bu masum ve safi ve hâlis dindarlar, benim gibi bir bîçareye iman derslerinin hatırı için bir kuvvetli alâka göstermişler. Ondan bu asılsız mevhum bir cem'iyet-i siyasiye vehmini vermiş. Son sözüm:

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

Mevkuf, haps-i münferidde

Said Nursî(13)

* Efendiler! Reis bey, dikkat ediniz! Risale-i Nur'u ve şakirdlerini mahkûm etmek, doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına, hakikat-ı Kur'aniye ve hakaik-i imaniyeyi mahkûm etmek hükmüne geçmekle binüçyüz seneden beri her senede üçyüz milyon onda yürümüş ve üçyüz milyar müslümanların hakikata ve saadet-i dâreyne giden cadde-i kübralarını kapatmaya çalışmaktır ve onların nefretlerini ve itirazlarını kendinize celbetmektir. Çünki o caddede gelip gidenler, gelmiş geçmişlere dualar ve hasenatlarıyla yardım ediyorlar. Hem bu mübarek vatanın başına bir kıyamet kopmaya vesile olmaktır. Acaba mahkeme-i kübrada, bu üçyüz milyar davacıların karşısında sizden sorulsa ki: "Doktor Duzi'nin, baştan nihayete kadar serapa İslâmiyetiniz ve vatanınız ve dininiz aleyhinde ve firenkçe "Tarih-i İslâm" namındaki eseri ki, zındıkların kütübhanelerinizdeki eserlerine, kitablarına ve serbest okumalarına ve o kitabların şakirdleri kanununuzca cem'iyet şeklini almalarıyla beraber, dinsizlik veya komünistlik veya anarşistlik veya pek eski ifsad komitecilik gibi siyasetinize muhalif cem'iyetlerine ilişmiyordunuz? Neden hiçbir siyasetle alâkaları olmayan ve yalnız iman ve Kur'an cadde-i kübrasında giden ve kendilerini ve vatandaşlarını i'dam-ı ebedîden ve haps-i münferidden kurtarmak için Kur'anın hakikî tefsiri olan Risale-i Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri okuyanlara ve hiçbir siyasî cem'iyetle münasebeti olmayan o hâlis dindarların birbiriyle uhrevî dostluk ve uhuvvetlerine cem'iyet namı verip ilişmişsiniz. Onları pek acib bir kanunla mahkûm ettiniz ve etmek istediniz." dedikleri zaman ne cevab vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz. Ve sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükûmeti bizimle, vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka "cumhuriyet" namı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka "medeniyet" ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye "kanun" ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükûmeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.

Ey efendiler! Dört senede dört defa dehşetli zelzeleler, tam tamına dört defa Risale-i Nur şakirdlerine şiddetli bir surette taarruz ve zulüm zamanlarına tevafuku ve herbir zelzele dahi tam taarruz zamanında gelmesi ve hücumun durmasıyla zelzelenin durması işaretiyle, şimdiki mahkûmiyetimiz ile gelen semavî ve arzî belalardan siz mes'ulsünüz!

Denizli Hapishanesinde tecrid-i mutlak ve haps-i münferidde mevkuf

Said Nursî(14)

* Son Sözün Bir Kısmı

Efendiler! Şimdiki hayat-ı içtimaiyeyi bilemediğimden, makam-ı iddianın gidişatına göre, sizce musammem mahkûmiyetimize bir bahane olmak için, pek musırrane ileri sürdüğünüz cem'iyetçilik ittihamına karşı pek çok kat'î cevablarımızı Ankara ehl-i vukufunun dahi müttefikan tasdikleriyle beraber, bu derece bu noktada ısrarınıza çok hayret ve taaccübde bulunurken kalbime bu mana geldi: Madem hayat-ı içtimaiyenin bir temel taşı ve fıtrat-ı beşeriyenin bir hacet-i zaruriyesi ve aile hayatından tâ kabîle ve millet ve İslâmiyet ve insaniyet hayatına kadar en lüzumlu ve kuvvetli rabıta ve her insanın kâinatta gördüğü ve tek başına mukabele edemediği medar-ı zarar ve hayret ve insanî ve İslâmî vazifelerin îfasına mani maddî ve manevî esbabın tehacümatına karşı bir nokta-i istinad ve medar-ı teselli olan dostluk ve kardeşane cemaat ve toplanmak ve samimane uhrevî cem'iyet ve uhuvvet, siyasî cebhesi olmadığı halde ve bilhâssa hem dünya, hem din, hem âhiret saadetlerine kat'î vesile olarak iman ve Kur'an dersinde hâlis bir dostluk ve hakikat yolunda bir arkadaşlık ve vatanına ve milletine zararlı şeylere karşı bir tesanüd taşıyan Risale-i Nur şakirdlerinin pek çok takdir ve tahsine şâyan ders-i imanda toplanmalarına, "cem'iyet-i siyasiye" namını verenler, elbette ve herhalde ya gayet fena bir surette aldanmış veya gayet gaddar bir anarşisttir ki, hem insaniyete vahşiyane düşmanlık eder, hem İslâmiyet'e nemrudane adavet eder, hem hayat-ı içtimaiyeye anarşiliğin en bozuk ve mütereddi tavrıyla husumet eder ve bu vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye ve dinî mukaddesata karşı mürtedane, mütemerridane, anudane mücadele eder. Veya ecnebi hesabına bu milletin can damarını kesmeye ve bozmaya çalışan el-hannas bir zındıktır ki, hükûmeti iğfal ve adliyeyi şaşırtır, tâ o şeytanlara, firavunlara, anarşistlere karşı şimdiye kadar istimal ettiğimiz manevî silâhlarımızı kardeşlerimize ve vatanımıza çevirsin veya kırdırsın.(15)

* Efendiler! Otuz-kırk seneden beri ecnebi hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur'an hakikatına ve iman hakikatlarına her vesile ile hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı, bu mes'elemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zahiren sizin ile birkaç söz konuşacağıma müsaade ediniz.(Fakat ikinci gün beraet kararı, o dehşetli konuşmayı geriye bıraktı.)(16)

* Bu defaki küçük müdafaatımda demiştim:

Risale-i Nur'daki şefkat, vicdan, hakikat, hak, bizi siyasetten men'etmiş. Çünki masumlar belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz. Bazı zâtlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş'et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harbden gelen istibdadat-ı askeriye ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdad meydan almış ki, ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak, o halette o da ezlem olacak veyahut mağlub kalacak. Çünki mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir-iki adamın hatasıyla yirmi-otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlub vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir-ikinin hatasıyla yirmi-otuz bîçareleri ezseler, o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.

İşte Kur'anın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik. Hem madem herşey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve zahmet ise rahmete kalboluyor; elbette biz, sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz. Zor ile, icbar ile sükûtumuzu bozdurmak ise; insafa, adalete, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıddır, muhaliftir.

Hülâsa-i kelâm: Ehl-i hükûmetin ve ehl-i siyasetin ve ehl-i idare ve inzibatın ve adliye ve zabıtanın bizimle uğraşacak hiçbir işleri yoktur. Olsa olsa, dünyada hiçbir hükûmetin müdafaa edemediği ve aklı başında hiçbir insanın hoşlanmadığı küfr-ü mutlak ve dehşetli bir taun-u beşerî ve maddiyyunluktan gelen zındıkanın taassubuyla, bir kısım gizli zındıklar şeytanetiyle bazı resmî memurları aldatarak evhamlandırıp, aleyhimize sevketmek var. Biz de deriz: Değil böyle birkaç vehhamı, belki dünyayı aleyhimize sevketseler, Kur'anın kuvvetiyle, Allah'ın inayetiyle kaçmayız. O irtidadkâr küfr-ü mutlaka ve o zındıkaya teslim-i silâh etmeyiz!..(17)

* Ve gizli zındıkların iftiralarına binaen kanunlar onu mes'ul ettiği halde, üç mahkeme onun takib ettiği hakikata karşı mağlub olup, mahkûmiyetine cesaret etmeyen..(18)

* Bu defa, "Âyet-ül Kübra"yı dikkatle ve muarızları nazara alıp okudum. Şübhem kalmadı ki, Risale-i Nur'un çok şiddetli darbelerine karşı muarızlar zaîf bahaneler ve sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz kusurları medar-ı mes'uliyet gördükleri halde; bu dehşetli darbeleri nazara almayıp hem beraetimizi, hem Risale-i Nur'un serbestiyetini kabul etmelerinin sebebi: Başta "Âyet-ül Kübra" olarak Risale-i Nur'un "Meyve" ve "Hüccet-ül Baliğa" gibi eczalarındaki hârikulâde ve sarsılmaz hakikatlar, onların dehşetli inadlarını kırmasıdır. Çaresiz mecburiyetle serbestiyetini; beraetimizi resmen kabul etmişler. Fakat yine gizli zındıka komitesi, elinden geldiği kadar nazar-ı millette kendilerini lanetten, nefretten bir derece kurtarmak için, kusurlarımızı arıyorlar ve hükûmeti iğfal etmeğe çalışıyorlar. Onun için biz; eskisi gibi ihtiyatımızı elden bırakmamalıyız.(19)

* Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirdlerin bu itikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara demiştim: "Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhir zamanın o büyük şahsı, Âl-i Beyt'ten olacaktır. Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (R.A.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselâm bir manada hakikî Nur şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beyt'ten sayılabilirim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nur'un mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nur'daki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmağa kendimi mecbur biliyorum." dedim, o ehl-i vukuf sustu.(20)

*Bu mes'elede ben Denizli şehrini kendi karyeme arkadaş edip bütün emvatını ve ehl-i imanın hayatta olanlarını hem kendim, hem Risale-i Nur'un talebeleri, manevî kazançlarımıza hissedar etmeğe karar verdik. Denizli hapishanesini de, bir imtihan medresemiz telakki ediyoruz. Ve bizimle alâkadar hem Denizli'de, hem hapiste umumuna ve hususan tam adaletini gördüğümüz mahkeme heyetine çok selâm ve dualar ederiz.(21)

* Denizli Müdafaatında izahı ve isbatı bulunan bir mes'elenin kısacık bir hülâsasıdır.

Bir dehşetli kumandan deha ve zekâvetiyle ordunun müsbet hasenelerini kendine alıp ve kendinin menfî seyyielerini o orduya vererek, o efrad adedince haseneleri, gazilikleri bire indirdiği ve seyyiesini o ordu efradına isnad ederek onların adedince seyyieler hükmüne getirdiğinden dehşetli bir zulüm ve hilaf-ı hakikat olmasından; ben kırk sene evvel beyan ettiğim bir hadîsin o şahsa vurduğu tokada binaen, sâbık mahkemelerimizde bana hücum eden bir müddeiumumîye dedim: Gerçi onu hadîslerin ihbarıyla kırıyorum, fakat ordunun şerefini muhafaza ve büyük hatalardan vikaye ederim. Sen ise birtek dostun için Kur'anın bayraktarı ve âlem-i İslâm'ın kahraman bir kumandanı olan ordunun şerefini kırıyorsun ve hasenelerini hiçe indiriyorsun." dedim. İnşâallah o müddeî insafa geldi, hatadan kurtuldu.(22)

Evet, eserler tesirlidir. Fakat millet ve vatanın tam menfaatine ve hiçbir zarar dokundurmadan yüzbin adama kuvvetli iman-ı tahkikî dersi vermekle, saadet ve hayat-ı ebediyelerine tam hizmette tesirlidir. Denizli hapishanesinde, kısmen ağır ceza ile mahkûm yüzler adam, yalnız Meyve Risalesi'yle gayet uslu ve mütedeyyin suretine girmeleri; hattâ iki-üç adamı öldürenler, onun dersiyle daha tahta bitini de öldürmekten çekinmeleri ve o hapishane müdürünün ikrarıyla, hapishanenin bir terbiye medresesi hükmünü alması, bu müddeaya reddedilmez bir seneddir, bir hüccettir.(23)

*Denizli Ağırceza Mahkemesi Yüksek Makamına Son Müdafaam

İddia makamı ne safahat-ı muhakemeyi ve ne de bize karşı îrad ettiği indî edillenin hiçliğini, kifayetsizliğini, çürüklüğünü ve delilsizliğini ve gerek hak ve hakikatı zerre miktar nazara almayarak, mutlaka bizi cezalandırabilmek emeliyle hâlâ cem'iyetçilik teranesini tekrar etmekte ve bu âna kadar yüzlerce defa cevabı verilmiş mes'eleleri yeni baştan mahkeme-i celile huzuruna sevketmekte ve hiçbir ehliyet-i ilmiyeyi hâiz olmayan eski ehl-i vukufun sırf ilhad ve inkârın müdafaasını istihdaf eden raporlarına istinad ederek, en yüksek adlî makamın nezaret ve murakabesi altında merkez-i hükûmette, devletin en salahiyetli profesörlerinden mürekkep bir ilim heyetinin tedkiklerini hiçe saymak ve tanımamaktadır. Bîçare, bir kısım temiz nâsiyeli ve bu memleket için cidden nâfi', vefakâr vatan evlâdlarını tecziye ettirebilmek suretiyle koyu bir inkârın intikamını almak için yanıp tutuşan müddeiumumî beyefendi, heyet-i hâkimeyi aleyhimize tahrik için otuz sene evvel yazılmış ve herşeyden evvel ilmî olması îcab eden ve hakaik-ı İslâmiyenin tâ bidayetten beri cereyan etmekte bulunan bir kısım tecelliyatını aksettirmekten başka bir maksad taşımayan ve sû'-i tefsir edilir korkusuyla ve milletimiz arasında herhangi bir sarsıntıya sebeb olur düşüncesiyle, mevcudları ortadan kaldırılan ve hattâ imha edilen bir eseri öne sürmekte ve bazı şahsiyetlerle bazı aramada tekevvün etmiş bazı vakayi'den mütevellid ve sırf benim şahsıma ait aksülamelleri yâd ederek, bunlardan tamamen bîhaber ve sırf dinî hakikatların taharrisi kaygusuyla kitablarımı yazmış ve okumuş olan bir kısım bîgünahları sırf saika-i diyanetle âciz şahsıma ve eserlerime karşı hüsn-ü zanlarından dolayı mahkûm ettirmek istenmektedir. Eğer ortada o meşhur şahsiyetlere karşı işlenmiş bir suç varsa, bundan ben mes'ulüm. Sırf dinî noktadan âciz şahsıma ve hakikatta benim olmayan ve hakaik-ı Kur'aniyenin birer aksinden ibaret olan müellefatıma hüsn-ü zan etmeleri yüzünden bir kısım bîçare ve hüsn-ü niyet sahibi vatandaşlar, benim bu şahsî cürmüme ne için teşrik ediliyor? Bu kadar açık bir gadir, tarih-i adlînin neresinde meşhuddur? Eğer benim rical-i devlet ile bir maceram gelmiş geçmiş ise ve tarihe karışmış olan bu macerayı o makam bir türlü hazmedemiyor ise düşünsün ki, ben o günün adamıyım ve onlar ile aynı seviyede o macerayı birlikte yaşamışım. Bugün sırf benim ilmimden dolayı âciz şahsıma hüsn-ü zanda bulunan habersiz bîçarelerin, benim sâbık mücadelâtımdan mes'ul olmaları, hak ve adaletin neresine sığar?

İddia makamının bizi mutlaka cezalandırabilmek için tekrar tekrar öne sürdüğü ve bugünün hâdisesi gibi gösterdiği mektublar ve sair delillerin kısm-ı azamı da yirmi senelik terakümattır. Bunların çoğunun hesabı Eskişehir mahkemesinde görülmüştür. Ve üzerlerinde afvlar geçmiştir. Bilhassa her zaman öne sürdüğü mahrem Tesettür Risalesi, bu meyandadır. İddia makamı, mahrem risalelerimin evimde odun yığınlarının altında çivili sandık içinde bulunması gibi mahremiyet iddiamızın mesnedini teşkil eden bir delili de çürütebilmek; bunun benim müfarakatımdan sonra mensublarım tarafından yapılmış olması muhtemeldir gibi imkânat vukuat yerinde kullanılarak bir mütalaa serdetmiştir. Halbuki bu arama, tevkifimden evvel huzurumla yapılmıştır. Hakikatların mahall-i izharı olması îcab eden bir makamın böyle çocukça ve hiç delilsiz bir mütalaa yürütmesini, o makamın şeref ve vakarıyla kabil-i te'lif görüyorum.

Aleyhimizde serdedilen diğer bir iddia da, güya milliyetçiliğe karşı cephe alışımızdır. Bin seneden beri alemdar-ı İslâmiyet olarak liva-yı hidayeti ve hakikî meş'ale-i medeniyeti omuzlarında dalgalandırmış, zulümle küfür ve ilhadın zulmetleri içinde bunalan ışıksız ve mahrum beşer kitlelerine adalet ve insaniyet ve saadet şu'leleri, ümid ve inşirah ziyaları taşımış olan bu kahraman necib ve muzaffer Türk Milletinin dâhilî bünyesinde kuvvetlenmesi demek olan bir milliyet sevgisine biz muarız olanlardan değil, bilakis onu samimî ruhumuzla isteyenlerdeniz. Bizim muarız olduğumuz cihet sadece milliyetçilik, müslümanlık uhuvvetini kıracak ve bir cem'iyet hodgâmlığı, tecavüz ve nefret-i ruhî doğuracak şekilde sû'-i telakki edilmesi ve sû'-i istimalidir. Müslüman câmiasını, evet hakikî insanlık ve fazilet mefkûreleri etrafında toplanmış olan bu insan câmialarını sebebsiz birbirine düşman yapacak kadar böyle dar bir düşünüşün ve koyu ifratçılığın muarızı olmak, bu millete hıyanet midir, yoksa hizmet midir? Bunun takdirini ehl-i insafa bırakıyorum. Maamafih biz bu kabil telakkilerimizin propagandacısı da olmadık. En son sözüm şudur:

Efendiler! Yirmi senelik bir mazlumiyet hayatında yüzü mütecaviz kitablarım içinde en mahrem mektub ve risalelerinde asabiyetle yazılmış beş-on cümle ile hüsn-ü niyet ve samimiyeti her vesile ile teslim edilmiş hayırhah bir insanın bil'iltizam mahkûm edilmek istenilmesi gösteriyor ki, hakikatı haykıran Risale-i Nur mahkûm edilmez. Kim var ki, yirmi senelik hayatının bütün mahrumiyet anlarında değil böyle beş-on belki binlerce yanlış olmasın.

Bu mahkeme yalnız bu hâzır zamana değil, belki iki istikbalin tenkidlerini nazara alıp öylece muhakeme etsinler. Son sözüm hasbunallahi ve nime'l vekil'dir."(24)

* Gayr-ı resmî bir ciddi hasbihalimi ve ehemmiyetli şekvalarımı, Denizli Mahkemesi'nin reislerine ve müddeiumumuna ve sorgu hâkimlerine takdim ediyorum. Şöyle ki:

Efendiler! Yirmi seneden beri hayat-ı içtimaiyeyi âhiret hesabına olmadan alâkası ve düşünmesi beni incittiğinden, bilemiyorum. İfadedeki kusurlarıma bakmayınız, afvediniz.

Ben dokuz sene evvel bir büyük zâtın evhamına uğradım. Yüz risalelerimi tedkikten sonra yalnız bir risalemin bir-iki mes'elesiyle bir sene ceza verdiler. Ben de hem o cezayı, hem sekiz sene bir haps-i münferid hükmünde bir odada, karakol karşısında, yalnız vakit geçirdim. Tâ ki ehl-i siyasetin evhamına dokunacak bir halim bulunmasın. Kastamonu hükûmeti ve adliyesi ve zabıtası beni tasdik eder. Ve o cezadan sonra çok defa menzilimi taharrilerde karışık bir halim görünmedi ve bulunmadı. Eğer bulunsa idi ve Kastamonu hükûmeti bilmedi veya aldırmadı, benden ziyade onlar mes'ul olur. Madem hükûmet prensibi Cumhuriyetin serbestiyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefahetçilere ilişmiyor, elbette mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete karışmayan dindarlara da o prensip hükmüyle ilişmemeli, ilişmez.

Kastamonu'da sekiz sene nezaret ve tarassud altındaki hayatım, zabıta ve adliyenin tasdikiyle şahiddir ki; şimdi bana ilişenler, hükûmet-i Cumhuriyenin prensibiyle ve kanunuyla değil, belki evham ve garaz yüzünden habbeyi kubbeler yaptılar. Evet vehim ve inad ile bir habbeyi bir dağ gibi gösterdiklerinin çok emarelerinden iki üçünü müsaadenizle beyan ediyorum:

Birisi: Onbeş sene evvel bana hizmet eden ve Eskişehir Mahkemesinde beraetten sonra daha hayatından dahi haberim olmayan bazı zâtları ve hiç görmediğim ve bir mektubda çabuk Kur'an okumuş ve imanî risaleleri yazıyor diye hoşuma gitmiş, ben de mâşâallah bârekâllah dediğim oniki-onüç yaşlarında tahmin ettiğim bazı çocukları ve Eskişehir Mahkemesinde bahsi geçen fakat ehemmiyet verilmeyen bir kısım eski mektublarım yüzünden bazı rençber ve esnafları, ellerine kelepçe vurup benim şimdiki mevhum suçumun şerikleri olarak taht-ı tevkife alınmalarıdır.

İkincisi: Kastamonu adliyesi ve zabıtası gayet dikkatli bir aramada bütün kitablarımı ve mektublarımı ve gizli eşyamı aldıkları halde beni değil tevkif, belki kitablarımı ve eşyamı taahhüdlerine binaen bana iade edeceklerini beklerken birden Isparta müddeiumumîsinin tevkif iş'arı üzerine adliyedeki emanetlerimi almadan sevkedildim. Isparta'da gayr-ı mevkuf olarak bir sual-cevab beklerken en müdhiş bir cani gibi tecrid-i mutlak içinde gayet âdi bir bahane ile yani bir jandarmanın akşam namazını yol üstünde câmiin dışında kazaya kalmamak için müsaade etmesi bahanesiyle öyle bir sıkıntı o müddeiumumun emriyle verildi ki, ifadeye gittiğimiz vakit hem benim hem masum bîçare arkadaşlarıma ve yolda şimendifer içinde kelepçe vurmalarıdır.

Üçüncüsü: Yirmibeş sene evvel bir hadîse bir mana verdim ve dedim ki: Şapka başa gelecek ve başa diyecek: Secdeye gitme. Fakat baştaki iman, o şapkayı secdeye getirecek, müslüman edecek. Yalnız onu giymekle iman gitmeyecek, belki iman ona galebe eder. Bir zaman sonra şapka çıktı. Yine ben dedim: Şekk, yakînin hükmünü bozmaz kaide-i şer'iyesi ile, şapka bir şekk verir, yalnız bir emaredir. Kalbdeki iman ise yakîne ve kuvvetli hüccetlere dayandığı için o şekkin hükmünü bozar, dalaletten kurtarır. Hem bundan dokuz sene evvel Isparta'da bir müddeiumumî benim aleyhimde bir inad ile şapka mes'elesini Eskişehir Mahkemesi'ne yazmış. Ben de o zaman dedim: Bir şeyi reddetmek ayrıdır. Cezası on sene olsa, onunla amel etmemek veya kalben beğenmemek bütün bütün ayrıdır. Cezası olsa olsa bir ihtar, bir tekdir veya bir-iki gün hapis olduğu halde, ben münzevi yaşıyorum. Hem başım çok nezlelidir, başı açık olamam, mazeretim var. Fakat bu kanuna ilişmemek için böyle resmî makama ve çarşıya gitsem elimde tutuyorum, beyan ettim. O mahkeme ise Isparta müddeiumumîsinin şiddetine rağmen beraetime müttefikan karar verildiği halde, güya ben Şapka Kanununa karşı red ile mübareze ediyorum diye habbeyi yüz kubbe yapıp, ben şiddetli hasta ve gecelik libasımla beni çok kalabalık insanların ortasında teşhir etmeleridir.

Dördüncüsü: Size ifadelerimin hatimesi olarak takdim edeceğim istidamda gayet kat'î cevabı verilen Beşinci Şua'ın(25) aslı, Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye'de yazdım. Sonra bazı mes'eleleri bu zamanda dahi mutabık çıktığı için, tam mahrem dedim. Sekiz senede bir veya iki defa elime geçti. Aynı vakitte kaybettiğimiz halde, benim iznim olmadan, o risale ile isim müşabeheti bulunan ve sırf imanî olan Yedinci Şua eski harflerle tab' edilmesi sebebiyle o Yedinci'yi bu Beşinci Şua tevehhüm edip, yirmi senelik Risale-i Nur eczalarını ve onbeş seneden beri yazılan ve ele geçen mektubları, ne mürur-u zamanı ne de afv kanunları ve ne de Eskişehir Mahkemesinin tebrie ve tahliye ve tasfiyesini nazara almayarak öyle lüzumsuz ve manasız sualler ve verdikleri yanlış manalarla muahazeye çalıştı. Ezcümle:

Yirmi sene evvel bir rivayete binaen demiştim: Dehşetli Süfyan İstanbul'da ölecek. Dikilitaş'ta şeytan bağıracak ve dünyaya işittirecek. Yani radyo ile öldü diye ilân edecek. İşte bu cümledeki (diye) kelimesini müddeiumumî okumadı ve itiraz etti: "Sen öldü diyorsun." Ben dedim: "Diye" kelimesi var. Sonra sustu. Daha çok emareler var ki, bana karşı bir şübheyi evham ve garaz yüzünden yüz kubbe yapılmış. Hattâ en acibi şudur ki:

Hiçbir şey bulamadıklarından Eskişehir Mahkemesinde ondan beraet kazandığımız tarîkatçılık ve cem'iyetçilik ve dinî hissiyatı âlet etmek, emniyet-i dâhiliyeye zarar vermek ihtimali ve imkânı gibi eski nakaratı tazelemek ve 150 sahifelik müdafaatım ile gayet kat'î reddedilen o asılsız bahaneler ile bizi muahaze etmeleridir. Ben bütün bu asılsız bahanelere karşı derim: Eğer bu sekiz sene bana dikkatle bakan ve ilişmeyen Kastamonu hükûmetini ve dokuz sene evvel yalnız bir-iki risalenin bir-iki mes'elesiyle yalnız bir sene ceza verebilen, başkasına ilişmeyen Eskişehir Mahkemesini ve bir sene evvel Risale-in Nur'un bütün eczalarını üç ay tedkikten sonra aynen iade eden Isparta adliyesini ittiham edebilirlerse ve şimdi benim münasebetimle tevkif olunanların münasebetleri derecesinde benimle ve Risale-in Nur ile münasebetleri bulunan ve bu milletin ruhen en mübarek ve bir cihette ve keyfiyetçe ekseriyet teşkil eden o hadsiz ve zararsız mütedeyyin zâtları mahkemeye sokabilirlerse o vehham muterizler Risale-in Nur'un bu yeni mes'elesini muannid ve hakkımda evhamlı Isparta müddeiumumu gibi inceden inceye tedkike çalışıp o yirmi sene mahsulü birden bu senenin mahsulüdür, hiç afv kanununa rastgelmemiş diye bizleri onun ile itham ederek mahkemeye verebilirler. Yoksa koca milletin hatırı olan adalet ve hak ve kanununu, bazı şahısların hatırı için kırmakla; en ziyade bîtaraf ve hiç bir tesirat-ı hariciye altına girmeyen ve padişahları âdi adamlar sırasında önünde diz çöktüren mahiyet-i adalet, onları dairesinin haricine atacak.

Ben Denizli Mahkemesine teslim olmuşum. Onu hakkımda hakiki bir adalet dairesi bilmek ve görmek, Hâlıkımın rahmetinden beklerim. Madem şimdi hayatım Denizli Mahkemesiyle alâkadardır. Elbette sıhhatım dahi ona bakar. Ben hastalığım için şefkatli bir hekim istedim. Bekledim, gelmedi. Burada doktorların heyetine yazdığım istirhamnameyi, şimdi benim merciim mahkemenin merhametli hâkimlerine suretini takdim ediyorum.

Doktorlara hitaben yazmıştım ki: Siz hekim olmak haysiyetiyle, şefkat etmek sizin meslekçe ehemmiyetli bir seciyeniz olması (1) ve hakikat-ı mevti ve ölüm mahiyetini her taifeden ziyade sizin bilmenizin lüzumu (2) ve küçük bir kâinat hükmünde olan insanın teşrihatındaki hikmet-i Rabbaniye her meslekten ziyade mesleğinizde medar-ı nazar bulunması (3) nokta-i nazarda müddeiumumdan evvel bizimle alâkanız var. Çünki bu mes'elemizde bütün vatanı alâkadar edecek olan Risale-in Nur'a bir nevi taarruz ihtimali var. Risale-in Nur ise İsm-i Hakîm ve İsm-i Rahîm'e mazhar olduğu gibi, en ehemmiyetli bir esası da şefkat olduğundan büyük bir manevî doktordur. Ve hergün nev'-i beşerde otuz bin cenaze ile ölüm haktır diye imza edilen hakikat-ı mevtin tılsımını ve dehşetli ölümün sevimli muammasını açarak sırr-ı Kur'an ile ölümü yüz binler adam hakkında i'dam-ı ebedî mahiyetinden çıkarıp terhis tezkeresine çeviren ve ehl-i iman hakkında ölüm terhis tezkeresi olduğunu o derece kat'î isbat etmiş ve hakiki teselli vermiş ki; yirmi seneye yakındır zındıklara, maddiyyunlara, tabiiyyunlara meydan okuduğu halde hiçbir feylesof hiçbir mes'elesini cerhedememiş olan Risalet-ün Nur'u müdafaaya mecbur olduğumdan ve sıhhatım birkaç vecihte muhtel olmasından nazar-ı şefkatinizi ciddi bir surette rica ediyorum. Çünki ben onsekiz senedir bir hastalık sebebiyle haps-i münferid hükmünde münzevi ve yalnız yaşamışım. Ve yirmi senedir yine içtimaî bir manevî rahatsızlık cihetiyle hiçbir gazeteyi ne okudum ve ne dinledim ve ne de merak ettim. Ve yine ehemmiyetli bir maraz-ı içtimaî cihetiyle şimdi iki sene ve iki aydır zemin yüzündeki harblerden ve hâdiselerden hiçbir haber almadım ve merak etmedim ve sormadım. Halbuki ben Risalet-ün Nur itibariyle binler adam kadar alâkadarım.

Sâniyen: Gerçi ben onsekiz sene haps-i münferid hükmünde yalnız bir odada yaşamışım fakat menzilim bu haps-i münferid gibi dar, rutubetli, ufunetli, manzarasız değildi. Teneffüs ederdim, bir-iki dostumla görüşürdüm. Hem şimdi ihtiyarım, yetmiş yaşındayım. Hem zaîfim, iyi bir hizmetçiye ihtiyacım var. Hem kırk-elli senelik bir kulunç illetine mübtelayım, soğuğa dayanamıyorum. Bu geçen Ramazanda yalnız iki ekmek yiyebildim. Onun için benim sıhhatımın muhafazası, bu ağır şerait altında vazifenize ve himmetinize bakar. Benim ehemmiyetsiz şahsım itibariyle sıhhatım dahi ehemmiyetsizdir, kıymetsizdir fakat madem zararsız bir surette hem vatana, hem millete, hem idareye, hem asayişe, hem inzibata büyük faideleri tahakkuk eden ve yüz bin adamlar onunla imanlarını tehlikelerden kurtaran ve 130 risale binler nüshalarıyla naşir-i efkârı bulunan ve dünya cereyanlarından hiçbir cereyanla alâkası bulunmayan ve siyasetten bilkülliye tecerrüd eden ve asılsız bir evham yüzünden bir seneden beri aleyhine hücum plânı çevrilen imanî ve Kur'anî ve sırf uhrevî bir taife-i azîmenin müdafaası ve evhamın zararından kurtarılması benim sıhhatım ile ve itidal-i demimle bağlanmış.

Elbette siz binler masum şakirdlerin hayır dualarını kazanmak niyetiyle, sıhhatımın şeraitine ciddiyetle bakarsınız. Yoksa tevkif altına alınmış bir müttehem adamın sıhhatı ne ehemmiyeti var diye yalnız resmî baksanız, hekimlikteki hikmet ve şefkat ve insaniyet incinecekler. Benim de şimdiki insanlardan ümidim kesilecek. Ben şimdi eskiden beri istimal ettiğim kinin ve aspirine çok ihtiyacım var, bulamıyorum. Hem iştihasızlık ve kulunç beni sıkıyor.

Hayli ihtiyar ve çoktan hasta ve çok zaîf ve cidden ve tam müteessir mevkuf Said-ün Nursî

Hâşiye: Efendim! Bu ricamda zâtınızı bu şehirdeki umum hekimler ve hâkimlerin şahs-ı manevîsinin mümessili olarak düşünüp öylece konuşuyorum.(26)

Efendiler! Hâkimler! Çok geniş Risale-in Nur'a aid Isparta müdde-i umumunun hem mükerrer, hem intizamsız, hem muhtelif, hem çok suallerine karşı benim de Risale-in Nur'u müdafaa mecburiyetiyle böyle intizamsız ve parça parça ve bazan mükerrer ifadelerime nazar-ı müsamaha ile bakmanızı rica ederim. Risale-in Nur'un kıymetini gösteren bazı hususî ve mahrem risaleler ki, Keramat-ı Aleviye ve Keramat-ı Gavsiye ve İşarat-ı Kur'aniye risaleleridir. Elinize geçmek veya geçmiş ihtimaliyle derim:

Bu mahkemenin Risale-in Nur'a itiraz ve tenkid değil, onu müdafaa etmek bir vazifesi olduğunu iddia ediyorum. Evet vahdet-i mes'ele cihetiyle o mezkûr üç mahrem risaleler yüzer işaretleriyle Risale-in Nur'u tasdik ve hakkaniyetine imza basıyorlar. Bir davada bu kadar emareler şehadet ettikleri halde, o dava çürütülmez. Risale-in Nur'un arkasında otuzüç âyât-ı Kur'aniye işaratı ve Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh üç keramat-ı gaybiye ile ihbaratı ve Gavs-ı Azam'ın sarahata yakın şehadeti vardır. Ona hücum, bunlara hücumdur. Evet madem ölüm öldürülmemiş ve kabir kapısı kapanmıyor ve hayat-ı dünyeviye sür'atle hiçliğe gidiyor. Elbette Risale-in Nur gibi kudsî ve kat'î bir esere eşedd-i ihtiyaç vardır.

… en güzel bir düstur-u tesellidir. Bu teslimiyetle beraber, gayet kuvvetli bir tesanüde ve birbirinin kusuruna bakmamağa ve Risale-i Nur'a karşı alâkayı gevşetmek değil, belki daha ziyade kuvvetleştirmeğe şiddetle ihtiyacımız var. Ben görüyorum, bize hücum edenler en ziyade tesanüdümüzü bozmak istiyorlar ve en ziyade bana karşı ihanet derecesinde hürmeti kırmağa çalışıyorlar. Güya Risale-i Nur'a karşı hürmet, benden ileri geliyor. Beni kırmakla o kırılır diye divaneliklerinden zannediyorlar. Hem şiddetli bir surette konuşmaktan beni men'ediyorlar. Tâ ki hakikat-ı mes'ele anlaşılmasın. O bedbahtlar bilmiyorlar ki; benim zaîf dilimin susmasıyla, etrafta binler kardeşlerimin kuvvetli dilleri ve Risale-i Nur'un memlekette intişar eden binler nüshalarının parlak lisanları konuşuyorlar ve susmazlar ve susturulmazlar.

Biz onların bütün tazyik ve sıkıntı vermelerine karşı iman-ı tahkikî kuvvetiyle, sırrıyla kabre iman ile girmek ve şirket-i maneviye ile her birimiz yüzer lisanla dua ve tesbihat ve a'mal-i sâliha yapmak olan iki kudsî ve cihandeğer kıymetli ve medar-ı sürur kazancımızla mukabele edip geçmiş zahmetleri sevablarını ve manevî lezzetlerini ve gelecek meşakkatlerin hazırda yokluğunu düşünerek yalnız hazır saatteki musibete sabır içinde şükretmeliyiz. Madem ben sizin elemlerinizle de müteellim ve sizden pek çok ziyade tazyike maruz olduğum halde sabır ve tahammül ediyorum. Elbette sizler benim tesellilerime ihtiyacınız çok olmaz diye çok teselli yazmıyorum.(27)

* Emniyet dairesindeki heyet-i zabıtaya bir maruzatımdır.

Efendiler! Benim başıma evham yüzünden gelen hâdise ile heyet-i zabıta emniyet-i dâhiliye cihetiyle çok alâkadardır diye size de bir hakikatı beyan edeceğim. Çünki hem Kastamonu'da, hem Ankara'da, hem Isparta'da taharri memurları ve komiserler bizim esrarımızı anlamak için çok temas ettiler. Kastamonu zabıtası bildi ki; biz zabıta vazifesine endişe vermek değil, belki yardım ediyoruz. Ve Isparta zabıtası dahi müteaddid temasında bizi ve Risale-in Nur'u ve şakirdleri asayiş ve inzibat cihetinde yardımcı ve dost görmeğe başladılar. Hattâ en mahrem esrarımızı ki, Isparta müddeiumumîsi dinlemesinden telaş ettiği halde, bilâ-tereddüd Isparta zabıtasına verecektim ve benimle gelecek sivil komiserler ile gönderecektim. Fakat beni kelepçelediler, onlar da gelmediler, ben de gönderemedim.

Evet gerçi şahsım itibariyle ehemmiyetsizim ve kıymetim yok, fakat kırk senedir memleketin çok yerleriyle alâkadar olmuşum. O yerlerde ciddi dostlarım ve hakiki kardeşlerim ve Risale-i Nur dersinde arkadaşlarım kesretle varlar. Eğer onların vaziyeti inzibat ve asayiş lehinde olmasa idi, elbette şimdiye kadar bir vukuatla görünecekti. Halbuki hem Eskişehir Mahkemesinde, hem bu defada vukua binaen değil, belki imkânata bina edilmiş. Yani yapmış diye ilişmiyorlar, belki yapabilir diye evham yüzünden ilişiyorlar. İşte buranın zabıtasına en mahrem esrarımı bilâ-perva içine alan müdafaaatımı isterlerse takdim edeceğim. Çünki ekser vilayetlere Risale-in Nur ve şakirdleri girmişler. Herhalde Denizli'ye eğer girmemişse girecek. Öyle hasbî, fahrî bir tarzda fenalığı, ahlâksızlığı, anarşiliği, serseriliği izaleye ciddi çalışan ve tesiratını Kastamonu'da ve Isparta havalisinde gösteren yılmaz, geri çekilmez bir inzibat kuvvetini buranın emniyet dairesi nazara alıp, asayiş lehinde istimal etmek varken; bu kuvvete endişeli ve müttehem nazarıyla baksa, birkaç cihette zarardır diye arzediyorum.

Ben buranın adliyesine karşı, ehemmiyetsiz şahsım değil, belki memlekete zararsız bir surette menfaatli ve kıymetli Risale-in Nur ve şakirdlerini nazara alıp müdafaa ettiğim halde; sen kendini müdafaa et diye beni acib bir cani tarzında herşeyden ve konuşmaktan tecrid ve haps-i münferide ve sıhhatıma ve ihtiyarlığıma tam dokunacak bir şekilde soktular. Sonra doktorları hastalığım haysiyetiyle istedim, onlara hitaben derdimi yazdım. Birkaç gün te'hirden sonra bir doktor geldi. Öyle bir acele ile baktı ki, güya müttehem ve vatana muzır bir şahsiyetin sıhhatı ne ehemmiyeti var diye manasını fehmettim. Daha onlara hitaben yazdığım istirhamnameyi vermedim. Şimdi en son size de müracaat ediyorum. Bu gurbette hiç dost bulmayan ve herkes ona müttehem nazarıyla bakan bir adamın derdini de dinlemek gerektir. Bir vazife ile bir sivil polis gönderebilirsiniz, tâ ki hakikat-ı hali anlasın, size haber versin. Ve Isparta ve Denizli adliyelerine karşı müdafaatımın suretini size getirsin ve zabıta ile Risale-in Nur şakirdlerinin ortasında anlaşmamazlık girmesin. Haps-i münferidde mevkuf Said-ün Nursî(28)

*Efendiler! Mahkûmiyetimize hükmeden mahkemeyi ve aleyhimizdeki hâkimlerini ebedî mahkûm eden bu tazyik ve tazibimizde en acınacak ve düşmanları da rikkate getirecek en garibi şudur:

Bu dokuz ay zarfında ihtiyarlığım için muhtaç olduğum hizmetçilerimden sebebsiz men'etmek ve müdafaatlarımı yazdırmamak için hapisteki arkadaşlarımla konuşturmamak ve temas ettirmemek ve gürültüden çok müteessir olduğum, hususan ibadet vaktinde ve kaç defa şekva ettiğim halde yanıbaşımda gayet haylaz gençleri bulundurup benim damarlarıma dokundurmak, hattâ bilâ-istisna şahsî arzularıma aksiyle muamele etmek ve arkadaşlarıma ehemmiyetsizliğimi söyleyip beni çürütmek ve haylazları hürmetsizliğe teşvik fikriyle "Said işi düşse gelip elimizi öper" demesiyle o mevhum cem'iyet-i siyasiyeyi bozmak için mezkûr ihanetlerine karşı hadsiz şükür olsun ki sabır ve tahammül ihsan edildi.

İkinci gün pek şiddetli sözler söylenecekti. Bu gelecek parça onun mukaddemesiydi. Fakat ikinci gün beraet verdiler, o tokatlardan kurtuldular.

Efendiler! Bizi sebebsiz kısmen mahkûm ve dokuz ay en sıkı ve sıkıntılı yerde tevkif etmek, gerçi bu haksız hale karşı çok şiddetli şekva ve itiraz hakkımızdır. Fakat iki sebeb bizi teskin ediyordu:

Birincisi: Ne kadar tenkid nazarı da olsa Risale-in Nur'a dikkatle bakan, iman noktasında herhalde istifade eder, kalben ona tarafdar olur. Meğer bütün bütün kalbi çürümüş ola. Sizdeki ehl-i insafın kalbleri elbette lehimizdedir ve mecburiyetle aleyhimizde hükmeder.

İkincisi sebeb: Bu kadar zaman hâkimiyetinizin altında ve size âmir nazarıyla baktığımızdan, sizi (makam-ı iddiadan başka) yabani değil belki hukuk-u hürmeti veren bir uhuvvet ve bir karabet manası hissettiğimizden ve geldik geleli başka yerlere nisbeten insaflı mahkeme dediğimizden, hiddet ve şiddeti (makam-ı iddiadan başka) size, mahkemenize karşı bırakmıştık. Fakat otuz-kırk seneden beri, ecnebi hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle Kur'an hakikatına ve iman hakikatlarına her vesile ile hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı bu mes'elemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zahiren sizin ile birkaç söz konuşacağıma müsaade ediniz.

Fakat ikinci gün beraet kararı, o dehşetli konuşmayı geri bıraktı.(29)

Dipnotlar

1-Şualar-s: 237

2-Şualar-s: 237

3-Şualar-s: 237

4-Şualar-s: 238-239

5-Şualar-s: 242-244

6-Şualar-s:245-246

7-Haşiye: Radyo gibi azîm bir nimet-i İlahiyeye karşı azîm bir şükür olmak için: "Radyo Kur'anı okuyup bütün zemin yüzündeki insanlara dinlettirip, küre-i havanın bir hâfız-ı Kur'an olmasıdır." demiştim.

8-Haşiye: Üstadımızın senelerce evvel haber verdiği ve temenni ettiği bir hakikat, memleketimizde de tahakkuk etmiş bulunuyor. Elhamdülillah, şimdi radyomuzda Kur'an okunuyor. İnşâallah öyle bir zaman gelecektir ki; Kur'an hakikatları olan Risale-i Nur radyolarla ders verilecek, beşeriyet büyük istifadelere nail olacaktır.

9-Şualar, s: 278-279

10-Tarihçe-i Hayat-s: 565

11-Şualar-s. 246-247

12-Şualar-s: 245-246

13-Şualar-s: 248-250

14-Şualar-s: 251-252

15-Şualar-s. 252-253

16-Şualar-s. 253

17-Şualar-s: 255-256

18-Emirdağ Lahikası-1-s: 291

19-Emirdağ Lahikası-1 s: 53 (Haşiye): Âyet-ül Kübra'nın başındaki ihtarın âhirinde, "nazar-ı dikkati celbetmiş" cümlesine haşiyedir: Evet İmam-ı Ali'nin (R.A) Âyet-ül Kübra hakkında verdiği haberi, tam tamına Denizli hâdisesi tasdik etti. Çünki bu risalenin gizli tab'ı hapsimize bir vesile oldu. Ve onun kudsî ve çok kuvvetli hakikatı galebesiyle, beraet ve necatımıza ehemmiyetli bir sebeb oldu. İmam-ı Ali'nin (R.A.) keramet-i gaybiyesini körlere de gösterdi. وَ بِاْلآيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ hakkımızdaki duasının kabulünü isbat etti.}

20-Emirdağ Lahikası-1 s: 280

21-Emirdağ Lahikası-1 s: 47

22-Şualar, s. 382-383

23-Emirdağ Lahikası-1 s: 19

24-12. Şua gayr-i münteşirlerinden

25- Gizli ellerde gezdiği için bir-iki haşiye kimin tarafından ilâve edildiğini bilemediğim zâtlar yapmışlar. Bazı şahıslara tatbik etmişler. Ondan yeni yazılmış tevehhüm edilmiş.

26-12. Şua gayr-i münteşirlerinden

27-12. Şua gayr-i münteşirlerinden

28-12. Şua gayr-i münteşirlerinden

29-12. Şua gayr-i münteşirlerinden

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-59

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-59

Bugünlerde, manevî bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim. Size, bir hülâsasını beyan ede

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-58

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-58

Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Müfarakat-ı umumiye hengâmı olan harab-ı dünyadan haber

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-57

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-57

Şeytanla bir Münazara *Bu risalenin te'lifinden onbir sene evvel Ramazan-ı Şerifte İstanbul'da

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-56

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-56

Irkçı Olmadığı Eğer derseniz: Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende unsuriyet-perverlik fik

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-55

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-55

AHLAK-I ÂLİYESİNDEN BİR NEBZE Eski Said’in Ahlakı İstiğnası *Eski Said minnet almazdı.

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-54

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-54

VASİYETNAMESİ * Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsinin sermayesini, ken

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-53

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-53

TARİHÇE-İ HAYATIN NEŞREDİLMESİ * Tahsin’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat yirmi büyük mecm

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-52

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-52

Mahkeme Reisine: Pek çok uzun ve mazlumane macera-yı hayatıma dair şu gayet kısa ifademi dinle

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-51

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-51

ISPARTA DÖNEMİ-1953-1960 * Ben Isparta'ya geldiğim vakit, Isparta'da İmam-Hatib ve Vaiz Mektebi

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-50

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-50

DEMOKRAT PARTİYE İKAZ, İRŞAD VE TAVSİYELERİ * Kırk seneden beri takib ettiğim ve Sultan Re

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-49

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-49

Bu mübarek gecede pek şiddetli bir ihtar kalbime geldi ki: İstanbul'daki Üniversiteciler Eski Sa

"Ey Rabbimiz! Nurumuzu tamamla ve bizi bağışla, şüphesiz ki sen her şeye kadirsin."

Tahrim, 8

GÜNÜN HADİSİ

İki kelime vardır ki, Rahman'a sevimli, dilde hafif ve mizanda ağır gelir. Bunlar; "Sûbhanellahi ve bihamdihi, Sûbhanellahil-azim=Yüce Allah'ı hamd ile tesbih ederim, Yüce Allah'ı tenzih ederim." kelimeleridir.

Buhari Tecrid-i Sarih, 2189

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii Tekrar İbadete Açıldı(15 Nisan 1772) *Şeyhülislam İbn-i Kemal'in Vefatı(16 Nisan 1534) *Einstein'in Ölümü(18 Nisan 1955) *93 Harbi Başladı(19 Nisan 1877) *Miladi Takvime Göre Efendimiz'in(s.a.v) Doğumu(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI