Cevaplar.Org

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-12

RUSYADAKİ ESARET HAYATI-1915-1917 * Kutb-u şimalînin mevkiinde bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Bir gün şimendifer ile bu tarafa gelse, yaz mevsiminde bir ay mütemadiyen güneş gurub etmez. Daha bir gün otomobil ile gelse, bir haftada daima güneş görünür. Ben Rusya'daki esaretimde bu mevkiye yakın bulunuyordum


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2018-01-22 15:37:28

RUSYADAKİ ESARET HAYATI-1915-1917

* Kutb-u şimalînin mevkiinde bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Bir gün şimendifer ile bu tarafa gelse, yaz mevsiminde bir ay mütemadiyen güneş gurub etmez. Daha bir gün otomobil ile gelse, bir haftada daima güneş görünür. Ben Rusya'daki esaretimde bu mevkiye yakın bulunuyordum.(1)

* Ben Rusya'da esarette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurub etmeyen bir yer vardı. Seyir için oraya gidiyorlardı.(2)

* Rus'un Başkumandanı kasden önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun i'dam tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona başını eğmeyen(3)

*Eğer şer'an intihar caiz olsaydı elbette Rus'un Başkumandanının ve İstanbul'u işgal eden itilafçıların Başkumandanlarının kendini i'dam etmek vaziyetlerine ve divan-ı riyasette elli meb'usun huzurunda ilk Reisicumhurun şiddetli hiddetine karşı tezellüle tenezzül etmeyen bir adam, elbette pek çok defa bir âdi jandarma ve gardiyanın ve âdi bir memurun tahkirkârane ihanetleri ve iftiraları ve tazibleri ve ağır tacizlerini gören adama, elbette ölüm yüz defa hayattan daha ziyade ona hoş gelir.(4)

* Ve esarette Rus'un başkumandanının i'dam kararına ehemmiyet vermeyen(5)

* O adam i'dam edileceği tehdidine karşı Rus'un Başkumandanına ve üç müdhiş kumandana karşı izzet-i ilmiyesini muhafaza edip başını eğmeyen(6)

* O esaret hâdisesi aslı doğrudur. Fakat şahidim olmadığından tafsilen beyan etmemiştim. Yalnız bir manga beni i'dam etmek için geldiğini bilmiyordum, sonra anladım. Ve Rus Kumandanı tarziye için Rusça birşeyler söyledi, ben bilemedim. Demek hazır bulunan ve bu hâdiseyi gazeteye ihbar eden müslüman yüzbaşı anlamış ki, kumandan tekrar tekrar "Affet" demiş.(7)

* Hakkımda gazete münasebetiyle şimdi ihtar edildi ki: Rus'un cebbar bir kumandanı, gösterdiğin izzet-i imaniye karşısında hiddetini bırakıp tarziye verdiği halde.. Risale-i Nur'un gayet kuvvetli, şahsımın yüz derece fevkinde hâlisane salâbet-i imaniye derslerini gören resmî memurlar kalben insafa gelmezler ve inadında devam etseler; elbette Cehennem'den başka hiç bir ceza onları temizlemez.(8)

* Üç sene Rusya'da esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Hâlbuki Ruslar, beni Kürd Gönüllü Kumandanı suretinde, Kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men'etmediler. Arkadaşım olan doksan esir zabitlerin kısm-ı ekserisine ders veriyordum. Bir defa Rus Kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için siyasî ders zannetti; bir defa beni men'etti, sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı câmi yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilattan men'etmediler, beni muhabereden kesmediler.(9)

* Rusya'da Kosturma'da doksan esir zabitlerimizle beraber bir koğuşta idik. Ben o zabitlerimize arasıra ders veriyordum. Bir gün Rus kumandanı geldi, gördü, dedi: "Bu Kürd, gönüllü alay kumandanı olup, çok askerimizi kesmiş. Şimdi de burada siyasî ders veriyor. Ben yasak ediyorum, ders vermesin." İki gün sonra geldi, dedi: "Madem dersiniz siyasî değil, belki dinîdir, ahlâkîdir; dersine devam eyle." İzin verdi.(10)

* Eski harb-i umumîde Rusya'nın şimalinde doksan zabitimiz ile beraber bir uzun koğuşta esir olarak bulunuyorduk. O zâtların bana karşı haddimden çok ziyade teveccühleri bulunmasından, nasihatla gürültülere meydan vermezdim. Fakat birden asabiyet ve sıkıntıdan gelen bir titizlik, şiddetli münakaşalara sebebiyet vermeye başladı. Ben de üç-dört adama dedim: "Siz nerede gürültü işitseniz, gidiniz haksıza yardım ediniz. Onlar dahi öyle yaptılar, zararlı münakaşalar kalktı. Benden sordular: "Neden bu haksız tedbiri yaptın?" Dedim: "Haklı adam, insaflı olur; bir dirhem hakkını, istirahat-ı umumînin yüz dirhem menfaatine feda eder. Haksız ise ekseriyetle enaniyetli olur, feda etmez, gürültü çoğalır.(11)

*Bundan onbeş sene evvel Rusya'nın şimalinde esir olduğum zaman doksan esir zabitlerimizle beraber büyük bir fabrika koğuşunda bulunuyorduk. Sıkıntı ve ruh darlığından çok münakaşalar, gürültüler oluyordu. Umumun bana karşı ziyade hürmetleri olduğundan teskin ediyordum. Sonra, sükûneti muhafaza için dört-beş zabiti tayin ettim. Ve dedim: "Hangi köşede bir gürültü işittiniz, hemen yetişiniz. Hangi taraf haksız ise ona yardım ediniz." Hakikaten bu tedbir ile gürültünün önü alındı.

Benden soruldu: "Ne için haksıza yardım ediniz diyorsun?"

Cevaben, o zaman demiştim ki: "Haksız insafsızdır. Bir dirhem menfaatini, kırk dirhem istirahat-ı umumiye için bırakmaz. Haklı adam ise insaflı olur. Bir dirhem hakkını, sükûnet-i umumiyedeki kırk dirhem arkadaşının menfaatine feda eder, bırakır. Gürültü kalkar, sükûnet iade edilir. Bu koğuştaki doksan zât istirahat eder. Eğer haklıya muavenet edilse, gürültü daha ziyadeleşecek. Bu nev' hayat-ı içtimaiyede menfaat-i umumiyenin ehemmiyeti nazara alınır."(12)

*Rusya'da esarette iken niyet ettim ve niyaz ettim ki, âhir ömrümde bir mağaraya çekileyim.(13)

*Hem eski Harb-i Umumî'de şark-ı şimalîdeki esaretimde karar vermiştim ki: "Bundan sonra ömrümü mağaralarda geçireceğim. Hayat-ı siyasiyeden ve içtimaiyeden sıyrılacağım. Artık karışmak yeter."(14)

* Ben Rusya'da esir iken, en evvel Bolşevizm'in fırtınası hapishanelerden başladığı gibi(15)

*Bir zaman ihtiyarlığa ayak bastığımdan, gafleti idame ettiren sıhhat-ı bedenim de bozulmuştu. İhtiyarlıkla hastalık, müttefikan bana hücum etti. Başıma vura vura uykumu kaçırdılar. Çoluk çocuk, mal gibi beni dünya ile bağlayacak alâkalar da yoktu. Gençlik sersemliğiyle zayi' ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini; bütün günahlar, hatiatlar gördüm. Niyazi-i Mısrî gibi feryad eyleyerek dedim:

Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu heba,

Yola geldim lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.

Ağlayıp nalân edip düştüm yola tenha garib,

Dîde giryan, sîne biryan, akıl hayran bîhaber.

O vakit gurbette idim. Me'yusane bir hüzün ve nedametkârane bir teessüf ve istimdadkârane bir hasret hissettim. Birden Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan imdada yetişti. Bana o kadar kuvvetli bir rica kapısını açtı ve öyle hakikî bir teselli ziyasını verdi ki, o vaziyetimin yüz derece fevkindeki ye'si dahi izale eder ve o karanlıkları dağıtabilirdi.(16)

*Harb-i Umumî'de esaretle, Rusya'nın şark-ı şimalîsinden, çok uzak olan Kosturma vilayetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir câmisi, meşhur Volga Nehri'nin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zabitler içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim; dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga Nehri'nin kenarındaki küçük câmiye aldılar. Ben yalnız olarak câmide yatıyordum. Bahar da yakın. O şimal kıt'asının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehri'nin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı.

Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum, fakat Harb-i Umumî'yi gören ihtiyardır. Güya يَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ شِيبًا sırrına mazhar olarak, öyle günlerdir ki; çocukları ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı uzun gece ve hazîn gurbet ve hazîn vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir me'yusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi. O halette iken Kur'an-ı Hakîm'den imdad geldi; dilim حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedi, kalbim de ağlayarak dedi: غَرِيبَمْ بِى كَسَمْ ضَعِيفَمْ نَاتُوَانَمْ َاْلاَمَانْ گُويَمْ عَفُوْ جُويَمْ مَدَدْ خَواهَمْ زِدَرْگَاهَتْ اِلهِى

Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyazi-i Mısrî gibi dedim:

Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp,

Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost!

diye, dostları arıyordu. Her ne ise... O hüzünlü, rikkatli, firkatli uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlahîde za'f u aczim o kadar büyük bir şefaatçı ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim. Çünki birkaç gün sonra, gayet hilaf-ı me'mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başımla Rusça bilmediğim halde firar ettim. Za'f u aczime binaen gelen inayet-i İlahiye ile hârika bir surette kurtuldum. Tâ Varşova ve Avusturya'ya uğrayarak İstanbul'a kadar geldim ki, bu surette kolaylıkla kurtulmak pek hârika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları, çok teshilât ve çok kolaylıkla, o uzun firarî seyahatı bitirdim.

Fakat o Volga Nehri kenarındaki câmideki mezkûr gecenin vaziyeti bana bu kararı verdirmiş ki; bakiyye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu insanların hayat-ı içtimaiyesine karışmak artık yeter. Madem sonunda yalnız kabre gideceğim; yalnızlığa alışmak için, şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim, demiştim.(17)

* O Gavs'ın müridi olan Said-ül Kürdî, Rusya'da esaretle Asya'nın şark-ı şimalîsinde ve ehl-i bid'anın eliyle Asya'nın garbına nefyolunarak kaldığı mikdarca ve Sibirya taraflarından firar edip fevkalâde çok bilâdı seyr ü seyahat etmeğe mecbur olduğu zaman..(18)

* Evet, Hazret-i Gavs'ın müridi ünvanıyla irade ettiği Said (R.A.), üç sene esaretle Asya'nın şark-ı şimalîsinde mehalik içinde mahfuz kalıp, üç-dört aylık mesafeyi firar suretiyle kat'ederek çok şehirleri gezip Gavs'ın dediği gibi mahfuz kalmıştır.(19)

* Demek zaman-ı esaret مَا كَانَ مُرِيدِى اَسِيرًا فِى شَرْقٍ de çıkıyor. Ve bin üçyüz otuzyedi (1337) ediyor. İşte bu fakir, o tarih-i arabîde Rus esaretinde, tek başımla Petrograd'dan bir ay şimal-i şark tarafından firar edip, çok enva'-ı mehalik varken, Rusça bilmediğim halde, bir muhafaza-i gaybiye altında pek çok bilâdı seyr ü seyahat ettim. Tâ Varşova, Avusturya tarîkiyle İstanbul'a gelip uzun bir daire-i arzda seyahat ettim. Hazret-i Gavs'ın dediği gibi, o esaret-i şarkıye ve o seyr-i bilâd-ı kesîre içinde izn-i İlahî ile istigaseme meded görüyordum. Demek izn-i İlahî ile Hazret-i Gavs, melek gibi bu vazifeyi duasıyla yapmış.(20)

* Hicri 1337, rumi iki küsur fark eder. O halde 1334'e iniyor ki; o tarihte yalnız tek başımla Rusya'nın şimalinde en korkulu bir vaziyette, esaretten firar ettiğimin zamanıdır.(21)

 *O hazîn hale karşı Kur'andan gelen nur böyle ihtar etti ki; senin, Şimal-i Şarkîde, Kosturma'daki gurbetinde bir iki esir zabit dostun vardı. Bu dostların her halde İstanbul'a gideceklerini biliyordun. Sana birisi dese idi: "Sen İstanbul'a mı gideceksin, yoksa burada mı kalacaksın?" Elbette zerre mikdar aklın varsa, İstanbul'a ferah ve sürurla gitmesini kabul edecektin. Çünki bin birden dokuzyüz doksandokuz ahbabın İstanbul'dadırlar. Burada bir iki tane kalmış, onlar da oraya gidecekler. Senin için İstanbul'a gitmek; hazîn bir firak, elîm bir iftirak değil. Hem de geldin, memnun olmadın mı? O düşman memleketindeki pek karanlık uzun gecelerinden ve pek soğuk fırtına kışlarından kurtuldun. Bu güzel (dünya cenneti gibi) İstanbul'a geldin.(22)

SÜRGÜNDEN İSTANBUL'A TEŞRİFİ

* (1339) eder. O zaman memleketime nisbeten garb sayılan İstanbul'da idim.(23) 

*İhtiyarlığın alâmeti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i Umumî'nin dağdağaları ve esaretimin keşmekeşlikleri ve sonra İstanbul'a geldiğim vakit ehemmiyetli bir şan ü şeref vaziyeti; hattâ Halife'den, Şeyhülislâm'dan, Başkumandan'dan tut, tâ medrese talebelerine kadar haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vaziyetin verd

iği halet-i ruhiye, o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki; âdeta dünyayı daimî, kendimi de lâyemutane dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acibede görüyordum.

İşte o zamanda, İstanbul'un Bayezid câmi-i mübarekine, Ramazan-ı Şerifte, ihlaslı hâfızları dinlemeye gittim. Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, semavî yüksek hitabıyla beşerin fenasını ve zîhayatın vefatını haber veren gayet kuvvetli bir surette كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ fermanını, hâfızların lisanıyla ilân etti. Kulağıma girip, tâ kalbimin içine yerleşip, o pek kalın gaflet ve uyku ve sarhoşluk tabakalarını parça parça etti.

Câmiden çıktım. Daha çoktan beri başımda yerleşen o eski uykunun sersemliğiyle birkaç gün başımda bir fırtına, dumanlı bir ateş ve pusulasını şaşırmış gemi gibi kendimi gördüm. Âyinede saçıma baktıkça, beyaz kıllar bana diyorlar: "Dikkat et!" İşte o beyaz kılların ihtarıyla vaziyet tavazzuh etti. Baktım ki; çok güvendiğim ve ezvakına meftun olduğum gençlik elveda diyor ve muhabbetiyle pek çok alâkadar olduğum hayat-ı dünyeviye sönmeye başlıyor ve pek çok alâkadar ve âdeta âşık olduğum dünya, bana "Uğurlar olsun" deyip, misafirhaneden gideceğimi ihtar ediyor. Kendisi de "Allah'a ısmarladık" deyip, o da gitmeye hazırlanıyor. Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ âyetinin külliyetinde: "Nev'-i insanî bir nefistir, dirilmek üzere ölecek. Ve Küre-i Arz dahi bir nefistir, bâki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefistir, âhiret suretine girmek için o da ölecek!" manası, âyetin işaretinden kalbe açılıyordu.

İşte bu halette vaziyetime baktım ki; medar-ı ezvak olan gençlik gidiyor, menşe-i ahzan olan ihtiyarlık yerine geliyor. Ve gayet parlak ve nuranî hayat gidiyor; zahirî karanlıklı dehşetli ölüm, yerine gelmeye hazırlanıyor. Ve o çok sevimli ve daimî zannedilen ve gafillerin maşukası olan dünya, pek sür'atle zevale kavuşuyor gördüm.

Kendi kendimi aldatmak ve yine başımı gaflete sokmak için, İstanbul'da haddimden çok fazla gördüğüm makam-ı içtimaînin ezvakına baktım, hiçbir faidesi olmadı. Bütün onların teveccühü, iltifatı, tesellileri; yakınımda olan kabir kapısına kadar gelebilir, orada söner. Ve şöhretperestlerin bir gaye-i hayali olan şan ü şerefin süslü perdesi altında sakil bir riya, soğuk bir hodfüruşluk, muvakkat bir sersemlik suretinde gördüğümden, anladım ki; beni şimdiye kadar aldatan bu işler, hiçbir teselli veremez ve onlarda hiçbir nur yok.

Yine tam uyanmak için, Kur'anın semavî dersini işitmek üzere, yine Bayezid Câmiindeki hâfızları dinlemeye başladım. O vakit o semavî dersten وَ بَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا ilâ âhir.. nev'inden kudsî fermanlarla müjdeler işittim. Kur'andan aldığım feyz ile hariçten teselli aramak değil, belki dehşet ve vahşet ve me'yusiyet aldığım noktalar içinde teselliyi, ricayı, nuru aradım. Cenab-ı Hakk'a yüzbin şükür olsun ki; ayn-ı dert içinde dermanı buldum, ayn-ı zulmet içinde nuru buldum, ayn-ı dehşet içinde teselliyi buldum.

En evvel herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne baktım.. Nur-u Kur'an ile gördüm ki: Ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de; fakat mü'min için asıl sîması nuranîdir, güzeldir gördüm. Ve çok risalelerde bu hakikatı kat'î bir surette isbat etmişiz. Sekizinci Söz ve Yirminci Mektub gibi çok risalelerde izah ettiğimiz gibi; ölüm i'dam değil, firak değil, belki hayat-ı ebediyenin mukaddemesidir, mebdeidir ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır. Ve hâkeza bunlar gibi hakikatlar ile ölümün hakikî güzel sîmasını gördüm. Korkarak değil, belki bir cihetle müştakane mevtin yüzüne baktım. Ehl-i tarîkatça rabıta-i mevtin bir sırrını anladım.

Sonra herkesi zevaliyle ağlatan ve herkesi kendine meftun ve müştak eden ve günah ve gaflet ile geçen ve geçmiş gençliğime baktım; o güzel süslü çarşafı (elbisesi) içinde, gayet çirkin, sarhoş, sersem bir yüz gördüm. Eğer mahiyetini bilmeseydim birkaç sene beni sarhoş edip güldürmesine bedel, yüz sene dünyada kalsam beni ağlattıracaktı.(24)

 DAR-ÜL HİKMET-İ İSLAMİYE A'ZASI OLMASI

* Hükûmet-i İttihadiye ittifaklarıyla, Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye'de Avrupa'ya karşı hakaik-i İslâmiyeyi isbat edecek ve millete ders verecek bir vazife ile tavzif etmeleri.(25)

* Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye'de hükûmet-i İttihadiyenin ittifakıyla hikmet-i İslâmiyeyi Avrupa hükemasına tesirli bir surette kabul ettirmek vazifesine lâyık görünen(26)

* Hükûmet-i İttihadiye ittifakla umum Avrupa'ya karşı hakaik-i İslâmiyeyi beyan ve muhafaza etmek için Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye'de bir a'za kabul edilen(27)

*Said (R.A.) Hürriyetten sonra az bir zamanda mücahedesinde tevakkuf etmiş ise, bin üçyüz otuzikide İşarat-ül İ'caz'ı te'lif ile beraber Eski Said'den sıyrılmak niyet edip, Yeni Said suretinde bütün kuvvetiyle mücahede-i maneviyeye başlayıp, iki-üç sene sonra da Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye'de bir-iki sene Hazret-i Gavs-ı Geylanî'nin şu vasiyetini ve emrini imtisal ederek envâr-ı Kur'aniyeyi neşretmiş. Lillahilhamd, şimdiye kadar devam ediyor.(28)

*Ayrı ayrı zamanda yazılmış kıymetdar ve menfaatli ve uhrevî ve Avrupa feylesoflarının dinsiz ve mülhid şakirdlerine karşı, -Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye'nin a'zalığı münasebetiyle- hakikî ve ilmî müdafaatım(29)

*Hem maaşı kabul etmemek -yalnız bir-iki sene Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye'de dostlarımın icbarıyla kabul etmeye mecbur oldum ve o parayı da manen millete iade ettik.(30)

*Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye'de bir-iki sene maaşı kabul ettim, fakat o parayı kitablarımın tab'ına sarfederek ve ekserini meccanen millete verip, milletin malını yine millete iade ettim.(31)

* Ve bir de, onüç sene evvel hükûmet Dâr-ül Hikmet'te yüz lira maaş alacak kadar iş görebilecek bir adam nazarıyla bana bakmış, ayda yüz lira maaş vermiş.(32)

* Medreset-üz Zehra'nın yirmi derslerini ve hediyesini aldım. Ona mukabil, Dâr-ül Hikmet'te vazife-i ilmiyede iken tayinatım olan, elime verilen ve o zaman tab'ettiğim risalelerin masrafından fazla kalan ve onunla hacca gitmek niyet ettiğim ve yirmi-otuz seneye yakın bir zamanda benim ihtiyat erzakım bulunan doksan banknot ki, nazarımda bin banknot kadar kıymeti vardı.(33)

* Hem Dâr-ül Hikmet'ten aldığım maaşla -ki, onunla hacca gidecektim.(34)

* Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye'de aldığım maaştan çoğunu, o zaman yazdığım kitabların tab'ına sarfettim; az bir kısmını, hacca gitmek için sakladım. İşte o cüz'î para, iktisad ve kanaat berekâtıyla on sene bana kâfi geldi ve yüzsuyumu döktürmedi; daha o mübarek paradan biraz var.(35)

*Esaretten geldikten sonra, İstanbul'da Çamlıca tepesinde bir köşkte, merhum biraderzadem Abdurrahman ile beraber oturuyorduk. Bu hayatım, hayat-ı dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mes'udane bir hayat sayılabilirdi. Çünki esaretten kurtulmuştum, Dâr-ül Hikmet'te meslek-i ilmiyeme münasib en âlî bir tarzda neşr-i ilme muvaffakıyet vardı. Bana teveccüh eden haysiyet ve şeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice İstanbul'un en güzel yeri olan Çamlıca'da oturuyordum. Hem herşeyim mükemmeldi. Merhum biraderzadem Abdurrahman gibi gayet zeki, fedakâr, hem bir talebe, hem hizmetkâr, hem kâtib, hem evlâd-ı maneviyem beraberdi.

Dünyada herkesten ziyade kendimi mes'ud bilirken âyineye baktım; saçımda, sakalımda beyaz kılları gördüm. Birden esarette, Kosturma'daki câmideki intibah-ı ruhî yine başladı. Onun eseri olarak, kalben merbut olduğum ve medar-ı saadet-i dünyeviye zannettiğim hâlâtı, esbabı tedkike başladım. Hangisini tedkik ettimse, baktım ki; çürüktür, alâkaya değmiyor, aldatıyor.

O sıralarda en sadakatli zannettiğim bir arkadaşımda, umulmadık bir sadakatsizlik ve hatıra gelmez bir vefasızlık gördüm. Hayat-ı dünyeviyeden bir ürkmek geldi. Kalbime dedim: "Acaba ben bütün bütün aldanmış mıyım? Görüyorum ki; hakikat noktasında acınacak halimize, pek çok insanlar gıbta ile bakıyorlar. Bütün bu insanlar divane mi olmuşlar, yoksa şimdi ben divane mi oluyorum ki, bu dünyaperest insanları divane görüyorum?" Her ne ise... Ben, ihtiyarlığın verdiği şiddetli intibah cihetinde, en evvel alâkadar olduğum fâni şeylerin fâniliğini gördüm.

Kendime de baktım, nihayet-i aczde gördüm. O vakit, beka isteyen ve beka tevehhümüyle fânilere mübtela olan ruhum bütün kuvvetiyle dedi ki: "Madem cismen fâniyim, bu fânilerden bana ne hayır gelebilir? Madem ben âcizim, bu âcizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak bir Bâki-i Sermedî, bir Kadîr-i Ezelî lâzım." diyerek taharriye başladım.

O vakit herşeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiğim ilme müracaat edip, bir teselli, bir rica aramaya başladım. Maatteessüf o vakte kadar ulûm-u felsefeyi, ulûm-u İslâmiye ile beraber havsalama doldurup o ulûm-u felsefeyi pek yanlış olarak maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim. Hâlbuki o felsefî mes'eleler ruhumu çok fazla kirletmiş ve terakkiyat-ı maneviyemde engel olmuştu.

Birden Cenab-ı Hakk'ın rahmet ve keremiyle Kur'an-ı Hakîm'deki hikmet-i kudsiye imdada yetişti. Çok risalelerde beyan edildiği gibi; o felsefî mes'elelerin kirlerini yıkadı, temizlettirdi. Ezcümle: Fünun-u hikmetten gelen zulümat-ı ruhiye, ruhumu kâinata boğduruyordu. Hangi cihete baktım, nur aradım; o mes'elelerde nur bulamadım, teneffüs edemedim.

Tâ Kur'an-ı Hakîm'den gelen ve "Lâ İlahe İlla Hu" cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet parlak bir nur olarak bütün o zulümatı dağıttı; rahatla nefes aldım. Fakat nefs ve şeytan, ehl-i dalalet ve ehl-i felsefeden aldıkları derse istinad ederek, akıl ve kalbe hücum ettiler. Bu hücumdaki münazarat-ı nefsiye lillahilhamd kalbin muzafferiyetiyle neticelendi. Çok risalelerde kısmen o münazaralar yazılmış. Onlara iktifa edip, burada yalnız binde bir muzafferiyet-i kalbiyeyi göstermek için, binler bürhandan birtek bürhan beyan edeceğim. Tâ ki, gençliğinde hikmet-i ecnebiye veya fünun-u medeniye namı altındaki kısmen dalalet, kısmen malayaniyat mes'eleleriyle ruhunu kirletmiş, kalbini hasta etmiş, nefsini şımartmış bir kısım ihtiyarların ruhunda temizlik yapsın. Tevhid hakkında şeytan ve nefsin şerrinden kurtulsun. (36)

* Bugünlerde Salahaddin'in İstanbul'dan getirdiği Habbe, Katre, Şemme, Hubab gibi Arabî risalelere baktım. Gördüm ki: Yeni Said'in doğrudan doğruya harekât-ı kalbiyesinde müşahede ettiği hakikatlar, Risale-i Nur'un çekirdekleri hükmündedir. Zâten bunlar hem Şu'le ve Zühre, Risale-i Nur'un Arabî parçalarıdır. Onlar, doğrudan doğruya benim nefsimin dersi olduğu için, Arabî ve kısa ibarelerle ifade edilmiş, başka adamlar nazara alınmamış.

O zaman başta Şeyhülislâm ve Dâr-ül Hikmet a'zaları ve İstanbul'un büyük âlimleri, tahsin ve takdirle karşıladılar. Bunlar Yeni Said'in eserleri olduğundan, Risale-i Nur'un eczalarıdırlar. Eski Said'in ise, Arabî risalelerinden yalnız İşarat-ül İ'caz, Risale-i Nur'da en mühim bir mevki almış.

Hem her iki Said'in iştirakiyle, bir tek Ramazan'da iki hilâl ortasında te'lif edilen ve kendi kendine, ihtiyarım haricinde bir derece manzum şeklini alan ve İşarat-ül İ'caz kıt'asında elli-altmış sahife bulunan Türkçe olarak Lemaat namındaki risale dahi Risale-i Nur'a girebilir. Maatteessüf bir nüsha elde edemedim. Herkesin hoşuna gittiği için, matbu' nüshaları kalmamış.

Hem Eski Said'in ilm-i mantık noktasında bir şaheser hükmünde bulunan gayr-ı matbu' Ta'likat'tan süzülen i'cazlı bir îcaz-ı hârikada, müdakkik ülemaları hayret ve tahsinle dikkate sevkeden, matbu' "Kızıl Îcaz" namındaki risale-i mantıkıye Risale-i Nur'la bağlanmasına ve şakirdlerinin âlimler kısmının nazarına göstermek lâyık gördüm. Fakat çok derindir. Bugünlerde Feyzi'ye bir parça ders verdim. Belki bir zaman Feyzi kendisi, başkasının da anlaması için dersini Türkçe kaleme alacak.(37)

* Hem üçyüz otuzbeş senesinde İstanbul'da tab'edilen Katre, Şemme, Habbe, Habbe'nin Zeyli(38)

* İstanbul'dan Eski Said'in tedkikat-ı ilmiye neticesinde ülemaca pek makbul olup yaldızla tab'edilmiş "Nokta" Risalesini bana göndermişler.(39)

* Cephe-i harbde yazdığı ve şimdi müsadere edilen İşarat-ül İ'caz, o zamanın başkumandanı olan Enver Paşa'ya o derece kıymetdar görünmüş ki, kimseye yapmadığı bir hürmetle istikbaline koştuğu o yadigâr-ı harbin hayrına, şerefine hissedar olmak fikriyle, İşarat-ül İ'caz'ın tab'ı için kâğıdını vererek müellifinin harbdeki mücahedatı takdirkârane yâd edilen bir adam(40)

* Vaktiyle tab' etmek için, yalnız İşarat-ül İ'caz tefsirine ikiyüz elli lira verdim. Arabî mecmuası üç yüz lira.(41)

* Onbeş sene evvel Arabça olarak tab'edilen, Harb-i Umumî'de ateş içinde yazıldığı için, o zamandaki Başkumandanın bu yadigâr-ı harbin hayrına iştirak etmek niyetiyle kâğıdını kendisi verdiği İşarat-ül İ'caz tefsirini(42)

* (1338-1339) ederek, harb-i umumî zulümatında te'lif edilen, Resail-in Nur'un fatihası olan İşarat-ül İ'caz Tefsiri, o zulmetler içindeki zuhuru tarihine(43)

* Bin üçyüz otuzdokuz (1339) olup o tefsirin fevkalâde iştiharı ve Dâr-ül Hikmet tarafından ekser müftülere gönderilen nüshalar, müteaddid ve maddî ve manevî inkılabların sarsıntılarından vikaye noktasında -çok emareler ve müftülerin itirafıyla- birer kal'a ve ekser müftülerin ellerinde birer elmas kılınç hükmüne geçmeleri tarihine..(44)

*Otuz sene evvel Dâr-ül Hikmet a'zası iken, bir gün arkadaşımızdan ve Dâr-ül Hikmet a'zasından Seyyid Sa'deddin Paşa dedi ki: "Kat'î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebide ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki, bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremiyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız." diye senin i'damına hükmetmişler. Kendini muhafaza et." Ben de "Tevekkeltü Alallah, ecel birdir, tegayyür etmez" dedim.

İşte bu komite, otuz sene belki kırk seneden beri hem tevessü' etti, hem benimle mücadelede herbir desiseyi istimal etti. İki defa imha için hapse ve onbir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar (şimdi ondokuz defa oldu.)

En son dehşetli plânları, sâbık dâhiliye vekilini ve Afyon'un sâbık valisini, Emirdağı'nın sâbık kaymakam vekilini aleyhime sevketmeleriyle, resmî hükûmetin nüfuzunu bütün şiddetiyle aleyhimde istimal etmeleridir. 

Benim gibi zaîf, ihtiyar, merdümgiriz, fakir, garib, hizmete çok muhtaç bir bîçareye o üç resmî memurlar, aleyhimde öyle bir propaganda ve herkesi korkutmak o dereceye gelmiş ki; bir memur bana selâm etse, haber aldıkları vakitte değiştirdikleri için, casusluktan başka hiçbir memur bana uğramadığını ve komşularımın da bazıları korkularından hiç selâm etmediklerini gördüğüm halde; inayet ve hıfz-ı İlahî bana bir sabır ve tahammül verdi. Emsalsiz bu işkence, bu tazyik, beni onlara dehalete mecbur etmedi.(45) 

* Bir zaman -Allah rahmet etsin- mühim bir zât kayığa binmekten korkuyordu. Onun ile beraber bir akşam vakti, İstanbul'dan köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyüb'e gitmeğe mecburuz. Israr ettim. Dedi: "Korkuyorum, belki batacağız!" Ona dedim: "Bu Haliç'te tahminen kaç kayık var?" Dedi: "Belki bin var." Dedim: "Senede kaç kayık garkolur." Dedi: "Bir-iki tane, bazı sene de hiç batmaz." Dedim: "Sene kaç gündür?" Dedi: "Üçyüzaltmış gündür." Dedim: "Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üçyüz altmış bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan; insan değil, hayvan da olamaz!"

Hem ona dedim: "Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?" Dedi: "Ben ihtiyarım, belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır." Dedim: "Ecel gizli olduğundan, herbir günde ölmek ihtimali var; öyle ise üçbin altıyüz günde hergün vefatın muhtemel. İşte kayık gibi üçyüzbinden bir ihtimal değil, belki üçbinden bir ihtimal ile bugün ölümün muhtemeldir, titre ve ağla, vasiyet et!" dedim. Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim.

Kayık içinde ona dedim: "Cenab-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrib için değil! Ve hayatı ağır ve müşkil ve elîm ve azab yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa.. hattâ beş-altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârane bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdır, hayatı azaba çevirir."(46)

* Bir şey mâvudia' lehinde istihdam edilmezse, atalete uğrar, matlub eseri göstermez. Binaenaleyh mühim bir maksad için tesis edilen Dâr-ül Hikmet-il İslâmiyeyi, şimdiki âdi bir komisyon derecesinden çıkarıp, Meşi­hat'taki devairin rüesasıyla beraber şûranın aza-yı tabiiyesi addet­mek ve haricdeki âlem-i İslâmdan, şimdilik onbeş-yirmi kadar, İslâmın dinen, ahlâken itimadını kazanmış müntehab ülemasını celbeylemek, bu mes'ele-i uzmanın esasını teşkil eder.(47)

 

* Hem ezcümle, Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye'de bulunduğum zaman, tesettür âyeti aleyhinde Avrupa'dan gelen itiraza karşı bir cevab yazmıştım.(48)

* S- Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye neden hizmet edemedi?

C- En büyük hizmeti, adem-i hizmetidir. En büyük hareketi, hareket­sizliğidir. Çünki buradaki hâkim olan kuvvet, ecnebiye lehinde olma­yan herbir hareketi boğuyor. Hareket edenleri gördük, mukaddes câmi­lerde gâvurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevaz-ı katline fetva verdi­rildi. İşte Dâr-ül Hikmet, bu fırtına içinde âlet ettirilmedi. En büyük mani olan ecnebi kuvvet, bütün kuvvetiyle ahlâksızlığı himaye ve teşci' edi­yordu.

İkinci derecede sebeb: Dâr-ül Hikmet eczaları kabil-i imtizac, belki de ihtilat değil. Şahsî meziyetleri vardır. Cemaat ruhu tevellüd etmedi. "Ene"ler kavîdir, de­linmedi ki bir "nahnü" olsun. "Ben", "biz" olmadı. Mesaîlerinde teşarük düsturuyla işe girişildi, teavün düsturu ihmal edildi.

Teşarük, maddiyatta eseri azîmleştirir, fevkalâde yapar. Maneviyat ve efkârda âdileştirir, belki çirkinleştirir.

Teavün düsturu bunun tamamen aksidir; maddiyatta cemaate nisbeten pek küçük, fakat yalnız bir şahsa nisbeten büyük eserlere vasıta olur. Maneviyatta ise, eseri hârikulâde derecesine is'ad eder.

Hem de tenkidleri çok keskinleşmiştir, karşısına çıkan fikir parçala­nır, söner.

"Ehakkı aramakla bâzan hakkı da kaybeder. Hakta ittifak, ehakta ihti­laf olduğundan; bence çok defa hak, ehaktan ehaktır. Ehakkın müddet-i taharrisi zamanında, bâtılın vücûduna bir nevi müsamaha var. Yani bâzan hasen, ahsenden ahsendir."(49) 

Dipnotlar

1-Şualar-s: 588-589

2-Sözler, s. 373

3-Emirdağ Lahikası-2-s:170

4-Emirdağ Lahikası-2-s:134

5-Tarihçe-i Hayat s: 564

6-Emirdağ Lahikası-2 Gayr-i münteşirlerinden

7-Şualar, s. 525

8-Şualar, s.528

9-Mektubat-s: 75-80

10-Tarihçe-i Hayat s: 591-592

11-Şualar-s: 281

12-Lem'alar(Söz Basım), s. 447

13-Mektubat-s:47

14-Lem'alar –s: 302

15-Tarihçe-i Hayat s: 586

16-Lem'alar –s: 257

17-Lem'alar-s:267-269

18-Sikke-i Tasdik-i Gaybi s: 153

19-Sikke-i Tasdik-i Gaybi s: 153

20-Sikke-i Tasdik-i Gaybi s: 156

21-Sikke-i Tasdik-i Gaybi(Söz Basım) s: 179

22-Lem'alar-s:271

23-Sikke-i Tasdik-i Gaybi s: 159

24-Lem'alar-s: 264-266

25-Tarihçe-i Hayat s: 229

26-Tarihçe-i Hayat s: 254

27-12. Şua gayr-i münteşirlerinden

28-Sikke-i Tasdik-i Gaybi s: 148

29-Tarihçe-i Hayat s: 248

30-Mektubat-s:66

31-Emirdağ Lahikası-1 s: 24

32-Barla Lahikası-s: 360-361

33-Emirdağ Lahikası-1-s: 268-269

34-Emirdağ Lahikası-1-s: 288

35-Tarihçe-i Hayat s: 221

36-Lem'alar-s: 272-274

37-Kastamonu Lahikası s:119-120

38-Barla Lahikası: 359

39-Barla gayr-i münteşirlerinden.

40-Tarihçe-i Hayat s: 254

41-Barla Lahikası: 360

42-Barla Lahikası s:359

43-Sikke-i Tasdik-i Gaybi s: 105

44-Sikke-i Tasdik-i Gaybi s: 107

45-Emirdağ Lahikası-1 s:202

46-Mektubat-s:451-452

47-Asar-ı Bediiyye-s: 187

48-Tarihçe-i Hayat s: 217

49-Asar-ı Bediiyye-s: 150-151

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Al-i İmran,139

"Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsinizdir."

GÜNÜN HADİSİ

"Kim ilim tahsili için bir yola girerse Allah ona cennete gidecek yolu kolaylaştırır."

Müslim

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii Tekrar İbadete Açıldı(15 Nisan 1772) *Şeyhülislam İbn-i Kemal'in Vefatı(16 Nisan 1534) *Einstein'in Ölümü(18 Nisan 1955) *93 Harbi Başladı(19 Nisan 1877) *Miladi Takvime Göre Efendimiz'in(s.a.v) Doğumu(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI