Cevaplar.Org

KENDİ DİLİNDEN BEDİÜZZAMAN-1

Takdim “Hem de şahsın üslûb-u beyanı, şahsın timsal-i şahsiyetidir. Ben ise gördüğünüz veya işittiğiniz gibi, halli müşkil bir muammayım.”(Muhakemat, s:84) Değerli ziyaretçilerimiz, bir çok müellif gibi, Üstad Bediüzzaman da eserlerinde bir vesile ile hayatıyla alakalı bazı bilgiler ve hatıralara yer vermektedir. Ben de okumalarım sırasında bunları işaretlerdim. Sonra bir konu bütünlüğü ile bunları bir araya getirmek arzu ettim. 900 sayfaya yakın bir çalışma meydana geldi.


Salih Okur

nedevideobendi@gmail.com

2017-09-23 17:31:15

Takdim

"Hem de şahsın üslûb-u beyanı, şahsın timsal-i şahsiyetidir. Ben ise gördüğünüz veya işittiğiniz gibi, halli müşkil bir muammayım."(Muhakemat, s:84)

Değerli ziyaretçilerimiz, bir çok müellif gibi, Üstad Bediüzzaman da eserlerinde bir vesile ile hayatıyla alakalı bazı bilgiler ve hatıralara yer vermektedir. Ben de okumalarım sırasında bunları işaretlerdim. Sonra bir konu bütünlüğü ile bunları bir araya getirmek arzu ettim. 900 sayfaya yakın bir çalışma meydana geldi.

Bazı arkadaşlarla istişaremiz sonucu bu çalışmayı sitede paylaşmaya karar verdik. İnşallah istifadeye medar olur. Bu çalışmada bizzat Üstadın ifadeleri yer almakta, talebelerinin, dostlarının yazdıklarına yer verilmemektedir. Saygılarımla.Salih Okur/cevaplar.org

MEMLEKETİ

*Ve nahiyemiz olan küçücük Isparta'nın mahdud akraba ve ahbab yerine, mübarek Isparta Vilayetini verip binler kardeşi ihsan eyledi. Belki muhtemeldir ki, o küçük Isparta'nın aslı, bu büyük Isparta'dan gitmiş. Benim vatan-ı aslîm, bu Isparta olmak caizdir.

Hattâ Isparta'lı kim olursa olsun, başkalara nisbeten benimle ve Risale-i Nur'la fazla alâkadar görüyorum. Hattâ buradaki bütün zabitan içinde biri müstesna, en ziyade bize ve Risale-i Nur'a ciddî alâkadar, bu hâmil-i mektub Isparta'lı Hilmi Bey'i gördüm. Onu Risale-i Nur'un has şakirdleri içinde kabul eyledik.(1)

*Evet, bu havaliye gelen Isparta'lılar asker olsun başkalar olsun, ekseriyet-i mutlaka ile beni hemşehri biliyorlar. Hangisi benimle görüşüyor, "Sen Isparta'lı mısın?" Ben de diyorum: 'Maaliftihar, ben Isparta'lıyım. Ve Isparta'da o kadar hakikî kardeşlerim ve akariblerim var ki, meskat-ı re'sim olan Nurs Karyesine pek çok cihetlerle tercih ediyorum. Ve büyük Isparta'nın bir küçük evlâdı hükmünde olan Isparta Nahiyemize, büyük Isparta'nın bir tek köyünü tercih ediyorum. O kadar hâlis, kahraman kardeşleri bana veren Isparta taşı da, toprağı da, bana ve belki Anadolu'ya mübarek olmuş. İnşâallah hem Anadolu'ya, hem Âlem-i İslâm'a neşrettikleri nur tohumları birer rahmete mazhar olur, sünbül verir. Hem gıda, hem ziya, hem deva olup; manevî galâ ve veba ve zulmü ve zulmeti dağıtır.(2)

*Evet, ben üç cihetle Isparta'lıyım. Gerçi tarihçe isbat edemiyorum, fakat kanaatim var ki; İsparit nahiyesinde dünyaya gelen Said'in aslı, buradan gitmiş. Hem Isparta Vilayeti öyle hakikî kardeşleri bana vermiş ki; değil Abdülmecid ve Abdurrahman, belki Said'i onların herbirisine maalmemnuniye feda eylerim(3)

DOĞUMU

* Bin ikiyüz doksaniki (1292) eder ki, bu fakirin dünyaya gelmesinden bir sene evvel veyahut rahm-ı maderdeki tarihe işaretle beraber.(4)

*1293 eder ki; Risale-i Nur müellifinin tarih-i veladetidir.(5)

*Dus Külli ardin; yani arza bastığın zaman ki, cifirce 1295 arabî ve 93 rumi tarihidir ki, tarih-i veladetine ve Rus harb-i müdhişine tevafukla beraber 'Bilvuhuşi teammeret' fıkrası işaret ediyor ki; yere bastığın zaman yer vahşilerle şenleniyor. Yani vahşi Ruslar âlem-i İslâm'ı hırpalıyor. Kırk sene sonra o vahşilerin elinde esir olup, onların en vahşi memleketine gideceksin, haber veriyor.(6)

*1293 eder. İşte bu tarih Rus'un âlem-i İslâm'ın felâketine sebeb olan 93 dehşetli harbin zamanına ve Risale-i Nur müellifinin tarih-i veladetine tam tamına tevafuku..(7)

* Bin ikiyüz doksandört (1294) eder ki, veladetinin ve hayatının birinci senesidir.(8)

* Bin ikiyüz doksanüç veya dört (1293-1294) olan makam-ı cifrîsiyle o tercümanın besmele-i hayat-ı dünyeviyesinin ibtidasına tam tamına tevafuk sırrıyla îma eder ki, onun hayatı çok dehşetli dağdağaları ve fırtınaları görmek ve çekmekle beraber daima Rahman ve Rahîm isimlerinin mazharı olarak rahmetle muhafaza ve şefkatle terbiye edileceğini remzen mün'imane haber veriyor. (9)

* O şakirdin tarih-i hayatının onüç vakıat-ı mühimmesine(10)

* Hem birinci, hem ikinci fıkra da aynı 1294 eder ki; müteaddid yerde Cenab-ı Gavs'ın işaret-i gaybiyesinden fitne-i âhirzamanın başlangıcı olan tarihi gösteriyor. O tarih ise hem bu isim sahibinin Arabî tarih-i veladetine, hem âlem-i İslâm'ın başına gelen hâdisat-ı elîmenin, hevl ve şiddetin en büyük sebebi olan 93 Rus harbinin şiddet tarihine tesadüf ediyor. O vakit hem taun ve veba ve kaht u gâlâ ve hem Rus'un zulüm ve istila zamanına tesadüf ediyor. Hazret-i Gavs bu beytinde ve bu kasidesinde fitne-i âhirzamana bakıyor. O fitnenin başlangıcı olan 1293 ve dört tarihine ..satırının her fıkrası "Yâ Said" kelimesiyle beraber aynı tarihi gösteriyor. Biri 1294, diğeri 1295 tarihini gösteriyor. O tarih Rumi hesab ile olsa, Said'in mebde'-i tufuliyetine; eğer Arabî tarihiyle olsa veladet zamanına tevafuk ediyor.(11)

*Fitne-i âhirzamanın hem başlangıcı tarihine ki; 1294'tür. Hem tenvinler ile beraber o fitnenin en karanlıklı zamanı olan 1344 tarihine ve fitnelerin içinde mahfuziyetle beraber pek çok çalkanan bîçare Said'in hem tarih-i veladetine hem işkenceli tarih-i esaretine tevafuk ediyor.(12)

ANNE -BABASI

* Ben ki bir hammalın oğluyum. Bu kadar dünya bana müyesser iken kendi nefsimi hammal oğulluğundan ve fakr-ı halden çıkarmadım.(13)

*Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun vâlidesidir. Bu münasebetle ben kendi şahsımda kat'î ve daima hissettiğim bu manayı beyan ediyorum; Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki; en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum vâlidemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki; o dersler fıtratımda, âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum. Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum vâlidemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.(14)

*Bu hakikate beni muttali eden, bir vakit sabavetimde ay tutuldu. Vâlidemden sual ettim. Dedi ki: "Yılan Ay'ı yutmuş." Dedim: "Neden daha görünüyor?" dedi ki: "Âsumanın yılanı nim-şeffaftır."(15)

* Küçüklüğümde gördüm ki hasf olmuştu Kamer. Sordum ben vâlidemden. Dedi: "Yılan yutmuştur." Dedim: "Neden görünür?" Dedi: "Orada yılanlar böyle nim-şeffaf olur." (16)

*Teşbih ve temsiller, havastan avama geçtikçe, yani ilmin elinden cehlin eline düştükçe, mürur-u zamanla hakikat telakki edilir. Meselâ: Küçüklüğümde Kamer tutuldu. Ben vâlideme dedim: "Neden ay böyle oldu?" Dedi: "Yılan yutmuş." Dedim: "Daha görünüyor?" Dedi: "Yukarıda yılanlar cam gibi olup, içlerinde bulunan şeyi gösterirler."

Bu çocukluk hatırasını çok zaman tahattur ediyordum. Ve der idim ki: "Bu kadar hakikatsız bir hurafe, vâlidem gibi ciddî zâtların lisanında nasıl geziyor?" diye düşünürdüm. Tâ, felekiyat fennini mütalaa ettiğim vakit gördüm ki: Vâlidem gibi öyle diyenler, bir teşbihi hakikat telakki etmişler. Çünki derecat-ı Şemsiyenin medarı olan "mıntıkat-ül büruc" tabir ettikleri daire-i azîme, menazil-i Kameriyenin medarı bulunan mail-i Kamer dairesi birbiri üstüne geçmekle, o iki daire herbiri iki kavis şeklini vermiş; o iki kavise felekiyyun üleması latif bir teşbih ile büyük iki yılan namı olan "tinnineyn" namını vermişler.(17)

ÇOCUKLUK HATIRALARI

* Onuncu Söz'de işaret edildiği gibi, bir zaman -küçüklüğümde- hayalimden sordum: "Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?" dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden "ah" çekti. "Cehennem de olsa beka isterim" dedi.(18)

* Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî Tarîkatında ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zâttan istimdad ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak "Ya Gavs-ı Geylanî" derdim. Çocukluk itibariyle elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, "Ya Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur." Acibdir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiş.

Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fatiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zât-ı Risalet'ten (A.S.M.) sonra Şeyh-i Geylanî'ye hediye ediliyordu. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kadirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarîkatla iştigale, ilmin meşguliyeti mani oluyordu.(19)

* Ben dokuz yaşından beri şefkatli vâlidemi görmediğimden sohbetinde bulunamadım. O hürmetli muhabbetten mahrum kaldığım ve üç hemşiremi de onbeş yaşımdan sonra göremediğim, Allah rahmet etsin vâlidemle beraber berzah âlemlerine gittikleri için..(20)

MEDRESE HAYATI

*(1302) ederek Risale-i Nur müellifinin Kur'an dersini aldığı tarihe. (21)

* O bin üçyüz iki (1302) tarihi ise, -arabî tarih itibariyle olsa- Kur'an okumağa başladığım aynı tarihe tevafuk eder. Ve rumi tarihi hesabıyla, ilme başladığım tarihe tevafuk eder.(22)

* Birinci tarih(1303) ise, Resail-in Nur müellifinin Risale-i Nur'u netice veren ulûmun tahsiline başladığı tarihtir.(23)

* (1304) makamıyla Risale-i Nur'un tercümanı, Risale-i Nur'un basamakları olan mebadi-i ulûma besmele-keş olduğu ve fütuhat-ı Nuriyede besmelesini çektiği ve fatiha-i hayat-ı ilmiyede "Bismillahirrahmanirrahîm" okuduğu zamanına tam tamına tevafukla parmak basıyor.(24)

*Ben on yaşında iken, büyük bir iftihar, hattâ bazan temeddüh suretinde bir haletim vardı; istemediğim halde pek büyük bir iş ve büyük bir kahramanlık tavrını takınıyordum. Kendi kendime der idim: Senin beş para kıymetin yok. Bu temeddühkârane hususan cesarette çok fazla gösterişin ne içindir? Bilmiyordum, hayret içinde idim. Bir-iki aydır o hayrete cevab verildi ki; Risale-i Nur, kabl-el vuku' kendini ihsas ediyordu. Sen âdi odun parçası gibi bir çekirdek iken, o firdevs salkımlarını bilfiil kendi malın gibi hiss-i kabl-el vuku' ile hissedip hodfüruşluk ederdin.

Bizim Nurs köyümüz ise; hem eski talebelerim, hem hemşehrilerim biliyorlar ki; bizim köyümüz, fevkalâde gösteriş ve cesarette ileri göstermek için temeddühü çok severdiler, güya büyük bir memleketi fetheder gibi kahramanane bir tavır almak istiyordular. Ben hem kendime, hem onlara çok hayret ederdim. Şimdi hakikî bir ihtar ile bildim ki: O masum Nurslu insanlar, Nurs Karyesi Risale-i Nur'un nuruyla büyük bir iftihar kazanacak; o vilayetin, nahiyenin ismini işitmeyen, Nurs Köyü'nü ehemmiyetle tanıyacak diye bir hiss-i kabl-el vuku' ile o nimet-i İlahiyeye karşı teşekkürlerini temeddüh suretinde göstermişler.

Hem o nahiyemiz olan Hizan Kazası'na tâbi' Isparta'da, birdenbire meşhur Seyda namında Şeyh Abdurrahman-ı Tagî himmetiyle o kadar çok talebeler ve hocalar ve âlimler çıktılar ki, bütün Kürdistan onlar ile iftihar eder bir şekil aldığı zaman, içlerinde münazara-i ilmiye ve pek büyük bir himmetle ve pek geniş bir daire-i ilim ve tarîkat içinde öyle bir vaziyet hissediyordum ki, güya rûy-i zemini fethedecek bu hocalardır.

Eski meşhur ulema ve evliyalar ve allâmeler ve kutublar, onların medar-ı bahsi oldukça ben de dokuz-on yaşında iken dinliyordum. Kalbime geliyordu ki; bu talebeler, âlimler ilimde, dinde büyük bir fütuhat yapmışlar gibi vaziyet alıyorlardı. Bir talebenin bir parça ziyade zekâveti olsa idi, büyük bir ehemmiyet verilirdi. Münazarada, bir mes'elede birisi galebe çalsa büyük bir iftihar alırdı. Ben de hayret ediyordum; o hissiyat bende de vardı. Hattâ tarîkat şeyhleri ve dairelerinde medar-ı hayret bir müsabaka; hem nahiye, hem kaza, hem vilayetimizde vardı. O haletleri başka memleketlerde o derece göremedim.

Şimdi bir ihtar ile kat'î kanaatım geldi: O talebe arkadaşlarım, o üstadlar hükmünde hocalarım, o mürşidlerim, evliya ve şeyhlerim; bir hiss-i kabl-el vuku' ile ruh hissedip akıl bilmeyerek -ki en lüzumlu bir zamanda- o talebeler içinde ve o hocaların şakirdleri içinde ve o mürşidlerin müridleri içinde parlak bir nur çıkacak, ehl-i imanın imdadına gelecek diye o istikbaldeki nimet-i İlahiyeye gayet ağır ve acib şerait içinde ve hadsiz muarızların karşısında ve bin seneden beri kuvvet bulan dalaletin mukabilinde ve gayet vehham ve garazkâr düşmanlarımızın desiselerinin ihatasında ve iki dehşetli mahkemenin uzun tedkikatında Risale-i Nur'un bu fevkalâde galebesi ve hârikulâde perde altında tenviratı ve düşmanlarını mecbur edip serbestiyetini kazanması gösteriyor ki; o mevkiine lâyıktır ki, kabl-el vuku' İmam-ı Ali Radıyallahü Anhu ve Gavs-ı A'zam (Kuddise sırruhu) ondan haber verdikleri gibi, bunlar köy ve nahiye ve vilayetim, benimle beraber şuursuz olarak geleceğini hissedip mesrur olmuşlar. (25)

Sizi eski talebelerim ve eski arkadaşlarım ve kardeşim ve biraderzadem Abdülmecid ve Abdurrahman'lar bildiğimden, bu mahrem sırrı size açtım. Evet, ben yirmidört saat evvel hassasiyetimle ve a'sabımın rutubetten tesiriyle rahmet ve yağmurun gelmesini hissettiğim gibi, aynen öyle de; ben ve köyüm ve nahiyem, kırkdört sene evvel Risale-i Nur'daki rahmet yağmurunu bir hiss- kabl-el vuku' ile hissetmişiz demektir.(26)

*Benim hizmetim ve sergüzeşte-i hayatım, bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş. İnayet-i İlahiye ile bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i imaniyeye mebde' olmak için Kur'an'dan gelen ve meyvedar bir şecere-i âliye olan Nur Risalelerini ihsan etmiş. Ben bunu kasemle temin ediyorum ki, bütün hayatımda geçen o hârikalardan dolayı ben kendimde kat'iyyen bir kabiliyet ve bir meziyet ve o fevkalâdeliğe bir liyakat görmüyordum. Hayret hayret içinde kalıyordum. Değil fevkalâde bir deha veyahut fevkalâde bir velayet, belki kendi kendimi idare edecek ve hayat-ı içtimaiye ile münasebetdar olacak bir kabiliyet görmüyordum.

Gerçi zahiren hodfüruşluk gibi bazı hâlât hayatımda görünmüştü. O da ihtiyarım haricinde halkların hüsn-ü zannını tekzib etmemek için bir nevi hodfüruşluk gibi oluyordu. Fakat halkların hüsn-ü zannı gibi hakikatte olmadığını ve dünyaya yaramadığımı, böyle bin derece haddimden fazla bir teveccühe mazhar olduğumu bütün bütün hilaf-ı hakikat telakki ediyordum. Fakat Cenab-ı Hakk'a yüzbin şükür olsun ki yetmiş-seksen senelik hayatımın sonlarında onun hikmetini ihsan-ı İlahiye ile bir derece bildik ve kısaca bir kısmına işaret edeceğim. Ve çok nümunelerinden bir kısım nümunelerini beyan ediyorum:

Birinci Nümune: Medrese usûlünce hiç olmazsa onbeş sene tahsil-i ilim lâzım geliyor ki, hakaik-i diniye ve ulûm-u İslâmiye tam elde edilsin. O zamanda Said'de, değil hârika bir zekâ veya bir manevî kuvvet; belki bütün istidad ve kabiliyetinin haricinde bir acib tarz ile bir-iki sene Sarf ve Nahiv mebadisini gördükten sonra üç ayda acib bir tarzda kırk-elli kitabı güya okumuş ve icazet almış gibi bir halet göründü.

Bu hal altmış sene sonra doğrudan doğruya gösterdi ki, o vaziyet ulûm-u imaniyeyi üç-dört ayda, kısa bir zamanda ellere verebilecek bir tefsir-i Kur'anî çıkacak ve o bîçare Said de onun hizmetinde bulunacak işaretiyle; hem bir zaman gelecek ki, değil onbeş sene belki bir sene de ulûm-u imaniyeyi ders alacak medreseler ele geçmeyecek ve azalacak bir zamana bir nevi işaret-i gaybiye gibi manalar hatıra geliyor.

İkinci Nümune: O eski zamanda, Said'in o çocukluk zamanında büyük âlimlerle münazarasını ve o âlimlerin suallerine cevab vermesini; hattâ kendisi hiç sual etmeden âlimlerin en müşkil suallerine doğru cevab vermesini, ben kat'iyyen itiraf ediyorum ve itikad ediyorum ki: O hal ne hârika zekâvetimden ve ne de acib istidadımdan neş'et etmiş değildir. Ben de bîçare, mübtedi, sersem, gürültücü bir çocuk iken; hiç böyle değil büyük âlimlere cevab vermek belki küçük hocalara, hattâ küçük talebelere de mağlub olur bir halde iken doğru cevab vermekliğim, kat'iyyen istidadımdan ve zekâvetimden gelmemiş olduğuna kanaat-ı kat'iyyem var. Yetmiş senedir de hayret ediyordum.

Şimdi ihsan-ı İlahî ile bir hikmetini anladım ki: Çekirdek gibi medrese ilimlerine bir ağaç ihsan edilecek ve o ağacın hizmetinde bulunana karşı pek çok rakibleri ve muarızları bulunacak.

İşte bu zamanda İslâmlar içinde muhtelif meşrebler ve meslekler sahibleri birbirisini tenkid etmek ve eserine mukabil eserler neşretmek; Mu'tezile ve Ehl-i Sünnet gibi birbirini kırmak âdetiyle bu zamanda o Nur ağacının hizmetkârının başına vuracak ve rekabet veya meşreb muhalefetiyle en tesirlisi ve en müdhişi medrese hocaları olmak lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk'a yüz bin şükür olsun ki eskiden beri devam etmekte olan o âdete muhalif olarak Risale-i Nur en ziyade ulemanın damarlarına dokundurduğu halde hocaların Nurlara karşı tenkidkârane eserler yazamadıklarının sebebi: O zamanda o çocuk Said'in ulemanın suallerine karşı doğru cevab vermesi, ulemanın cesaretini kırmış ki, hiç bir yerde kıskanç hocalardan, hem meşrebçe Said'e çok muhalif oldukları halde Nur Risaleleri'ne karşı mukabil çıkmamaları; bu halin bir hikmeti olduğuna kanaatim gelmiş.

Yoksa böyle acib bir zamanda ehl-i medresenin itirazı başlasaydı, dinsizlik tarafdarları olan gizli düşmanlarımız hem Nurları, hem ülemayı çürütmek için ehemmiyetli bir vesile yapacaklardı. Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükrolsun ki, en ziyade Nurların dokunduğu resmî ulema, aleyhinde bulunamadılar.

 Üçüncü Numune: Eski Said'in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediğinin ve Kürdistan âdeti talebelerin tayinatı ahalinin evlerinden verildiği ve zekatla masrafları yapıldığı halde, Said hiç bir vakit tayin almağa gitmediğinin ve zekatı dahi bilerek almadığının bir hikmeti, şimdi kat'î kanaatimle şudur ki: Âhir ömrümde Risale-i Nur gibi sırf imanî ve uhrevî bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menafi'-i şahsiyeye vesile yapmamak için o makbul âdete ve o zararsız seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr u zarureti kabul edip elini insanlara açmamak haleti verilmişti ki, Risale-i Nur'un hakikî bir kuvveti olan hakikî ihlas kırılmasın. Ve bunda bir işaret-i manevî hissediyordum ki: Gelecek zamanda maişet derdiyle ehl-i ilmin mağlubiyeti, bu ihtiyaçtan gelecektir.(27)

*Hattâ ben, fakir ve muhtaç olduğum ve zâhid ve sofi ve riyazetçi olmadığım ve büyük bir şeref ve haysiyet ve hanedanlık haysiyetinden, şan ü şerefinden hissedar olmadığım halde, -tarihçe-i hayatımda yazıldığı gibi- küçükten beri halkların mallarını, hediyelerini kabul edemiyordum; ihtiyacımı izhara tenezzül edemiyordum. Beni bilenler gibi, ben de çok hayret ederdim. Şimdi hâssaten birkaç sene zarfında anlaşıldı ki; Risale-i Nur'un dehşetli bir mücahedesinde, tama' ve mal yüzünden mağlub olmamak ve itiraz gelmemek için o halet-i ruhiye bize ihsan edilmişti. Yoksa düşmanlarım, o cihetten büyük bir darbe indirecektiler.(28)

*Ben kendim, bütün hayatımın hârika kısmını, evvelce Gavs-ı A'zam'ın bir silsile-i kerameti telakki ediyordum; şimdi Risale-i Nur'un bir silsile-i kerameti olduğu tebeyyün etti.(29)

* Şimdi bence kat'iyyet peyda etmiştir ki; ekser hayatım ihtiyar ve iktidarımın, şuur ve tedbirimin haricinde öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garib bir surette ona cereyan verilmiş; tâ Kur'an-ı Hakîm'e hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Âdeta bütün hayat-ı ilmiyem, mukaddemat-ı ihzariye hükmüne geçmiş. Ve Sözler ile i'caz-ı Kur'anın izharı, onun neticesi olacak bir surette olmuştur.(30)

* Hem işaret eder ki; Resail-in Nur müellifi dahi ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlanır, âlim olur. Evet, bu cümlenin bu mu'cizane üç işaratı elektrik ve Resail-in Nur hakkında hak olduğu gibi, müellif hakkında dahi ayn-ı hakikattır. Tarihçe-i hayatını okuyanlar ve hemşehrileri bilirler ki; "İzhar" kitabından sonraki medrese usûlünce onbeş sene ders almakla okunan kitabları, Resail-in Nur müellifi yalnız üç ayda tahsil etmiş.(31)

* Eski Said'in, onbeş yaşında iken medrese usûlünce onbeş senede okunan ilmi onbeş haftada okumağa inayet-i İlahiye ile muvaffak olması gibi.(32)

*Memleketimizde medrese talebelerinden birisi bir kitabı bitirse veya başlasa, bir tatlı veya yemek meftuhane veya mahtumane diye vermek âdettir. Aynen bu kaideyi Kâtib Osman'ın üzümünde gördük. Onun yazdığı Asâ-yı Musa'nın tashihini bitirdiğim aynı vakitte mahtumanesi olarak bu üzümün gelmesi, tatlı bir latife ve şirin bir hatıra-i hayat-ı medresiye oldu.(33)

* Memleketimizde talebeler bir kitaba başladığı zaman, Kürdçe meftîhane namında bir ziyafet verdiklerine..(34)

*Ben gençlik zamanında bizim memlekette gördüğüm eski medresenin aynı vaziyetini görüyorum. Çünki vilayet-i şarkıyede eski âdet medrese talebelerinin bir kısmının tayinatları dışarıdan geliyordu. Ve bazı medreseler, içinde pişiriyorlardı. Ve daha kaç cihette bu çilehaneye benziyorlardı. Ben de lezzetli bir tahassür içinde buraya baktıkça o eski gençlik ve şirin zamana hayalen gidiyorum ve ihtiyarlık vaziyetlerini unutuyorum.(35)

* Eski zamanda memleketimde medrese talebeleri arefe gününde bin İhlas-ı Şerif okuyup bir hatme-i İhlasiye ile hacıların sevablarına ve dualarına hissedar olmağa çalışıyordular.(36)

* Bizim memlekette eskide arefe gününde bin İhlâs-ı Şerif okurduk (37)

* Eski talebeliğim zamanında mevsuk zâtlardan, onlar da mühim imamlardan naklederek işittim ki: "Ciddî, müştak, hâlis talebe-i ulûm, tahsilde iken vefat ettikleri zaman, berzahta aynı tahsil misali ve bir medrese-i maneviyede bulunuyor gibi; o âleme muvafık bir vaziyet ihsan ediliyor." diye o zaman talebe-i ulûm içinde çok defa medar-ı bahs oluyordu.(38)

*" Elli sene evvel Kürdistan'ın meşhur âlimi merhum Şeyh Emin Efendi tarafından onbeş-onaltı yaşında bulunan Eski Said'i imtihan için sorduğu suallerden birisine verdiği hârika bir cevabdır. Bir saat zarfında bu acib muammayı halletmiş.)

Yine birisi sevdiği familyasına remizli olan bu fıkrayı söylemiş: Karısı anlamış. Manası: "Yârinin yani hareminin la'l gibi dudaklarından şarkın zıddını Arabî, Farisî kalb ve tashif suretinde istiyorum." Zekice karısı da manasını fehmetmiş.

Eski Said, sual eden Şeyh Emin Efendi'ye demiş:

"Şark"ın zıddı "garb"dır. "Garb" noktanın tashifiyle "arb" olur. "Arb" ise kalb-i tashif ile "rebi'" olur. Rebi' Farisî "bahar" olur. Bahar noktası tashif olup yukarı çıksa "nehar" olur. Nehar Arabî "yevm" olur. "Yevm" kalb ile "mûy" olur. "Mûy" ise Arabîsi "şa'r" ki iki manası olup biri "beyt"tir. Beyt de iki manaya gelir. Birisi "dâr"dır. Dâr ise tashif ile "dâz" olur. "Dâz" kalb ile "zâd" olur. "Zâd" Farisî "tûşe", tûşe ise tashif ile "bûse" olur. Bûse ise Türkçe öpmek demektir.."(39)

*Benim şahsım için mûcib-i hayrettir ki; o i'tiraz eden ihtiyar, benim silsile-i ilimde en mühim üstadım olan Şeyh Fehim kuddise sirrûhünûn tilmizi ve en ziyade merbut olduğum İmam-ı Rabbanî Radiyallahû anhünün bir talebesi olduğu halde..(40)

* Silsile-i ilmiyede bana en son ve en mübarek dersi veren ve haddimden çok ziyade şefkatini gösteren, Hazret-i Şeyh Muhammed-el Küfrevî (41)

* Benim kendi hattımla mektub istiyorsun. Bir dudaksız adama, lâmbayı üfle söndür demişler. Demiş: En zahmetli işi bana gösteriyorsunuz, yapmayacağım. Belî, Cenab-ı Hak bana hüsn-ü hat vermemiş, hem bir satır yazmak bana büyük bir iş gibi usanç veriyor. Eskiden beri diyordum: Ya Rabbi! Ben o kadar muhtaç iken ve nazmı severken, bu iki nimet bana verilmedi, diye teşekki değil, tefekkür ediyordum. Sonra bana kat'î tebeyyün etti ki, şiir ve hat bana verilmemekte, büyük bir ihsan imiş.

Hem o hatt'a ihtiyacımı sizin gibi kalem kahramanlarının muavenetleri temin ediyor. Hatt bilse idim, hatt'a itimad edip, mesail ruhta kararlayarak nakşedilmeyecekti. Eskiden hangi ilme başladım, hattım olmadığı için ruhuma yazardım. Fevkalâde bir meleke ihsan edildi.

Şiir ise çendan kıymetdar, şirin bir vasıta-yı ifadedir. Fakat şiirde hayal hükmettiği için hakikata karışır, hakikatların suretini değiştirir. Bazan hakikat birbirine geçer. Hâlis hak ve mahz-ı hakikat olan Kur'an-ı Hakîm'in hizmetinde istikbalde bulunacağımız mukadder olduğundan, kader-i İlahî bir inayet olarak bize şiir kapısını açmadı.(42)

* Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış ve resmen zabta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve latif bir vâkıa-i müdafaayı beyan ediyorum.

Orada benden sordular ki: Cumhuriyet hakkında fikrin nedir? Ben de dedim: "Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder.

Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbesinde inzivada idim, bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. İşitenler benden soruyordular, ben de derdim: "Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler." O cumhuriyetperverliklerine hürmeten tanelerini karıncalara verirdim. Sonra dediler: Sen selef-i sâlihîne muhalefet ediyorsun? Cevaben diyordum: "Hulefa-i Raşidîn; herbiri hem halife hem reis-i cumhur idi. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşere'ye ve Sahabe-i Kiram'a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.(43)

* Ve ikinci âyetin tarihi ise, o müellifin hârika bir surette pek az bir zamanda ilimce tekemmül etmesi, tahsilden tedrise başladığı ve üç ayda ve bir kış içinde onbeş senede medresece okunan yüz kitabdan ziyade okuduğu ve o zamanın o muhitte en meşhur ülemasının yanında o üç ayın mahsulü onbeş senesinin mahsulü kadar netice verdiği çok mükerrer imtihanlarla(44) ve hangi ilimden olursa olsun sorulan her suale karşı cevab-ı savab vermekle isbat ettiği aynı tarihe, tam tamına tevafukla remzen Risale-i Nur'un istikametine bir işarettir.(45)

* "Tırnak kadar kuvve-i hafızaya mâlik bir adamın kafasında doksan kitabın kelimatı yazılmış.. Ve üç ayda, her günde üç saat meşgul olarak, hafızasının sahifesinin yalnız o kısmını ancak tamam edebilmiş. Aynı adam, seksen sene ömründe gördüğü ve işittiği ve merakını tahrik eden ve ona hoş gelen ma'naları ve kelimeleri ve sûretleri ve savtları o tırnak kadar kuvve-i hafızasının sahifesinde istediği vakitte müracaat edip, bir büyük kütüphane kadar bütûn mahfuzatının aynı şeylerini orada bütün istediklerini mevcut ve muntazam yazılmış ve dizilmiş görüyor"(46)

* Eski zamanda, ondört yaşında iken icazet almanın alâmeti olan, üstad tarafından bir cübbe bana giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisve giymek yakışmadığını;

 Sâniyen: O zaman büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyetini değil, ya rakib veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için, bana bir cübbe giydirmek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı.

Ve evliya-yı azîmeden dört-beş zâtın da vefat etmeleri cihetiyle, ellialtı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek, bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlâna Zülcenaheyn Hâlid Ziyaeddin kendi cübbesini, pek garib bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek yüz yaşında (47)cübbeyi giyiyorum. Cenab-ı Hakk'a şükrediyorum.(48)

*(Celcelutiyenin) bu cümlesi ahirindeki tenvin sayılmak şartıyla binüçyüzdokuz eder. (1892) İşte o tarih ise, hitabına mazhar olan Risale-i Nur müellifinin, adet-i mahalliye ve silah-ı millî olan seyf ve hançerin hücumuna hedef kaldığı ve seyf ve hançeri beraberinde taşımaya mecbur olduğu ve kıskançlık sebebiyle Siirt'te âlimler ve talebelerin büyük bir münazara ve kavgalarına maruz bulunduğu hengâma tam tamına tevafuk eder...(49)

Dipnotlar

1-Kastamonu Lahikası s: 184-185

2-Kastamonu Lahikası s: 233

3-Şualar-s: 258

4-Sikke-i Tasdik-i Gaybi s:156

5-Sikke-i Tasdik-i Gaybi(Söz Basım) s. 172

6-Sikke-i Tasdik-i Gaybi(Söz Basım) s. 180

7-Sikke-i Tasdik-i Gaybi(Söz Basım) s. 186

8-Sikke-i Tasdik-i Gaybi s:79

9-Sikke-i Tasdik-i Gaybi s:100

10-Sikke-i Tasdik-i Gaybi(Söz Basım) s. 189

11-Osmanlıca Lem'alar, s: 91

12-Osmanlıca Lem'alar, s: 93

13-Asar-ı Bediiyye-s: 500

14-Lem'alar s: 228

15-Muhakemat s.26

16-Sözler s: 716

17-Lem'alar s: 91

18-Şualar-s:190

19-Sikke-i Tasdik-i Gaybi s: 144

20-Emirdağ Lahikası-2-s:217

21-Sikke-i Tasdik-i Gaybi s:85

22-Sikke-i Tasdik-i Gaybi s:164

23-Sikke-i Tasdik-i Gaybi s: 77

24-Sikke-i Tasdik-i Gaybi s: 100

25-Evet, Risale-i Nur'un tercümanı hem fakir, hem âdi iken; şansız ve âmi bir haneden olduğu halde, tarihçe-i hayatında yazıldığı gibi; fevkalâde istiğna ve hediye ve sadakaları kabul etmemek ve emsalsiz bir izzet-i ilmiye namıyla kimseye baş eğmemek ve tenezzül etmemek ve haddinden bin derece ziyade işlere girişmek gibi haller, bu mezkûr sırdan ileri gelmiştir.

26-Emirdağ Lahikası-1 s: 54

27-Emirdağ Lahikası-2 s: 76-78

28-Emirdağ Lahikası-1-s: 58

29-Emirdağ Lahikası: 1-s. 57

30-Mektubat-s: 404

31-Sikke-i Tasdik-i Gaybi s: 75-76

32-Şualar, s. 540

33-Emirdağ Lahikası-1-s: 188

34-Kastamonu Lahikası s: 205

35-Lem'alar s: 305

36-14. Şua Gayr-i münteşirlerinden

37-Şualar-s: 262

38-Kastamonu Lahikası s: 234-235

39-Osmanlıca Kastamonu Lahikası-s: 25

40-Kastamonu Lahikası (Osmanlıca)-s: 301

41-Barla Lahikası s: 284

42-Barla Lahikası-s: 332-333

43-Şualar-s: 244

44- (Haşiye): Bu beyanat-ı medhiye Said'e ait değildir. Belki Kur'anın bir tilmizini, bir hâdimini Said (R.A.) lisanıyla ve haliyle tarif eder. Tâ hizmetine itimad edilsin.

45-Sikke-i Tasdik-i Gaybi s:77

46-Nur Âleminin Bir Anahtarı-s: 6

47- (Haşiye): Risale-i Nur şakirdlerinden ve âhiret hemşiremizden "Âsiye" namında bir hanım eliyle o mübarek emaneti aldım.

48-Sikke-i Tasdik-i Gaybi s: 168

49-Osmanlıca Lem'alar s. 879

 

Bu yazıya yorum yazın


Not: Yanında (*) işareti olanlar zorunlu alanlardır.

Bu yazıya gelen yorumlar.

DİĞER YAZILAR

Sakın israf etmeyin, çünkü Allah israf edenleri sevmez.

En'âm, 141

GÜNÜN HADİSİ

İnsanların en fenası, birine ayrı, diğerine de ayrı görünen iki yüzlü insanlardır.

Seçme Hadisler, 101

TARİHTE BU HAFTA

*Fatih Camii Tekrar İbadete Açıldı(15 Nisan 1772) *Şeyhülislam İbn-i Kemal'in Vefatı(16 Nisan 1534) *Einstein'in Ölümü(18 Nisan 1955) *93 Harbi Başladı(19 Nisan 1877) *Miladi Takvime Göre Efendimiz'in(s.a.v) Doğumu(20 Nisan 571)

ANKET

Sitemizle nasıl tanıştınız?

Yükleniyor...

SİTE HARİTASI