Cevaplar.Org

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-22

HİZMET İNSANLARI *Ben Risale-i Nur'a ehemmiyetli hizmet eden kardeşlerimin tarz-ı hayatlarına dikkat ettim, gördüm ki; aynı benim güzeran-ı hayatım gibi, Risale-i Nur gibi bir neticeye göre techiz edilip sevkedilmiş. Evet Hüsrev, Feyzi, Hâfız Ali, Nazif gibi


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2018-06-29 15:59:31

HİZMET İNSANLARI

*Ben Risale-i Nur'a ehemmiyetli hizmet eden kardeşlerimin tarz-ı hayatlarına dikkat ettim, gördüm ki; aynı benim güzeran-ı hayatım gibi, Risale-i Nur gibi bir neticeye göre techiz edilip sevkedilmiş. Evet Hüsrev, Feyzi, Hâfız Ali, Nazif gibi çok kardeşlerimizin geçen tarz-ı hayatları bu hizmet-i nuriyeye göre bir vaziyet verildiğini onlar hissettikleri gibi; ben de çok has kardeşlerimde, hattâ burada aynen tarz-ı hayatım gibi böyle bir nuranî meyveyi vermek için tanzim edilmiş görüyorum. Hissetmeyen kısmı, dikkat etseler hissedecekler.(1)

*Bir âhiret kardeşim, Muhacir Hâfız Ahmed isminde bir zâtın müdhiş bir hastalığına ziyade merak ettim. Kalbime ihtar edildi: "Onu tebrik et. Herbir dakikası birgün ibadet hükmüne geçiyor." Zâten o zât sabır içinde şükrediyordu(2)

*Hakkı Efendi'dir. Şimdi burada olmadığı için, Hulusi'ye vekâlet ettiğim gibi, ona da vekâleten derim ki: Hakkı Efendi talebelik vazifesini hakkıyla îfa ederken, ahlâksız bir kaymakam geldi. Hem Üstadına, hem de kendine zarar gelmemek için, yazdıklarını sakladı. Muvakkaten hizmet-i Nuriyeyi terketti. Birden bir şefkat tokadı manasında bin lirayı vermeye mükellef olacak bir dava başına açıldı. Bir sene o tehdid altında kaldı. Tâ geldi, burada görüştük, avdetinde hizmet-i Kur'aniyeye talebelik vazifesine girdi. Şefkat tokadının hükmü kalktı, tebrie etti.

Sonra Kur'anı yeni bir tarzda yazmak(3)hususunda talebelere bir vazife açıldı. Hakkı Efendi'ye de hisse verildi. Elhak o, hissesine sahib çıktı. Bir cüz'ü güzel yazdı, fakat derd-i maişet zaruretiyle kendini mecbur bilip gizli dava vekâletine teşebbüs etti. Birden bir şefkat tokatı daha yedi. Kalemi tutan parmağı, muvakkaten kırıldı. Bu parmakla hem dava vekâleti yapmak, hem Kur'anı yazmak olmayacak diye, lisan-ı mana ile ihtar edildi. Dava vekâletine teşebbüsünü bilmediğimiz için parmağına hayret ediyorduk. Sonra anlaşıldı ki: Kudsî, safi hizmet-i Kur'aniye, gayet temiz kendine mahsus parmakları başka işe karıştırmak istemiyor. Her ne ise... Hulusi Bey'i kendim gibi bildim, ona bedel konuştum. Hakkı Efendi de aynen onun gibidir. Eğer benim vekaletime razı olmazsa, kendi tokatını kendi yazsın.(4)

*Bekir Efendi'dir. Şimdi hazır olmadığı için; ben, kardeşim Abdülmecid'e vekalet ettiğim gibi, onun itimad ve sadakatına itimadım ve Şamlı Hâfız ve Süleyman Efendi gibi bütün has dostlarımın hükümlerine (bildiklerine) istinaden diyorum ki: Bekir Efendi, Onuncu Söz'ü tab'etti. İ'caz-ı Kur'ana dair Yirmibeşinci Söz'ü yeni huruf çıkmadan tab'etmek için ona gönderdik. Onuncu Söz'ün matbaa fiatını gönderdiğimiz gibi, onu da göndereceğiz diye yazdık. Bekir Efendi, benim fakr-ı halimi düşünüp matbaa fiatı dörtyüz banknot kadar olduğunu mülahaza ederek ve kendi kesesinden vermek, belki Hoca razı olmaz diye onun nefsi onu aldattı. Tab'edilmedi. Hizmet-i Kur'aniyeye mühim bir zarar oldu. İki ay sonra dokuzyüz lira hırsızların eline geçti. Şefkatli ve şiddetli bir tokat yedi. İnşâallah ziyaa giden dokuzyüz lira, sadaka hükmüne geçti.(5)

*Seyranî'dir. Bu zât, Hüsrev gibi Nur'a müştak ve dirayetli bir talebemdi. Esrar-ı Kur'aniyenin bir anahtarı ve ilm-i cifrin mühim bir miftahı olan tevafukata dair Isparta'daki talebelerin fikirlerini istimzaç ettim. Ondan başkaları, kemal-i şevk ile iştirak ettiler. O zât başka bir fikirde ve başka bir merakta bulunduğu için, iştirak etmemekle beraber, beni de kat'î bildiğim hakikattan vazgeçirmek istedi. Cidden bana dokunmuş bir mektub yazdı. Eyvah dedim, bu talebemi kaybettim! Çendan fikrini tenvir etmek istedim. Başka bir mana daha karıştı. Bir şefkat tokadını yedi. Bir seneye karib bir halvethanede (yani hapiste) bekledi.(6)

* Üç Mustafa'nın küçücük "üç tokat" yemeleridir.

Birincisi: Mustafa Çavuş (R.H.) sekiz senedir bizim hususî küçük câmie, hem sobasına, hem gazyağına, hem kibritine kadar hizmet ediyordu. Hattâ gazyağını ve kibritini sekiz senedir kendi kesesinden sarfettiğini sonra öğrendik. Cemaate, hususan Cuma gecelerinde gayet zarurî bir iş olmayınca geri kalmıyordu. Sonra ehl-i dünya onun safvet-i kalbinden istifade ederek dediler ki: "Sözler'in bir kâtibi olan Hâfız'ın sarığına ilişecekler. Hem gizli ezan, muvakkaten terkedilsin. Sen kâtibe söyle, cebir görmeden evvel sarığı çıkarsın."

O bilmiyordu ki: Hizmet-i Kur'aniyede bulunan birisinin sarığını çıkarmağa dair sözü tebliğ etmek, Mustafa Çavuş gibi yüksek ruhlulara pek ağırdır. Onların sözlerini tebliğ etmiş. O gece rü'yada ben görüyordum ki: Mustafa Çavuş'un elleri kirli, kaymakam arkasında olarak odama geldi. İkinci gün ona dedim: Mustafa Çavuş, sen bugün kim ile görüştün? Seni elin mülevves bir surette kaymakamın arkasında gördüm. Dedi: "Eyvah! Bana böyle bir söz, muhtar söyledi, kâtibe söyle. Ben arkasında ne olduğunu bilmedim." Hem aynı günde bir okkaya yakın gazyağını câmiye getirmiş. Hiç vuku bulmayan, o gün kapı açık kalmış, bir keçi yavrusu içeriye girmiş, büyük bir adam gelmiş, keçi yavrusunun seccademe yakın bıraktığı müzahrefatı yıkamak için, ibrikteki gazyağını su zannedip bütün o gazyağını temizlik yapıyorum diye câminin her tarafına serpmiş. Acaibdir ki, kokusunu duymamış. Demek o mescid lisan-ı hal ile Mustafa Çavuş'a diyor: "Senin gazyağın bize lâzım değil. Ettiğin hata için gazyağını kabul etmedim." diye işaret vermek için o adama koku işittirilmedi. Hattâ o hafta içinde Cuma gecesinde ve birkaç mühim namazda, o kadar çalıştığı halde cemaate yetişemiyordu. Sonra ciddî bir nedamet, bir istiğfar ettikten sonra safvet-i asliyesini buldu.

 İkinci Mustafalar: Kuleönündeki kıymetdar, çalışkan mühim bir talebem olan Mustafa ile, onun çok sadık ve fedakâr arkadaşı Hâfız Mustafa'dır. (R.H.) Ben bayramdan sonra, ehl-i dünya bize sıkıntı verip hizmet-i Kur'aniyeye fütur vermemek için şimdilik gelmesinler, diye haber göndermiştim. Şayet gelecek olurlarsa birer birer gelsinler. Hâlbuki bunlar üç adam birden, bir gece geldiler. Fecirden evvel hava müsaid ise gitmek niyet edildi. Hiç vuku bulmadığı bir tarzda hem Mustafa Çavuş, hem Süleyman Efendi, hem ben, hem onlar, zahir bir tedbiri düşünemedik, bize unutturuldu. Her birimiz ötekine bırakıp ihtiyatsızlık etti. Onlar fecirden evvel gittiler. Öyle bir fırtına onları iki saat mütemadiyen tokatladı ki; bu fırtınadan kurtulmayacaklar, diye telaş ettim. Şimdiye kadar bu kışta ne öyle bir fırtına olmuş ve ne de bu kadar kimseye acımıştım. Sonra Süleyman'ı, ihtiyatsızlığının cezası olarak arkalarından gönderip sıhhat ve selâmetlerini anlamak için gönderecektim. Mustafa Çavuş dedi: O gitse, o da kalacak. Ben de onun arkasından gidip aramak lâzım. Benim arkamdan da Abdullah Çavuş gelmek lâzım." Bu hususta "Tevekkelna alellah" dedik, intizar ettik.(7)

*Hattâ benim arkadaşlarımdan bazıları, yüz hakikat dersini kalben tasdik ile beraber benden işittiği ve bana karşı da fazla hüsn-ü zannı ve irtibatı varken, kalbsiz ve bozuk bir adamın ehemmiyetsiz ve riyakârane iltifatına kapıldı, onun lehinde benim aleyhimde bir vaziyete geldi. Fesübhanallah dedim, insanda bu derece sukut olabilir mi? Ne kadar hakikatsız bir insan idi, diye o bîçareyi gıybet ettim, günaha girdim.

Sonra sâbık işaretlerdeki hakikat inkişaf etti, karanlıklı çok noktaları aydınlattı. O nur ile lillahilhamd, hem Kur'an-ı Hakîm'in azîm tergibat ve teşvikatı tam yerinde olduğunu, hem ehl-i imanın desais-i şeytaniyeye kapılmaları, imansızlıktan ve imanın zaîfliğinden olmadığını, hem günah-ı kebairi işleyen küfre girmediğini, hem Mu'tezile mezhebi ve bir kısım Hariciye mezhebi "Günah-ı kebairi irtikâb eden kâfir olur veya iman ve küfür ortasında kalır." diye hükümlerinde hata ettiklerini, hem benim o bîçare arkadaşım da yüz ders-i hakikatı bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm gibi çok sukut ve dehşetli alçaklık olmadığını anladım. Cenab-ı Hakk'a şükrettim, o vartadan kurtuldum.(8)

*Bir zaman Kur'an-ı Hakîm'in bu tekrar ile şiddetli irşadatı bana bu fikri verdi ki; bu kadar mütemadi ihtarlar ve ikazlar, mü'min insanları sebatsız ve hakikatsız gösteriyorlar. İnsanın şerefine yakışmayacak bir vaziyet veriyorlar. Çünki bir memur, âmirinden aldığı bir tek emri itaatine kâfi iken, aynı emri on defa söylese, o memur cidden gücenecek. Beni ittiham ediyorsun, ben hain değilim, der. Halbuki en hâlis mü'minlere Kur'an-ı Hakîm musırrane mükerrer emrediyor.

 

Bu fikir benim zihnimi kurcaladığı bir zamanda iki üç sadık arkadaşlarım vardı. Onları şeytan-ı insînin desiselerine kapılmamak için pek çok defa ihtar ve ikaz ediyordum. "Bizi ittiham ediyorsun" diye gücenmiyorlardı. Fakat ben kalben diyordum ki: "Bu mütemadiyen ihtarlarımla bunları gücendiriyorum, sadakatsızlıkla ve sebatsızlıkla ittiham ediyorum." Sonra birden sâbık işaretlerde izah ve isbat edilen hakikat inkişaf etti. O vakit o hakikatla hem Kur'an-ı Hakîm'in tam mutabık-ı mukteza-yı hal ve yerinde ve israfsız ve hikmetli ve ittihamsız bir surette ısrar ve tekraratı yaptığını ve ayn-ı hikmet ve mahz-ı belâgat olduğunu bildim. Ve o sadık arkadaşlarımın gücenmediklerinin sırrını anladım.(9)

*Bu sekiz dokuz senedir, liyakatsız olduğum halde, bazı genç zâtlar, hastalık münasebetiyle dua için benimle görüştüler. Dikkat ettim ki; hangi hastalıklı genci gördüm, sair gençlere nisbeten âhiretini düşünmeye başlıyor. Gençlik sarhoşluğu yok. Gaflet içindeki hayvanî hevesattan bir derece kendini kurtarıyor. Ben de bakıyordum, onların tahammül dâhilindeki hastalıklarını bir ihsan-ı İlahî olduğunu ihtar ederdim.

Derdim ki: "Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim, hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki dua edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra Hâlık-ı Rahîm inşâallah sana şifa verir."

Hem derdim: "Senin bir kısım emsalin sıhhat belasıyla gaflete düşüp, namazı terkedip, kabri düşünmeyip, Allah'ı unutup, bir saatlik hayat-ı dünyeviyenin zahirî keyfi ile, hadsiz bir hayat-ı ebediyesini sarsar, zedeler, belki de harab eder. Sen hastalık gözüyle, her halde gideceğin bir menzilin olan kabrini ve daha arkasında uhrevî menzilleri görürsün ve onlara göre davranıyorsun. Demek senin için hastalık, bir sıhhattır. Bir kısım emsalindeki sıhhat, bir hastalıktır."(10)

Hastalık gafleti dağıtır, âhireti düşündürür, ölümü tahattur ettirir, öylece hazırlanır. Bazı öyle bir kazancı olur ki; yirmi senede kazanamadığı bir mertebeyi yirmi günde kazanıyor. Ezcümle, arkadaşlarımızdan -Allah rahmet etsin- iki genç vardı. Biri İlama'lı Sabri, diğeri İslâmköy'lü Vezirzade Mustafa. Bu iki zât, talebelerim içinde kalemsiz oldukları halde, samimiyette ve iman hizmetinde en ileri safta olduklarını hayretle görüyordum. Hikmetini bilmedim. Vefatlarından sonra anladım ki; her ikisinde de ehemmiyetli bir hastalık vardı. O hastalık irşadıyla, sair gafil ve feraizi terkeden gençlere bedel, en mühim bir takva ve en kıymetdar bir hizmette ve âhirete nâfi' bir vaziyette bulundular. İnşâallah iki senelik hastalık zahmeti, milyonlar sene hayat-ı ebediyenin saadetine medar oldu. Ben onların sıhhatı için bazı ettiğim duayı, şimdi anlıyorum dünya itibariyle beddua olmuş. İnşâallah o duam, sıhhat-ı uhreviye için kabul olunmuştur.

İşte bu iki zât, benim itikadımca, on senelik bir takva ile elde edilecek bir kazanç kadar bir kâr buldular. Eğer ikisi, bir kısım gençler gibi sıhhat ve gençliğine güvenip, gaflet ve sefahete atılsaydılar; ölüm de onları tarassud edip tam günahlarının pislikleri içinde yakalasaydı; o nurlar definesi yerine, kabirlerini akrepler ve yılanlar yuvası yapacaklardı.(11)

*Bana sekiz sene kemal-i sadakatla hiç gücendirmeden hizmet eden Barla'lı Süleyman'ın halasının, bir vakit gözü kapandı. O sâliha kadın, bana karşı haddimden yüz derece fazla hüsn-ü zan ederek, "Gözümün açılması için dua et" diyerek, câmi kapısında beni yakaladı. Ben de, o mübarek ve meczube kadının salahatını duama şefaatçı yapıp, "Ya Rabbi, onun salahatı hürmetine onun gözünü aç" diye yalvardım. İkinci gün Burdur'lu bir göz hekimi geldi, gözünü açtı. Kırk gün sonra yine gözü kapandı. Ben çok müteessir oldum, çok dua ettim. İnşâallah o dua, âhireti için kabul olmuştur. Yoksa benim o duam, onun hakkında gayet yanlış bir beddua olurdu. Çünki eceli kırk gün kalmıştı. Kırk gün sonra -Allah rahmet etsin- vefat eyledi.

İşte o merhume, kırk gün Barla'nın hazînane bağlarına rikkatli ihtiyarlık gözüyle bakmasına bedel; kabrinde, Cennet bağlarını kırkbin günlerde seyredeceğini kazandı. Çünki imanı kuvvetli, salahatı şiddetli idi. Evet bir mü'min gözüne perde çekilse ve gözü kapalı kabre girse, derecesine göre, ehl-i kuburdan çok ziyade o âlem-i nuru temaşa edebilir. Bu dünyada nasıl çok şeyleri biz görüyoruz, kör olan mü'minler görmüyorlar. Kabirde o körler, iman ile gitmiş ise, o derece ehl-i kuburdan ziyade görür. En uzak gösteren dûrbînlerle bakar nev'inde, kabrinde derecesine göre Cennet bağlarını sinema gibi görüp temaşa ederler.(12)

* Bir zaman Barla'da bir zât, ağaçtan bir kutuda cevizli bir tatlı bana göndermişti. Mukabilini verdiğim o birbuçuk kilo lokmalardan her gün altışar tane ben kendim yerdim ve bazan o kadar ve daha ziyade başkalara teberrük olarak verirdim. Sıddık Süleyman bu hâdiseyi belki tahattur eder. Bir aydan ziyade devam etti. Sonra merhum Galib Bey ile hesab ettik, onun beş-altı misli bereket, içinde olduğuna kanaatımız geldi. Ben o vakit dedim: "Bu zâtta ehemmiyetli bir bereket, bir ihlas var." Şimdi tahmin ve tahattur ediyorum ki, o zât Hacı Hâfız imiş. O acib bereketin şimdi sırrı çıkmış.(13)

*Hâfız Ali Kardeşim! Bir zaman Barla'da Cuma gecesinde dua ederken, senin âmîn sesini iki defa sarihan işittim. Arkama baktım. Dedim: "Hâfız Ali ne vakit gelmiş." Dediler: "O burada yoktur." Ben şimdi o vakıadan diyebilirim ki; üç-dört saat mesafeden duama âmînini işittirmesi, otuz günlük mesafeden buradaki zaîf davet ve duama kuvvetli ve tesirli bir âmîn hükmünde olan yazıların imdadıma yetişmesi çok manidar bir tevafuktur.(14)

Bu dört zât, bu fakirle beraber hizmette sebkat edip Hulusi ihlâsıyla, Sabri takdiriyle, Süleyman sadakatıyla, Bekir hizmet ve gayretiyle hizmet-i Kur'aniyede bulundular.(15)

* Sıddık Sabri! Senin cisminde (ayağında) kardeşliğimin sikkesini gördüğüm zaman bir hiss-i kabl-el vuku ile kalbime geldi: Bu zât mühim bir vakitte bana çok ehemmiyetli bir kardeşlik edecek. Ve muvaffak oldun, yaptın. Allah senden ebeden razı olsun.(16)

* Eskide bir zaman Barla'da, bütün tarîkatların şecere-i külliyesini tanzim ve istinsah etmek için Hâfız Ali ile Hüsrev o vakit o işde bulundular, çalıştılar. Tâ o vakitte bu iki zât, ileride Risale-i Nur'a ehemmiyetli hizmette bulunacaklarını ve başta iki göz gibi, iki bakar bir görür, diye kuvvetli bir temenni ile ümid etmiştim. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki; o ümidim, o zamandan beri tahakkuk etti ve ediyor ve şimdi tam oldu.(17)

* Lâhika'ya giren Isparta'lı kardeşlerimizin mektublarının bazılarında, üstadları hakkında ifrat ile tavsifat gördüm. Kendime de baktım, o vasıflardan zekatı da bana düşmüyor, benim hakkım değil. Dedim: "Acaba bu hakikatperest kardeşlerim çok ikazatımla beraber, bu hüsn-ü zan ifratında hem devamlarında faideleri nedir?" Kalbe ihtar edildi ki: "Onlar ve memleketleri Isparta havalisi, onların en büyük hüsn-ü zanları derecesinde hüsn-ü zanlarının yümnünü gördükleri için, Beşkazalı Osman-ı Hâlidî ve Topal Şükrü gibi ehl-i velayete iktidaen, o nokta-i nazardan ifrat etmemişler, bir hakikat görmüşler. Fakat nasıl keşfiyat tevile ve rü'yalar tabire muhtaçtır; hususî hükümler tamim edilse, bir cihette hata görünür. Öyle de onlar, Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsinin kendilerine ve memleketlerine ettiği faideyi, o şahs-ı manevînin mümessillerinden birisi olan üstad dedikleri bu kardeşlerine verip, o memleket hâdisesini umumî bir hâdise nazarıyla bakıp tamim ederek, müfritane bir hüsn-ü zan suretinde göründü."(18)

*Gayet küçük ve latif, bugünlerde vaki' olan mes'eleyi söyleyeceğim. Şöyle ki: Fecirden evvel hatırıma geldi ki; bir zâtın kalbine vesvese verecek bir tarzda tarafımdan sözler söylenilmişti; keşki dedim onu görseydim, kalbindeki dağdağayı izale etseydim. Aynı dakikada, Nis'e gitmiş bir parça kitabım bana lâzım idi; keşki elime geçseydi dedim. Sabah namazından sonra oturdum; baktım aynı zât, o kitab parçası elinde olduğu halde içeri girdi. Ona dedim: "Senin elindeki nedir?" Dedi: "Bilmiyorum, kapının önünde Nis'ten gelmiş diye birisi bana verdi; ben de size getirdim." Fesübhanallah dedim; böyle bir vakitte bu adamın evinden çıkıp gelmesi ve şu Söz'ün Nis'den gelmesi, hiç tesadüfe benzemiyor. Ve böyle bir adama şöyle bir parça kitabı aynı dakikada eline verip bana gönderen, elbette Kur'an-ı Hakîm'in himmetidir diyerek, Elhamdülillah dedim; benim en küçük, ehemmiyetsiz, hafî arzu-yu kalbimi bilen birisi, elbette bana merhamet ediyor, beni himaye ediyor; öyle ise dünyanın minnetini beş paraya almam.

İkinci Misal: Biraderzadem merhum Abdurrahman, sekiz seneden beri benden ayrılıp dünyanın gaflet ve evhamlarına bulaştığı halde, şahsıma karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zannı varmış. Bende olmayan ve elimden gelmeyen himmeti istiyor ve meded bekliyordu. Kur'an-ı Hakîm'in himmeti imdadına yetişti. Haşre dair olan Onuncu Söz'ü, vefatından üç ay evvel eline yetiştirdi. O Söz onu manevî kirlerinden ve evham ve gafletten temizlemekle beraber; âdeta mertebe-i velayete çıkmış gibi, vefatından evvel yazdığı mektubunda üç zahir keramet izhar etmiş. Yirmiyedinci Mektub'un fıkraları içinde dercedilmiş, müracaat olunsun.

Üçüncü Misal: Burdur'lu Hasan Efendi isminde ehl-i kalb birâhiret kardeşim ve talebem vardı. Bana karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zan ederek, büyük bir veliden himmet beklemek gibi bîçare benden meded bekliyordu. Birdenbire hiç münasebet yokken, Otuzikinci Söz'ü Burdur köylerinde oturan birisine mütalaa etmek üzere verdim. Sonra Hasan Efendi hatırıma geldi, dedim: "Şayet Burdur'a gidersen Hasan Efendi'ye ver, beş-altı gün mütalaa etsin." O adam gitmiş, doğrudan doğruya Hasan Efendi'ye vermiş. Hasan Efendi'nin eceli otuz-kırk gün kalmıştı. Gayet susamış bir adamın, âb-ı kevser gibi tatlı suya rastgelirken yapışması gibi; öyle de Otuzikinci Söz'e yapışmış, mütemadiyen mütalaa yapa yapa ve tefeyyüz ede ede, hususan Üçüncü Mevkıfındaki muhabbetullah bahsinde, tamamıyla derdine deva bulmuş ve bir kutb-u a'zamdan beklediği feyzi onda bulmuş. Sağlam olarak câmiye gitmiş, namaz kılmış, orada ruhunu Rahman'a teslim eylemiş (Rahmetullahi Aleyh).

Dördüncü Misal: Hulusi Bey'in Yirmiyedinci Mektub'daki fıkralarının şehadetiyle; en mühim ve müessir tarîkat olan Nakşî tarîkatından ziyade himmet ve meded, feyiz ve nuru; esrar-ı Kur'aniyenin tercümanı olan nurlu Sözler'de bulmuştur.

Beşinci Misal: Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman'ın (Rahmetullahi Aleyh) vefatı üzerine ve daha sair elîm ahvalât içinde bir perişaniyet hissetmişti. Hem elimden gelmeyen manevî himmet ve meded bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birdenbire mühim birkaç Söz'ü ona gönderdim. O da mütalaa ettikten sonra yazıyor ki: "Elhamdülillah kurtuldum! Çıldıracaktım. Bu Sözler'in herbiri birer mürşid hükmüne geçti. Çendan bir mürşidden ayrıldım, fakat çok mürşidleri birden buldum, kurtuldum." diye yazıyordu. Ben baktım ki, hakikaten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip o eski vaziyetlerinden kurtulmuş.

Daha bu beş misal gibi pek çok misaller var. Onlar gösteriyorlar ki: Ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur'an-ı Hakîm'in esrarından manevî ilâçlar alınsa ve tecrübe edilse; elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddî ihlâs ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir. Onları satan ve gösteren eczacı ve dellâl ne halde bulunursa bulunsun; âdi olsun, müflis olsun, zengin olsun, makam sahibi olsun, hizmetkâr olsun çok fark yoktur.

Evet, Güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok. Madem Güneşi gösteriyorum, benden mum ışığı -bahusus bende bulunmazsa- istemek manasızdır, lüzumsuzdur. Belki onların bana dua ile, manevî yardım ile, hattâ himmet ile muavenet etmeleri lâzımdır. Ve ben onlardan istimdad etmem ve meded istemem, benim hakkımdır. Onlar, Nurlardan aldıkları feyze kanaat etmek, onların üstünde haktır.(19)

* Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim ve hizmet-i Kur'aniye ve imaniyede ihlâslı ve kuvvetli ve şanlı arkadaşlarım!

Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür ve hamdederim ki, İhtiyarlar Risalesi'ndeki ümidimi ve Müdafaat Risalesi'ndeki iddiamı sizinle tasdik ettirdi. Evet, lillahilhamdü biadedi-z zerrati min-el ezeli ile-l ebed sizin ile otuz bine mukabil gelen otuz Abdurrahman'ı, belki yüzotuz, belki bin yüzotuz Abdurrahman'ı Risalet-ün Nur'a ihsan etti.

Hem unutulmayan, her vakit yanımda bulunan kardeşlerim, Risale-i Nur'a sizin gibi pek ciddî sahib ve muhafız ve vâris ve hakikatbîn ve kıymetşinas zâtların benim yerimde benden daha kuvvetli, ihlâslı olarak vazife-i Kur'aniye ve imaniyede çalıştıklarını gördüğümden, kemal-i ferah ve sürur ve itminan ve istirahat-ı kalb ile ecelimi ve mevtimi ve kabrimi karşılıyorum, bekliyorum.

Ben sizi yazılarınızda ve hatırımdan çıkmayan hidematınızda günde müteaddid defalar görüyorum ve size olan iştiyakımı tatmin ediyorum. Siz de bu bîçare kardeşinizi risalelerde görüp sohbet edebilirsiniz. Ehl-i hakikatın sohbetine zaman, mekân mâni' olmaz; manevî radyo hükmünde biri şarkta biri garbda, biri dünyada biri berzahta olsa da rabıta-i Kur'aniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur.(20)

*Evet, lillahilhamd hem vefat eden Van medresesini Isparta medresesiyle ihya edip, oradaki ahbabları dahi, daha çok, daha kıymetdar talebeler ve ahbablarla manen ihya etti.(21)

* Risale-i Nur'un kaptanı Sabri, Nis adasındaki bir kardeşimiz ve Onuncu Söz'ün tab'ından sonra tehlikeden muhafaza için kaç ay hanesinde saklayan ve peder ve vâlidesiyle, bizimle ciddî alâkadar bulunan Veli Efendi..(22)

* Âhiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zât vardı. Dininde, dünyasında muvaffakıyetli görüyordum. Sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o muvaffakıyetin sebebi: O zât ise, ihtiyar peder ve vâlidelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş. İnşâallah âhiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen, ona benzemeli.(23)

* Sezai Bey benim nazarımda Isparta'nın bir Zekâi'sidir. Ben de onu görmek istiyorum. Fakat şimdi maddeten, manen kıştır. Zâten sizlere demiştim ki; Said'in şahsının ehemmiyeti yoktur ki, sohbetine arzu edilsin. Üstadınız olan Said ise, her bir risaleyi açtıkça onunla sohbet edersiniz. Âhiret kardeşiniz olan Said ise, her sabah akşam dergâh-ı İlahîde dua vasıtasıyla sizinle beraberdir. Sezai Bey, üstadını, kardeşini istediği vakit görebilir. تَسْمَعُ بِالْمُعَيْدِىِّ خَيْرٌ مِنْ اَنْ تَرَاهُ kaidesiyle işitmesi görmekten çok evlâ olan şahs-ı Said'i görenler bazı pişman olur, keşki görmeseydim der. Bu, davula benziyor; uzaktan sesi iyi geliyor, yakında boş görünüyor.(24)

*Mahkeme tarafından bana iade edilen ve daha elime geçmeden postadan müsadere edilen mübarekler heyetinin pehlivanı Küçük Ali'nin bir mektubunu gördüm ki; her iki senede bir defa bütün Risale-i Nur'u yazmağa karar vermiş ve yapmış. Bu kahramanlığı ile benim, Risale-i Nur'un birinci şakirdi olan büyük Mustafa'da hakikî bir Abdurrahman'ı ve arkasında çok Abdurrahman'ları göreceğim diye keşfiyatımı tam tasdik etmiş ve o mübarek Mustafa'nın vazifesini tam yapmış. Ve Hâfız Mustafa dahi, Hâfız Ali zamanında tam bir muavini ve vefatından sonra tam bir vârisi olduğunu hapiste gösterdi. Demek mübarek heyet-i âlîsinde, onsekiz sene evvel ümid ettiğim hizmet-i Nuriyeyi tam yapmışlar ve yapıyorlar. Ektikleri tohumlar, onlar çalışmasalar da, onların bedeline mahsulât veriyor.(25)

* Gül ve Nur fabrikası namına Hüsrev'in tebrik mektubu, beni sevinçle ağlattırdı. Zâten Hüsrev'in mümtaz bir hasiyeti budur ki; şimdiye kadar bana gelen bütün mektublarının hiçbirisi beni incitmiyor.. elîm zamanlarımda da yumuşak geliyor, ruhumu okşuyor. Bu cihette dahi ona şahsım itibariyle çok minnetdarım.(26)

* Sekiz sene çoluk ve çocuğuyla sadakatla bana hizmet eden; ve evlâd ve ahfad ve refika ve damatlarıyla Nurlara ciddî çalışan; ve ders ve vaazlarını bütün Nurlardan veren; ve vefatından on dakika evvel dünyaca en ehemmiyetli vasiyeti, kendinin Nur Risalelerini tekmil için Şamlı Hâfız'a rica eden, vefatından iki gün evvel bana mektub yazıp benim aynı vakitte Sava'yı Barla'ya tercih ederek Sava mezaristanında defnimi arzu ettiğimi sizlere yazdığımı sadakatın kerametiyle hissedip bana mukabele ve itiraz tarzında o mektubunda der: "Sen Barla'yı ikinci vatanımdır dediğin halde, neden ona gelmiyorsun, başka yerleri tercih edersin? İbtida-i medrese-i Nuriye Barla'dır, senin mezarın orada olmalı." diye bana ihtar etti.

İki gün sonra -size yazdığım daha size yetişmeden- onun mektubunu, hem Şamlı Hâfız ikinci sahifesinde yazdığı vefat haberini aldığım merhum Muhacir Hâfız Ahmed'in (R.H.) dünyadan göçmesi, aynen Abdurrahman gibi beni çok sarstı, ağlattırdı, اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ dedirtti. Binler rahmet onun ruhuna insin, âmîn! Kabri de hanesi gibi Kur'an ve Nur'un bir menzili olsun, âmîn! Şübhem kalmadı ki; bu zahir sadakat kerameti, Nurcuların imanla kabre gireceklerini isbat ediyor ve hüsn-ü hâtimeye mazhardırlar. Benim tarafımdan onun akrabasını ta'ziye ediniz ve ben bütün dualarımda onu hissedar ediyorum diye tebliğ ediniz.(27)

* Şimdi birden Sava medrese-i Nuriyenin Hacı Hâfız'ı ve merhum Hâfız Mehmed'i ve kardeşlerini ve Mehmed'lerini ve Ahmed'leri ve masum Nurcuları ve mübarek ihtiyar ve sair kahraman şakirdlerini düşündüm. Hayatım müddetince ona yakın olmak bütün canımla istedim ve vefattan sonra onların mezaristanında defnolmamı arzuladım. Birden ihtar edildi ki: "Gerçi Medreset-üz Zehra'nın merkezi olan Isparta vilayetinde maddeten bulunmak çok cihetle faideli, saadetlidir; fakat Nur'un mesleği ve Nurcuların meşrebi cihetiyle daima berabersiniz. Zaman ve mekân, perde olamazlar. Şarkta, garbda, şimalde, cenubda, dünyada, berzahta bulunsanız, manen bir mecliste beraber sayılırsınız. Onların manevî yardımları daima birbirine oluyor ve sana da gelir." diye beni teskin etti.

Ben dedim: Madem şimdi her tarafta Nurlara kuvvetli ve kesretli eller sahib çıkıyorlar ve tam muhafaza ve neşrine çalışıyorlar, elbette ben bir parça istirahat etsem tenbellik olmaz.(28)

* Âhiret kardeşim Hulusi Bey'e!

Sizin gibi hakiki kardeşlerimle uzaklığın alâmeti olan mükâtebe, âdetim değil. Çünki manen beraberiz. Merak ettiğin mes'elelerin cevabı da sizin yanınızdaki Sözlerde vardır. Cenab-ı Hakk'a hamd ve şükür ediyorum ki, sizler gibi sadık bazı kardeş talebeleri bana vermiştir. Onlara nâfi' olacak hakikatları, elbette sualinden evvel yetiştirmek vazifemdir.

Beyan ettiğiniz bazı mes'elelerin bir kısmı, uzun bir bahis ister. Vakit de müsaid değil. Yalnız şu kadar size derim ki: Vazifem kendi ihtiyarımla değildir. Ben insanları unutup, nefsime müteveccih olmak için bir halette iken, ihtiyarım olmadan, bildiğiniz gibi istihdam olunuyorum. İnşâallah o hizmet nâfi' olur. Şu zamanda imanı kurtarmak ve kemal-i imanı kazanmak ve sünnet-i seniyeye ittiba' zamanıdır. Tarîkatların esası olan azimet ve takva, şu kesretli bid'atlar içinde yapmak pek müşkildir. Hem tarîkatta şu zamanda en eslemi, Yirmialtıncı Söz'ün âhirlerinde bir nebze yazılmıştır. Zannımca İmam-ı Rabbanî gibi zâtlar şimdi bulunsa idi, bütün kuvvetleriyle erkân-ı imanı ve esasat-ı İslâmiyenin takviyesine çalışacaklardı. İnşâallah başka vakit daha tafsilatı işiteceksin. Vakit müsaade etmiyor.

Şimdi size Mi'raca dair bir söz yazıldı, arzu ettiğiniz için. Yoksa ben hasta idim. Halim müsaid değildi. Güzel, dikkatle okuyunuz, sonra nasıl bulduğunuzu bana yazınız. Çünki pek sür'atle müsvedde haletinde yazılmış, size gönderilmiştir. Hem Hakkı Efendi'ye, Şeyh Mustafa Efendi'ye, Hüseyin Efendi'ye selâm ve dua ederim, dualarını da isterim. Hakkı Efendi'ye de söyleyiniz ki, yangın hâdisesine merak etmesin. Çünki onun gibilerin harîk ile zayi' olanların malı sadaka hükmündedir. Bâki Hüda'ya emanet olunuz. Eddâî, âhiret kardeşiniz.(29)

* Âhiret kardeşlerim ve hizmet-i Kur'anda arkadaşlarım ve beyan-ı envâr-ı Kur'aniyede vârislerim ve rahmet-i İlahiyenin bana verdiği kıymetdar medar-ı tesellilerim ve esrar-ı Kur'anın beyanında muhatablarım Hakkı Efendi ve Hulusi Bey!

Cenab-ı Hak size ve bize tarîk-ı hakta istikamet ve ihlas ihsan eylesin. Kardeşlerim! Size Otuzikinci Söz'ün Üçüncü Mevkıf'ını gönderdim. İkinci Mevkıf'ın Üçüncü Maksadının İkinci Noktası fazla inbisat ettiği için, Üçüncü Mevkıf ismini aldı. Üç nokta daha yazılmadık kaldı, fakat ben çok yoruldum. Onun için birkaç ay sonra tevfik refik olsa belki yazılacaktır. Siz de çok yoruldunuz. Çünki ikiniz 200 talebeye mukabil olarak bana ihsan edilmişsiniz. Öyle ise 200 talebe vazifesi görüyoruz deyip iftihar ediniz ve şükrediniz. Yorgunluk ve sair rahatsızlıklar, yazdığım şeylerde kusur ve müşevveşiyete sebebiyet veriyor. Sizlerin nazarlarınızı mihenk kabul ediyorum. Tashih ve ta'dilde mezunsunuz. Size latife olarak bir şey hikâye edeceğim, ta siz o hikâyeyi başka taraftan işittiğinizde ciddi telakki edip müteessir olmayasınız. O hikâye de şudur:

Benim hiç ender hiç olan şahsım ve pek çok ayıblı ve kusurlu olan nefsim hakkında biri çıkmış köylerde, Isparta'da, hattâ yedi-sekiz gün Nis'te oturup propaganda yapmıştır. Ben bundan memnunum, çünki ayıblarımı söyleyen bana iyilik eder, beni ucb ve riyadan kurtarır. Fakat o Senirkent'li Rahmi Efendi denilen adam, saf bir adamdır. Ben ona ettiği gıybetleri helâl ediyorum, siz de şahid olunuz. Madem o kendi hesabına yapmıyor, ya ehl-i tarîkatın rekabetine âlet olmuş; (güz mevsiminde Seydişehir'li bir dervişle beraber Isparta'ya, Eğirdir'e geldikten sonra bu tarzda harekete başlamış. Yoksa evvelce çok dost idi.

Halbuki ehl-i tarîkatın rekabeti benim gibi kendini hiç ender hiç bilen ve iddia-yı kemalden şiddetle teberri eden ve medihten nefret edip kaçan ve ehl-i tarîkatın duasına kendini muhtaç bilen bîçare şahsıma karşı rekabet etmek pek manasızdır. veyahut ihtiyacım olmadığı için insanlardan istiğna ettiğimden ehl-i cerre sed çekiyor telakki edildi, propaganda ediliyor. Bu da haksız ve manasızdır. Çünki çendan ben kabul etmiyorum, fakat ehl-i dinin muhtaçlarına sadaka ve zekat verilmesini tavsiye ediyorum.

Veyahut ehl-i dalalet ve sefahet yazılan Sözler'e karşı tenkid çaresini bulamadılar, güya şahsımı çürütmekle Sözler'i düşürecekler. Halbuki pek akılsızca bir harekettir. Çünki Sözler, semavat-ı Kur'anın nuranî yıldızlarına bürhan zincirleriyle bağlanmıştır. Süflî, zaîf olan şahsımla bağlamadım ki, şahsımı düşürtmekle o Sözler'e sarsıntı gelebilsin.(30)

* Aziz kardeşlerim!

Van'a bir-iki risale ile bir mektubu, sevdiğim bir talebeme gönderiyorum. Ötekiler gibi bunu da adresi yeni hurufla yazınız, emniyetli ve taahhüde lüzum varsa taahhüdlü olarak postaya veriniz. Evvelki postalarda gönderilenlerin biraderimize ve Ahmed Ağa'ya vusul bulup bulmadığı postaca anlaşılabilir mi?

Kardeşim Hulusi Bey! Senin meşgalen pek çok olduğunu ve çok da gayret edip yazdığını ve ümidim fevkinde çalıştığını bildiğim halde, kırk-elli gün zarfında tedricen usanmamak şartıyla bana Mi'racı yazdığın gibi güzel bir tarzda Otuzikinci Söz'ün üç mevkıfını beraber yazmanızı arzu ediyorum. Bana yazdığın Birinci Mevkıfı olan ramazan hediyesini, mecbur oldum memlekette mühim talebelerime gönderdim. Yeniden yazacağın nüshayı yazdığın Mi'rac gibi kendime mahsus olarak âhir hayatıma kadar muhafaza etmek emelindeyim. Birinci Mevkıf'ın âhirinde "Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine ilh.." senin o güzel şiirini o mevkiye, yıldız bahsine münasib olduğu için yine yaz.

Kardeşim Hakkı Efendi! Üçümüzün kardeşi olan Abdülmecid'e gönderilmek için Yirmidokuzuncu Söz'ün Türkçe kısmını vaktiniz varsa yazsanız veya yazdırsanız iyi olur.

Aziz kardeşlerim! Mektubunuzda iki nokta hoşuma gitti. Biri: Üçüncü Mevkıfı merakla okuyup, zannımı tasdik etmişsiniz. İkincisi: Yeni dostumun, doktorun anlayışlı sözüdür.(31)

* Aziz, sıddık, muhlis kardeşim!

Sana Yirmialtıncı Mektub'un dört mebhasını birden gönderdim. Kendi nüshamdır. Sen benden ziyade lâyıksın. Seninki kayboldu, benimki onun yerine geçsin. Fakat müsvedde halindedir, kusura bakma.

Kardeşim! Bazı dakika olur ki, az amel çok sayılır. Bir neferin müdhiş bir zamanda bir saat nöbeti bir sene hükmünde olduğu gibi, inşâallah Hulusi'nin de Nurlara nöbetdarlık saatleri o nevidendir. Mâşâallah Hakkı Efendi'nin yerinde orada bir Fethi Bey'i buldun. İş kemmiyette değil, keyfiyete bakılır. Bazan bir, yüze mukabildir. Hem kardeşim, Kurban Bayramından tâ şuhur-u selâseye kadar o zaman atalette dünya gafletiyle derd-i maişet belasiyle insanları sersem ediyor. O müddet zarfında fütur ve lâkaydlık herhalde olacak. Az bir hizmet de yazda çoktur. Hem bilirsin ki, insanın terakkiyatı şeytanlarla mücahededen ileri gelir. Mücahede olmazsa terakkiyat olmaz. Sana hücum edenler ne kadar çoğalsa, sana o kadar kârdır. Zaten biz netice ile mükellef değiliz, hizmetle mükellefiz. Netice ve muvaffakiyet ise, Cenab-ı Hakk'ın işidir. Onun işine karışmamalıyız.

Başta Fethi Bey, Sözler'le alâkadar olanlara selâm ve dua ederiz. Başta Sabri bütün kardeşler size selâm ve dua ederler.(32)

* Aziz, sıddık, ciddi, hakikatlı kardeşim!

Size Yirmisekizinci Mektub'un İkinci, Üçüncü Mes'elesini de gönderdim. Rü'yanın tabiri, Birinci Mes'eledir. O üç mes'eleyi nasıl telakki edeceğinizi merak ediyorum. Hem Sabri'nin bana yazdığı hususî bir mektubunu size gönderiyorum. Maksadım da o zâtın samimi tevazuunu ve sana karşı hâlis uhuvvetini göstermek içindir. Şu İkinci, Üçüncü Mes'eleyi de o kendi hattıyla size yazdı. Hattâ Yirmialtıncı Mektub'un kendi nüshasını size göndermek istiyordu, ben bırakmadım. O seni kendi nefsine tercih ediyor. Elhamdülillah bu havalide çok Sabriler zuhura başladılar. Fakat yaz mevsimi, dünya çarşısıdır, gaflet meydanıdır, atalet fütur veriyor. Şuhur-u selâse takarrüb ettikçe âhiret çarşısı faaliyete başlar. Onun için oradaki fütur, sana ye's ve fütur vermesin. Başta valideyniniz ve Fethi Bey olarak Sözler'le alâkadar umum dostlara selâm ve dua ediyoruz. Başta Sabriler bütün kardeşleriniz de selâm ederler.(33)

* Aziz kardeşim!

Senin mektubun çok hoşuma gitti. Daha bir müddet yakınımda kaldığın için Allah'a şükrediyorum. Bence şu dâr-ı dünyada en kıymetdar şey, sıddık bir dosttur. Cenab-ı Hakk'a yüzbin şükrediyorum ki, sizler tarîk-i hakta sıddıkların çoğalmasına sebebiyet verdiniz.

Madde 1: İstanbul'dan Eski Said'in tedkikat-ı ilmiye neticesinde ülemaca pek makbul olup yaldızla tab'edilmiş "Nokta" Risalesini bana göndermişler. Bu defa dikkatle mütalaa ettim. Cenab-ı Hakk'a şükrettim ki; Eski Said'in fikr-i aklıyla, iman nazarıyla bulduğu hakaiki Yeni Said keşf-i kalbiyle, zevk ve vicdanıyla Kur'andan ahzettiği Yirmidokuzuncu Söz'e mutabık. Onu tağyir ve tebdile lüzum bırakmamış. Yalnız Eski Said'in kuvvet-i ilim ve nazar-ı aklıyla göremediği ince noktalar var ki, Yirmidokuzuncu Söz'de vardır. Bilhassa haşrin âhirinde remizli kısımda, dünyayı âhirete tebdildeki makasıd-ı İlahiyeyi Ondokuzuncu Söz göstermiştir. Hem beka-i ruh ve melaike mebhaslarında mühim yeni noktalar keşfedilmiştir, Nokta Risalesinde yoktur. İşte arzunuz varsa o Nokta'yı yadigar için size göndereceğim.

Madde 2: Otuzikinci Söz'ün İkinci Mevkıfında Üçüncü Maksadı sekiz-on defa okudum. Okudukça benim fazlaca hoşuma gidiyor. Anlaşılıyor ki, ondaki hakikatlara ruhlar çok muhtaçtır. Fıtraten benim ruhuma çok yakın ve münasib olan ruhunuz dahi belki ondan hoşlanır, haber veriyorum. Hem de senin ile Hakkı Efendi ve bütün Sözler'i tamamen dinleyenlerden sual ediyorum ki: Sözler'de ibare kusurları müstesna olmakla beraber, içindeki hakikatlar cerhedilebilir mi veyahut lüzumsuzları içinde var mı veyahut bazılarının izharı umuma zarar verir mi? Hem onları dinleyenler, imanını tamamen kurtarabilir mi? Hem o hakaikle Avrupa ehl-i dalaletine meydan okunabilir mi? Bunları soruyorum. Çünki siz o hakikatları bilerek iki defa mütalaa ettiniz, o nurlu kalbinizin şehadeti bence cerhedilmez.

Madde 3: Madem lâyık insanlara Onuncu Sözleri veriyorsunuz. Kendime mahsus ciltlettiğim bazı nüshalar kalmış. On tanesini sana gönderiyorum. Lâyık gördüğün zevata verebilirsin.

Madde 4:Otuzikinci Söz'ün üç mevkıfını çok güzel yazmışsınız. Merhum Abdurrahman'ı bana unutturdunuz. Kitabın cildini güzelce yapan Ahmed Kâzım'ı Cenab-ı Hak dâreynde mes'ud etsin.

Madde 5: Şeyh Mustafa'yı bu defa iyi gördüm. İnşâallah sadakatta devam eder. Doktora selâm ederim. Yeni dostunuz olan Mülazım Niyazi'ye tarafımdan selâm söyleyiniz. Senin beğendiğini, ben de beğeniyorum. Müstantık İsmail Hakkı Efendi'ye selâm et, pederine benim tarafımdan selâmımı yazsın ve keyfini sual etsin. Başkâtib Bekir Sıdkı ve müddeiumumî Şükrü Efendilere selâm ediyorum. Bir vasıta ile kaymakama selâmımı tebliğ edip diyesiniz ki; istirahat-ı ruhiyeye pek çok muhtaç olduğum bu üç senede, Cenab-ı Hak şu kaymakamı zahirî bir vasıta yaptığı için Cenab-ı Hakk'a şükrederim ve kaymakama da dua ediyorum. Cenab-ı Hak onu muvaffak etsin, istikamet ihsan etsin. O çok defa hatırıma gelecek. Ben gitmedim, benim yerime dostum bizim tarafa tahvil etmiş gidiyor, Allah hayırlı selâmet versin.

Madde 6: Kardeşimiz Abdülmecid aldığı Sözler'den pek çok memnun olmuştur. Yeniden bir kısmını daha sizlere göndereceğim. Gayet emniyetli bir surette ona gönderiniz. Ona gönderilen Sözler, binler adamlara gönderilmiş gibidir. Çünki o da ikinci bir Hulusi'dir, hem de gayet yüksek bir âlimdir. O havaliye neşreder.(34)

*Hulusi Bey ve Sabri Efendi'nin mektublarında Risale-i Nur hakkındaki fıkralarının, bir mektub suretinde Risale-i Nur eczaları içinde idhal edilmesinin beş sebebi var:

Birincisi: Hulusi ise, âhirdeki Sözler'in ve ekser Mektubat'ın yazılmasına onun gayreti ve ciddiyeti en mühim sebeb olması... Ve Sabri'nin dahi Ondokuzuncu Mektub gibi bir sülüs-ü Mektubat'ın yazılmasına sebeb, onun samimî ve ciddî iştiyakı olmasıdır.

İkinci Sebeb: Bu iki zât bilmiyorlardı ki; bir vakit şu fıkralar neşredilecek. Bilmedikleri için gayet samimî, tasannu'suz, hâlisane ve derece-i zevklerini ve o hakaika karşı şevklerini ifade etmek için, hususî bir surette yazmışlar. Onun için o takdiratları takriz nev'inden değil, doğrudan doğruya mübalağasız bir surette, gördükleri ve zevkettikleri hakikatı ifade etmeleridir.

Üçüncü Sebeb: Bu iki zât hakikî talebelerimden ve ciddî arkadaşlarımdan... Ve hizmet-i Kur'an'da arkadaşlarım içinde talebelik ve kardeşlik ve arkadaşlığın üç hâssası var ki, bu iki zât üçünde de birinciliği kazanmışlar.

Birinci Hâssa: Bana mensub her şeye malları gibi tesahub ediyorlar. Bir Söz yazılsa, kendileri yazmış ve te'lif etmiş gibi zevk alıyorlar, Allah'a şükrediyorlar. Âdeta cesedleri muhtelif, ruhları bir hükmünde hakikî manevî vereselerdir.

 İkinci Hâssa: Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en büyük, en mühim maksadları, o nurlu Sözler vasıtasıyla Kur'an'a hizmet biliyorlar. Dünya hayatının netice-i hakikiyesinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimmi, hakaik-i imaniyeye hizmet olduğunu telakkileridir.

 Üçüncü Hâssa: Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim ve eczahane-i mukaddese-i Kur'aniyeden aldığım ilâçları, onlar da kendi yaralarını hissedip o ilâçları merhem suretinde tecrübe ediyorlar. Aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar. Ve ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayreti, en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şübehat ve evhamdan hasıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakı, yüksek bir derece-i şefkatte hissetmeleridir.

Dördüncü Sebeb: Hulusi Bey benim yegâne manevî evlâdım ve medar-ı tesellim ve hakikî vârisim ve bir deha-yı nuranî sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem Abdurrahman'ın vefatından sonra, Hulusi aynen yerine geçip o merhumdan beklediğim hizmeti, onun gibi îfaya başlamasıyla.. ve ben onu görmeden epey zaman evvel Sözler'i yazarken, onun aynı vazifesiyle muvazzaf bir şahs-ı manevî bana muhatab olmuşçasına, ekseriyet-i mutlaka ile temsilâtım onun vazifesine ve mesleğine göre olmuştur. Demek oluyor ki, bu şahsı Cenab-ı Hak bana hizmet-i Kur'an ve imanda bir talebe, bir muîn tayin etmiş. Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum.

Sabri ise fıtraten bende mevcud has bir nişan var. Bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim. Sabri'de aynı nişan-ı fıtrî var. Bütün talebelerim içinde, karabet-i nesliyeden daha ziyade bir karabet kendinde hissetmiş. Ve şu havalide en az ümid ettiğim ve o da geç uyandığı halde en ileri gittiği bir işarettir ki; o da bir Hulusi-i Sânidir, müntehabdır. Cenab-ı Hak tarafından bana talebe ve hizmet-i Kur'anda arkadaş tayin edilmiştir.(35)

*İşte seni gurursuz bildiğim için bu sırrı sana açıyorum. Şöyle ki: Ben Sözler'i yazarken ihtiyarsız olarak ekser temsilâtı, şuunat-ı askeriye nev'inde zuhur ediyordu. Ben hayret ediyordum. Neden böyle yazıyorum, sebebini bulamıyordum. Sonra hatırıma geldi ki, belki istikbalde şu Sözler'i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı can edecek en mühim talebeleri askerîden yetişecek. Onun için böyle yazmaya mecbur oluyorum, düşünüp o kahraman askerleri bekliyordum.

İşte mağrur olma, şükret; sen o askerlerden bahtiyar birisisin ki, evvel yetiştin. Yirmidört aded Sözler'i meşagil-i dünyeviye içinde yazmaklığın, benim bu hüsn-ü zannımı teyid etti. Fakat bâki kalan Sözler çok mühimdirler. Hususan İ'caz-ı Kur'an ve Kader Sözleri. İnşâallah ötekileri sana yazdıran, bunları dahi yazdıracak.

Şimdiye kadar yazdığın Sözler'i bir vakit gönder, güzelce tashih edip göndereceğim. Merhum Muallim Cudi'nin kasidesi mübarektir. Cenab-ı Hak o zâtı şefaat-ı Kur'ana mazhar etsin. Görmemiştim, görmesinden memnun oldum, Allah senden razı olsun. Yazdığın salavat-ı şerife ise, onun hususunda bir şeye rastgelmedim. Fakat ondaki letafet ve nuraniyet gösteriyor ki, o onun hakkında zikredilen sevaba ve fazilete lâyıktır.

İşittim ki, Onuncu Söz'den sen kendi nüshanı pederinize göndermişsiniz. Ben ona mukabil bir nüshayı kardeşime hediye ediyorum. O nüshada, fehmi teshil eder çok yerlerinde çizgi çekilmiş. Onu Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, Hüseyin Efendi'ye veriniz ve daha sair bildiğinize gösteriniz. Tâ onlar nüshalarını onun gibi yapsınlar. Kardeşim, şu gurbet, esaret, yalnızlık vahşetinde Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, sen ve Hüseyin Efendi gibi nurlu dostlarla ünsiyet edip teselli buluyorum. Cenab-ı Hak beni de, sizi de tarîk-ı Hak'tan şaşırtmasın. Âmîn. Şeyh Mustafa ve Hakkı ve Hüseyin ve Edhem Efendilere selâm ile dua ederim.(36)

* Fakat kardeşim, sen şimdi iki vazifeyi görmekle mükellefsin: Biri, kardeşim Hulusi Bey'in vazifesini; biri de, evlâd-ı maneviyem ve biraderzadem ve bir dehâ-i nuranî sahibi olmak pek muhtemel olan Abdurrahman'ın vazifesi de size ilâve edildi. O benim hakikî bir vârisim idi. Yazdıklarımı ve malımı kendi malı telakki ederdi, öyle de sahib oluyordu. Sen de bundan sonra yazı ve sözleri, senin hocanın yazısı diye tutma; kendi malın ve senin sözlerindir bil, öyle sahib ol. Hakkı Efendi'ye söyle ki, o da kardeşim Abdülmecid yerinde kendini anlasın ve onun vazifesiyle mükellef olduğunu bilsin.(37)

* Seni teşvik için değil, çünki teşvike muhtaç değilsin. Hem medar-ı fahr olmak için değil, çünki fahr ise ucb ve riyaya medardır. Belki sana medar-ı şükür olmak için diyorum ki:

Sen ve Hakkı Efendi benim için yüz ciddî talebe hükmüne geçtiniz. Hattâ diyebilirim ki: Kader-i İlahî beni bu yerlere göndermesi, sizleri şu vazife-i kudsiyede uyandırmak içinmiş. Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek, pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü'min, çok mü'minlere bir nokta-i istinad olur ki; şuursuz olarak avam-ı mü'minîn o iman-ı tahkikî sahibinin kuvvet-i imanına istinad ederek, kuvve-i maneviyeleri kırılmaz, dalaletlere karşı dayanırlar.

İşte şöyle bir derste bulunduğunuz için Cenab-ı Hakk'a şükür etmelisiniz. Ben de Cenab-ı Hakk'a yüz binler şükür ediyorum ki, o kuvvetli omuzlarınız yüküm altına girdiği için zaîf omuzum ağırlıktan kurtulup ruhum rahat etti. İstirahat bulan ruhum size takdirkârane ve minnetdarane bakıyor. Ve mes'uliyetten kurtulan kalbim de muvaffakıyetinize dua ediyor. Ve icra-yı vazife için çok düşünmekten kurtulan aklım da sizi tebrik ediyor. Ben şu vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum. Siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşâallah niyet-i hâliseniz, benim müşevveş niyetimi dahi tashih edecektir.(38)

* Aziz kardeşim, hamiyetli arkadaşım, gayretli talebem, sevgili biraderzadem!

Senin güzel mektubun bana şifalı oldu. Ben ziyade rahatsız iken onu okudum, bana bir sürur verdi, o sürur dahi o hastalığa bir hıffet verdi. Şu hastalığın sırrı, insanlardan istiğnaya dair sana yazdığım mektubun kerametidir. Çünki o mektubu bir gün iki-üç zâta, onların hediyelerinin adem-i kabulüne medar olmak için okudum. Aynı günde o zâtın hanesine gittim. Az bir yemek getirdi, arkadaşlarımın hatırları için bir parça yedim. Hiç hatırıma gelmedi ki, o günde o hakikatlı mektubu o yemek sahibine okudum, şimdi muhalefet ediyorum. Yemekten sonra hatırıma geldi. Fakat hediye kabul edemiyorum, belki yemek yenilir tahmin ettim. Fakat يَقُولُونَ مَا لاَ يَفْعَلُونَ altına girdiğimden öyle bir şiddetli tokat yedim ki, bu dört senede böyle hastalık görmemiştim. Fakat Cenab-ı Hakk'a şükrettim ki, bir-iki senedir bazı emareler ve hâdiseler ile zannettiğim bir hakikat, bu tokat ile gayet kat'iyyetle göründü.

Şeyh Mustafa'ya benim tarafımdan geçmiş olsun de ve şu hikâyeyi ona söyle: Eskide iki ciddî âhiret kardeşleri var imiş. Biri hasta düşer, ötekisi ziyaretine gitti. Dua eder, hasta iyi olmaz. Öyle ise sen kalk, ben yatacağım demiş. Hasta kalkmış, onun yerine hasta olarak yatmış. Her ne ise... Demek Şeyh Mustafa ile kardeşliğimiz ciddîleşmiş ki, ben hastalığına dua ettim, kabul olmadı. Fakat birkaç gün devamı mukadder olan hastalığının bir parçası bana verildi. İnşâallah ona bir parça hıffet gelmiştir.(39)

* Geçen sene Barla'lı, İstanbul ticaretinde bulunan Bekir Efendi'nin şeriki Mehmed Efendi vasıtasıyla bir mektub aldım. Mektub hârika olarak bana göründü. Çünki Hulusi Bey, "Nuh Bey'le görüştüm" diye o mektubda bana yazıyor. Aynı mektubda, kardeşim Abdülmecid de, Molla Hamid'in selâm ve duasını bana yazıyor. Aynı mektubda Nurşin-i Süflâ'da Molla Abdülmecid'in yazısı ve imzası vardı. Fesübhanallah dedim. En ziyade sevdiğim bu insanların ayrı ayrı memlekette bulunmakla beraber, bir mektubda bunların içtimaları tevafuklu bir levha-i temaşadır.

Bu sene yine o Mehmed Efendi Eğirdir'e gelmiş. Yine Nuh Bey'in aynı telgrafını, o zât bana getirdi. Fesübhanallah dedim. Nuh Bey'in lisan-ı hali, güya Mehmed Efendi'ye "Dostum ben seninle beraber Üstadımla görüşeceğim" diyor, tahayyül ettim. Sonra yine o Mehmed Efendi'nin hizmetkârı Eğirdir'e gidip Mehmed Efendi'nin mektublarını getirmiş. Yine Nuh Bey'in hediyeye ait, bana olan mektubunu getirdi. Dedim, kat'iyyen bu iş tesadüfî değil. Sonra mektubun müştemilâtına dikkat ettim. Tahmin ettim, Van'da Nuh Bey'in bana hazırladığı hediyeyi göndermek tarihinde, ben de aynı tarihte, aynı fiatta(40) bir hediye-i azîmeyi Nuh Bey'in namına Van'daki ihvanıma gönderiyordum. İşte bu iki tevafuk, bana işarettir ki: Nuh ile Hamid, talebelik ve kardeşlik için min-tarafillah intihab edilmişler. Çünki tevafuk bizim için bir emare-i tevfik-i İlahî olduğuna kanaatım gelmiş. Risalelerde tevafukatın bazı nümunelerini göreceksiniz.

Fakat çok rica ederim ki gücenmeyiniz, hediyeyi kabul edemedim. Adem-i kabulün esbabı çoktur. En mühim bir sebeb, benim kardeşlerim ve talebelerimle olan münasebetin samimiyetini ve ihlâsı zedelememektir. Hem iktisad, bereket ve kanaat sayesinde, şiddetli ihtiyacım olmadığı halde, dünya malına el uzatmak elimde değil, ihtiyarım haricindedir. Hem bir misal ile ince bir sebebi anlatacağım:

Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim. "İstanbul'dan senin için getirdim, beni kırma" dedi. Kabul ettim, fakat iki kat fiatını verdim.

Dedi: "Ne için böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?"

Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatın için, menfaatımı terkediyorum. Çünki dünyaya tenezzül etmez, tama' ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise.. sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tama' zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeğe cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner. İşte sana manen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatımı aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telakki ediyorum. Sen madem fedakârsın; ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatınızı menfaatıma tercih ediyorum, gücenme! O da bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.

Ey Nuh Bey ve Hamid Kardeşlerim! Siz de gücenmeyiniz. Hem Nuh Bey, biliniz ki; şu zamanda o havalide vefadarane, şefkatkârane beni aramaklığınız öyle bir hediyedir ki, bunun gibi binler hediyeden kıymetdardır. Hem size gönderdiğim risaleleri muhafaza etmek ve sahib çıkmak ve benim yerimde onları himaye etmek binler lira kıymetinde bana karşı büyük bir hediyedir. Çünki netice-i hayatımı ve vazife-i vataniyemi ve o havalideki kardeşlerimin uhuvvet ve muhabbetlerine karşı borçlarımı eda eden o risalelere ciddî sahib çıkmak, tam muhafaza etmek ve ehline yetiştirmeğe vasıta olmak öyle bir hediyedir ki; dünyevî hediyelerin binlerine mukabildir.

Hem emin olunuz ki; manevî zararım büyük olmasa idi Nuh Bey'in hatırını kırmayacaktım. Şimdiye kadar, Cenab-ı Hakk'a şükür, hediyeleri kabul etmeğe mecbur olmadım ve şu zamanda ehl-i ilmin bir sebeb-i sukutu olan tama'a girmeye ihtiyar benden selbedildi. Hem eğer sizin hediyenizi kabul etseydim, çok zâtların ya kalbi kırılacaktı veyahut elli senelik kaidem bozulacaktı.

Orada ve civarınızda bulunan eski talebelerim ve kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyorum ve onların dualarını istiyorum.(41)

* Kardeşlerimizden İslâmköy'lü Hâfız Ali Efendi, kendine rakib olacak diğer bir kardeşimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti çok kıymetdar gördüğüm için size beyan ediyorum:

O zât yanıma geldi; ötekinin hattı, kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. O daha çok hizmet eder, dedim. Baktım ki; Hâfız Ali kemal-i samimiyet ve ihlas ile, onun tefevvuku ile iftihar etti, telezzüz eyledi. Hem üstadının nazar-ı muhabbetini celbettiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim; gösteriş değil, samimî olduğunu hissettim. Cenab-ı Allah'a şükrettim ki, kardeşlerim içinde bu âlî hissi taşıyanlar var. İnşâallah bu his büyük hizmet görecek. Elhamdülillah yavaş yavaş o his bu civarımızdaki kardeşlere sirayet ediyor. Küçük bir latife:

Sohbet içinde sizden bahis geçti. Şükre dair mes'eleyi sordum: "Hüsrev'in yazdığını Re'fet Bey gördü mü?" Bekir Ağa dedi: "Evet gördü ve dedi: "Çok güzel, fakat acaba sen kalem karıştırmadın mı?" Hüsrev dedi: "Yok, kendi nüshamda tam bütün gelmedi. Fakat kendilerine yazdığım tam geldi." Biraz münakaşa oldu...

Bu münasebetle kardeşim Re'fet Bey'e derim ki: Aslında tevafuk noksan olsaydı, zâten ben tavsiye etmiştim ki, kalem karıştırmasınlar. Asıl vaziyet bozulmasın. Bekir Ağa da gördü ki; asıl müsveddede çıkıntı olduğu halde, tevafuk Hüsrev'in tarzında var. Onun için Hüsrev'in bir mehareti varsa tevafuku bozmamış. Hattâ Mu'cizat-ı Ahmediye'deki salâvat tevafukunda tavsiye etmiştim ki; kimse meharetini karıştırmasın. Fakat asıl müsveddelerde, en acemî bir müstensihin nüshasında birkaçı müstesna bütün tevafuktadır. Onun için sekiz ayrı ayrı müstensihin setredemediği bir tevafuk, elbette kuvvetlidir. Müstensihler bozmasınlar, tevafuku getiremeyen bozuyor. Demek en büyük meharet odur ki, tevafuku bozmasın. Çünki tevafuk var. Sen de Hüsrev'e yardım et ki, hakikaten mevcud ve matlub tevafuku denk getirebilsin. Çünki yoktan var etmiyorsunuz, hakikî var'ı yok etmeyin.(42)

*Ehl-i bid'anın şiddetli hücumuna maruz kalan Süleyman hakkındadır)

 Sual: Süleyman nasıl adamdır? Başta buranın memuru, çok adamlar onu tenkid ediyorlar. "Lüzumsuz sözleri hocaya söylüyor, yanlış ediyor, âdeta münafıklık ediyor" derler. Sana çoktan beri hizmet ediyor; mahiyeti nedir bildir?

Elcevab: Süleyman sekiz sene, benim gibi asabî, hiddetli bir adamı hiçbir vakit gücendirmeden, hiçbir menfaat-ı maddî mukabilinde olmayarak, kendi işini bırakıp, kemal-i sadakatla lillah için hizmeti bu köyce malûmdur. Böyle bir adamla bu köy değil, belki bu vilayet iftihar etmeli. Bu tarz ahlâk bu zamanda bulunması, medar-ı ibrettir. Ben hem garib, hem misafirim. Benim istirahatımı temin etmek köyün borcu idi. Bu köy namına Cenab-ı Hak onu ve Mustafa Çavuş'u ve Muhacir Hâfız Ahmed'i ve Abdullah Çavuş'u bana ihsan etti. Ben de Cenab-ı Hakk'a şükrediyorum. Bunlar bana yüzer dost kadar kıymetdar göründüler, vatanımı bana unutturdular. Gurbet ve misafirlik elemini bana çektirmediler. Bunların yüzünden ben, bu köyün hayatta ve vefat edenleriyle alâkadar olup; onlara her zaman dua ediyorum. Sadakatça Süleyman'dan geri kalmayan Mustafa Çavuş'la, Muhacir Hâfız Ahmed, şimdilik hücuma maruz olmadığından iyiliklerinden bahsedilmedi. Bir parça Süleyman'dan bahsedeceğiz. Şöyle ki:

Süleyman, benim her hususî işimi ve kitabetimi kemal-i şevk ile minnet etmeyerek, mukabilinde birşey kabul etmeyerek, kemal-i sadakatla yapmış. Hattâ o derece hizmeti safî ve hâlis, lillah için yapıyordu; belki yüz defadan ziyade arzu ettiğim dakikada, ümid edilmediği bir tarzda geliyor; fesübhanallah diyordum "Benim arzu-yu kalbimi, bu işitiyor mu?" Anladım ki o istihdam olunuyor, sadakatının kerametidir. Hattâ hizmetimde bulunduğu bir gün, bir yaşındaki kız çocuğuna bakılmamış. Yüksek bir damdan, taş üstüne çocuk düştü. O hizmet sadakatının bir ikram-ı İlahî olarak, o çocuk hiçbir teessür ve hastalık görmediği gibi; sütten, memeden bile kesilmedi. Her ne ise, bu tarz sadakatının lem'alarını çok gördüm.

Süleyman'da sadakatla beraber esaslı bir ihlas gördüm. Evet bugünlerde insafsız insanlar, onun şeref ve haysiyetini kıracak derecede, hakkında işaalar izhar ettikleri zaman, ona teselli nevinden dedim ki: "Sana bu sû'-i şöhreti takmakla riyadan kurtulursun." O da kemal-i sürur ve ciddî bir surette o teselliyi kabul etti.

Gelelim gıybet hakkındaki mesleğine: Bu zât bende gıybet hakkında ne kadar şiddetli bir nefret olduğunu bildiği cihetle, beni kızdırmamak için, mümkün olduğu kadar cevaz da olsa, söylemiyor. Ve bilhâssa Ramazanda, bütün bütün içtinab eder. Zâten ahlâkında, başkasına muzırlık yok. İnsafsızların işaasına sebeb, bu kadar olmuş: Birisi sormuş: "Hoca Efendi, filan adama şöyle demiş mi?" O da geldi, bana aynı sözü söyledi ki, o adama cevab versin. Halbuki o sözde ne gıybet var, ne de birşey. Her ne ise...

Ben bu köyde ümid etmiyordum ki, benim en ziyade itimad ettiğim ve tam ahlâklarına ve diyanetlerine kanaat ettiğim Mustafa Çavuş, Süleyman Efendi gibi kardeşlerimi tenkid etsinler. Zannederdim ki, ben gittikten sonra, burada benim yerimde, bana ettikleri hürmeti onlara edecekler. Ümidim budur ki, köy halkının yüzde doksanı onların kıymetini takdir edecekler. Birkaç insafsızlar tenkid ededursunlar, o tenkidlerden ne çıkar? Bunlara ilişmek, doğrudan doğruya bana ilişmektir. Bana hizmet eden mezkûr kardeşlerim, hiçbir maddî menfaati düşünmeyerek ve kabul etmeyerek ve bilakis kendi keselerinden bana ve misafirlerime bakıyorlar. Hattâ Süleyman'a bazı yemediğim bir ekmek verdiğim vakit, hatırımı kırmayarak alır. Fakat kat'iyyen mukabelesiz almıyor. Ona mukabil evinden getiriyor. Arasıra birer bardak çay ısrar ediyordum, ilhahıma karşı istinkâf ediyordu. Ne için böyle yapıyorsun derdim; "Hizmetimize maddî faide girmeyip, fîsebilillah, ihlaslı olmak istiyoruz" derdi.

Hattâ bu Süleyman ve Mustafa Çavuş, misafirlerim için çok hizmet ettikleri halde, hiçbir vakit hiçbir misafir bu iki zâta bir hediye getirdiğini görmedim, bilmedim. Yalnız Bekir Bey bir defa Süleyman'ın küçük kızına birkaç meyve vermiş. Ona mukabil Süleyman -bildiğime göre- birkaç defa patlıcan, biber, kavun gibi sebzeler hediye edip, ona göndermekle beraber, Bekir Bey buraya geldikçe onun, hem başka misafirlerin hayvanatına saman, arpa verir.

Bunun bu ahlâkı zâtında vardı. Yanıma geldiği vakit, benim bir düstur-u hayatım olan istiğna ve insanların hediyelerini almamak kaidesi, onun aslî ahlâkına muvafık gelmiş. Daha ziyade, insanların değil hediyesini kabul etmek, onlara ettiği iyiliklere mukabil dahi birşey kabul etmiyor. Hattâ yüz defa ben ısrar etmişim, benden fazla kalan bir şeyi kabul etmiyor.

Hattâ bir defa, bir kıyye kadar üzüm, kayısı kurusu, bir kıyye bal ben yemiyordum. Misafirlere de yedirmek istemiyordum. Ona ısrar ettim, "Bu hediyemdir, teberrükümdür, çocuklarınıza hediye ediyorum, almaya mecbursun." dedim. Aldı, iki şinik buğdayını, bana -değirmende öğüterek- getirdi. Dört aydır daha bitmemiş.

İşte bu zâtın hakikî hali bu surette iken, insafsız insanlar bunun hakkında işaa ediyorlar ki; Said'in sayesinde yaşıyor. O da kemal-i iftiharla dedi: "Evet üstadımın sayesinde kanaatı ve iktisadı öğrendim, rahatla yaşıyorum. Halkların bu sözleri bana iyidir. Beni riyadan kurtarır, ihlasa sevk eder." dedi.

Ben de dedim: Sana iyidir, hizmet-i Kur'an'a zarardır. Onun için hakikat-ı hâli beyan ediyorum, tâ ehl-i bid'a bilsin ki, ihlâs ile lillah için çalışıyorlar.(43)

*Ben kolu kısa, boyu kısa cübbeme razı oldum, daha birşey lâzım değil. Hüsrev'in sakosu, yanımda makbul misafirdi, gönderiyorum.(44)

 

* Mektubunuzdan anladım ki, sana gönderilen risaleleri kendin için istinsah ediyorsun, aslını Abdülmecid'e veriyorsun.

Aziz kardeşim, çendan Abdülmecid benim nesebî kardeşim ve yirmi sene talebemdir. Fakat ne o ve ne hiç birisi benim Hulusi'me yetişmiyor. O mektublar -ekseriyet-i mutlaka- senin namınla yazılmış ve sana gönderiliyor. Abdülmecid ikinci derecede, kendine istinsah etmek veya mütalaa etmek için onu da teşrik et, diye bir mektubda demiştim. Fakat eğer sen, o kardeşini kendi nefsine tercih edersen ve ona zahmet vermemek için zahmet çeksen ona karışmam.(45)

* (Biraderlerine yazdıkları mektubdan)

Eğer ahval-i ruhiyemi anlamak istersen, gelecek şu iki fıkra tercümandır. Bir şâirin dediği gibi derim:

(Ney) gibi her dem ki, geçmiş ömrümü yâd eylerim.

Tâ nefes var ise, kuru cismimde feryad eylerim.

Bir ticaret kılmadım, nakd-i ömür oldu heba,

Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.

Ağlayıp nâlân edip, düştüm yola tenha garib,

Dîde giryan, sîne biryan, akıl hayran, bîhaber

Evet, geçmiş ömrü israf ettik, zayi' ettik. Çok mübarek zâtlar, ahbablar kaybettik, yalnız kaldım. O mübareklerle beraber âhirete çalışmadım.(46)

* Aziz kardeşim Re'fet Bey!

Senin mektubunu ve kitabını memnuniyetle aldım. Gayet sevdiğim bir talebem olan Hulusi Bey'in ruhunu sizde hissettim. Seni yeni değil, Hulusi gibi eski bir talebe olarak kabul ettim. Talebeliğin hâssası şudur ki, yazılan Sözler'e kendi malı gibi sahib olmalıdır. Kendisi te'lif etmiş ve yazmış nazarıyla bakıp, neşrine ve ehil olanlara iblağına çalışmaktır. Mâşâallah hattın güzeldir. Vakit bulursan bir kısmını yazın. Bir kısmını Hüsrev gibi ciddî talebeler yazar, onlardan bilâhere alır yazarsınız ve onlarla teşrik-i mesaî edersiniz.

Altı senedir Isparta'da ciddî talebelerin çıkmasına muntazırdım, bekliyordum. El-minnetü lillah, şimdi sizin ile beraber birkaç tane çıkmağa başladı. Çünki bir talebe, yüz dosta müreccahtır. Sözler namındaki envâr-ı Kur'aniye ise, en mühim ibadet olan ibadet-i tefekküriye nev'indendir. Şu zamanda en mühim vazife, imana hizmettir. İman saadet-i ebediyenin anahtarıdır.(47)

* Aziz, sıddık, ciddî, samimî âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur'aniyede çalışkan bir arkadaşım Re'fet Bey! Mektubunuz beni mesrur etti. Biliniz ki, iki sene evvel mabeynimizde hararetli bir uhuvvet başladı. Sonra bazı ârızalarla ileri gitmedi. Müjde şimdi ileri gidiyor. Çünki Hüsrev bana yazdığı mektubunda, senden çok memnun olduğunu, Barla'dan döndükten sonra seni istediğim tarzda bana gösteriyor.

Demek tam onunla ittihad ve teşrik-i mesaî ediyorsun. Elinden geldiği kadar onunla münasebeti kuvvetleştir. Hem herbir has talebenin mühim bir vazifesi, bir çocuğa Kur'an öğretmek olduğundan, sen bu vazifeyi yapmağa başladın. Sen birinci talebelerden olduğundan inşâallah senin çocuğun da birincilerden olacaktır. Madem çocuk benim de evlâd-ı maneviyemdir; ona verdiğin ders, yarısı senin namına ise, yarısı da benim hesabıma olmalıdır.

Senin rü'yan ise çok mübarektir. Tabiri pek zahirdir. Isparta bir câmi'dir. Hüsrev, Re'fet, Lütfü, Rüşdü gibi zâtların samimî mütesanid heyetin şahs-ı manevîsi sana Said suretinde gösterilmiş. Risaleler ile verdiğiniz ders ise, va'z u nasihat suretinde gösterilmiş. Sen namazı kılmadığınızdan geç kalıp, acele ederek derse yetişmek tabiri; Sözler'in neşri haricinde bazı vezaif-i diniye, hem bir parça tenbellik, sizi birincilik hakkın olan birinci derste ikinci derecede kaldığınıza işaret edip, seni ikaz ediyor.

Her ne ise... Ben senden şimdi çok memnunum ve oradaki kardeşlerim dahi senden çok memnundurlar. Cenab-ı Hak bizi ve sizi tarîk-ı Hak'ta hizmet-i Kur'aniyede sebat ve metaneti versin, âmîn. Kayınpederiniz Hacı İbrahim Efendi'ye çok selâm ile Bedreddin'e ve hemşireme çok dua ediyorum.(48)

* Aziz, sıddık kardeşim Re'fet Bey,

Mâşâallah şimdi siz ümid ettiğim tarzda risaleleri takib ediyorsunuz ve yazıyorsunuz. Senin gibilerin az sa'yi dahi çok hükmündedir. Çünki çoklar size itimad edip, sizi taklid eder. Sizin gibi ciddî kardeşleri, bu gurbet memleketinde bulduğumdan, burası benim için hakikî bir vatan hükmüne geçti, hakikî vatanımı unutturdu. Yazılan eserlerin yüksekliği, me'haz ve maden-i kudsîleri olan Kur'an'dan sonra sizler gibi muhatabların ciddî iştiyakları ve tam tefehhümleridir. Siz beni bulduğunuzdan bir şükretseniz, ben sizi bulduğumdan dolayı bin şükrediyorum.(49)

* Aziz kardeşim Re'fet Bey!

Bu sabah namazdan sonra başımı çevirdim, Re'fet Bey'i gördüm zannettim. Geceleyin bir torba bal ve içinde dolu altun, mübarek bir talebeme veriyordum. Arkamdaki zât demek Re'fet Bey'in kalb ve ruhunu taşıyor. Hem dellâlı olduğum hazinenin en kıymetdar, en tatlı şeyi bizim vasıtamızla satın almak istiyor. Sonra gördüm ki, senin ikinci bir nüshandır (yani Seyranî'dir). O rü'yada ikiniz hissedarsınız, paylaşırsınız, her ne ise...

Sizin bu defa yazdığınız Söz ziyade hoşuma gittiği için, evvelce sana dediğim gibi, başka hatlara nisbeten senin hattın gözüme eski dost göründüğünün sırrını anladım ki, merhum biraderzadem Abdurrahman'ın hattına benziyor. Bu hat kendini göstermeli. İştiyakın oldukça böyle intihab ettiğin risaleleri yazsanız mübarek olur.

Hulusi, Abdurrahman'ın yerine çendan geçmiş. Şu yazı müşabeheti bana müjde ediyor ki, bir Abdurrahman Re'fet'ten de çıkacak. Mürekkep hakkında düşündüğün iyidir. Elde gezecek, güzel olmak şartıyla sabit olsun. Kendinize yazdığınız parlak olsun. Çünki mütalaaya iştiyak ve iştihayı açar.(50)

* Aziz, sıddık, müdakkik, meraklı kardeşim Re'fet Bey!

Sizin gibi hoş-sohbet bir kardeşimi, haksız olarak sual sormamaya ve sükûta davet ediyordum. Çendan bu davette mazurum, belki mecburum. Çünki bugün dört saat mütemadiyen kâtibi bekledim ki, bir mektub yazacağım, olmadı. Tâ ben yirmi dakikadaki mesafeye gittim. Bağ suyu başında bularak uykusuz yorgun buldum. Onu aldattım, az bir işim var dedim. Hâlbuki on dakika zannedip, iki saat zarurî yazılar yazdırdım. Zâten kafam da yorgun ve istirahata muhtaçtır.

Fakat Re'fet gibi bir müştakı susturmanın cezası olarak bir tokat yedim. Senin bu hafta edeceğin kolay, latif sualine bedel; Senirkent'li arkadaşlarımız müz'iç, Eski Said'in kuvve-i hâfızasına havale edilecek acib sualleri sordular. Dedim kendi nefsime müstehak oldu, sen Re'fet'i dinlemedin, işte bunları dinle. Halbuki onlara cevab vermek lâzım geliyor; çünki onlara, böyle mes'elelerde dinsizler ilişiyorlar. Mecburî gayet muhtasar ve nâkıs ve kısa cevab yazdım, fakat yine Re'fet'in hatırı için yazdım. O cevabı, bundan evvel dört suale cevab ve mugayyebat-ı hamseye dair Sabri Efendi ve Hâfız Ali'nin suallerine dair kısa cevabı, Hüsrev ile beraber okuyunuz. Münasib görürseniz üçü birden, ya Onaltıncı Lem'a veya yazılmayan Ondördüncü Mektub makamına kaim edilsin. Hem yanlış var ise, tashih edersiniz. Çünki, cevabların aslı sünuhat olmakla beraber tafsilâtında fikrim karışarak yanlış edebilir.(51)

Dipnotlar

1-Emirdağ Lahikası 1-s:57

2-Lem'alar s: 12

3-Haşiye: Tevafuk mu'cizesini gösterir bir surette demektir.

4-Lem'alar s: 49

5-Lem'alar s: 49

6-Lem'alar s: 51

7-Lem'alar s: 52-55

8-Lem'alar s: 82

9-Lem'alar s:86

10-Lem'alar s: 236

11-Lem'alar s: 242

12-Lem'alar s: 243

13-Kastamonu Lahikası s: 21

14-Kastamonu Lahikası s: 28-29

15-Osmanlıca Lem'alar, s: 70

16-Kastamonu Lahikası s: 29

17-Kastamonu Lahikası s: 221

18-Kastamonu Lahikası s: 228

19-Mektubat-s: 384-387

20-Kastamonu Lahikası s: 5

21-Lem'alar s: 286

22-Kastamonu Lahikası s: 178

23-Mektubat-s: 279

24-Barla Lahikası s: 338-339

25-Emirdağ Lahikası-1: 97

26-Emirdağ Lahikası-1: 99

27-Emirdağ Lahikası-1: 177

28-Emirdağ Lahikası-1: 178

29-Barla gayr-i münteşirlerinden..

30-Barla gayr-i münteşirlerinden..

31-Barla gayr-i münteşirlerinden..

32-Barla gayr-i münteşirlerinden..

33-Barla gayr-i münteşirlerinden..

34-Barla gayr-i münteşirlerinden..

35-Barla Lahikası: 20-22

36-Barla Lahikası: 249-250

37-Barla Lahikası: 251

38-Barla Lahikası: 252

39-Barla Lahikası: 254-255

40-Maddeten otuz liralık, manen belki üç yüz liralıktır.

41-Barla Lahikası-126-127

42-Barla Lahikası:128-129

43-Barla Lahikası s: 201-204

44-Barla Lahikası s: 288

45-Barla Lahikası s: 315

46-Barla Lahikası s: 316

47-Barla Lahikası s: 326

48-Barla Lahikası s: 327-328

49-Barla Lahikası s: 329

50-Barla Lahikası s: 339-340

51-Barla Lahikası s: 349-350

 

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Doğrusu Allah katında din, İslâm'dır; o kitap verilenlerin anlaşmazlıkları ise sırf kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki taşkınlık ve ihtirastan dolayıdır. Her kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse iyi bilsin ki, Allah hesabı çabuk görendir

Âl-i İmran:20

GÜNÜN HADİSİ

"Her şeyin bir alameti vardır. İmanın alameti de namazdır."

Münavi

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Donanmayı Haliç'e İndirdi.(22 Nisan 1453) *T.B.M.M. Açıldı.(23 Nisan 1920) *Yavuz Sultan Selim Padişah Oldu.( 25 Nisan 1512) *Çernobil Nükleer Faciası.(26 Nisan 1986) *Sultan II.Abdülhamid Han Tahttan İndirildi.(27 Nisan 1909)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI