Cevaplar.Org

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-27

Beşinci Umde : "Dört Noktadır." Birinci Nokta: Kararnâmede, kelimeler üzerinde oynanılıyor. Bir kelimenin, kasdî olmadığı halde, bir mânasından ta'riz çıkarıyorlar. Hâlbuki Risale-i Nur 'da hedef bütün bütün ayrı olduğundan; kelimatındaki kasde makrûn olmayan ta'rizler değil, belki tasrihler de bulunsa şayan-ı afv ve müsamahadır. Bu noktayı izah eden bu misal, mikyasdır.


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2018-08-08 14:12:24

Beşinci Umde : "Dört Noktadır."

Birinci Nokta: Kararnâmede, kelimeler üzerinde oynanılıyor. Bir kelimenin, kasdî olmadığı halde, bir mânasından ta'riz çıkarıyorlar. Hâlbuki Risale-i Nur 'da hedef bütün bütün ayrı olduğundan; kelimatındaki kasde makrûn olmayan ta'rizler değil, belki tasrihler de bulunsa şayan-ı afv ve müsamahadır. Bu noktayı izah eden bu misal, mikyasdır. 

Meselâ: Ben bir maksadımı hedef ederek yoluma koşup gidiyorum. İhtiyarsız, yolumda koşarken büyük bir adama çarpıp, o adam yere düşse, Desem : "Efendi, afvet! Ben, maksadıma gidiyordum. Bilmeyerek çarpıldım." Elbette afveder ve gücenmez. Eğer kasdi olarak bir parmağımı o adama ta'ciz suretinde kulağına iliştirsem, hakaret telâkki edecek ve benden gücenecek.

İşte madem, hükümetin tahkikat-ı amikasıyla ve yüzyirmi küsur risalenin bir-iki memurun zulmüne karşı şekva suretinde olan ve intişar edilmeyen bir iki tanesi müstesna, mütebakisinin hedefi iman ve âhiret olduğundan harekat-ı ilmiye ve fikriyesinde ehl-i dünyanın siyasetine de çarpsa ve şiddetli kelimatta bulunsa; şayan-ı afv ve müsamahadır. Risaleler, lisan-ı hal ile "Afvediniz, maksadımız size ilişmek değildir. Hedefimizde yürüyoruz." diyorlar.

Eğer risalelerin ekseriyet-i mutlakasının hedefi, siyaset ve hayat-ı dünyeviye olsa idi, o vakit kararnâmede olduğu gibi her kelime üzerinde oynayıp, "bu kelimede ta'riz var" veyahut "menfi duygular var" veyahut "rejime muhalifdir" denilebilirdi.

İkinci Nokta: Düşman bir ecnebinin müthiş bir adamı bir memlekete gelse, onunla temas eden ve dost olan adamlar muaheze edilmediği halde, benim gibi bu vatanın evladı ve bu milletin masum bir ferdi olan bir adamın, onunla temas eden veyahut bir dostluk gösteren her bir mâsum dosta bir kulp takmak ve müttehem vaziyetini vermek, hangi maslahata istinad ettiğini, hangi fikir ile olduğunu hakikaten bilmiyoruz, mütehayyiriz. Eğer farz-ı muhal olarak, bu derece vücudum vatana ve millete zarardır ve benimle temas eden ve dost olan müttehemdir; size ilan ediyorum: Meb'usandan, vükelâdan belki binlerce ma'ruf adamlarınız benimle dostturlar. Acaba bu zatları dostluk yüzünden hapse sevk edecek bir kanun var mı? Bana temas edip dostluğumla ittiham altına alınanlardan daha ziyade dost ve münasebettar Hükümet-i Cumhuriyenin en sâdık me'murları, meb'usları ve vükelâsındandır.

Üçüncü Nokta: Mektuplar, ahbab mâbeyninde muhabbetnâme nev'inden taltifkârâne, mübalâğâlı olduğundan; bazen bir adam, çoban bir dostuna bir paşaya sarf edilecek lakırdıları sarf eder. Bazen bir âdi adam, çok sevdiği bir dostuna kıymetinden yüz derece fazla pâye verir. Cesurca bir kardaşına, Rüstamâne bir kahramanlık verir. Madem ahbab ortasında mektublar böyle böyle mübâlâğalı ve taltif için hakikattan fazla hayal karışır.

Benim de bu on sene zarfında kendim yazmadığım, fakat mealini söylediğim mektupların bazı tabiratları, kâtibin mübâlağakârane hissiyatının te'siriyle hilâf-ı vâki' manaları ifade eder. Biz, en ince, nazik muamelata dair şifreli, mizanlı mektup yazmamışız ki; mektubun her bir kelimesi ince elekle ve mizan ile tartılsın.

Meselâ: Halil İbrahim'in iştiyak ve ısrarına karşı bir taltif ve doğrutmak için demiştim: Halil İbrahim'e yazınız ki : "Sen istediğin gibi, risaleleri çoklar istiyorlar. Birinci tebyizi tercihan size gönderildi." Bu mektuptan murad : "Sen bizden risaleleri isteme, senin gibi çoklar ister; fakat ben yazdıramıyorum ve veremiyorum. Çünki, kimsem yoktur. Birinci tebyizi yani, kendime ait olan bir tek nüshayı size gönderdim." Hem, mahkemece çok medar-ı bahs olmuş; bir kutu derununda birkaç risale ve bir miktar da zerdali kurusu ona gönderilmişti. O da kimseye vermemiş. Eğer verseydi, gerek taharriyatta ve gerekse ifadelerine müracaat edilen Milaslı adamların ifadelerinde tezahür edecekti. Demek kendime mahsus risalelerimi ona gönderdim. O da kimseye vermemiş, muhafaza etmiş ve elinize geçmiştir.

İşte ne bende ve ne başka dostlarımda o kitapların bulunmadığı delildir ki: Ne ben neşre çalışıyorum ve ne de Halil İbrahim çalışmıştır. İşte sair mektuplar da buna kıyas edilsin ki; bazı mektuplarda neşre ait ibareler Risale-i Nur 'un kendi kendine intişarını alkışlamaktan başka bir şey değldir. Sorgu hâkimlerinin ellerinde kırk-elli kitabım bulunduğu halde, yalnız üç-dört risalenin bazı kelimelerine ilişmek suretiyle ve bahs ettikleri ve büyük ve mühim sair risalelerden bahs etmemeleri gösteriyor ki: Nazarlarında zararlı görülen üç-dört risalelerden başka, Risale-i Nur 'un eczaları zararsızdırlar. Mademki öyledirler. Bazı mektuplar da "Yazınız" ve "yazdırdık" tabiratı mahkemece zararsız görülen risalelere aittir.

Hem kararnâmede nasıl kelimeler ve mektupların mübalâğâları üstünde oynamışlar ve mânâlar çıkarmışlar öyle de, sathi bir tedkikat ile pek yanlış hükümleri var. Meselâ: Hüsrev'in evinde üç Mu'cizât-ı Ahmediye (A.S.M.) bulunmuş. Bunu dokuz risale yani, müteaddit risaleler bulunduğunu göstermekle teksirine çalışmak ile ittiham ediliyor. Hâlbuki onlar dokuz risale değil, üç risaledir. Her birinin üç parçası birbirine dikilmemiş. Zabıta tarafından Mu'cizât-ı Ahmediye'den (A.S.M.) hususi nüsham müsadere edildikten sonra, Mu'cizât-ı Ahmediye'nin (A.S.M.) bir aynını kendim için rica ile Husrev'e bir nüshasını yazdırmak üzere, başka bir kardaşımdan Mu'cizât-ı Ahmediye'nin (A.S.M.) kerametli bir nüshasını emaneten aldım, Husrev'e verdim. Biçare Husrev'in de o kitabtan bir nüshası vardı. Mukabele etmek üzere onu birleştirmiş; taharri esnasında üçü birden alınmıştır.

Hem, karar verenlerin sathî tedkikatına bir delil de şudur ki: Yirmi senelik risalelerimin bir kısmının fihristesi olan Onbeşinci Lem'a'nın her bir parçasını birer risale zannedip, o Fihriste'de bahs edilen bazı mes'elelerle muahezeye kalkmışlar. Hiç fihriste ile muaheze edilir mi? Ve onların her bir parçasına birer risale nazarıyla bakılır mı?

Hem, Barla'dan müfarakatımdan bir sene sonra odamın bir köşesinde imzasız, pek eski bir mektup bulunmuş. O mektubu benden sordular. İmzasız, belki yedi sekiz sene evvel birisi tarafından gelmiş veyahut birisi tarafından oraya sokulmuş. Arabî kelimatın Türkçe'den kaldırılmasına dair birisi fikrini yazmış. Bunu medar-ı muaheze ediyorlar. Mektub benim değil. İmzası yok. Bir seneden beri terk ettiğim bir odada gayet eski bir tarzda ve o mektuba ehemmiyet verildiği ve cevab yazıldığına dair bir emare görülmediği halde, medar-ı ittiham tutulmuş. Daha kararnâmedeki sâir noktaları bunlara kıyas edilsin.

Misafir sorgu hâkimleri gücenmesinler. Bütün kuvvetimle onların bana isnad ettikleri "ifsad" ve "halkı idlal" ve "menfi duyguları", "siyasetçiliği" red ediyorum. Ve onların vazifesine ve şahıslarına ilişmiyorum. Fakat tahkikatlarında istinad ettikleri esâsat, garazkâr muhbirlerin evhamlarıdır. O misafir sorgu hâkimlerinin benim bu şiddetli ifademden gücenmeye hakları yoktur. Çünki: Onlar, bizim hayat ve memat meselemizde dikkatsizlikleri ile bize ilişiyorlar. Ve kelimeler üzerinde hayatımızla oynuyorlar. Biz gücenmedik. Yalnız hakkımızı müdâfâa ediyoruz. Ben şiddetimle onların efkârlarını tezyif etmiyorum; belki, evhamlarını izale ediyorum. Ve "aldandınız" diye bir parça enaniyetlerine ilişiyorum. Bundan gücenmeye hakları yoktur. Yüksek mahkeme ise, elbette bana ve sorgu hakimlerine yüksek makamda âdilâne bakar.

Dördüncü Nokta: Kararnâme, haksız ve dikkatsiz olduğundandır ki: Harb-i Umumi gibi bir musibet- azimeyi ve memleketimizde vilâyât-ı şarkîyenin Ermeni Komitesi yüzünden katliamlara ve vilayât-ı garbiye ehlinin çokları Yunanlar tarafından Rumlar eliyle katillere sebebiyet veren ve fitne-i ahirzamanı andıran çok fitnelere mazhar olan bu asra, "yüzbin defa yaşasın Cehennem" dediği; ve Rum ve Ermeni Komitelerinin münafık gaddarlarının bize musallat eden Avrupa'nın insaniyetperverliğini iddia eden zalimlerin kulaklarını çınlatan üç-dört sahifelik bir eserime işaret eden Fihriste'nin aleyhime medar-ı mesuliyet edilmesidir.

Acaba bu sorgu hâkimleri bu asrın bütün siyasetini unutmuşlarmı ki: Benim gibi çok cihetler ile bu asrın darbesini yiyen bir adamın şekvasını, böyle mûcib-i mes'uliyet telakki ediyorlar.

Hem kararnâmede, itiraznâmeme itiraz yolunda denilmiş: "Diyanet Riyaseti"ne eserlerini göndermesine bedel, Halil İbrahim'e göndermiştir."

Acaba on sene zulmen ihtilattan, muhabereden men'edilmiş .. ve tarassut altında daima iz'aç edilen ve kardaşına dört senede ancak bir mektup yazan bir adam kim ile ve hangi vasıtayla kıymettar eserlerini ziyaa' uğratmamak şartıyla Ankara'ya gönderip sözünü dinlettirsin, neşredebilsin. Has ve mahrem bir dostuna kendine mahsus birkaç risaleyi göndermek ile "itiraznameye itiraz ediyor" hem onbeş sene tedris ile vaktimi geçirdiğim Van'da yalnız bir adama dünyaya hiçbir alâkası olmayan bir iki risale-i imaniyeyi bir yâdigâr olarak göndermemle, kararnamede "Neşriyat yapıyor; menfi duygularla, ser-adamları vasıtasıyla hissiyat-ı diniyeyi tahrik ediyor" diye, pek haklı olan men'i mahkeme taleplerimizi bu bahaneler ile red edip, lüzum-u muhâkememize karar veriyor.

Hem, en garibi budur ki: İki-üç risaleme mahrem dediğimin sebebini izah ederken demişim ki: "Bu mahremlerden bir-ikisi ahval-i ruhiyeme ve ihlâsa ait olduğundan başkalara göstermek riya ve gurura medar olacağından mahremdir" demişim. Bir-iki risalede bana zulmeden birkaç me'murlara karşı bir şekva olmak ve eskiden Avrupa'ya karşı yazdığım cevapları bu zamanda su'-i tefhime uğratmamak ve yanlış mana verilmemek ve hakkımda bahane arayanların ellerine geçmemek için, mahrem deyip neşretmemişim. Benim bu izahımı kararnâmede, "Kendisi de bir-iki eserine mahrem demekle muzır olduğunu itiraf ediyor" diye gayet tuhaf bir te'vil ile beni ittiham altına almışlar. İşte bu hale karşı hasbunalahi ve nime'l vekil demekten başka çare kalmamıştır.(1)

İ'TİZAR

Üç gün müddetle tebliğ edilen iddiânâmeye karşı itiraznâme yazmak...

Birinci gün, geç geldiği için akşama kadar ancak okundu. İkinci gün, kısm-ı âzamı tercüme edildi. Ancak beş saat fırsat bulup, gayet acele bu uzun itiraznâmeyi yazdım.

Evvelki müdafâatımda dediğim gibi: Kanunları, hususan şimdiki resmi işleri bilmediğimden ve çoktan beri ihtilâttan memnu' olduğumdan ve dört-beş saatta yazılan uzun itiraznâme, elbette çok müşevveş ve noksan olacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmanızı temenni eder ve kusurlarımı acelelikle ve kanunları bilmediğime hamledip, tenkid etmemenizi insafınızdan beklerim.

Garip ve bana pek ağır gelen ve üç günde bir bardak ayrandan ve bir bardak sütten başka birşey yedirmeyen grip hastalığının üçüncü gününde, füc'eten hatırıma ihtar edildi. Ben de o hatırayı teberrük için, mahkemedeki müdâfâatımın bir mukaddemesi olarak yazdım. Şiddet ve kusur varsa, hastalığıma aittir. Evet, ancak yüz adamın müdafaa edeceği bir hakikatı, yalnız başıma müdâfaaya mecbur olduğumdan; taab-ı dimağî ve perişâniyete ve grip ve daha çok müz'iç-i ahval içinde hakiki doğru olarak, olduğu gibi bu kadar beyan edebildim.

Son müdâfaâta sonradan bir hikmete binaen ilhak edilmiş bir mukaddemedir.

Müdâfaâtımın bütün safahatında hükümetle musâlahakârane fakat gizli ve müdhiş bir komiteye karşı mübareze vaziyetini gösteren bir kısım tarz-ı ifademdeki maksadım şudur:

Nasılki Hükûmet-i Cumhuriye "Dini dünyadan tefrik edip bîtarafane kalmak" prensibini kabul etmiş; dinsizlere, dinsizlikleri için ilişmediği gibi; dindarlara da, dindarlıkları için ilişmemesi o prensibin icabatındandır. Öyle de; ben dahi bîtaraf ve hürriyetperver olan Hükûmet-i Cumhuriyeyi, dinsizliğe tarafdar ve entrikaları çeviren ve hükûmetin me'murlarını iğfal eden gizli menfi komitelerden tefrik ediyorum. Hükûmetin onlardan uzak olduğunu iddia ediyorum; o entrikacılarla bazen mübareze ediyorum. O komitelerden, tesadüfle hükûmetin me'muriyetine girenler, ciddi dindarlara takmak için iki kulp elinde tutmuş, garaz ettikleri dindarlara takıyorlar ve hükûmeti iğfâle çalışıyorlar. O iki kulpun birisi; o mülhidin irtidadına temayül göstermemek mânasiyle "İrtica" kulpunu takıyor. Diğeri ; Hâşâ sümme hâşâ!.. Dinsizliği bu hükûmet-i İslâmiyenin ayn-ı siyaseti telâkki etmediğimiz mânasında "Dini siyasete alet etmek" kulpu ile lekelemek istiyorlar.(2)

Evet, Hükûmet-i Cumhuriye, o gizli müfsidlerin vatana ve millete muzır efkârlarını elbette terviç etmez ve tarafdar olamaz. Ve bilse menetmek, cumhuriyet kanunlarının muktezasıdır. Ve öyle müfsidlere hükûmet hesabına tarafdarlık ile, cumhuriyetin esaslı prensiplerine zıddı zıddına gidemez. Hükûmet-i Cumhuriye, bizim ile o müfsidlerin mabeyninde hakem hükmünü alsın. Hangimiz zâlim ise ve tecavüz ediyorsa; o vakit o hakem hükmünü versin ve hâkimlik noktasında hükmünü icra etsin.

Evet, inkâr edilmez ki; kâinatta, dinsizlik ile dindarlık, Âdem zamanından beri cereyan edip geliyor ve kıyamete kadar gidecektir. Bu mes'elemizin künhüne vakıf olan herkes, bize olan bu hücumunun, doğrudan doğruya dinsizlik hesabına dindarlığa bir taarruz olduğunu anlar. Ekser-i hükemanın Garb'da ve Avrupa'da zuhuru ve ağleb-i enbiyanın Şark'da ve Asya'da tulu'ları Kader-i Ezelînin bir işaret ve remzidir ki; Asya'da hâkim, galib, din cereyanıdır. Elbette Asya'nın ileri kumandanı olan bu hükümet-i Cumhuriye, Asya'nın bu fıtri hâsiyetinden ve mâdeninden istifade edecek. Ve bîtarafana prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül ettirecektir.

İkinci Madde: Risale-i Nur'un eczalarında mevadd-ı kanuniyeye muarız mes'eleler bulunması ortaya konulabilir. Bu cihet mahkemeye aittir. Fakat Risale-i Nur, kendi başiyle yüz mânevi keşfiyat-ı mühimmeyi havi bir eserdir. Bu keşfiyatın birtekini bile, keşşafın hakk-ı keşfini siyanet etmekle, ziyaa uğratmamak lazım gelir. Keşfiyatın ehemmiyeti, ehl-i hakikat ve ehl-i ilim ve edibler ortasında gayet büyüktür ve ehemmiyeti var. Bir kimse, diğerinin keşfiyatını temellük edemez. Eğer etse onun aleyhinde ikame-i dâva etmek, bütün memleketlerde câri olan bir kanundur.

 İleride hükûmetin müsaadesini istihsal etmek suretiyle neşretmek istediğim ve yirmi-otuz seneden beri keşif ve te'lifine çalıştığım ve elli seneden beri devameden tedkikat ve mücâhedât-ı fikriye ve muhtelif menba'lardaki taharriyat-ı mesaimin neticesi ve semeresi olarak yazdığım ve mânevi yüz keşfiyatı gösteren ve binlerce hakikatı havi yüzden ziyade risaleden ibaret olan Risale-i Nur 'un te'lifinden sonra neşredilen -bazı kanunlara uygun gelmiyen- on-onbeş noktasını ortaya atarak müttehem bir vaziyete koymak, bu hakikatların ve benim onlara taallûk eden hukuklarımın ziyaını mucib olmakla beraber, diğerlerinin intihal ve sirkatine ve temellük ve kendine mâletmesine zemin ihzar etiğinden; bu babda, evvelemirde ve herşeyden ziyade hakikat-ı âliye namına ve hukuk hesabına hakkımın muhafazasını, âdil mahkemenizin nazara alacağı ilk cihettir.

Ve bir cürüm aleti olmak tevehhümiyle müsadere edilen risalelerimin tazammum ettiği hakâik, ehl-i fen ve felsefeye ve akademi muhakkiklerine karşı isbatıma medar olmak üzere elimde bulunması lâzım geldiğinden; bu keşfiyat ve münazarat-i ilmiye üzerinde hazırlığımı tesbit etmek için tarafıma iadesini isterim. Beni mahkûm etseniz de onlar mahkûm olamaz ve hapisde dahi benim arkadaşım olmalıdırlar.

Mahkemelerin ihkak-ı hak cihetindeki haysiyetine, şerefine mühim bir nakise, belki zıd olan garazkârların telkinatına tebaiyete, elbette bu yüksek mahkeme-i adâlet tenezzül etmeyecek ve garazkârların entrikalarını akîm bırakacaktır. Ve adâletten ve ihkak-ı haktan daha büyk bir makam vazife

cihetinde tanımayan mahkemenin, her türlü te'siratan âzâde olarak vazifesini yapacağı esas adâletin muktezası olduğuna istinaden şahsım nâmına değil, belki çok hakikatların ve bir çok mâsum hukukların kendine bağlı olduğu bir hakikat-ı âliye nâmına, hakkımızdaki asılsız evhamlarını bir an evvel Risale-i Nur 'un hürriyetini ilân etmekle ref' etmektir.

Üçüncü Madde: Bize isnad edilen mevhum suç ise; umumî bir tabir ile ve kuyûd-u ihtiraziye nazara alınmayarak, kanunun yüzaltmışüçüncü maddesini yalnız zevâhirine ve umumiyetine temas ettirip; mahkûmiyetim istilzam edilmek istenildiği anlaşılıyor. Bize isnad edilen birkaç maddenin kat'î ve hakiki cevabları zabtınıza geçen müdafaatımda bulunmakla beraber; on veya onbeş nokta yüzünden, mânevi yüz keşfiyatı havi, yüzler hakikat-ı mühimmeyi câmi' olan yüzden ziyade cüzden ibaret olan Risale-i Nur, mükâfat ve takdir yerine mücâzat ve tenkid ile karşılanmıştır. Yüksek mahkemenizden bu hakkımı ve Risale-i Nur 'un hürriyet hakkını istemek, büyük bir hakkımdır. Bu cihetin halli ve faslı lâbüd ve zaruridir.

Dördüncü Madde: Şimdiye kadar bana hücum eden ve hükümeti aleyhimize çeviren kimselerin garazkâr oldukları ve sırf garaz ile iliştikleri bununla anlaşılıyor ki, bizi vurmak için her kapıya başvurdular. Evvelâ, "Tarikatçılık" -birşey bulamadılar- sonra "Cemiyetcilik, sonra "Siyasetcilik ve inkılâba muhalif hareket ve muhalif komitecilik ve izinsiz neşriyatçılık" gibi çok cihetle itham etmek ve bizi vurmak için çalıştıkları halde; bunların hiç birinde tutunacak bir emare bulamadıklarından, en nihayet bir madde-i kanuniyenin, kuyûd-u ihtiraziyeyi nazara almıyarak, zâhiri umumiyetten istifade edip, hiçbir zîakıl kabul etmiyecek ve onlar hak vermiyecek bir nokta ile bizi itham ve mahkûm etmek istiyorlar. Evet, bahsedeceğimiz noktayı, dünyada hiçbir zîakıl, hakikat olarak kabul etmez ve zerre mikdarı insafı olan, "bu iftiradır" diyecektir. O nokta şudur:

"Said-i Kürdî dini siyasete alet ediyor!.." tabiridir. Bu tabirdeki ithamı çürütecek onbeş-yirmi delilden ziyade ve beş-on kadarı müdafaatımda zabtınıza geçirilenlerden birisi şudur ki: Yüzler şâhidin şehadetiyle isbat etmeye hazır olduğum şu beyan edeceğim hâlime o ithamı esasiyle çürütüyor. Şöyle ki :

Dokuz sene oturduğum Barla Köyü halkının müşahedesiyle ve dokuz ay ikamet ettiğim Isparta'daki dostlarımın şehadetleriyle ve beni yakından tanıyan dostlarımın işhadiyle, onüç senedir ki, siyaset lisanı olan hiçbir gazeteyi, ne okudum ve ne de dinledim ve ne de istedim. Hatta mühim birkaç hadisede şahsımla alâkadar zannedilen ve herkesi meraka sevkeden vâkıalardan bahseden gazeteleri okumak arzusu bulunmadı ve okumadım ve okutmadığımla beraber yüz risale içinde on-onbeş maddeden başka bütün mesâili, âhiretime ve imana ve hakikata müteveccih olduğu hükûmetin tedkikat-ı amîkasiyle tezahür eden Risale-i Nur sekiz-dokuz sene evvel hükûmetçe kanun-u medeni kabul edilmeden ve medar-ı tenkid bulunan o on-onbeş maddeyi yasak edecek kanunlar çıkmadan evvel yazıldığı halde "Said, Risale-i Nur ile dini siyasete âlet ediyor"yani, kâinatta en yüksek ve mukaddes tanıdığı bir hakikat-ı kudsiye olan din-i hakkı ve iman-ı tahkikiyi, siyasete, yani ihtilâlkârâne en tehlikeli ve en günahlı ve çok hukukun ziyaına sebebiyet veren akîm, süflî bir maksada alet etmiş denilir mi?.. Böyle diyenler, ne kadar daire-i akıl ve insaf ve vicdandan uzak düştükleri ve uzak hükmettikleri anlaşılmaz mı? Elbette, bu yüksek mahkeme-i adâlet, böyle asılsız ve evham isnadatları ref'edip, hakımızda ihkak-ı hak edecektir.

Gerçi, kanunları bilmemek eksere göre bir mazeret teşkil etmez. Fakat haksız olarak, ücra bir köyde, tarassut altında, yabancı bir yerde dünyadan şiddetli küstürüp, nefiy ile ikamet ettirip, mütemadiyen tarassut ile ta'ciz edilen bir adamın kanunları bilmemesi, elbette ehl-i insafın nazarında bir özür teşkil eder.

İşte, ben o adamım. Ve beni yanlış vehim ile muaheze ettikleri mevadd-ı kanuniyenin hiçbirini bilmezdim. Hattâ yeni hurufla imzamı atamazdım. Bazan hizmetçimden başka, on günde bir adam ile görüşmezdim. Herkes bana muavenetten kaçar. Avukat tutmaya iktidarım yok. Bütün hayatımda "En menfaatli ve en iyi hile, hilesizlik olduğu" düstur olduğundan, bütün müdafaatımda hak ve hakikat ve sıdk ve doğruluk esasını takib ettim. Bu hakikata binaen, benim müdafaatımda veyahut bazan nadiren bir-iki risalelerimde, zamân-ı hâzırın kanunlarına ve resmi merasimlerine tevafuk etmiyen ifâdâtıma nazar-ı müsamaha ile bakmak, adaletin mukteziyat ve icabatındandır. Benim bu müdafaatımda mücmel kalan noktalar, iddianameye karşı yazdığım itiraznâmemde vardır ve itiraznâmemde mücmel kalan noktaların, bu son müdafaatımda izahatı vardır; birbirini tekmil eder.

Yüzaltmışüçüncü madde-i kanuniyenin tazammun ettiği mana ve kuyud-u ihtiraziye, vâz-ı kanunun irade ettiği maksad, âsâyişin ihlaline medar olmamak olduğuna binaen, ihlâl-i âsâyişe işaret ve delâlet edecek hiçbir emare ve tereşşuhat, benim ve risalelerim yüzünde görülmediği ve zabtınıza geçen müdafaatımda yirmi defa kat'î bir surette bu maddenin mes'elemizle alakası olmadığını ve kat'iyyen cezayı müstelzim bir cihet bulunmadığını isbat ettiğim halde; her nasılsa yine bidayetteki evhamın te'siratiyle, o madde-i kanuniye ile bizi muaheze etmek için mezkûr maddeyi ileri sürmek hiçbir vecihle şân-ı adâlete yakışmayacağından, beraetini hakperest mahkemenizden taleb eyleyerek en son sözüm:

ESKİŞEHİR AĞIR CEZA YÜKSEK MAHKEMESİNİN RİYASETİNE

İddia makamının son iddiasına karşı kısa ve mütemmim cevabı, son müdafaatımın lâhikasııdır. Makam-ı iddiada muhterem müdde-i umuminin tecziyeme medar olmak için beyan ettiği esbabın cevabları son müdafaatımda vardır. Bu son iddiada iki nokta o derece i'zâm edilmiş ki; nazar-ı adâleti şaşırtacak bir surette büyütülmüştür.

Birinci Nokta: Makam-ı iddia diyor ki : "Isparta, Eğridir, Barla, Aydın, Antalya, Milas ve Van gibi yerler daire-i teşvikatına dâhil olmuş." Halbuki sair doksanyedi masumun tahliyesiyle tebeyyün ediyor ki; "Antalya" nâmını verdiği, kısacık ve îmâni bir tek risaleyi okuyan ihtiyar bir tek eşhas; ve "Eğridir" nâmını verdiği, iki hadis-i şerif'in bir nüktesini beyan eden küçük bir mektup onda bulunduğu ve muhatabı da kendisi olmadığı anlaşılan ve beraeti makam-ı iddiada taleb edilen bir hâfız ve biri de, birisine meslek dolayısıyla âdi bir kısa mektubla îmânî bir risaleyi yazan bir zattır.

Ve koca "Aydın" nâmını verdiği, postadan almadığı bir kutuya dair âdi bir mektub evinde bulunan yetmiş yaşında ateh getirmiş bir ihtiyar; "Milas" nâmını verdiği mütâlaa merakına mübtela ve ısrarıyla okumak için benden istediği birkaç risale evinde bulunan bir tek biçare adamla, ona bir tek mektub tesvid eden ve hiçbir şeyde alâkası olmayan kahveci bir adam; ve "Van" nâmını verdiği, onbeş sene evvel tab'edilen bir risalem evinde bulunan bir adamdır. Ve dokuz sene oturduğum "Barla" nâmını verdiği, birkaç paraya mukabil dokuz sene evvel İstanbul'da tab'edilen "Onuncu Söz" gibi sırf imânî küçücük birkaç risaleyi yazan, fakir ve muhacir ve ihtiyatkâr bir zavallı adam... ve "Isparta" nâmını verdiği, yalnız imânî ve mahkemece tenkid edilmeyen bir-iki risalemi okuyup, kendilerine yazmaları sebebiyle benim ile cüz'i alâkaları bulunan yedi kadar masum biçarelerdir ve hakezâ.. İşte hakkımda nasıl habbenin kubbe yapıldığı buna kıyas edilsin.

Mahkemenizde görülen ve benim ile alâkaları pek az olduğu anlaşılan bu birkaç adamın nâmını beş-altı şehr-i azime verip, o şehirleri dahi daire-i teşvikata dahil olduklarını göstermek; makam-ı iddianın istinad ettiği sorgu hâkimlerinin tahkikatı, onların da sathi tahkikatı, mülhid zalimlerin evhamlarına istinad ettikleri için biçare Aşçı Hüseyin koca Antalya şehri hükmünde tutup; yetmiş yaşında ateh getirmiş bir ihtiyarı, koca Aydın vilayeti gösterilerek "bir daire-i teşvikâ" manası verilmiş ve hakezâ diğerleri buna kıyasen büyütülmüştür.

İkinci Nokta: Makam-ı iddiada tecziyeme medar gösterdiği yedi-sekiz Lem'a olup, herbir Lem'a lâakal bir kelimeden ibaret iken bir-iki kelimenin zahiri nazarlarında tenkide layık görülmekle güya bütün o Lem'alar medar-ı tenkiddir diye, tecziyeme sebeb gösteriliyor. Tenkid edilen on onbeş kelimelerine, on-onbeş kitabı gösteriyor. Bu ise, bir habbeyi on kubbe yapmaktır. Tecziye ise, hassas bir mizanda hata ile ceza tartılır; böyle ifratkârâne ittihamlara mâneviyatın mizanı olan adâletin ilaçları nev'inde olan cezaları, o mübalağalı ittihamlara göre verilmez.

Hem o kitabların fihristesi olan "Onbeşinci Lem'a" da hiç mevcut olmayan bazı risalelerin mevzuundan bahsettiğinden, o mücmel mevzuatı koca bir risale ve tafsilli cevab yerinde olarak gösterilmiştir. Halbuki: Fihriste ile hiçbir cihetle muaheze olamaz. Hem, Fihriste ne dediğimi beyan etmiyor, yalnız cevab verdiğime işaret ediyor. Cevabım nedir ve nerededir; mahiyeti anlaşıldıktan sonra tecziyeme bir medar gösterilebilir.

Yüksek mahkeme-i âdilenin adaletinden ve hey'etin de hakperestâne vicdanlarından kuvvetle ümid ederim ki, tecziyemle bu zamanda beni inkar-ı adâlete sevk etmiyecektir. Beraetime ve Risale-i Nur 'un hürriyetine karar verilmesine, inâyet-i İlâhiye, bu yüksek mahkeme-i âdileyi muvaffak eylesin.

(Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi Vasıtasıyla)

TEMYİZ MAHKEMESİ BİRİNCİ CEZA RİYASETİNE

Temyiz eden, Eskişehir Hapishanesinde mevkuf Bitlisli Mirza oğlu Said Nursî, diğer taraf hukuk-u amme.

Temyiz olunan hüküm ve karar:

Dinî hissiyatı âlet ederek devletin dahili emniyetini ihlale teşebbüs suçundan dolayı Türk Ceza Kanununun 163. maddesi mûcibince bir sene müddetle ağır hapis cezası ile mahkumiyetime dair Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinden 19/8/1935 tarihli hüküm ve karardır.

Temyizin sebebi; sâdır olan işbu hüküm ve karar, usul ve kanununa mugayir ve sübût-u delil ve sebeblerinden âri ve isnad olunan suçun anâsır-ı cürmüyye erkanını gayr-ı câmi' bulunmakla beraber, indel-mahkeme mesbut müdafaatım tamamen delilsiz olarak red ve hukukum tamamen ihlal edilmiş olması hasebiyle, ruh-u kanun ve adâlete uygun olmayan mezkur hükme adem-i kanaatle, müddeti içinde şerâitine tab'en temyiz-i dava ile işbu hükmün nakzını ister ve şerâit-i temyizden olan fakr-ı hal mazbutası rabten takdim edilmiş... ve bozma sebebleri birer birer aşağıda arz edilmiştir.

MAHKEME-İ TEMYİZ LAYİHASI

Dünyada hiçbir misli görülmemiş bir haksızlığa maruz kaldım. 163. madde-i kanuniye ile beni ve yüzyirmi risalemi mahkûm ettiler. Hâlbuki o madde-i kanuniyenin bana temas ettiğine dair evrak-ı tahkikiye arasında mevcud ve size takdim edilen son müdafaatım ve üç itiraznamem, yirmi cihetli kat'i delillerle bana temas etmediğini ve yirmi senede yazılan yüryirmi risalemin içinde, kendilerince medar-ı tenkid yirmi kelimeden aşağı mahdut birkaç nokta bulunmasiyle, ayrı ayrı kitap, ayrı ayrı zamanda yazılmış kıymetdar ve menfaatdar ve uhrevî ve Avrupa feylesoflarının ve feylesofların dinsiz ve mülhid şakirdlerine karşı -Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiyenin azalığı münasebetiyle- hakiki ve ilmî müdafaatım; çok zaman sonra kısmen ilcaat-ı zamana göre kabul edilen Kanun-u Medeninin bazı maddelerine, yüzbin kelimat içinde on-onbeş kelimenin muvafık gelmemesi sebebiyle hem benim mahkûmiyetim taleb edilmiş; hem mühim keşfiyat-ı mâneviyeyi havi yüzyirmi kitab olan Risale-i Nur 'un elde bulunan nüshaları müsadere edilmiş ve inde'l-muhakeme bütün ilmi ve mantıkî ve kanuni iddia ve müdafaatım esbab-ı mucibe gösterilmeksizin sebebsiz ve kanunsuz reddedilmiştir.

Yüzaltmışüçüncü madde-i kanuniye, "asayişi ihlal edebilecek hissiyat-ı diniyeyi tahrik edenler" mealinde bulunan şu kanunun, elbette bu hadsiz genişlik içinde bir tefsiri var. Elbette, kuyud-u ihtiraziyesi bulunacak. Yoksa; bu madde, bu geniş mânâ ile beni mahkûm ettiği gibi, bütün ehl-i diyanete ve başta Diyanet Riyaseti olarak, bütün vaizlere ve bütün imamlara, bana teşmil edildiği gibi teşmil edilebilir. Çünkü, yüz sahifeden fazla müdafaat-ı kat'iyye ve hakikiyem ile beraber; yine bana temas ettirilebilecek bir mana veriliyor ki, o mânâ her nasihat eden kimseye ve hatta bir dostunu iyiliğe sevketmek için irşad eden herkesi daire-i hükmü altına alabilir. Bu madde-i kanuniyenin mânası şu olmak gerektir ki; taassub perdesi altında muhalif bir siyaseti takib eden ve terakkiyat-ı medeniyeye sed çekenlere sed çekmek içindir. Bu maddenin bu mânâda çok kat'î delillerle isbat etmişiz ki, bize bir cihet-i temâsı yoktur.

Evet, bu madde, tefsirsiz ve kuyud-u ihtiraziyesiz ve garazkârlar, istediği adamları onunla çarpmasına müsait hududsuz bir mânâda olamaz. Evet ben, on sene nezaret ve dikkat altında ve yirmi senede tel'lif ettiğim yüzyirmi risale ile bu kadar hakkımdaki tedkikat-ı amika neticesinde cüz'i bir derecede âsâyişi ihlâl etmiş bir emare, ne bende ve ne de o risaleleri okuyanlarda bulunmadığı halde ve yirmi vechile isbat ettiğim ve beni yakından tanıyan zatların şehadetiyle, onüç seneden beri şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçtığımı ve hükümetin işine karışmadığım ve iman hizmetini bu dünyada en büyük maksad telakki ettiğim halde; "Said, dini siyasete alet edip, âsâyişi ihlâle teşebbüse niyet ediyor" diye, beni yüzaltmışüçüncü maddeye temas ettirmek ve mahkûm etmek bütün rûy-i zemindeki adliye ve mahkemelerin haysiyetine ilişecek ve nazar-ı dikkati celbedecek hiç görülmemiş bir hadise-i adliyedir kanaatindeyim.

İşte, cihangir hükümdarların ve kahraman kumandanların küçük mahkemelerde diz çöküp kemal-i inkıyad ile mutavaat göstermeleri, mahkemenin, hiçbir şey ile zedelenmeyecek bir haysiyet ve şerefinin mevcudiyetini isbat eder. İşte mahkemelerin bu yüksek ve mânevi haysiyetine dayanıp, hukukumu, hürriyetle müdafaa ediyorum.

Bir makale içindeki zararlı görülen dört-beş kelime sansür edildikten sonra mütebakisinin neşrine izin verilirken; yüzyirmi kitabın, birbirinden ayrı ve ayrı ayrı zamanlarda te'lif edildiği halde, yalnız bir iki risalede şimdiki nazarlara zararlı tevehhüm edilen onbeş kelime yüzünden yüzonbeş mâsum ve menfaatdar ve mühim bir kısmı Ankara kütüphanesinde mevcud olup iftiharla kabul edilen kitabların ele geçenlerinin müsadere ile mahkûm edilmesi rûy-i zemindeki adliyelerin şerefine ilişebilecek mahiyettedir. Elbette Mahkeme-i Temyizin yüksek makamı bu haysiyet ve şerefi siyanet eder.

En ziyade tenkid edilen beni ve umum kitablarımı muahezeye sebebiyet veren beş-on mes'ele içinde en mühimmi, gelecek bu iki mes'eledir…. âyetleridir. İşte benim ve kitaplarımın sebebiyet-i mahkumiyeti beş-altı mes'eleden, en birinci bu iki mes'eledir. Ben hakiki, menfaatli medeniyete karşı değil, belki kusurlu ve zararlı "mimsiz" tabir ettiğim medeniyete karşı otuzkırk seneden beri i'caz-ı Kur'an'ı esas tutup, o medeniyetin muhalif noktalarını aşağı düşürüp, medeniyetin aczi ile i'caz-ı Kur'an'ı isbat etmek esası üzerine, matbu ve gayr-ı matbu, Arabça ve Türkçe çok kitaplar yazdım. İrsiyet hakkındaki kanun-u medeninin, Kur'an'ın bu iki ayetine muhalif maddelerini vaktiyle müvazene etmişim. Onların en muannid feylesoflarını da ilzam edecek deliller göstermişim. Hükûmet-i Cumhuriyenin ilcaat-ı zamana göre kabul ettiği bir kısım kanun-u medeniyenin bir kısım maddelerini kabulden evvel, bu mes'eleleri, medeniyete ve feylesoflara karşı yazmışım ve müdafaa etmişim. Ve kurun-u ûlâ ve vustadaki zayi' olan kadınlık hukukunu, Kur'an-ı Hakim gayet ehemmiyetle muhafaza ettiğini ispat etmişim. Şimdi, bu iki mes'eledeki beyanatım, hükûmet-i Cumhuriyenin kanununa muhalifdir diye, 163'üncü madde ile muaheze edildim. Ben de adliyenin en yüksek mahkemesine derim ki:

Binüçyüzelli senede ve her asırda, üçyüzelli milyon insanların hayat-ı içtimaiyesinde en kudsi ve hakiki ve hakikatlı bir düstur-u İlâhinin üçyüzellibin tefsirlerin tasdiklerine ve aynen hükümlerine istinaden ve bütün ecdadımızın ruhlarına hürmeten, Kur'an'ın i'câzını Avrupa mülhidlerine karşı göstermek için, iki nass-ı âyeti, onbeş sene evvel ve on sene evvel ve dokuz sene evvel üç kitabımda zikretmekliğim, beni şimdiki şerait dâhilinde ve ahvâl-ı sıhhiyem noktasında yaşayamıyacağım bir me'yusiyetle bir mahbusiyete mahkûm edip ve dolayısiyle, bir cihette âdeta idamıma hükmeden ve yüzonbeş risalemi bunun gibi beş mes'ele yüzünden mahkûm eden haksız bir kararı; elbette rûy-i zeminde adalet varsa, bu kararı red ve bu hükmü nakzedecektir.

En ziyade bizi gayet hayretle, nihayet bir me'yusiyete düşüren şudur ki: Isparta'da habbeyi yüz kubbe yapıp, hiçbir hakikata istinad etmiyen evham ve ihbarata binaen hakkımda verdikleri karara karşı, mezhebimizde yalana hiç bir cihetle cevaz verilmediğinden, aleyhimde de olsa, hak ve doğru söylemek mecburiyetiyle, yüzyirmi sahife kuvvetli ve mantıkî delillerle kendimi müdafaa ettiğim ve bu kanunla hiçbir cihetle temasım olmadığını isbat ettiğim halde; bu müdafaatımı ve isbatımı hiç nazara almayarak, te'lif tarihiyle istinsah tarihlerini, hatta bir şahsa da irsal eylediğim tarihleri dahi birbirine mağlata ile karıştırıp ve yirmi senelik işi, bir sene zarfında olmuş gibi görerek nakarat gibi, Isparta'daki evhamlı kararı; hem sorgu hakimlerinin kararnamesinde, hem makam-ı iddianın iddianâmesinde, hem bizi mahkum eden mahkemenin son kararında aynen, haklı müdafaatımız nazara alınmadan tekrar edilmiş ve bizi mahkum etmişlerdir. Ehl-i hak ve hakikatı titreten bu haksızlığın bir an evvel ref'i ve Risale-i Nur'un mâsumiyetinin ilânını, şiddetle adliyenin en yüksek makamı olan âli mahkemeden beklerim. Eğer pek haklı ve kuvvetli bu feryadımı -farz-ı muhal olarak- adliyenin yüksek makamı işitip dinlemezse, şiddet-i me'yusiyetten diyeceğim: "Bu memlekette ve dünyada adâlet kalkıyor."

Ey beni bu belâya sevkedip bu hadiseyi icad eden mülhid zalimler! Madem ve her halde, mânen ve maddeten beni idam etmeye niyet etmiştiniz, neden mazlumların ve biçarelerin hukuklarını muhafaza eden adliyenin çok ehemmiyetli haysiyetini rahnedar edecek entrikalarla, dolaplarla, adliyenin eliyle yürüdünüz? Doğrudan doğruya karşıma merdane çıkıp. "Senin vücudunu bu dünyada istemiyoruz" demeli idiniz.

Sorgu hâkimlerinin dört aya yakın bir zamanda -yüzonyedi adamın isticvabı ve tahkikatıyla- meşgul olduğu bir mes'eleyi bir buçuk günde Ağır Ceza Mahkemesi gayet sathi bir nazarla bakıp, onların içindeki noksan ve hataları görmiyerek ve bilhassa akademi hey'et-i müvacehesinde izah ve isbat edeceğimi iddia ettiğim Risale-i Nur 'daki mühim keşfiyat-ı mâneviyeye ait ilmi müdafaatım, esbab-ı mucibe ile red ve cerhedilmeksizin, sathi bir nazarla hükümde isti'cal ettiklerinden, hakperest ve adâletperver olmalarına rağmen, bu sathi nazar sebebiyle, verilen pek yanlış bu kararın isabet-i kanuniyesi olmadığından, mucib-i tedkik ve nakzdır.

NETİCE: Bu babdaki duruşma evrakının ve bilhassa müsadere edilen matbu' ve gayr-ı matbu' risalelerimin tedkik ve mütâlaâsından anlaşılacağı üzere, ilmî ve mantıkî ve kanunî bütün itirâzât ve müdâfaâtım nazar-ı teemmüle alınmamış, gerek sorgu hakimliğince ve gerek mahkemece esbab-ı mucibe gösterilmeksizin, delilsiz ve kanunsuz, indi mütalaâlarla açıktan reddedilmiş ve bu sebeple, otuz seneden beri Avrupa feylesoflarına ve medeniyetin sefih kısmına karşı Türk ve İslâm hukukunu müdâfaâ eden ve tılsım-ı kâinatın muammasını açan ve mânevi keşfiyatı hâvi risalelerim (Haşiye)(3) müsadere olunduktan başka; ahvâl-i sıhhiyem noktasında tahammül edemiyeceğim cismânî ceza ile mahkum edilmiş olduğumdan; gerek yukarıda serdedilen sebebler ve gerekse iddiânâmeye karşı verdiğim itiraznâmem ve son celse-i muhakemede esasa dair beş umdeyi hâvi tahriri takdim ettiğim ikinci itiraznâmem ve son müdâfaâtımda tafsilen izahata ve ilmî ve kanunî sebeplere ve inde't-tedkik tesadüf buyurulacak nevakıs-ı kanuniyeye binaen, pek açık ve sarih bir surette mazuriyetimi istilzam eden bu hükmünüzün nakziyle, adâletin izharını yüksek hey'etinizden isterim. Hasbunallahi ve nime'l vekil der ve tevekkül ile Cenab-ı Hakka iltica eylerim.

Ma'sumiyetimizin kat'i bir delili de şudur ki: Bu işte en ziyade alâkadarlık gösteren Dahiliye Vekili, hükûmetin resmî lisaniyle i'lân etmiştir ki: "Bu işte rejim ve hükûmet aleyhdarlığı mevcud olmadığını ve devletin dahili emniyetini ihlal edecek bir halde bulunmadığını ve sadece âdi bir zabıta vak'asından ibaret ve halk arasında hiç bir te'siri olmadığını, resmen bildirmiştir."

İşte, Dâhiliye Vekilinin bu canlı beyanatı, bizi tebrie ediyor. Bu hadiseye sebebiyet verdiği anlaşılan zabıta vak'ası ise, bize alâkası olmadığı ve ancak bu mes'elede suçlu gösterilecek inde'l-mahkeme bura mahkemesince beraet kazanan Eğridirli bir kimseye taalluku bulunduğundan, bu def'a da bize temas etmemekte bulunmuştur. 

Masum Arkadaşlarımın Mazlumiyetinden Gelen Feryatlarının İşitilmediği ve Benim de Onlarla Konuşturulmadığım Bir Zamanda, Onların Me'yusiyetlerine Bir Teselli Vermek İçin Yazdığım En Mahrem Bir Fıkradır.

(Bu makama münasebetiyle ilave edilmiştir)

Hafiz-i Zülcelâl'in hıfz ve himayetine bakınız ki; mes'elemiz münasebetiyle Risale-i Nur'un risaleleri adedine muvafık olarak, yüzyirmi küsur adamın mahrem evrakları ile istintakta oldukları halde ve ecnebilerin entrikalarıyla ve muhalif komitecilerin dolaplariyle mevcud ve münteşir müteaddid cemiyetlerin hiçbiri ile Risale-i Nur 'un hiçbir şakirdinin münasebetdarlığını gösterecek hiçbir madde bulunmaması, gayet zâhir ve parlak bir himaye-i Rabbaniye olduğu ve bir muhafaza-i İlâhiye ve İmam-ı Ali ve Gavs-ı A'zam (Radıyallahû Anhüma) nın Risale-i Nur 'a keramet-i gaybiyelerini cidden te'yid eden bir inayet-i Rahmaniye'dir.

Kırk ikilik bir top güllesini, kırkiki mâsum ve mazlum kardeşlerimizin dergâh-ı İlahiyeye açılan elleriyle doldurup, geri çevirip atanların başlarında manen patlattırdı. Bizlere zararı, yalnız ehemmiyetsiz ve sevaplı ve hafif bir kaç yara ve bereden başka olmadı. Böyle bir seneden beri doldurulan bir toptan, böyle pek az zarar ile kurtulmak hârikadır. Böyle pek büyük bir nimete karşı, şükür ve sürur ve sevinç ile mukabele gerektir. Bundan sonraki hayatımız bize ait olamaz; çünkü müfsidlerin plânlarına göre, yüzde yüz mahv idi. Demek bundan sonraki hayatı kendimize değil, belki hak ve hakikata vakfetmeliyiz. Şekva değil, belki daima şükrettirecek her şeyde rahmetin izini, yüzünü, özünü görmeye çalışmalıyız. Said Nursi

(Mahkeme-i Temyizin dâvâmızı nakzetmeyip tasdiki takdirinde, tashih-i dâvâ için hey'et-i vekileye yazılmış bir arzuhaldir.)

Sâbık yüzyirmi küsur sahifeden ibaret yedi sahife müdâfaâtım, müteaddit def'a mahkemede okunmakla beraber müteaddit mahkemenin defterlerinde zabta geçmiş. Bu gelecek tashih layihası ise, daha temyiz evrakımız gelmediğinden okunmamış ve zabta geçmemiştir. Elbette yakında o da zabta geçer.

Orada zahiren görülecek şekva ise, hükûmetten şekva değil; belki hükümete şekva etmektir. Ve tenkidler dahi, hükûmete değil; belki, hükûmeti iğfale çalışan entrikacıları tenkid etmektir.

TASHİH LAYİHASI

Ey ehl-i hall ve akd! Dünyada emsali nâdir bulunan bir haksızlığa giriftar edildim. Bu haksızlığa karşı sükût etmek hakka karşı bir hürmetsizlik olduğundan, bilmecburiye gayet ehemmiyetli bir hakikatı fâşetmeye mecburum. Diyorum ki: 

Ya benim idamımı ve yüzbir sene cezayı istilzam edecek kusurumu kanun dairesinde gösteriniz veyahut bütün bütün divane olduğumu isbat ediniz; veyahud benim, Bu satırın kelimeleri arasında çok boşluk bırakılmış biraz kapatılabilir risalelerimin ve dostlarımın tam serbestiyetimizi verip, zarar ve ziyanımızı müsebbiblerinden alınız. (Hâşiye)(4)

Evet, her bir hükûmetin bir kanunu, bir usulü var, o kanuna göre ceza verilir. Hükûmet-i Cumhuriyenin kanunlariyle beni ve dostlarımı en ağır bir cezaya müstehak edecek esbab bulunmazsa; elbette takdir ve mükâfat ve tarziye ile beraber, tam hürriyetimizi vermek lâzım gelir. Çünki meydandaki gayet ehemmiyetli hizmet-i Kur'aniyem eğer hükûmetin aleyhinde olsa, böyle bir senelik ceza bana, birkaç dostuma altışar ay mahkûmiyetle olamaz. Belki yüzbir sene ve idam gibi ceza bana ve en ağır cezaları da benim ciddi hizmetime irtibat edenlere vermek lâzım gelir.

Eğer hizmetimiz hükûmetin aleyhinde olmazsa; o vakit değil ceza, hapis ittiham, belki takdir ve mükâfatla karşılanmak lâzım gelir. Çünki, bir hizmet ki; yüzyirmi risale, o hizmetin tercümanları olmuş. Ve o hizmetle, koca Avrupa feylesoflarına meydan okuyup, esasları zir ü zeber edilmiş. Elbette o tesirli hizmet ya dâhilde gayet müdhiş bir netice verir veyahut gayet nâfi ve yüksek ve ilmî bir semere verecek. Onun için, göz boyamak nevinde ve efkâr-ı ammeyi aldatmak tarzında ve hakkımızda zalimlerin entrikalarını, yalanlarını setretmek suretinde, çocuk oyuncağı gibi bana bir sene ceza verilmez. Benim emsalim, ya idam olur, darağacına müftehirane çıkarlar, veyahud lâyık olduğu makamda serbest kalırlar.

Evet, binler lira kıymetinde elmasları çalabilen mâhir bir hırsız, on kuruşluk bir cam parçasına hırsızlık etmekle elmas çalmış gibi aynı cezaya kendini mahkûm etmek; dünyada hiçbir hırsızın, belki hiçbir zîşuurun kârı değildir. Hırsız kurnaz olur. Böyle nihayet derecede eblehane hareket etmez.

Ey efendiler! Haydi, vehminiz gibi ben o hırsız gibi oldum. Ben Isparta nahiyelerinde perişan, bir köyde dokuz sene inzivada bulunan ve şimdi benimle beraber gayet hafif bir cezaya mahkûm olan safdil beş-on biçarelerin fikirlerini hükûmet aleyhine çevirmekle, kendimi ve gaye-i hayatım olan risalelerimi tehlikeye atmaktan ise; eski zamanda olduğu gibi, Ankara'da veya İstanbul'da büyük bir memuriyette oturup, binler adamı takip ettiğim maksada çevirebilirdim. O vakit, böyle zelilkâme mahkûmiyet değil, belki mesleğime ve hizmetime münasib bir izzetle dünyaya karışabilirdim. Evet, fahr ve temeddüh niyetiyle değil, belki mecburiyet ve mahcubiyetle, hodfüruşane eski bir kısım riyakârlığı hatırlatmakla; beni ehemmiyetsiz, vücudundan istifade edilmez, adi bir mertebeye sukut ettirmek istiyenlerin yanlışlarını göstermek için derim:

"İki Mekteb-i Musibet Şehâdetnâmesi" namındaki matbu' eski müdâfaâtımı görenlerin tasdikiyle, bir nutuk ile isyan etmiş sekiz taburu itaate getiren ve bir zaman gazetelerin yazdıkları gibi, İstiklâl Harbinde "Hutuvat-ı Sitte" nâmında bir makale ile İstanbul'daki efkâr-ı ulemâyı İngiliz aleyhine çevirip, harekât-ı milliye lehinde ehemmiyetli hizmet eden ve Ayasofya'da kırkbin adama nutkunu dinlettiren ve Ankara'daki Meclis-i Meb'usan'ın şiddetli alkışlamasiyle karşılanan ve yüzellibin banknot, yüzaltmışüç meb'usun imzası ile Medrese ve Dârü'l-Fünun'a tahsisatı kabul ettiren ve reis-i cumhurun hiddetine karşı divan-ı riyasette (Hâşiye)(5) kemal-i metanetle fütur getirmeyerek mukabele edip, hiddetine karşı "Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur." diyen ve Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye'de, hükûmet-i İttihadiyenin ittifakiyle, hikmet-i İslâmiyeyi Avrupa hükemasına tesirli bir surette kabul ettirmek vazifesine lâyık görünen ve cephe-i harpte yazdığı ve şimdi müsadere edilen "İşârâtü'l-İ'câz" o zamanın başkumandanı olan Enver Paşa'ya o derece kıymetdar görünmüş ki kimseye yapmadığı bir hürmetle, istikbaline koştuğu o yadigâr-ı harbin hayrına, şerefine hissedar olmak fikriyle, İşârâtü'l-İ'caz'ın tab'ı için kâğıdını vererek, müellifin harbdeki mücahedatı takdirkârane yâdedilen bir adam; böyle adi bir beygir hırsızı veyahut kız kaçırıcı ve bir yankesici gibi en aşağı bir cinayetle kendini bulaştırıp, izzet-i ilmiyesini ve kudsiyet-i hizmetini ve kıymetdar binler dostlarını rezil edip sükût edemez ki; siz onu bir senelik ceza ile mahkum edip, âdi bir keçi, koyun hırsızı gibi muamele edesiniz... Ve sebepsiz, on sene sıkıntılı bir tarassudla ta'zib edildikten sonra; şimdi de bir sene hapis ile beraber bir sene de nazeret altında tutmak suretiyle (padişahın tahakkümünü kaldıramadığı halde) garazkâr bir hafiyenin veya âdi bir polisin tahakkümü altında azab vermekten ise, idam edilmesini daha evlâ görür. Eğer böyle bir adam dünyaya karışsaydı ve karışmaya arzusu olsaydı ve hizmet-i kudsiyesi müsaade etseydi, Menemen Hâdisesinin ve Şeyh Said Vâkıâsının onar misli olacak bir tarzda karışırdı. Dünyaya işittirecek bir top sadası, bir sinek sadasına inmiyecekti.

Evet, hükûmet-i Cumhuriyenin nazar-ı dikkatine arzediyorum ki; beni bu belâya sevkeden gizli komitenin yaptığı tedabir ve ettiği propaganda ve entrikalar bu hali gösteriyor. Çünki, hiç bir hâdisede görülmemiş bir tarzda umumî bir propaganda, bir entrika ve bir dehşet aleyhimize döndüğüne delil şudur ki: Altı aydır, yüzbin dostum varken, hiç biri bana bir mektub yazamadı, bir selâm gönderemedi; hükûmeti iğfale çalışan entrikacıların ihbârâtiyle Vilâyât-ı Şarkiyeden, ta Vilâyat-ı Garbiyeye kadar her yerde istintaklar, taharriyatlar devam ettiğidir. İşte, bu entrikacıların çevirdikleri plan, benim gibi binler adamı en ağır cezalar çarpacak bir hâdiseye göre tertip edilmiş; halbuki en âdi bir adamın, en âdi bir hırsızlığı gibi bir hâdiseyi andıracak bir ceza vaziyetini netice verdi. Yüzonbeş belki beşyüz adamdan, onbeş mâsumlara beş-altı ay ceza verildi.

Acaba dünyada hiçbir zîakıl, elinde gayet keskin elmas kılınç bulunsa, müdhiş bir arslanın veya ejderhanın kuyruğuna hafifçe iliştirip, kendine musallat eder mi? Eğer maksadı tahaffuz veyahut döğüşmek ise, kılıncı başka yere havale eder. İşte sizin nazarınızda ve vehminizde beni o adam gibi telakki etmişsiniz ki; beni bu tarzda cezaya, mahkûmiyete çarptınız. Eğer bu derece hilaf-ı şuur ve muhalif-i akıl hareket ediyorsam, koca memlekete dehşet verip propaganda ile efkâr-ı âmmeyi aleyhime çevirmek değil, belki âdi bir divane gibi tımarhaneye gönderilmem lâzım gelir. Eğer verdiğiniz ehemmiyete mukabil bir adam isem, elbette arslanı kendine saldırmamak ve ejderhayı kendine hücum ettirmemek için, o keskin kılıncı onların kuyruklarına uzatmaz; belki mümkün olduğu kadar kendini muhafaza edecek... Nasıl ki on sene ihtiyari bir inzivayı ihtiyar edip, tâkat-ı beşerin fevkinde sıkıntılara tahammül ederek, hükûmetin işine hiçbir cihetle karışmadım ve karışmak arzu etmedim. Çünki hizmet-i kudsiyem beni menediyor.

Ey ehl-i hall ve akd! Acaba hiç mümkün müdür ki, yirmibeş sene evvel gazetelerin yazdığı gibi, bir makale ile otuzbin adamı kendi fikrine çeviren; ve koca Hareket Ordusu'nun nazar-ı dikkatini kendine çeviren ve İngiliz Baş Papazı'nın, altıyüz kelime ile istediği suallerine altı kelime ile cevap veren ve bidayet-i hürriyette en meşhur bir diplomat gibi nutuk söyliyen bir adamın yüzyirmi risalesinde dünyaya, siyasete bakacak yalnız onbeş kelime mi bulunur? Hiç akıl kabul eder mi ki bu adam siyaseti takib ediyor ve maksadı dünyadır ve hükûmete ilişmektir? Eğer fikri, siyaset ve hükûmete ilişmek olsaydı, böyle bir adam, bir tek risalesinde sarihan, işareten yüz yerde maksadını ihsas edecekti. Acaba o adamın maksadı siyasetçe tenkid olsa idi, yalnız tesettür ve irsiyete dair eski zamandan beri câri bir-iki düsturdan başka medar-ı tenkid bulunamaz mı idi?

Evet, koca bir inkılabı yapan bir hükümetin rejimine muhalif bir fikr-i siyaseti takib eden bir adam, bir-iki mâlum maddeler değil, yüzbinler madde-i tenkid bulabilirdi. Güya Hükûmet-i Cumhuriyenin -yalnız- inkılâbı, bir-iki küçük mes'elededir. Ben de, onu hiçbir tenkid maksadım olmadığı halde, eskiden yazdığım bir-iki kitabımda zikrettiğim bir-iki kelime varmış diye, hükûmetin rejimine ve inkılâbına hücum ediyor denilmiş. İşte, ben de soruyorum: Böyle en edna bir cezaya medar olamayan ilmî bir maddeye, koca bir memleketi meşgul edip endişe verecek bir şekil verilir mi?

İşte beni ve beş-on dostlarımı bu âdi, ehemmiyetsiz cezaya çarpmak; umum memlekette aleyhimize şiddetli bir propaganda ve milleti korkutup bizden nefret ettirmek ve tevkifim için Dahiliye Nâzırını, mühim bir kuvvetle -Isparta'da bir tek neferin göreceği işi görmek için- Isparta'ya celbedilmesi ve Hey'et-i Vekile Reisi İsmet, Vilâyât-ı Şarkiyeye o münasebetle gitmesi ve iki ay benim hapisde bütün bütün konuşmaktan men'edilmem ve bu gurbette, kimsesizlikte, hiçbir kimsenin hâlimi sormak ve selâm göndermesine meydan verilmemesi gösteriyor ki; dağ gibi bir ağaçta, nohut gibi bir tek meyve bulundurup; mânâsız, hikmetsiz, kanunsuz bir vaziyettir ki; değil Hükûmet-i Cumuhuriye gibi en ziyade kanunperest ve kanuni bir hükümet, belki hikmetle iş görmek mânâsiyle hükûmet namı verilen dünyada hiçbir hükûmetin işi olamaz. Ben hükûmet-i cumhuriyenin kanunlarına istinaden hukukumu, kanun dairesinde istiyorum. Kanun namına kanunsuzluk edenleri, cinayetle itham ediyorum. Böyle cânilerin keyiflerini, elbette Hükûmet-i Cumhuriyenin kanunları reddeder ve hukukumu iade eder ümidindeyim. Eskişehir hapsinde tecrid-i mutlakta mevkuf Said Nursi(6)

* Eskişehir mahkemesinde makam-ı iddianın nasılsa bir sehiv neticesi, Risale-i Nur'un iman derslerine "Halkları ifsad ediyor" gibi bir tabir ve sonradan o tabirden vazgeçtiği halde, Risale-i Nur şakirdlerinden Abdürrezzak namında bir zât mahkemeden bir sene sonra demiş:

"Hey bedbaht! Otuzüç âyât-ı Kur'aniye işaratının takdirine mazhar ve İmam-ı Ali'nin (R.A.) üç kerametinin ihbar-ı gaybîsiyle ve Gavs-ı A'zam'ın (K.S.) kuvvetli bir tarzda ihbarıyla kıymet-i diniyesi tahakkuk eden ve bu yirmi sene zarfında idareye hiçbir zararı dokunmayan ve hiç kimseye hiçbir zarar vermemesi ile beraber binler vatan evlâdını tenvir ve irşad eden ve imanlarını kuvvetlendiren ve ahlâklarını düzelten Risale-i Nur'un irşadlarına "ifsad" diyorsun. Allah'tan korkmuyorsun, dilin kurusun!" demiş.(7)

* Ve gizli zındıkların iftiralarına binaen kanunlar onu mes'ul ettiği halde, üç mahkeme onun takib ettiği hakikata karşı mağlub olup, mahkûmiyetine cesaret etmeyen..(8)

* Eskişehir Mahkemesinde altı ay tedkikten sonra ve sebebi de cem'iyetçilik, tarîkatçılık olduğu, o evham bahanesiyle büyük bir reisin ona şahsî garazı ile onun aleyhinde bazı adliyecileri teşvik ettiği halde, cem'iyetçilik, tarîkatçılık ve Risale-i Nur cihetinde beraet ettirip, yalnız Risale-i Nur'un bir küçük parçası olan Tesettür Risalesi'ni bahane ederek kanunen değil de, kanaat-ı vicdaniye ile yüz şakird içinde beş-on şakirde altı ay ceza verdiler ki; tedkik zamanına kadar dört ay mevkuf, yani birbuçuk ay hapis kaldıkları..(9)

*Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesini hayrette bırakan ve üstünde göz ile görünen bir kerametiyle ve kıyamet ve haşri isbat eden hârika hüccetleriyle iştihar eden Yirmidokuzuncu Söz'e..(10)

Dipnotlar

1-Osmanlıca Lem'alar, s.589-603

2-Haşiye: Yani : "Hükûmet bir siyaset takib etmiyor, hâşâ sümme hâşâ ! Hükûmetin siyaseti dinsizliktir." diye tevehhüm eden o mülhidin nazarında benim, Kur'an-ı Hakim'in nusûs-u kat'iyyesinden tereşşuh eden Risale-i Nur ile takib ettiğim hakâik-ı imaniyeye hizmetimi muhalif bir siyaset demekle, dünyada en şe'ni bir iftirayı eder.

3-Hâşiye: Bu kadar kitab, değil bir sene zarfında; birkaç sene zarfında da meydana gelmesi mümkün olmadığından ancak yirmi senede yazılmış o ayrı ayrı kitabların müellifinin farz-ı muhal olarak, bir-iki senelik hayatı hatalı olsa bile, yirmi senelik hayatının masum seneleri hangi kanun ile hata olur ki; o eski senelerin mahsulleri olan masum kitablar, müsadere ile mahkûm edilmişler.

4-Hâşiye: Mahkeme-i Temyizden dâvâmızı nakz yerine tasdik geldiği takdirde, hey'et-i vekileye ve hem Meclis-i Meb'usana, hem Dahiliye Vekâletine ve hem Adliye Nezaretine verilmek üzere, dâvâmızı tashih münasebetiyle yazılmış bir layihadır. Eğer bu haklı derdimi ve ehemmiyetli hakkımı bu mercilere dinlettiremezsem, bu hayata veda etmek bana vâcib olur. Çünki, sükûtumla şahsi bir hakkımla beraber, binlerle muhterem hukuk zâyi' olur.

5-Haşiye: Eski Said söz istiyor, diyor ki: "Onüç senedir beni konuşturmadınız. Şimdi, madem beni nazara alıp, sizi ittiham altına alıyorlar ve sizden korkuyorlar; elbette benim onlarla konuşmam lâzım geliyor. Gerçi benlik, enaniyet çirkindir; fakat mağrur ve muannid enaniyetlilere karşı, haklı bir surette ve sırf kendisini müdafaâ ve muhafaza etmek için benlik göstermek lâzım geliyor. Onun için, Yeni Said gibi; mahviyetle, mülâyimâne konuşamıyacağım." Ben de ona söz verdim. Fakat enaniyetlerine, temeddühlerine iştirak etmiyorum.

6-Osmanlıca Lem'alar; 27. Lem'a

7-Şualar-s: 249-250

8-Emirdağ Lahikası-1-s: 291

9-Emirdağ Lahikası-1-s: 292

10-Sikke-i Tasdik-i Gaybi s:113

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

ALLAH RASULÜNÜN MANEVİ ŞAHSİYETİ-2

ALLAH RASULÜNÜN MANEVİ ŞAHSİYETİ-2

Fahr-ı Kainat’a Nasıl Bakmalıyız: Kur’ân’da, “Muhakkak ki, Allah katında sizin en d

NURDAN VECİZELER-8

NURDAN VECİZELER-8

“Hakikaten mümin cennete layık ve kâfir cehenneme muvafık bir mahiyet kesb eder.” İzah: B

YIKILMAKTA OLAN ÜÇÜNCÜ MABET

YIKILMAKTA OLAN ÜÇÜNCÜ MABET

Kimi Yahudiler mecazen veya sembolik anlamda İsrail’e Süleyman Tapınağı makamında üçüncü

SAFVETÜ’T TEFASİR NOTLARI-27

SAFVETÜ’T TEFASİR NOTLARI-27

Nisa: 97: İbn Abbas’ın şöyle dediği rivayet olunur: “Müslümanlardan, İslam’ı hafife a

TACEDDİN TOPAL(1927-2020)

TACEDDİN TOPAL(1927-2020)

Taceddin Topal ağabeyimiz Isparta/Yalvaçlıdır. Yalvaçlılar O’na Taci Dede diye biliyor ve ö

SULTAN 2. BAYEZİD (1481-1512)

SULTAN 2. BAYEZİD (1481-1512)

1448’de Dimetoka’da doğdu. Fâtih Sultan Mehmed’in Gülbahar Hâtun’dan doğan büyük oğl

CENNET VE CEHENNEM SADECE MANEVİ DEĞİLDİR

CENNET VE CEHENNEM SADECE MANEVİ DEĞİLDİR

Cennet ve Cehennem iki yurttur; birisi sevaba birisi azaba, birincisi muttakilere, ikincisi kâfirle

AKSA TUFANI’NIN İSTİKBALDEKİ AKİSLERİ

AKSA TUFANI’NIN İSTİKBALDEKİ AKİSLERİ

De ki: " Bize iki güzellikten birinin dışında başka bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz? Oy

ALLAH RASULÜNÜN MANEVİ ŞAHSİYETİ-1

ALLAH RASULÜNÜN MANEVİ ŞAHSİYETİ-1

Fahr-ı Kâinat Efendimiz, (Aleyhissâlatü vesselâm) Kur’ân’ı Mekkelilere tebliğe başladı

NURDAN VECİZELER-7

NURDAN VECİZELER-7

“İnkılab-ı hakikat olmaz. Nev'-i mutavassıtın silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf, ink

Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah'ın ölüleri diriltmeye de gücünün yeteceğini düşünmezler mi? Evet O, herşeye kadirdir.

Ahkaf, 33

GÜNÜN HADİSİ

"Allah katında, duadan daha kıymetli bir ibadet yoktur."

Tirmizî

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii'nin yeniden ibadete açılışı(15 Nisan 1772) *Turgut Özal'ın Vefatı(17 Nisan 1993) *Türk-Yunan savaşının başlaması(18 Nisan 1897) *Miladi takvime göre Efendimiz'in (s.a.v.)dünyaya teşrifleri(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI