Cevaplar.Org

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-8

S- Şimdiki şeyhlerden ne istersin? C- Daima onların demdemelerinin mevzuu olan ihlâsı; hem de tekke denilen manevîleşmiş kışlalarda, tarîkat denilen ruhanîleşmiş askerlikte ona murabıt oldukları cihad-ı ekberi ve terk-i iltizam-ı nefsi; hem de onların şiarı olan, zühdün manası olan terk-i menafi'-i şahsiyeyi; hem de daima iddiasında bulundukları ve mizac-ı İslâmiyetin mayesi olan muhabbeti isterim


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2017-12-15 19:12:25

S- Şimdiki şeyhlerden ne istersin?

C- Daima onların demdemelerinin mevzuu olan ihlâsı; hem de tekke denilen manevîleşmiş kışlalarda, tarîkat denilen ruhanîleşmiş askerlikte ona murabıt oldukları cihad-ı ekberi ve terk-i iltizam-ı nefsi; hem de onların şiarı olan, zühdün manası olan terk-i menafi'-i şahsiyeyi; hem de daima iddiasında bulundukları ve mizac-ı İslâmiyetin mayesi olan muhabbeti isterim. Zira onlar, bizi istihdam ederek ücretlerini almışlar. Şimdi bize hizmet etmek borçlarıdır.

S- Nasıl olsunlar?

C- Ya başlarımızdan kalksınlar yahut inad, gıybet ve tarafdarlığı mabeynlerinden kaldırsınlar. Zira bir kısım dalalet ve bid'at fırkalarının teşekkülüne, bazı bidatkâr müteşeyyihler sebebiyet vermiştir.

S- Nasıl birbiriyle ittihad ve ittifak edecekler? Halbuki bazıları bazılarını münkirdir. Onların düsturlarındandır ki; münkir ile muhabbet, belki ünsiyet dahi haramdır. İnkâr mes'elesi mühimdir?

C- Öyleyse size şöyle bir hitab etmek hakkımdır: Ey divaneler! İşitmediniz mi, anlamamış mısınız ki: اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ bir namus-u İlahîdir. Veya körleşmiş misiniz ki, görmüyor musunuz ki: لاَ يُؤْمِنُ اَحَدُكُمْ حَتَّى يُحِبَّ ِلاَخِيهِ مَا يُحِبُّ لِنَفْسِهِ bir düstur-u Nebevîdir. Acaba şu sıdk ve kizb mabeyninde mütereddid olan inkâr mes'elesi, nasıl oldu şu iki esas-ı azîm ve metine nâsih olabildi? Bu inkâr mes'elesi doğru olsun; Allah'ın kelâmı değil ki, mensuh olmasın. İşte zaman onu nesheder. Zararı faidesine galebesi, neshine fetva verir. Mensuh ile amel caiz değildir.

S- Belki birbirleriyle adavetleri, birbirinden gördükleri nâmeşru bazı mütehassıl olan adavete karşı hafif ve mağlub olmuştur?

Evet, muhabbeti iktiza eden İslâmiyet ve insaniyet, Cebel-i Uhud gibidir. Adaveti intac eden esbab, bazı küçük çakıl taşları gibidir. Muhabbeti adavete mağlub ettiren adam, nazar-ı hakikatta Cebel-i Uhud'u bir çakıl taşından aşağı derecesine indirmek kadar ahmakane hareket etmiştir. Adavetle muhabbet, ziya ile zulmet gibi içtima edemez. Adavet gelebe çalsa, muhabbet mümaşata inkılab eder. Muhabbet galebe çalsa, adavet terahhum ve acımağa inkılab eder. Benim mezhebim; muhabbete muhabbet etmektir, husumete husumet etmektir. Yani dünyada en sevdiğim şey muhabbet ve en darıldığım şey de husumet ve adavettir

S- Veli olan şeyhin, müddeî olan müteşeyyih ile farkları nedir?

C- Eğer hedef-i maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle ittihad ve mesleği muhabbet ve şiarı terk-i iltizam-ı nefs ve meşrebi mahviyet ve tarîkatı hamiyet-i İslâmiye olsa kabildir ki, bir mürşid ve hakikî şeyh olsun. Lâkin eğer mesleği tenkis-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı asâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelan-ı gıybeti intac eden kendine muhabbeti, başkalarına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir zi'b-i mütegannimdir. Din ile, dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış, o da kendisini iyi zannedip büyük meşayihe ve zevat-ı mübarekeye sû'-i zan yolunu açmıştır!

S- Sözlerin iyi, fakat dinleyen nerede? Mesleğin âlî, ittiba' edenler aşağıdır.

Cevab:

اِنَّمَا اْلاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ مَا لاَ يُدْرَكُ كُلُّهُ لاَ يُتْرَكُ كُلُّهُ اَلْمَلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوَى وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى bakıyorum. Şeriattan işitiyoruz ki; re'y-i cumhur budur, fetva bunun üzerinedir. İşte şu, bu meclisteki re'y-i ekseriyetin naziresidir. Re'y-i cumhurdan maada olan akval, eğer hakikat ve mağzdan hâlî ve boş olmazsa istidadatın re'ylerine bırakılır. Tâ herbir istidad terbiyesine münasib gördüğünü intihab etsin. Lâkin burada iki nokta-i mühimme vardır: {1: Şu iki noktaya dikkat ile kıymet versen fena olmaz.}

 Birincisi: Şu istidadın meyelanı ile intihab olunan ve bir derece hakikatı tazammun eden ve ekalliyette kalan kavl, nefs-ül emirde mukayyed ve o istidad ile mahsus olduğu halde, sahibi ihmal edip mutlak bıraktı. Etbaı iltizam edip tamim etti. Mukallidi taassub edip, o kavlin hıfzı için muhaliflerin hedmine çalıştılar. Şu noktadan müsademe, müşagabe, cerh ve red, o derece meydan aldı ki, ayakları altından çıkan toz ve ağızlarından feveran eden duman ve lisanlarından püsküren berkler, şimşekli ve bazan rahmetli bir bulut, şems-i İslâmiyetin tecellisine bir hicab teşkil etmiştir. Lâkin ziya-yı şemsten tefeyyüz etmesine istidad bahşeden rahmetli bulut derecesinde kalmadı. Yağmuru vermediği gibi, ziyayı dahi men'etmektedir.

 İkincisi: Ekalliyette kalan kavl, eğer içindeki hakikat ve mağz, onu intihab eden istidadlardaki heves ve heva ve mevrus âyineye ve mizacına galebe çalmazsa, o kavl bir hatar-ı azîmde kalır. Zira istidad onunla insibağ edip onun muktezasına inkılab etmek lâzım iken; o, onu kendine çevirir ve telkîh eder, kendi emrine müsahhar eder. İşte şu noktada hüda hevaya tahavvül ve mezheb dahi mizacdan teşerrüb eder. Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir döker.

S- Acaba kâinatta şu meclis-i âlî-i İslâmî, şu sergerdan küre şehrinde bir intizamı daha bulamıyacak mıdır?

C- İman ederim ki; umum âlem-i İslâm, millet-i insaniyede ve Âdem kavminde bir meclis-i meb'usan-ı mukaddese hükmüne geçecektir. Selef ve halef asırlar üzerinde birbirine bakıp mabeynlerinde bir encümen-i şûra teşkil edeceklerdir. Fakat birinci kısım olan ihtiyar babalar, sâkitane ve sitayişkârane dinleyeceklerdir.(1)

* İnkılabdan on sene evvel, hükûmete nihayet derecede muteriz olduğun halde; hükûmete hücum edenlere dahi itiraz ederdin. Hatta sela­tîn-i Osmaniyeyi ifrat ile sena ederdin. Hatta der idin: Muhte­meldir Abdulhamîd muktedir değildir ki; dizginini gevşetsin; milletin sa­adetine yol versin. Veyahud hata bir içtihad ile olabilir, bir gayr-ı makbul özrü kendine bulsun. Veyahud avanelerinin ve vehminin elinde mahbus gibi­dir. Sonra birden bütün kabahatı ona attık. Neden hem itiraz hem hü­cum ederdin? Hem de bazılara karşı müdafaa ederdin?..

C: İnkılabdan onaltı sene evvel Mardin cihetlerinde beni hakka irşâd eden bir zata rastgeldim; siyasetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem tâ o vakitte meşhur "Kemal'in rüyasıyla" (2) uyandım. Lâkin maateessüf sû'-i tesadüf ile hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Arab'dan sonra İslâmiyetin kı­vamı olan Etrak'i tadlil ediyorlardı. Hattâ bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel kanun-u esasî ve hürriye­tin ilânını tekfire delil gösterirdi

بِمَا اَنْزَلَ اللّٰهُ ilâ âhir hüccet ederdi. Bîçare bilmezdi ki: مَنْ لَمْ يَحْكُمْ bimana مَنْ لَمْ يُصَدِّقْ dır.

Acaba sâbık istibdadı, hürriyet zanneden ve ka­nun-u esasîye itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan hükûmete itiraz ederdiler, lâkin onlar istibdadın daha dehşetlisini istedi­ler. Bunun için onları reddederdim. İşte şimdi ehl-i hürriyeti tadlil eden şu kısım­dandır.

İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm. Dini bilmiyorlar, ehl-i İslâma insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Os­manlılıktan tecerrüd edip, tamtamına Avrupa'ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır. Bununla beraber istibdad kendini muhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi beni de inkılâbdan on sene evvel aldattılar. Ki ehl-i ihtilâlin ekseri masondur. Elhamdülillah o vesvese bir iki sene zarfında zail oldu. Tâ o vakitte anladım; bizim ekser ahrarımız mutekîd müslümanlardır.

Elhâsıl; hükûmete hücum edenlerin bazıları Haydo Haydo! derlerdı. Bazıları "Haydar Ağa, Haydar Ağa!." derlerdi. Ben "Haydar" derdim. Şimdi de Haydar derim vesselâm!..

Eyyühel avam! Şimdi Allahaısmarladık! Siz durunuz, havass ile ko­nuşulacak bir davam var. Hükûmet ve eşraf ve İttihad Terakki'ye karşı bir mühim mes'elem var.

Ey tabaka-i havas! Biz avam ve ehl-i medrese, sizden hakkımızı isteriz.

S- Ne istersin?

C- Sözünüzü fiiliniz tasdik etmek, başkasının kusurunu kendinize özür göstermemek, işi birbirine atmamak, üzerinize vâcib olan hizmeti­mizde tekâsül etmemek, vasıtanızla zayi' olan mâfâtı telafi etmek, ahva­limizi dinlemek, hacatımızla istişare etmek, bir parça keyfinizi terketmek ve keyfimizi sormak istiyoruz!

Elhasıl: Ekrad ve ülemasının istikbalini temin etmek isti­yoruz. İttihad ve Terakki mânâsındaki hissemizi isteriz. Üzerinize hafif, yanımızda çok azîm birşey isteriz.

S- Maksadını mübhem bırakma, ne istersin?

C- Câmi-ül Ezher'in kızkarındaşı olan, "Medreset-üz Zehra" namıyla dâr-ül fünunu mutazammın Kürdistan'ın merkezi hükmünde olan Bitlis'te ve iki refikasıyla Bitlis'in iki cenahı olan Van ve Diyarbekir'de te'sisini... Emin olunuz biz Kürdler başkasına benze­miyoruz. Yakînen biliyoruz, içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saa­detinden neş'et eder.

S- Nasıl? Ne gibi? Ne için?

C- Ona bazı şerait ve vâridat ve semerat vardır.

S- Şeraiti nedir?

C- Sekizdir.

Birincisi: Medrese namı me'luf ve me'nus ve cazibedar ve şevk-engiz itibarı olduğu halde büyük bir hakikatı tazammun ettiğinden rağabatı uyandıran o mübarek medrese ismiyle tesmiye.

İkincisi: Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc.. ve li­san-ı Arabî vâcib, Kürdî caiz, Türkî lâzım kılmak.

S- Şu mezcde ne hikmet var ki, o kadar tarafdarsın; daima söylüyor­sun?

C- Dört kıyas-ı fâsid (3) ile hasıl olan safsatanın zulmetinden muha­keme-i zihniyeyi halas etmek, meleke-i feylesofanenin taklid-i tufeylaneye ettiği mugalatayı izale etmek...

S- Ne gibi?

C- Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeni­yedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. İki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakitte; birincisinde taassub, ikinci­sinde hile, şübhe tevellüd eder.

Üçüncü şart: Zülcenaheyn (Türkler ve) (4) Kürdlerin mutemedi olan Ekrad ülemasından veya istînas etmek için lisan-ı mahallîye aşina olanları müderris olarak intihab etmektir.

Dördüncüsü: Ekrad'ın istidadı ile istişare etmek, onların sabavet ve besatetlerini nazara almaktır. Zîrâ çok libas var; bir kamete güzel, başkasına çirkin gelir. Çocukların talimi; ya cebr ile, ya hevesatlarını ok­şamak ile olur.

Beşinci şart: Taksim-ül a'mal kaidesini bitamamiha tatbik etmek.. tâ şubeler birbirine medhal ve mahreç olmakla beraber, herbir şubede mü­tehassıs çıkabilsin.

Altıncı şart: Bir mahreç bulmak ve müdavimlerin tefeyyüzünü temin etmek; hem de mekatib-i âliye-yi resmiyeye müsâvî tutmak ve imtihan­larını, imtihanları gibi müntic kılmak, akîm bırakmamaktır.

Yedinci şart: Dâr-ül muallimîni muvakkaten şu dâr-ül fünun daire­sinde merkez kılmak, mezcetmektir. Tâ ki, intizâm ve tefeyyüz ondan buna geçsin ve fazilet ve diyanet, bundan ona geçsin; tebadül ile herbiri ötekine bir kanat verip zülcenaheyn olsun.

Sekizinci Şart: Kürdistanda âdet-i müstemirre olan ta'lim-i infiradîyi halka ve daireye tebdil etmek...

S- Vâridatı nedir?

C- Hamiyet ve gayret.

S- Sonra?

C- Şu medrese, çekirdek gibi bilkuvve bir şecere-i tûbâyı tazammun eyliyor. Eğer hamiyet ve gayretle yeşillense, tabiatıyla madde-i hayatını cezb ile sizin kuru kesenizden istiğna edecektir.

S- Ne cihetle?

C- Çok cihetle.

Birincisi: Evkaf, hakkıyla intizâma girse, şu havuza tevhid-i medaris tarîkıyla bir mühim çeşmeyi akıtacaktır.

İkincisi: Zekattır. Zîrâ biz (hem Hanefî, hem) (5) Şafiîyiz. Bir za­man­dan sonra o Medreset-üz Zehra İslâmiyete ve insaniyete göstereceği hizmetle, şübhesiz bir kısım zekatı bil'istihkak kendine münhasır ede­cektir. Bahusus zekatın zekatı da olsa kâfidir.

Üçüncüsü: Şu medrese neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziya ile, İslâmiyete edeceği hizmetle ukûl yanında en a'lâ bir mekteb olduğu gibi; kulûb yanında en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mu­kaddes bir zaviyeyi temsil edecektir. Nasıl medrese, öyle de mekteb, öyle de tekye olduğundan; İslâmiyetin ianat-ı milliyesi olan nüzur ve sadakat kısmen ona teveccüh edecektir.

Dördüncüsü: Mezkûr tebadül için dâr-ül muallimîn ile imtizac etti­ğinden, dâr-ül muallimînin vâridatı bir derece tevsi' ile muvakkaten ve âriyeten –eğer mümkün ise– verilse, bir zaman sonra istiğna edecek, o âriyeyi iade edecektir.

S- Bunun semeratı nedir ki, on seneden beri (6) bağırıyorsun?

C- İcmali: (7) Ekrad ülemasının istikbalini temin ve maarifi, Kürdistan'a medrese kapısıyla sokmak ve meşrutiyet ve hürriyetin mehasinini göstermek ve ondan istifade ettirmektir.

S- İzah etsen fena olmaz.

C- Birincisi: Medarisin tevhid ve ıslahı...

İkincisi: İslâmiyeti, onu paslandıran hikâyat ve İsrailiyat ve taassubat-ı bârideden kurtarmak. Evet İslâmiyetin şe'ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salabet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhake­meden neş'et eden taassub değildir. Bence taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallidlerinde bulunur ki, sathî şübhelerinde muannidane ısrar gösteriyorlar. Bürhan ile temessük eden ülemanın şanı değildir.

Üçüncüsü: Mehasin-i meşrutiyeti neşr için bir kapı açmaktır. Evet Ekrad'da meşrutiyeti incitecek niyet yoktur. Fakat istihsan edilmezse is­tifade edilmez, o daha zarardır. Hasta, tiryakı zehir-âlûd zannetse elbette istimal etmez.

Dördüncüsü: Maarif-i cedideyi medarise sokmak için bir tarîk ve ehl-i medresenin nefret etmeyeceği saf bir menba'-ı fünun açmaktır. Zîrâ mükerreren söylemişim: Fena bir tefehhüm, meş'um bir tevehhüm şim­diye kadar sed çekmiştir.

Beşincisi: Yüz defa söylemişim, yine söyleyeceğim: Ehl-i medrese, ehl-i mekteb, ehl-i tekyenin musalahalarıdır. Tâ, temayül ve tebadül-ü efkâr ile lâekall maksadda ittihad eylesinler. Teessüf ile görülmüyor mu ki? Onların tebayün-ü efkârı, ittihadı tefrik ettiği gibi; tehalüf-ü meşaribi de, terakkiyi tevkif etmiştir. Zîrâ herbiri mesleğine taassub, başkasının mes­leğine sathiyeti itibariyle tefrit ve ifrat ederek; biri diğerini tadlil, öteki de berikini techil eyliyor.

Elhasıl: İslâmiyet hariçte temessül etse; bir menzili mekteb, bir hüc­resi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahi mecma-ül küll.. biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i şûra olarak, bir kasr-ı müşeyyed-i nuranî timsalinde arz-ı didar edecektir. Âyine kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medreset-üz Zehra dahi o kasr-ı İlahiyeyi haricen temsil edecektir.

Eyyühel eşraf! Size hizmet ettiğimiz gibi, bize hizmet edi­niz. Yoksa... Ey bize vesayete muhtaç çocuk nazarıyla bakan ehl-i hükûmet! Size itaat ettiğimiz gibi, saadetimizi temin ediniz. Ve illâ... Ey Kürd, (Türk) (8) cem'iyet-i milliye vazifesini bil'istihkak omuzunuza alan İttihad ve Terakki! İyi ettiniz mezcettiniz. İyi etseniz iyi... Ve illâ

S- Ülemaya pek çok itab ettiler, hattâ...

C- Büyük, pek büyük bir insafsızlık!..

S- Neden?

C- Ademin kabahatını, vücûda vermek kadar ahmaklık.

S- Ne demek?

C- Bir zâtta ilim, adem-i hilim ile iktiranı cihetiyle, adem-i hilimden neş'et eden kabahatı ile ilmi mahkûm etmek ne derece eblehliktir. Öyle de; İslâm'ın kudsiyetini daima telkin eden ve ahkâm-ı diniyeyi iktidarla­rınca tebliğ eden ve şimdi millet-i İslâmiye mabeyninde en ziyade hür­met ve muhabbet ve merhamete müstehak olan bîçare ülemayı, zamana yakışacak ülemanın adem-i vücûdundan neş'et eden kabahatı ve günahı ile mahkûm etmek ve o bîçarelere hamletmek, ahmaklık değildir de ya nedir?

Evet vücûdlarından zarar gelmemiş, istediğimiz ülemanın ademinden gelmiştir. Zîrâ zekiler galiben mektebe gittiler. Zenginler, medresenin maişetine tenezzül etmediler. Medrese de -intizam ve tefeyyüz ve mah­reç bulunmadığından- zamana göre ülemayı yetiştiremedi. Sakınınız! Ülemaya buğzetmek, büyük bir hatardır. (9)

S- Niyeti hâlis olanlar azdır. Senin niyetin hâlis olsa muvaffak olacaksın, niyetine bak?

C- Lillahilhamd ve lâ fahr.. (10) İhlas-ı niyeti ihlâl eden ve anasır-ı ga­raz olan neseb ve nesil ve tama' ve havf beni bilmiyorlar. Ben de on­ları tanımıyorum veya tanımak istemiyorum. Zîrâ meşhur bir nesebim yok ki, mazisini muhafazaya çalışayım. Ben ebu lâşey olduğumdan bir neslim de yoktur ki, istikbalini temin edeyim. Öyle bir cünûnum var ki, Divan-ı Harb dehşet ve tahvifiyle tedavisine muktedir olamadı. Öyle bir cehaletim var ki, beni ümmi edip, dinar ve dirhemin nakşını okuyamıyo­rum...

Kaldı, ticaret-i uhrevî. Öyle bir ahdetmişim, re's-ül malı da kaybet­sem mesleğimden dönmeyeceğim. Şimdiden hasaret ediyorum, çok gü­naha düşüyorum.

Bir şey kaldı: O da şöhret-i kâzibedir. İşte ben ondan usandım, kaçı­yorum. Zîrâ uhdesinden gelmediğim çok vazifeyi bana yükletiyor.

S- Neden meşrutî hükûmete (ve dinsiz olmayan) (11) Jön Türklere mümkün olduğu kadar hüsn-ü zan ediyorsun?

C- Mümkün olduğu derecede sû'-i zan ettiğiniz için, ben hüsn-ü zan ederim. Eğer öyle ise zâten iyi; yoksa, tâ öyle olsunlar, yol gösteriyorum.

S- İttihad ve Terakki hakkında re'yin nedir?

C- Kıymetlerini takdir ile beraber, siyasiyyunlarındaki şiddete mu'te-rizim.(12) Me'muldür ki, o şiddet nedamete ve şefkate inkılab et­sin. Lâkin onların iktisadî ve maarifî olan -bahusus şarkî vilayattaki- şubele­rini bir derece istihsan ve tebrik ederim.(13)

* Vehim: Sen Selânik'te İttihad ve Terakki ile ittifak etmiştin, neden ay­rıldın?..

İrşâd: Ben ayrılmadım. Onların bazıları ayrıldılar. Niyazi Bey, En­ver Bey gibi adamlarla şimdi de müttefikim. Lâkin bazılar bizden ayrıl­dılar. Bataklık yoluna saptılar. Hamiyetlerinden şüphem yoktur.. Fakat mukabillerinde garaz hissettiler. Onlar da tabiî garaza ittiba' ettiler. Şimdi İttihad-ı Muhammedî ünvanı altına girmek ve ahalinin tenvîr-i ef­kârına hizmet etmek için Şeriat onları dâvet eder. Fikrimce birçok ehl-i hamiyet inkılâbımızı kanlı zannettiğinden ağraz-ı nefsaniyeden kin ve husûmet ve inad gibi manevi silahları tedârik etmişti. Şimdi inkılâb kan­sız olduğundan ve bazı ehl-i garazın onların ağrazını uyandırdıklarından, o mânevi silahlar ki, meşrutiyetin istihsaline sebep iken; şimdi ahlâk-ı re­zîle ve fikr-i intikama tahavvül ile meşrutiyet aleyhine müdhîş bir silah olmuş. Ben hamiyetli ve dindar adamlarla daima beraberim. Ben Selâ­nik'te Meydan-ı Hürriyette okuduğum nutuk ile i'lân ettiğim mesleğimi şimdi de onu takib ediyorum. Ki İ'lâ-yı şevket-i İslâmiye ve İ'lâ-yı Kelimetullahın vasıtası olan Meşrûta-i meşru'ayı Şeriat dâiresinde idâ­mesine çalışıyorum.(14)

* Te'lifinden otuzdört sene sonra, Münazarat namındaki esere baktım, gördüm ki: Eski Said'in o zamandaki inkılabdan ve o muhitten ve tesirat-ı hariciyeden neş'et eden bir halet-i ruhiye ile yazdığı bu gibi eserlerinde hatiat var. O kusurat ve hatiatından bütün kuvvetimle istiğfar ediyorum ve o hatiattan nedamet ediyorum. Cenab-ı Hakk'ın rahmetinden niyazım odur ki: Ehl-i imanın me'yusiyetlerini izale niyetiyle ettiği hatiat, hüsn-ü niyetine bağışlansın, afv edilsin.

Eski Said'in bu gibi eserlerinde iki esas-ı mühim hükmediyor. O iki esasın hakikatları vardır; fakat ehl-i velayetin keşfiyatı tevilâta ve rü'ya-yı sadıkanın tevile muhtaç oldukları gibi; o hiss-i kabl-el vuku'un dahi daha ince tabirlere lüzumu varken, Eski Said'in o hiss-i kabl-el vuku' ile hissettiği o iki hakikatın tevilsiz, tabirsiz bir surette beyanı, kısmen kusurlu ve kısmen hilaf görünüyor.

 Birinci Esas: Ehl-i imanın me'yusiyetine karşı, "İstikbalde bir nur var" diye müjde verdiğidir. Bir hiss-i kabl-el vuku' ile Risale-i Nur'un istikbalde, dehşetli bir zamanda, çok ehl-i imanın imanlarını takviye edip kurtarmasını hissedip; o adese ile Hürriyet İnkılâbındaki siyaset dairelerine bakmış; tabirsiz, tevilsiz tatbike çalışmış. Siyaset ve kuvvet ve kemmiyet noktasında zannetmiş. Doğru hissetmiş, fakat tam doğru diyememiş.

 İkinci Esas: Eski Said, bazı dâhî siyasî insanlar ve hârika ediblerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı hissedip ona karşı cephe almışlardı. O hiss-i kabl-el vuku' tabir ve tevile muhtaç iken bilmeyerek resmî, zaîf ve ismî bir istibdad görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Hâlbuki onlara dehşet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdadların zaîf bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksad doğru, fakat hedef hata.

İşte Eski Said de, eski zamanda böyle acib bir istibdadı hissetmiş. Bazı âsârında, ona hücum ile beyanatı var. O müdhiş istibdadat-ı acibeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'an'ın 5)ahkâmı dairesindeki meşveretle o müdhiş musibeti def'eder diye düşünüp öylece çalışmış.

Evet, zaman gösterdi ki; hürriyetperver namını alan bir devletin, o istikbalde gelen istibdadın bir nümunesi olarak, üçyüz müstebid memurlarıyla, üçyüz milyon Hindistan'ı üçyüz seneden beri üçyüz adam gibi kolay bağlayıp deprenmeyecek derecede istibdad altına alarak, eşedd-i zulmü a'zamî bir derecede, yani birisinin hatasıyla binler adamı tecziye etmek olan kanun-u müstebidanesine inzibat ve adalet namını vermiş, dünyayı aldatmış, ateşe vermiş.

Münazarat namındaki eserde, bazı latife suretinde bazı kayıdlar, haşiyecikler bulunur. O eski zaman te'lifinde zarif-üt tab' talebelerine bir mülatafe nev'indedir. Çünki onlar, o dağlarda beraberinde idiler. Onlara ders suretinde beyan ediyormuş.(15)

* Otuz sene evvel aşairlerde gezerken böyle sual ettiler: Acaba şu zaman ve dehrin şikâyetindeki, hattâ büyük zâtlar ve evliyalar dahi felekten ve zamandan şikâyet ediyorlar. Ondan, Sâni'-i Zülcelal'in san'at-ı bedîine itiraz çıkmaz mı?

Cevab: Hâyır ve aslâ!.. Belki manası şudur: Güya şikâyetçi der ki: İstediğim emir ve arzu ettiğim şey ve teşehhi ettiğim hal; hikmet-i ezeliyenin düsturuyla tanzim olunan âlemin mahiyeti müstaid değil ve inayet-i ezeliyenin pergeliyle nakşolunan feleğin kanunu müsaid değil ve meşiet-i ezeliyenin matbaasında tab'olunan zamanın tabiatı muvafık değil ve mesalih-i umumiyeyi tesis eden hikmet-i İlahiye razı değildir ki; şu âlem-i imkân, Feyyaz-ı Mutlak'ın yed-i kudretinden, şu ukûlümüzün hendesesiyle ve tehevvüsümüzün iştihasıyla istediğimiz herbir semeratı koparsın. Verse de tutamaz, düşse de kaldıramaz. Evet, bir şahsın tehevvüsü için büyük bir daire-i muhita hareket-i mühimmesinden durdurulmaz.(16)

Dipnotlar

1-Asar-ı Bediiyye-s: 419-428

2-Namık Kemal'in hürriyeti bir huriyeye benzeterek ve rü'ya ile vasıflandırarak edîbâne bir tasvirini kasd ediyor. -Naşir-

3-İşte o kıyaslar, maneviyatı maddiyata kıyas edip Avrupa sözünü onda dahi hüccet tutmak. Hem de bazı fünunda meşhur olanların, başkasında da sözünü hüccet tutmak. Hem de fünun-u cedideyi bilmeyen ülemanın sözünü, ulûm-u diniyede dahi kabul etmemek. Hem de fünun-u cedidede mehareti için gurura gelip, dinde de nefsine itimad etmek. Hem de selefi halefe, maziyi hale kıyas edip haksız itirazda bulunmak gibi fasid kıyaslardır. (Biraderi ebu lâşey) Abdülmecid

4-Parantez içindeki kelime müellifi tarafından sonraki baskılarda eklenmiştir. -Naşir-

5-Parantez içindeki cümle bilahere müellifi tarafından eklenmiştir. -Naşir-

6-Belki elli seneden beri. –Müellif–

7-Şu Medreset-üz Zehra'ya dair mebahisi, (hürriyetin üçüncü senesinde) (*) nutuk sure­tiyle Bitlis'te, Van'da, Diyarbekir'de, daha birçok yerlerde ahaliye ders verdim. Umumen dediler: "Hakikattır, hem mümkündür." Demek diyebilirim ki, ben onların tercümanıyım bu mes'elede!.. –Müellif–

* Parantez içindeki cümle bilahere müellifi tarafından eklenmiştir. –Naşir–

8-Parantez içindeki kelime bilahere müellifi tarafından konulmuştur. –Naşir–

9-Ey ehl-i medaris, me'yus olmayınız! Şimdi ilim ve fen hâkimdir. Her nev'iyle teali edecek. En a'lâsı en âlî tabakaya çıkacak. –Müellif–

10-Şeyhin kerameti şeyhten rivayet; lâkin tahdis-i nimet dahi bir şükürdür. –Müellif–

11-Parantez içindeki cümle bilahere müellifi tarafından eklenmiştir. –Naşir–

12-Adaletin tevziinde adalet olmasa zulüm görünür. Bir hatır için bin hatır kırılmaz. Şiddet ayrı, hamiyet ayrıdır. Bir hodpesend hakkı iltizam etse, çokları haksızlığa sevk eder, belki mecbur eder. –Müellif–

13-Asar-ı Bediiyye-s: 429-437

14-Asar-ı Bediiyye-s: 603-604

15-Kastamonu Lahikası –s:56-57

16-Kastamonu Lahikası s: 198

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

ALLAH RASULÜNÜN MANEVİ ŞAHSİYETİ-2

ALLAH RASULÜNÜN MANEVİ ŞAHSİYETİ-2

Fahr-ı Kainat’a Nasıl Bakmalıyız: Kur’ân’da, “Muhakkak ki, Allah katında sizin en d

NURDAN VECİZELER-8

NURDAN VECİZELER-8

“Hakikaten mümin cennete layık ve kâfir cehenneme muvafık bir mahiyet kesb eder.” İzah: B

YIKILMAKTA OLAN ÜÇÜNCÜ MABET

YIKILMAKTA OLAN ÜÇÜNCÜ MABET

Kimi Yahudiler mecazen veya sembolik anlamda İsrail’e Süleyman Tapınağı makamında üçüncü

SAFVETÜ’T TEFASİR NOTLARI-27

SAFVETÜ’T TEFASİR NOTLARI-27

Nisa: 97: İbn Abbas’ın şöyle dediği rivayet olunur: “Müslümanlardan, İslam’ı hafife a

TACEDDİN TOPAL(1927-2020)

TACEDDİN TOPAL(1927-2020)

Taceddin Topal ağabeyimiz Isparta/Yalvaçlıdır. Yalvaçlılar O’na Taci Dede diye biliyor ve ö

SULTAN 2. BAYEZİD (1481-1512)

SULTAN 2. BAYEZİD (1481-1512)

1448’de Dimetoka’da doğdu. Fâtih Sultan Mehmed’in Gülbahar Hâtun’dan doğan büyük oğl

CENNET VE CEHENNEM SADECE MANEVİ DEĞİLDİR

CENNET VE CEHENNEM SADECE MANEVİ DEĞİLDİR

Cennet ve Cehennem iki yurttur; birisi sevaba birisi azaba, birincisi muttakilere, ikincisi kâfirle

AKSA TUFANI’NIN İSTİKBALDEKİ AKİSLERİ

AKSA TUFANI’NIN İSTİKBALDEKİ AKİSLERİ

De ki: " Bize iki güzellikten birinin dışında başka bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz? Oy

ALLAH RASULÜNÜN MANEVİ ŞAHSİYETİ-1

ALLAH RASULÜNÜN MANEVİ ŞAHSİYETİ-1

Fahr-ı Kâinat Efendimiz, (Aleyhissâlatü vesselâm) Kur’ân’ı Mekkelilere tebliğe başladı

NURDAN VECİZELER-7

NURDAN VECİZELER-7

“İnkılab-ı hakikat olmaz. Nev'-i mutavassıtın silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf, ink

Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun.

Tevbe, 119

GÜNÜN HADİSİ

Kur'an'ın Faziletine Dair

"Sizin en hayırlınız Kur'an'ı Kerim'i öğrenen ve öğretendir."- Buhari, Fedailu'l-Kur'an 21

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii Tekrar İbadete Açıldı(15 Nisan 2002) *Şeyhülislam İbn-i Kemal'in Vefatı(16 Nisan 2002) *Einstein'in Ölümü(18 Nisan 1955) *93 Harbi Başladı(19 Nisan 1877) *Miladi Takvime Göre Efendimiz'in(s.a.v) Doğumu(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI